Ana Sayfa Blog Sayfa 2617

Temiz Hava Hakkı Platformu: Torba Yasa Madde 45 mecliste kabul edilmesin!

Türk Tabipleri Birliği, TEMA Vakfı, Greenpeace Akdeniz, HEAL, 350.org, WWF-Türkiye, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği ve Türk Toraks Derneği gibi çevre ve sağlık alanında çalışan 17 kuruluşun üyesi olduğu Temiz Hava Hakkı Platformu, yeni torba yasa tasarısındaki Madde 45’in getirdiği muafiyet ve sebep olacağı kirliliğe dikkat çeken ortak bir bildiri yayımladı.

Meclis Genel Kurulu’nda gelecek hafta görüşülecek torba yasa tasarısı eğer meclise sunulduğu hali ile geçerse baca gazı filtresi olmadan çalışan kömürlü termik santrallerin iki yıl daha havayı kirletmesine izin verilecek..

2013 yılında kömürlü termik santrallerin özelleştirilmesinin ardından, bu santrallerin çevre yatırımlarını tamamlamaları için 2019 yılının sonuna kadar süre tanınmıştı. Bu süre içerisinde santraller, filtre ve baca gazı arıtma sistemleri gibi çevre yatırımlarını yapmadan altı yıl boyunca zehirli gazları doğrudan havaya saldı. 5 Şubat’a kadar sürecek ara yıl tatilinden sonra mecliste ilk sırada görüşülecek yasa teklifi, Çanakkale, Kahramanmaraş, Karabük, Kütahya, Manisa, Sivas, Şırnak ve Zonguldak’ta bulunan 10 santrale iki yıl daha havayı kirletme özgürlüğü tanıyacak.

Torba Yasa Madde 45 mecliste kabul edilmesin!

Bugüne kadar söz konusu santrallerin doğaya ve insan sağlığına verdikleri kalıcı zararların iki yıl daha devam etmesine sebep olacak yasa teklifine çevre ve sağlık alanında çalışan kuruluşlar tepki gösterdi. Ortak bildiride şöyle denildi:

“Toplam kurulu gücü 4680 MW olan 10 santral halihazırda bu şehirlerde doğaya ve insan sağlığına ciddi tehdit oluşturmaktadır. Hava kirliliğinin başta kalp ve solunum yolu hastalıkları olmak üzere, kanser dahil birçok hastalığın ve erken ölümlerin temel nedeni olduğu artık kanıtlanmıştır. Ömrünü tamamlamış bu santrallerin çevre yatırımlarından muaf tutulmak bir yana, emekliye ayrılma planlamalarının ivedilikle yapılması gerekmektedir. Termik santrallerin yol açtığı zararın maliyeti, yasanın getireceği ertelemeyle kazanılması düşünülen miktardan çok daha fazla olacaktır. Bu sebeple milletvekillerimizden, bu santrallere iki yıl daha bizi hasta etme izni verecek Madde 45’i Meclis’teki oylamada kabul etmemelerini talep ediyoruz.”

Elbistan sınır değerin 6 katı, Zonguldak ise 3 katı zehir soludu 

Temiz Hava Hakkı Platformu, emekli olma zamanı gelmiş bu santrallerin bulundukları şehirlerde yüksek miktarda hava kirliliğine sebep olduğunu belirtti. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yayımlanan partikül madde (PM10) ölçüm verilerini inceleyen Platformun uzmanları, en eski santrallerden Kahramanmaraş’taki Afşin Elbistan kömürlü termik santrallerinin yer aldığı Elbistan’da yaşayanların son üç yılda Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) sınır değerlerinden altı kat daha fazla kirli hava soluduğunu tespit etti. Toplam yedi santralin bulunduğu  Zonguldak’ta ise Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın mobil istasyonuyla 2018’de yapılan ölçümler PM10 değerlerinin DSÖ’nün sınır değerlerinin üç katı olduğunu ortaya koydu.

Gamze Varol

Türk Tabipleri Birliği Temsilcisi Doç. Dr. Gamze Varol: “Dünya Sağlık Örgütü, kirli havayı ‘insan sağlığına etkileyen en büyük tehlikelerden biri’ olarak açıkladı. Kirlilik seviyelerindeki artış yaşam süresini kısaltıyor; kanser, kalp damar hastalıkları ve felç görülme sıklığını artırıyor. Bebek ölümleri, erken doğum, büyüme-gelişme geriliği, öğrenme bozuklukları, hafıza ve davranış sorunları ve diyabet gibi çok sayıda sağlık sorununun temelinde kirli havanın etkisi olduğu tartışılıyor. Sağlık iki yıl beklemez, bu bölgelerdeki insanların iki yıl daha sağlık sorunları yaşamasının bedelini kim ödeyecek?”

Hasan Bayram

Türk Toraks Derneği Başkanı Prof. Dr. Hasan Bayram: “Solunum yolu ile alınan kirli hava, akciğer ve kalp hastalıkları oluşum riskini artırıyor. Çok sayıda çalışma, hava kirliliğinin yoğun olduğu yerlerde akciğer ve kalp hastalıklarına bağlı ölümlerin daha çok olduğunu, acil hastane başvuruları ve yatışları ile hastaların ilaç ihtiyacının arttığını göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün ilk kez bütün dünyada hava kirliliği ile topyekun mücadele başlattığı bir dönemde, yasal uyarıya rağmen termik santrallerin önlem almayarak havayı ve çevreyi kirletmeye devam etmesine izin verilmesi halk sağlığı açısından doğru değildir.”

Özlem Katısöz

TEMA Vakfı’ndan Çevre Politikaları Bölüm Başkan Yardımcısı Özlem Katısöz: “2014 yılında Anayasa Mahkemesi (AYM) benzer bir düzenlemeyi iptal etti. AYM, iptal kararının gerekçesinde sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının ekonomik ve mali gerekçelerle vazgeçilecek haklardan olmadığını açıkça belirtmişti. Bu karara rağmen, santrallerin kirleterek çalışmaya devam etmesi temiz hava hakkımızın ihlalidir.”

Deniz Bayram

Greenpeace Akdeniz Projeler Sorumlusu Avukat Deniz Bayram: “Anayasa Mahkemesi’nin kararına rağmen termik santraller yıllardır bu ayrıcalıklardan faydalanıyor. Torba yasa ile bu hukuka aykırı duruma bir kılıf hazırlanıyor. Çevre yatırımlarını yapmayan santraller ve hava kalitesinin ilgili mevzuata uygun yönetiminden sorumlu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, bu bölgelerde hava kirliliği ve erken ölümlerden sorumlu olmaya devam edecekler”.

Funda Gacal

Sağlık ve Çevre Birliği (HEAL) Türkiye Temsilcisi Funda Gacal: “Türkiye’de 2021 sonuna kadar bu santrallere çevre muafiyeti verilmesi tartışılırken AB üyesi ülkelerdeki termik santraller 2021’den itibaren daha da düşük baca gazı emisyonu sınır değerlerine tabi tutulacak. Yasa tasarısının geri çekilmesini, halk sağlığının ve çevrenin korunması adına AB’deki bu gelişmelerin takip edilmesini talep ediyoruz.”

.

(Yeşil Gazete)

Barış bildirisi için ‘ifade özgürlüğü’ yanıtı dönen ABD, savunma almayı reddetti

Barış bildirisi imzacısı Doç. Dr. Baki Tezcan’ın ifadesinin alınması için Amerika Birleşik Devletleri  (ABD) Adalet Bakanlığı’na yazılan istinabe talebine yanıt geldi.

Bakanlık 29 Ekim 2018 tarihli cevabında Tezcan’ın eyleminin ifade özgürlüğü kapsamında kaldığını belirterek suçlamaya dair somut deliller sunulmadığı takdirde söz konusu talebi gerçekleştiremeyeceğini yazdı.

İstinabe talebi ilk celsede kabul edildi

“Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzaladığı için “terör örgütü propagandası yapmak” suçlamasıyla İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nden yargılanan Tezcan Kaliforniya Üniversitesi’nde görev yapıyor.

Mahkeme bu nedenle yargılamanın ilk celsesinde tensiple karar vererek Tezcan’ın ifadesinin istinabe yoluyla alınması için gerekli işlemleri başlatmıştı.

Tezcan’ın ikinci duruşmasında avukatı Süleyman Anıl, ABD Adalet Bakanlığı’ndan gelen yazıyı mahkemeye sundu.

“ABD Anayasası ifade özgürlüğünü temin eder”

İstinabe talebine ilişkin ABD Adalet Bakanlığı’nın verdiği yanıtta şu ifadeler öne çıktı:

“ABD Anayasası’nın Birinci Değişiklik’i geniş ifade özgürlüğü temin eder ve dolayısıyla, beyanların, kısıtlı olarak tanımlanmış durumlar haricinde, cezai kovuşturmaya uğramasını yasaklar.

“Bildiğiniz üzere, bu korumaya getirilmiş sınırlamalar, beyanların gerçek bir tehdit oluşturduğu ya da olması yakın ve muhakkak türden bir şiddete kışkırttığı durumları içerir. Bu davada, bu yönden yeterli bir izhar olmamıştır.

“Anayasamızın koruduğu ilkeleri töhmet altında bırakıyor”

“Eğer bu konuyla ilişkili olup da bu talebe dahil edilmemiş başka veriler –mesela, Türkiyeli hayatların tehlikeye atıldığını ya da nesnel olarak inandırıcı bir şekilde tehdide uğradığını gösteren bilgiler– var ise, onları memnuniyetle dikkate alırız.

“Ancak, ek bilgi olmadan, bu talebin yerine getirilmesine yardımcı olamayacağız, zira talebin, Anayasa’mız tarafından korunan yukarıda mezkur ilkeleri töhmet altında bıraktığını düşünüyoruz.

“Biz bu ilkeleri temel menfaatler olarak addediyoruz ve Anlaşma’nın 22. Maddesi, yerine getirilmesi temel menfaatlere halel getirecek bir talebin reddine izin veriyor.”

Mahkemeden yakalama kararı

Avukatın karara ilişkin beyanlarını duruşma zaptına geçirdikten sonra kararını açıklayan mahkeme, Tezcan’ın savunmasının alınması için hakkında yakalama kararı çıkarılmasına hükmetti.

Bir sonraki duruşma 9 Mart’ta görülecek.

.

(Bianet)

İptal edildiği söylenen Çerkezköy termik santrali için Çevre Bakanlığı’ndan ‘devam’ kararı

Çerkezköy’de meşe ormanlarına yapılmak istenen kömürlü termik santral projesinin iptal edildiğine ilişkin yapılan açıklamanın aksine Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve EÜAŞ, bilgi edinme başvurusuna verdikleri yanıtta projeyle ilgili sürecin devam ettiğini belirtti.

Tekirdağ Milletvekili Mustafa Yel, 13 Aralık’ta twitter’dan yaptığı açıklamada, “Tekirdağ Milletvekili ve TBMM Başkan Vekili Mustafa Şentop, Tekirdağ Milletvekili ve AK Parti MKYK Üyesi Mustafa Yel ve Tekirdağ Milletvekili ve AK Parti Genel Merkez Kadın Kolları MKYK ve MYK Üyesi Çiğdem Koncagül’ün Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı Sn. Fatih Dönmez ile görüşmeleri neticesinde teknik nedenlerden dolayı termik santralin yapımından vazgeçildiği bildirilmiştir” demişti.

Yeşil Barış Hukuk Derneği ve Silivri Çevre Derneği’nin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na yaptığı bilgi edinme başvurusuna gelen yanıtta “Projenin ÇED raporu hazırlanma aşamasında olup ÇED süreci devam etmektedir” dendi.

Yine aynı kapsamda Elektrik Üretim A.Ş.’ye (EÜAŞ) yapılan bilgi edinme başvurusuna gelen yanıtta ise “Trakya Bölgesi’ndeki kömür kaynaklarının değerlendirilmesine yönelik proje geliştirme süreçleri devam etmektedir. Bahsi geçen konular Bakanlığın takdirindedir” dendi.

Greenpeace Akdeniz, “Olmaz Be Ya” projesi kapsamında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan, Trakya’nın havasını, suyunu, tarım alanlarını olumsuz etkileyecek kömürlü termik santral projelerinin iptal edilmesini talep ediyor.

“Santraller iptal edilmeli”

Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Proje Sorumlusu Onur Akgül, Trakya’da kömürlü termik santrallerin önünü açan Çevre Düzeni Planı değişikliklerinin bir an önce iptal edilmesi gerektiğini belirtti.

“Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ‘ÇED süreci devam ediyor’ açıklaması, projenin iptal edildiği beyanlarıyla açıkça çelişiyor. Çerkezköy’deki de dahil olmak üzere, Trakya’yı tehdit eden 3 kömürlü termik santral projesinden vazgeçilmesi gerekiyor. Bunun için, Trakya’da kömürlü termik santrallerin önünü açan, tarım ve orman alanlarını enerji üretim alanı olarak değiştiren Çevre Düzeni Planı değişikliklerinin bir an önce iptal edilmesi gerekiyor. Tüm dünya kirli enerji kaynağı kömürden hızla vazgeçiyor. EÜAŞ, Trakya’nın havasını, ormanlarını, tarım alanlarını ve su kaynaklarını kömüre terk etmekten vazgeçmeli, stratejisini yenilenebilir kaynaklara dayandırmalı.”

Greenpeace’in Çerkezköy, Vize ve Kırklareli’nde yapılmak istenen termik santral projelerinin hava kirliliği etkisi üzerine yaptırdığı modelleme çalışmasına göre bu santraller 40 yıl çalışırsa toplamda 11 bin 230 erken ölüme sebep olacak.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile EÜAŞ’a yapılan bilgi edinme başvurusunda şu sorular soruldu:

1- Tekirdağ milletvekili ve AK Parti Merkez Yönetim Kurulu üyesi Sayın Mustafa Yel’in yaptığı açıklama doğru mudur? Kurumunuz ile ilgili kamu kurum ve kuruluşlarından söz konusu projenin iptal edildiğine dair bir bilgi, karar paylaşılmış mıdır? Proje sahibi olarak Kurumunuz tarafından projenin iptaline ilişkin bir karar alınmış mıdır?

2- Sayın milletvekilinin açıklamalarında yer alan, projenin iptal nedeni olarak gösterilen teknik sebeplere ilişkin Kurumunuz nezdinde bir bilgi mevcut mudur? Projenin hayata geçirilmesine engel olan teknik sebepler nelerdir?

3- Projenin plan/izin süreçleri hangi aşamadadır? Bu izinler bakımından iptal, durdurma kararı verilmiş midir? İlgili kurum ve kuruluşlar ile yazışmalar yapılmış mıdır? Projenin süreçleri ile ilgili bu gelişmeler ışığında alınan tüm kararların, yazışmaların bir örneğinin tarafımız ile paylaşılmasını talep ederiz.

.

(Yeşil Gazete)

İzdemir Enerji Santrali için yeni dava: “Davanın tekrar açılmış olması Türkiye’nin gelecekteki ekoloji mücadelesinin savunulmasında bir adım”

İzmir’in önde gelen sivil toplum kuruluşları ve Foça, Aliağa ve Menemen halkı birleşti. Aliağa ile Foça ilçesi sınırlarında bulunan, Aliağa’ya bağlı Horozgediği Mahallesi’nde faaliyetini sürdüren İzdemir Enerji Santrali için verilen ve daha önce 3 kez iptal edilen “ÇED olumlu” kararının ardından dördüncü kez verilen “ÇED olumlu” kararına karşı dördüncü dava açıldı.

İzmir Barosu avukatlarından Özgür Yılmazer, 28 Ocak’ta dava açılmasının ardından İzmir Bölge İdare Mahkemesi binası önünde basın açıklaması yaptı. Yılmazer, sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının ihlal edildiğini, buna ilişkin verilen mahkeme kararlarının uygulanmadığını söyledi. Açıklamada şu ifadelere yer verildi:

“Termik santrallerin faaliyeti derhal durdurulsun”

“Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından verilen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu kararının öncelikle yürütülmesinin durdurulması ve yargılama sonunda iptaline karar verilmesi istemi ile dava açmak zorunda kaldık. Bu dava konusu projeye verilen 17.06.2010 tarihli Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu kararı İzmir 2.İdare Mahkemesi’nin 16.12.2016 tarihli 2015/1758 Esas, 2016/1593 Karar sayılı kararı ile iptal edilmiştir. 

Ancak Anayasanın 138. maddesi ve 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunun 28. maddesi gereğince Mahkeme kararının uygulanması beklenir iken, mahkeme kararının tebliğinden itibaren 30 günlük süre dolmadan 22 Mart 2017 tarihinde, 2009/7 sayılı genelgeye dayanılarak aynı projeye ilişkin yeniden ÇED olumlu kararı verilmiş ve bu işlemin iptali için açılan dava sonunda İzmir 5.İdare Mahkemesi’nin 26.10.2018 tarih ve 2017/1072 Esas 2018/1382 Karar sayılı kararı ile işlemin 2. kereiptaline karar verilmiştir.

Bu sefer de mahkeme kararı henüz taraflara tebliğ edilmeden, davalı bakanlıkça aynı projeyle ilgili yeniden ÇED süreci başlatılmış, İzmir Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün internet sitesinde 03.12.2018 tarihli duyuru ile 07.12.2018 tarihinde İDK toplantısı yapılacağı duyurusu yapılmış ve bunun üzerine davacılardan EGEÇEP tarafından davalı Bakanlığa 08.12.2018 tarihinde yapılan başvuru ile İzmir 5.İdare Mahkemesi’nin 26.10.2018 tarih ve 2017/1072 Esas 2018/1382 Karar sayılı kararının gecikmesiz ve eksiksiz uygulanması, termik santrallerin faaliyetinin derhal durdurulması, mahkemenin iptal kararına rağmen, aynı projeye ilişkin olarak 2009/7 sayılı genelge ile başlatılan ÇED sürecinin sonlandırılması“ talebinde bulunulmuştur.”

“Çevre ve Şehircilik Bakanlığı görevine aykırı hareket ediyor”

İzdemir Termik Santrali’nin ÇED ve yargılama süreçlerinin skandallarla dolu olduğunu söyleyen EGEÇEP’in (Ege Çevre ve Kültür Platformu) avukatı Arif Ali Cangı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı görevlerini hatırlamaya çağırdı.

“İzdemir Termik Santrali’nin özellikle son ÇED raporu skandal bir rapor. Karadeniz bölgesinin verilerinin dosyaya girmiş olması, Karadeniz’deki başka bir proje için hazırlanan ÇED raporunun kopyalanarak buraya yapıştırıldığının somut göstergesi. Nihai raporda Karadeniz bölgesi olarak yazılan paragrafta ÇED olumlu belgesi verildikten sonra yayınlanan raporda sadece Ege Bölgesi diye yazılmış. Yani Karadeniz değil Ege bölgesi demişler. Bunun dahi denetlenmediği bir raporla karşı karşıyayız. Bu raporu Çevre Ve Şehircilik Bakanlığı oldu bittiye getirip ÇED olumlu belgesi verdi. Bakanlığın tek amacı vardı. Mahkemenin verdiği kararın tebliğinden itibaren 30 günlük süreç içinde termik santrali mühürletmeden faaliyetine izin vermekti. Bakanlık termik santrali kurmak isteyen şirketin tedarikçisi gibi davrandı. Bakanlığın son dönemdeki uygulamaları bu yönde. Görevine aykırı hareket ediyor, varlık nedenini ortadan kaldırıyor.

Benzer süreçler devam ederse Türkiye’nin her yerinde bu tür faaliyetlerin önüne geçilmesi, sağlıklı yaşama hakkını koruyan yasaların ve uluslararası sözleşmelerin uygulanması mümkün değil. Bunun anlamı hukuki güvenliğin ortadan kaldırılması demektir. Çevresel Etki Değerlendirmeyi önemsizleştirmek, değersizleştirmek, demektir. Bu aynı zamanda Bakanlığın kendisini değersizleştirmesi demektir. Bakanlığın tüm teşkilat olarak kendine çeki düzen vermesi gerekiyor. İzdemir Enerji Santrali özelinde 3. kez ÇED olumlu belgesi verildi. Termik santral 2010 yılından beri süren yargılama sürecinde faaliyete geçti. 2 kez verilen mahkeme kararına rağmen durdurulmadı. Faaliyetini sürdürüyor. Aynı yerde, aynı koşullarda, aynı kömürü yakıyor. Aynı yöntemleri uyguluyor. Her defasında çevreye vereceği tehditler bilirkişilerce tespit ediliyor, mahkemece iptal kararları veriliyor. Bilirkişi raporundaki tespitler ve mahkeme kararındaki hukuka aykırılıklar yok sayılarak yeniden izin veriliyor. İzdemir süreci bu yönüyle aslında Türkiye’deki çevre mücadelesinin, çevre hakkının savunulması, hukuksal mücadelesinin ortadan kaldırılmasının bir örneğini temsil ediyor.

Her şeye rağmen İzmir’de Tabip Odası, İzmir Barosu,
TMMOB, EGEÇEP, Ekoloji Kolektifi, Menemen’den Ziraat Odası ve diğer esnaf odaları ile birlikte bu olumsuz sürece dur demek için yurttaşların dava açmış olmaları, yeniden hukuki yolu zorlamaları bir kazanımdır. Şayet bu davacılar, bu kurumlara dava açmaktan vazgeçselerdi hukuki güvencenin ortadan kaldırılması tehlikesi derinleşerek devam edecekti. Bu nedenle davanın tekrar açılmış olmasının Türkiye’nin gelecekteki ekoloji mücadelesinin savunulmasında bir adım olduğunu düşünüyorum. Umalım ki bu davadan sonra şimdiye kadar yaşanan skandallar tekrar yaşanmaz. Bakanlık kendine gelir, görevini hatırlar. 31 Mart’tan sonra oluşacak İzmir Büyükşehir Belediyesi yönetimi bu santrale ruhsat verme yetkisinin kendisinde olduğunu hatırlar, müdahale eder. Belki bu sayede Aliağa’daki kirliliğin bir nebze önüne geçilmiş olur. “

Bakanlıktan İzdemir Termik Santrali’ne yeniden ‘ÇED olumlu’ kararı: “Hukuk sisteminin açıklarından faydalanıyorlar”

Haber: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

İklim değişir Akdeniz olmaz, Akdeniz’de hortum olur, fırtına olur – Pelin Cengiz

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

Son günlerde özellikle Ege ve Akdeniz Bölgesi’nde fırtına, hortum, sel, taşkın gibi can kaybına neden olan aşırı hava olayları gözlemleniyor. Maalesef, tarımsal üretimin de çok olumsuz yönde etkilendiği, seracılığın yoğun şekilde yapıldığı bölgelerde zararın yüksek olduğu belirtiliyor.

Baştan söyleyelim, özellikle Akdeniz Havzası’nda görülen aşırı hava olayları tesadüfi değil. Gelecekte, Akdeniz Havzası ve Türkiye’nin büyük bölümünde, daha fazla ve şiddetli yağış, gök gürültülü fırtına ve hortum, daha fazla ve şiddetli sel, taşkın ve kütle hareketi, daha fazla ve şiddetli sıcak hava dalgası, kuraklık ve orman yangını görülecek. 

Türkiye’de aşırı hava olaylarına bağlı olarak yaşanan olay sayısında 2017’ye kıyasla 2018’de artış var. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre 2018 yılında 840 adet aşırı hava olayları kaynaklı vaka kaydedilmiş. Bunların yüzde 41’i şiddetli yağış/sel, yüzde 29’u ise fırtına ve hortum olarak tespit edilmiş. 

Özellikle kıyı kentlerde fırtına ve hortum riski çok daha yüksek.

31 Mart yerel seçimlerine iki ay var, mevcut ulusal ve yerel yöneticilerden, herhangi bir partiden ve şu ana kadar seçimlerde aday olarak belirlenmiş isimlerden iklim değişikliğine dair en ufak bir açıklama gelmedi. 

Siyasi gündem bu kadar mı kör ediyor herkesi? Can ve mal kaybına yol açan bu aşırı hava olaylarını Allah’ın takdiri deyip geçecek miyiz? 

Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli, “Her türlü tedbiri vatandaşımızın alması gerekiyor” dedi. Her türlü tedbiri yerel ve ulusal kurumlar aldıktan sonra yurttaşların da bireysel tedbirlerini alması elbette önemlidir. Esas sorumluluk iklim değişikliğine uyum politikaları ve planları hazırlaması/uygulaması gereken yerel yönetimlerin, belediyelerin ve ilgili kamu kuruluşlarındadır. 

Üstelik sadece uyarı da yetmez, farkındalık ve eğitim çalışmaları da yapmak gerekir. Her sıkıştığınızda topu yurttaşa atarak bu sorumluluktan kaçamazsınız.   

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) başyazarlarından Boğaziçi Üniversitesi İklim Değişikliği ve Politikaları Merkezi’nden Prof. Dr. Murat Türkeş, uzun yıllardır bu alanda bilimsel çalışmalar yapan bir akademisyen.

Malum, artık iklim değişikliği yıllar sonra karşılaşacağımız bir olgu değil, bizzat içinden geçiyoruz, yaşıyoruz, etkileri ve sıklığı giderek artan bir şekilde de deneyimlemeye devam edeceğiz. 

Türkeş’e son günlerde Batı Akdeniz ve Ege’de yaşanan aşırı hava olaylarını “Hocam, ne olacak bu memleketin havası?” diye sordum, bana şu değerlendirmeyi yaptı:

“Son yıllarda ve aylarda yaşanan ani ve şiddetli hava olayları, Marmara Bölgesi’nin çeşitli yerlerinde (İstanbul, Çanakkale, Bandırma yörelerinde) ve Akdeniz Bölgesi’nin kıyı kuşağında özellikle Antalya Körfezi’nde oluşan şiddetli gök gürültülü fırtınalar, hortum olayları, ceviz büyüklüğündeki dolular, şiddetli yağış olaylarının artması, genel olarak ise yağış tutarlarının azalması ve kuraklık gibi olayların nedenleri ve küresel iklim değişikliği ile bağlantısı konularında bilimsel çalışmalarda bulunuyorum.

Son aylarda bunlara ilişkin çokça soruyla karşılaşıyoruz ve bu sorulara aşağıdaki şekilde yanıt vermeye ve herkesin anlayabileceği bir dille açıklık getirmeye çalışıyorum:

  • Tüm bu olanlar hem iklimin tüm alan ve zaman ölçeklerindeki kendi değişkenliğinin ve insanın küresel iklim sistemi üzerindeki olumsuz etkilerinin, hem de insanın yerel ve bölgesel iklimler, jeomorfoloji (eğim, eğimin şekli, yamaç ve toprak kararlılığı, vb.), bitki örtüsü, etkili yağış (buharlaşma-terleme, toprağa sızma ve yüzey akışı arasındaki denge), hidroloji ve hidrolojik ağ deseni (sıklığı, biçimi, rölyef enerjisi, vb.) üzerindeki olumsuz etkilerinin sonuçlarıdır. 
     
  • Nedeni ne olursa olsun, günümüzde küresel ya da bölgesel iklim değişikliklerinin (yüzey ve alt atmosfer sıcaklıklarının ve buharlaşmanın artması vb.) sonuçlarını görüyor ve bunlarla bağlantılı şiddetli sel, taşkın, hortum, heyelan, tropikal ve orta enlem siklonik fırtınaları gibi aşırı hava ve iklim olayları ve afetlerinin etkilerini yaşıyoruz. 
     
  • Konuya ilişkin iklim modeli ve etki çalışmaları da, örneğin şiddetli yağışların 21’inci yüzyılda dünyanın birçok bölgesinde olasılıkla artacağını, tropikal siklonların en yüksek rüzgâr hızlarının artacağını, kuraklık olaylarının 21’inci yüzyılda bazı bölgelerde (örneğin Akdeniz Havzası ve Türkiye’de) ve mevsimlerde şiddetlenebileceğini, ortalama deniz düzeyi yükselmesinin yüksek olasılıkla, aşırı kıyısal yüksek su düzeylerinin etkin olduğu alanlardaki yükselme eğilimlerine daha fazla katkı sağlayacağı, sıcak hava dalgalarındaki (3-5 gün ve daha uzun süreli yüksek hava sıcaklığı devreleri), buzulların geri çekilmesindeki ve yüksek enlemlerdeki sürekli donmuş toprakların bozulmasındaki değişikliklerin yüksek bir istatistiksel güven düzeyinde, örneğin yamaç duraysızlıkları, kütle hareketleri ve buzul göllerinin taşması gibi dağlarda gerçekleşen doğal olayları ve afetleri etkileyeceğini göstermektedir.

Birçok etkisine ve olumsuz sonuçlarına ek olarak, ister küresel ister bölgesel ölçekte olsun, iklim değişikliği aşırı (uç) hava ve iklim olaylarının sıklığında, şiddetinde, alansal dağılışında, uzunluğunda ve zamanlamasında değişiklikler oluşmasına neden oluyor.

Örneğin, klimatolojik ve meteorolojik gözlemlerden elde edilen kanıtlar, 1950’lerden beri bazı uç değerlerde özellikle günlük uç olaylarda ve sıcak hava dalgalarının sıklığı ve uzunluğunda önemli değişiklikler ortaya çıktığını gösteriyor. Bu tür değişiklikler, Türkiye’de de özellikle 1990’lı yıllarla birlikte kar yağışlı ve donlu günlerin azalması, sıcak günlerin ve gecelerin sayısının, gece en düşük ve gündüz en yüksek hava sıcaklıklarının artması, başka bir deyişle genel olarak sıcak hava dalgalarının sıklığının ve şiddetinin kuvvetlenmesi şeklinde kendini hissettiriyor.

Model çalışmaları da, gelecekte iklimimizin dünyanın birçok bölgesinde yüksek olasılıkla daha fazla değişken (oynak) olacağını gösteriyor. Değişkenliğin artması ise, özellikle Akdeniz Havzası ve Türkiye’nin büyük bölümünde, daha fazla ve şiddetli yağış, gök gürültülü fırtına ve hortum olayı, daha fazla ve şiddetli sel, taşkın ve kütle hareketi, daha fazla ve şiddetli sıcak hava dalgası, kuraklık ve orman yangını ile karşı karşıya kalacağımız anlamına geliyor. Daha açık söylemek gerekirse, gelecekte Türkiye ve bölgesinde, iklim “normallerinden” ya da uzun süreli ortalamalarından daha kuvvetli ve daha sık sapma eğilimde olan daha değişken ve aşırılıkları daha kuvvetli bir iklimimiz olacak.”

Yani, Türkiye’de bundan böyle iklim normallerinden daha çok değişkenlik ve aşırılık gösteren bir iklimsellikten konuşuyor olacağız. Konuşmak yetmez elbette önemli olan önlem alıyor muyuz, bilinçlendirme faaliyetleri yapıyor muyuz, en çok buna bakılacak. Önlem alınmazsa daha çok can ve mal kayıpları görülecek. Haliyle iklimin değişip Akdeniz olması da artık sadece şarkılarda kalacak.

Pelin Cengiz – Artı Gerçek

TÜRÇEP: Türkiye yenilenebilir enerji alanındaki gelişmelerin gerisinde kalmamalı!

Türkiye Çevre Platformu (TÜRÇEP) Temsilciler Meclisi Toplantısı Eskişehir Çevre Koruma ve Geliştirme Derneği ev sahipliğinde Eskişehir Merlot Otel Toplantı salonunda gerçekleştirildi.

Antakya, Antalya, Artvin, Çanakkale, Denizli, Dinar, Diyarbakır, Eğirdir, Eskişehir, Gerze, Geyve, Isparta, İğneada, İskenderun, İzmir, Kadıköy, Karaman, Kayseri, Kocaeli, Lüleburgaz, Merzifon, Muğla, Niğde, Ordu, Silivri, Van, Zonguldak temsilcilerin katıldığı toplantının ardından sonuç bildirgesi paylaşıldı.

Ülkedeki ekoljiye dair tüm gelişmelerin tek tek masaya yatırıldığı ve gelişmiş ülkelerin tamamı ile yenilenebilir enerjiye geçişin olanaklarını araştırırken bu alanda çok zengin kaynaklara sahip Türkiye’nin de bu sürecin gerisinde kalmaması gerektiğinin vurgulandığı TÜRÇEP toplantısı sonuç bildirgesinin tam metni şu şekilde:

TÜRÇEP, Alpu Ovası’na kurulması planlanan termik santrale karşıdır

“Ülkemiz Yenilenebilir enerji kaynakları (Güneş, rüzgâr, biyoenerji vb.) açısından çok ciddi olanaklara sahiptir. Bu konuda önemsiz sayılamayacak adımlar atılmasına karşın asla yeterli değildir. Bu kapsamda yapılacak çok fazla işimiz ve kullanabilecek olanaklarımız vardır. Gelişmiş ülkeler hızla %100 yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımına ilişkin önemli kararlar alıyor, somut adımlar atıyorlar. Ülkemiz çok zengin kaynaklara sahipken yenilenebilir enerji konusundaki bu sürecin gerisinde kalmamalıdır.

“Yenilenebilir enerji kaynaklarının etkin ve yoğun biçimde kullanımı” ile “enerjinin etkin ve verimli kullanımı” sonucunda hem ekonomik sorunlarımız hem çevresel odaklı, kirli teknoloji ve enerji kaynaklarının kullanımına bağlı çok ciddi ve yaygın sorunlarımızın üstesinden gelmek olanaklıdır. Ülke halkımızın tümünü kapsayacak biçimde yaşam standartlarının yükseltilmesi bu konuda atılacak somut adımlarla olanaklı olacaktır.

Dicle ranta kurban ediliyor

Binlerce yılda oluşan Dicle Vadisi ekosistemi ve kültürel miras kapsamında olan Hevsel Bahçelerine vahşice müdahale ediliyor. Dicle vadisi projesi adı altında, doğal yapısı bozularak, biyolojik çeşitliliği yok ediliyor. Halkın ve bilimin reddettiği yol ve yöntemlerle Dicle Nehri bir kanala hapsederek ve betonlaştırarak ranta kurban ediliyor. Canlı yaşama ve doğal sisteme, tarihsel mirasa ve kültürel dokuya yapılan bu pervazsız müdahale zihniyeti teşhir edilerek, karşı çıkılmalıdır.

Milyonlarca yıl önce Afyon’un Dinar ilçesi Suçıkan mevkiinden çıkarak 584 km yol kat ettikten sonra Aydın’ın Söke ilçesinden Ege denizine ulaşan Büyük Menderes Nehri büyük tehdit altındadır.

M.Ö. 700 yıllarında ünlü tarihçi Herodot havzayı Uygarlıklar Vadisi olarak adlandırır.

6-7 bin yıllık tarihiyle binlerce kavme topluluğa ev sahipliği yapmış olan Menderes Nehri antik çağdaki adıyla Meandros ne yazık ki bugün 4. derece kirlilik oranına ulaşmış, tarımda dahi kullanılamaz hale gelmiştir.

584 km boyunca evsel atıklar tarımda kullanılan zirai ilaç ve gübrelerle devam eden kirlenme, çok yakın zamanda ise Aydın ili Germencik, Kuyucak, Pamukören, Nazilli, Buharkent, Denizli Sarayköy Manisa Alaşehir ve Salihli’deki Jeotermal Santraller; reenjekte edilmeden akışkanlarını Menderes Nehri’ne boşaltmakta, geceleri ise atmosfere saldıkları zehirli buharlarıyla; doğa, toplum ve birey dengesini en tehlikeli noktaya getirmektedir.

Ayrıca Afyon Dinar’da bir meyve suyu işletmesinin atıklarıyla başlayan kirlenme Denizli Organize Sanayi Bölgesinin atıklarıyla Çürüksuda devam etmekte Denizli Çal ilçesi Akkent meyve suyunun işletme atıklarıyla devam etmekte Uşak’ta da Organize Deri Sanayindeki işletme atıklarıyla devam etmektedir.

Toprağa, havaya ve suya verilen zararlar yakın zamanda onarılamaz durumlar yaratmaktadır. 

Bu yüzden Aydın ilinde son 5 yılda kanserden ölümlerde %58 artış görülmüştür.

Yıllardır akarsu çevresindeki sanayi tesislerinin atık suları ve tarımda kullanılan kimyasal ilaçların suya karışmasıyla zehirlenen B. Menderes nehri şimdi de tam başlangıç yerinde Dinar’da yapılmak istenen termik santral ile tamamen yok edilmek istenmektedir. Buna sessiz kalamayız, kalmayacağız ve bütün doğa dostlarını B. Menderes’e sahip çıkmaya çağırıyoruz.

Kanal İstanbul, Ergene, Tunceli

Trakya’nın tarımsal sit alanı ilan edilen topraklarında termik santral vb. enerji yatırımlarından vazgeçilmelidir. Silivri’de yapılması planlanan termik santral yöre halkının kararlı durusuyla şimdilik engellenmiştir. Yerellerde ve köylerde kadınların ve gençlerin örgütlenmesinin önemli katkıları olmuştur.

Kanal İstanbul projesiyle Trakya’nın kendine yetmeyen suyu İstanbul’a taşınacaktır. Trakya toprakları yeni bir kentleşme ve sanayi tehdidiyle karşı karsı karşıyadır. Tunceli ve Van başta olmak üzere dağ keçileri gibi soyu tükenmek üzere olan yaban hayvanlarının av turizmi adı altında yok edilmesinin önüne geçilmelidir.

Ergene nehri derin deşarj yöntemiyle Marmara’ya akıtılarak Marmara Denizi de kirletilmektedir. Ergene Nehri derhal temizlenmeli ve nehri kirleten sanayi atıklarının önüne geçilmelidir.

Genelde deniz ve göllerin özelde Van Gölü kıyılarında hukuksuz yapılaşmaların önüne geçilmesi, kıyı kanununa, kıyı kenar çizgisine uyulması, kamu yararı adı altında bürokratik ve oligarşik işgallerin yapılmaması, ‘Su hakkı’ nın uluslararası bir hak olması açısından suların korunması ve suyun ticarileştirilmemesi gerekmektedir. 

Van Gölü Koruma Kanunu teklifi; tüm Van halkının ve STK ların talep etmesine karşın TBMM’de ret edilmiştir. Bu konuda yasal düzenlemeler yapılması gerektiği, önlem alınmaması durumunda Van Gölü’nün büyük tehlike altında olduğu tüm yetkililerce bilinmelidir.

Yaban hayatının korunması avcılık adı altında nesli tükenmekte olan birçok hayvan türlerinin yok olması bazı özel nedenlerden dolayı bazı bölgelerde göz yumulması ya da teşvik edilmesi konusunda halkımızın duyarlılık göstermesi gerekmektedir.

Ülkemizdeki doğal göllerimiz çok ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Göller öncelikle kuruma (su kaybı) ve kirlilikle yok olma aşamasındadır. Buna örnek Burdur ve Bafa Göllerini verebiliriz. 40 yılda 40’tan fazla sulak alan kurumuştur.

Son 50 yılda su varlığının üçte birinden fazlasını kaybeden Burdur Gölümüz küresel ısınma ve vahşi tarımsal sulama yüzünden 3-4 yıl içinde tüm su varlığının yarısını, 10 yılda tamamına kaybetme riski ile karşı karşıyadır.

Eğirdir Gölü Türkiye’nin stratejik öneme sahip 1.derece içme suyu kaynağı iken tıpkı kuruyan Akşehir Gölü ve kurumakta olan Beyşehir Gölü ile aynı sorunlarla karşı karşıyadır.

Birçok gölümüz endüstriyel atıklarıyla kirletilmesi sonucu ağır metal yüküyle dolu adeta toksik depoya dönmüştür.

Göllerimize yapılan bilim dışı uygulamalar ve ekolojinin değil, “daha çok para kazanma” ekonomisinin öne çıkmasıyla doğal yapı ve ekolojik denge bozulmakta ve bitki-hayvan biyo-çeşitliliği hızla azalmaktadır.

Göllerimiz, dere ve nehirlerimiz yaşamın doğal su fabrikalarıdır. Bunun için göllerimizin ve tüm su kaynaklarımızın doğal yapısı ve biyolojik çeşitliliği mutlaka korunmalıdır.

Kirlenen göllerimiz mekanik ve biyolojik yöntemlerle temizlenmelidir. Gölü besleyen dereler, çaylar eğer kirli ise arıtma işlemine tabi tutulduktan sonra göle verilmelidir.

Göllerin su bütçeleri korunmalı, havzalarda modern tarım ve sulama teknikleri uygulanmalıdır. Doğal su kaynaklarımız için çıkarılan koruma kullanma yönetmelikleri uygulanmalı, yasaklara uyulmalıdır.

Göl ve derelerimizin istilacı (egzotik) balık türleri ile balıklandırılmasına son verilmelidir.

Doğal sulak alanlarımızın yönetiminde hazırlanan (hazırlanacak) yönetim planlarında öncelik “Ekoloji ve Yaşam Alanının Korunması” nda olmalıdır.

Doğal su kaynaklarımızın çevresine yapılması düşünülen ya da yapılan HES, Gölet ve Barajlar doğal su kaynaklarımıza zarar vermeyecek şekilde planlanmalıdır.

Muğla’da olsun Antalya’da olsun ülkemizdeki tüm doğal sit alanlarımızın, milli parklarımızın, tabiat parklarımızın, ormanlarımızın, kıyılarımızın kanunlarla teminat altına alınmış koruma vasıfları yeni torba kanunlarla kaldırılmakta ve tüm doğal değerlerimiz imara ve ranta açılmaktadır.

Muğla’da Gökova körfezinde Okluk koyunda Cumhurbaşkanlığı Yazlık Sarayı için binlerce ağacın kesilmesini ve Okluk Koyu yakınındaki koyların halkın ve denizcilerin kullanımına kapatılmasını kınıyoruz.

Antalya’da Lara’da gerçekleştirilmesi planlanan Kurvaziyer Limanı projesi ve Konyaaltı sahilinde gerçekleştirilmek istenen Boğaçay Projesi gibi projeler deniz ekosistemine ve çevreye ciddi zararlar verecektir.

Boğaçay Projesi; Antalya kentinin içme suyu ihtiyacının karşılanması için son derece önemli olan Boğaçayı alüvyon akiferi ve kent turizmi ve peyzajı için vazgeçilmez nitelikte olan Konyaaltı Plajı için çok ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Projenin uygulanması ile tuzlu su girişimi nedeniyle Boğaçay akiferi ve kuyular tuzlanacak, yapılacak kazılarla yer altı suyu açığa çıkarılarak kirlenmeye açık hale gelecektir. Bu projeden bir an önce vazgeçilmelidir.

200’ den fazla mermer, taş, kum, bazalt vb. gibi çeşitli maden ocakları ve 500’ün üzerindeki HES işletme ve projesi Antalya başta olmak üzere Batı Akdeniz ekosisteminin tamamını tehdit etmektedir.

Anayasa mahkemesinin daha önceleri verdiği iptal kararlarına rağmen çıkarılan ve 2016 yılından 2019 yılı sonuna kadar özelleştirilen termik santrallara çevreyi kirletme muafiyetini veren yasa tekrar meclis gündemine getirilerek muafiyet süresi uzatılmak istenmektedir. Özelleştirilmiş termik santralarla 2019’dan 2021 yılına kadar çevreyi kirletmeye devam edin, biz arkanızdayız diyen bu çevre düşmanı yasa teklifi bir an önce geri çekilmeli, hiçbir şekilde onaylanmamalıdır.

Monsanto’nun Glifosat içeren ürünleri için ABD ve Avrupa’da birçok mahkemenin yasaklama kararı varken kanserojen olduğu kesinleşen ‘GLİFOSAT’ maddesini içeren ürünleri ülkemizde serbestçe pazarlayan tarım ilaçları ve GDO lu tohum üreten Monsanto’nun lisansının iptal edilmesi, ürünlerinin yasaklanması ve piyasadan toplatılması istemiyle Ankara İdare Mahkemesine açılan davanın takipçisi olacağız.

Türkiye Çevre Platformu (TÜRÇEP) Temsilciler Meclisi

.

(Yeşil Gazete)

Marketlere,depolara baskın ve cezalarla gıda fiyatı düşürülemez – Ali Ekber Yıldırım

Bu yazı tarimdunyasi.net sitesinden alındı

Marketlerin gıda fiyatlarını belirlemedeki rolünü en çok eleştiren ve dile getirenlerden biri olarak, marketler üzerinde kurulan baskının da gıda fiyatlarını düşüremeyeceğini ifade etmek zorundayım. Hal Yasası başta olmak üzere yıllardır çıkarılan yasalarla küçük esnaf yok edilirken, market zincirlerine önemli imtiyazlar tanındı. Üreticiden doğrudan ürün alma ve fiyat belirleme hakları var.Yıllardır yapılmayan denetimler şimdi seçim öncesinde yapılmaya çalışılıyor.

Birileri soğan depolarına yapılan baskınlarda olduğu gibi Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yanlış bilgi veriyor veya seçim stratejisi olarak belli kesimler hedef alınarak kamuoyuna mesaj verilmek isteniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, marketlerle ilgili açıklamalarında özetle şöyle diyor: ” Faiz, enflasyon düşerken marketlerde hala sebze -meyve fiyatları düşmedi. Bu marketlerde, benim halkımı sömürme mücadelesini devam ettirenler varsa bunun hesabını da sorma görevi bizimdir ve sorarız.”

Faizin,enflasyonun düşmesi gıda fiyatlarını düşürmüyor. Çünkü, tarımsal üretimde kullanılan ve büyük oranda dışa bağımlı olan girdilerin fiyatı düşmediği gibi sürekli olarak artıyor. Dövizdeki artışa bağlı olarak özellikle gübrenin,ilacın,tohumun ve diğer girdilerin fiyatı 2018’in ikinci yarısından bu yana yüzde 50 ile yüzde 100’ün üzerinde arttı. Girdi maliyetlerini düşürmeden fiyatları nasıl düşüreceksiniz?

Soğan baskınları fiyatı artırdı

Yakın zamanda, fiyatı arttı diye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla soğan depolarına baskınlar yapıldı. Baskınlar yapıldığında soğanın kilosu 5 lira civarındaydı. Baskınlardan korkan depo sahipleri elindeki soğanı piyasaya sürdü. Fiyatlar 15-20 kuruş geriledi. Sonra ne oldu? Bugün soğanın kilosu 6 liranın üzerinde. Yani baskınlar fiyatı düşürmedi. Çünkü, soğanın zaten depoda olması gerekiyordu. Yapılan baskınlar piyasaya arzı artırdı. Depolarda soğan azalınca fiyat daha da arttı. Çare olarak soğanın gümrük vergisi sıfırlanarak ithalat kapısı açıldı.

Soğan ithalatı nedeniyle bu yıl çiftçiler daha az ekim yaparsa kimse şaşırmasın. Zaten yüksek girdi maliyetleri nedeniyle üretim yapamayan çiftçi için, ithalat baskısı üretimden kaçışı körükleyecektir. Üretim azalınca fiyat yükselecek ve daha çok ithalata ihtiyaç duyulacak.

Türkiye’nin öncelikle bu ithalat sarmalını kırması gerekiyor. Çiftçi üretim yaparken satacağı ürünle hem yaşamını sürdürecek hem de girdileri temin ederek üretimi sürdürecek bir yapı sağlanmalı.

Marketler biber patlıcan satmazsa ne olur?

Market zincirleri çiftçiye göre çok güçlü. Bir bölümü uluslararası düzeyde etkinliği olan zincirlerden oluşuyor. Baskınlara,cezalara karşı önlem olarak biber,patlıcan gibi fiyatı yüksek ürünleri satmayacaklarını ilan etti. Satmazlarsa ne olacak? Öncelikle üretici elindeki ürünü satamayacağı için fiyat bir miktar düşecek. Belki de düşük fiyattan alarak satacaklar. Bu bir taktik de olabilir. Sonra ne olacak? Bu ürünleri üretenler zarar edecek ve ekmeyecek. Ekmeyince ürün azalacak ve fiyat daha da yükselecek. Yine ithalat kapıları açılacak.

Türkiye, 1980’li yıllardan bu yana zaman zaman üreticiyi ithalatla terbiye etme politikası uyguluyor. Fakat, son 10 yılda bu politika doruğa çıktı. Bu nedenle fındık,incir gibi Türkiye’nin üretiminde lider olduğu bir kaç ürün dışında ithal edilmeyen hiç bir ürün kalmadı. Bu politika tarımı bitirmek üzere kurgulanmış ve uygulanıyor. Üreten köylü bile artık tüketici oldu. Bu nedenle fiyatlar kontrol edilemiyor.

Fiyatları düşürmek için neler yapıldı neler?

Bugüne kadar gıda fiyatlarını düşürmek için çok farklı araçlar,uygulamalar denendi fakat hiç birisi işe yaramadı.Kısaca hatırlayalım;

— Fiyatları en az yüzde 25 düşürecek diye 2010 yılında Hal Yasası çıkarıldı. Marketlere üreticiden doğrudan ürün alma yetkisi verildi. Fiyatlar düşmediği gibi, bugün fiyat artışının sorumlusu olarak imtiyaz tanınan marketlerin baskıyla fiyat düşürmeleri isteniyor.

— Fiyatı artan her ürün ithal edilerek fiyat düşürülmeye çalışıldı.Türkiye ithalat cenneti oldu ama fiyatlar düşmedi. Üretim düştü ve daha çok ithalat yapıldı.

— Hal Yasası bir kez daha gündeme getirildi. Hal komisyoncularının fiyatı artırdığı, komisyonculuk kaldırılırsa fiyatın düşeceği iddia edildi. Kısa zamanda bunun da yanlış olduğu,komisyonculuk kaldırılırsa ürünü üreticiden tüketiciye ulaştırılamayacağı anlaşılınca şimdilik askıya alındı.

— İnanılması zor,fakat:”Hans’a ucuz ürün satacağımıza, Hasan ucuza yesin. Yani, ihracatın önünü keselim, başka ülkelere ihraç edeceğimize kendi yurttaşımıza ucuza yedirelim.” denildi. İhracatı engelleyerek gıda fiyatlarının düşürülmesi bile denendi,ama olmadı.

— Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli et fiyatının düşmesi için; “Et yemeyin ot yiyin” dedi. O da işe yaramadı. Otun fiyatı arttı.

— Uyuşturucu satanlara yapılan baskınlar gibi,soğan depolarına baskınlar yapıldı. Zaten depoda olması gereken soğanlara yönelik bu baskınlarla fiyat düşmediği gibi daha da arttı.İthalata kapı açıldı.

— Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarını emir kabul eden Ticaret Bakanı Ruhsar Pekcan, 81 il valisine yazı yazarak marketlere yönelik denetim ve baskıları artırdı. Marketler hemen uyandı, fiyatı yüksek olan biber patlıcanı satmayacaklarını açıkladı.

Dikkat ederseniz, tarım ürünleri ve gıda zincirindeki her halka sırayla hedefe konuldu. Baskı ve cezalar uygulandı. Fakat sorun çözülmedi ve çözülmeyecek. Çünkü teşhis yanlış,yol ve yöntem yanlış.

Ne yapmalı?

Özetle, yapılması gereken, üretimden başlayarak sofraya kadar olan zincirdeki sorunları bir bütün olarak ele almak ve kronik hale gelen sorunlara çözüm üretmektir. Bu sorunların en başında yüksek girdi fiyatları, çiftçinin para kazanamaması,pazarlama zincirindeki sorunlar nedeniyle ürünün tüketiciye pahallı ulaşması. Ürün kayıpları.İklim değişikliğine bağlı felaketler. İthalatın yarattığı tahribat. Üretici örgütlenmesinin yetersizliği. Bu sorunların tümünü kapsayacak bütüncül bir politikanın oluşturulması ve kararlılıkla uygulanması ile soruna çözüm bulunabilir.

Ali Ekber Yıldırım – Tarım Dünyası

Emirhan Toper, Fransa’dan çiftler şampiyonluğu ile dönüyor

Uluslararası Tenis Federasyonu (ITF) tarafından Fransa’da düzenlenen Tekerlekli Sandalye Tenis Cruyff Junior Masters Turnuvası’nda Emirhan Toper, çiftler şampiyonu oldu.


Emirhan Toper (sağda) ve şampiyonluğa birlikte ulaştığı Brezilyalı partneri Joao Lucas Takaki

Brezilyalı partneri Joao Lucas Takaki ile rakiplerini 6-0, 6-3’lük setlerle 2-0 mağlup eden Toper, tekler kategorisinde de yarı final oynama başarısını gösterdi.

18 yaş altı genç tenisçilerin mücadele ettiği turnuvada erkeklerde Türkiye’nin yanı sıra Hollanda, Rusya, Brezilya, Japonya, Avustralya, Belçika; kadınlarda ise Amerika, İsviçre, Arjantin, Fransa ülkelerinden toplam 12 sporcu yer aldı.

Antrenörü Serkan Üstündağ eşliğinde organizasyona katılan 16 yaşındaki Toper, genel sıralamada ise 7.sıraya yükseldi.

.

(Türkiye Paralimpik Komitesi facebook sayfası)

Zulmet Diyarı’nda buluşma: Eser Epözdemir’in gözünden tarihi sokak çeşmelerimiz

Her gün önünden geçip gittiğimiz artık gözlerimize görünmez olmuş sokak çeşmelerini düşünün. Suyu akmadığı için kulaklarımızın da duymadığı bu çeşmeler suyun şırıltısıyla değil sessizlikleriyle bir şeyler anlatıyorlar artık.

Zulmet Diyarı, 2017, detay

Sanatçı Eser Epözdemir, yitip giden çeşmelerimizin ve geçmişimizin hikâyesini anlattığı çalışmasını 31 Ocak Perşembe akşamı 19.00’da Studio-X’te bizlerle paylaşacak. Kentlilikten su hakkına yaşamımızı doğrudan ilgilendiren bir dizi meselenin ele alınacağı bir sohbetin de yer alacağı etkinlikte Eser Epözdemir’e fotoğrafçı ve akademisyen Murat Germen ve su meselesine dair çalışmalarıyla tanıdığımız akademisyen Akgün İlhan eşlik edecek. Programın detayları için bakınız.

Eser Epözdemir kimdir?

İç mimarlık, resim ve görsel sanatlar bölümlerinde eğitim aldı. Kültür-sanat alanında çeşitli dergilerde ve Açık Radyo’da çalıştı. Çalışmalarına; koruma, saklama ve hafıza konuları üzerinden devam ediyor. Kayıtsızlık özel ilgi alanı. Üretiminin yanı sıra, çocuklara ve yetişkinlere yönelik kültürel atölyeler tasarlıyor. Geçtiğimiz haziran ayında river-run’da, Görsel-Sözel bir deneme başlığıyla yüksek lisans sürecinde yaptığı sanatçı kitaplarını da içeren bir sergisi oldu. Ardından, trans-making projesi kapsamında misafir sanatçı olarak Valensiya’da gündelik hayat ve değişim üzerine araştırmalarda bulundu.

Akgün İlhan: Valensiya Politeknik Üniversitesi ve Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde eğitim gördükten sonra Açık Dergi programının yapımcılığını yürüttün. Ardından Sabancı Üniversitesi Görsel Sanatlar bölümünde asistanlıkla birlikte yüksek lisansını geçen sene tamamladın. Zulmet Diyarı tezinde de yer alan bir çalışma. Bu çalışmada İstanbul’un tarihi çeşmelerinin peşine düştün. Neydi seni çeşmelere doğru çeken kuvvet?

Eser Epözdemir: İstanbul’da, neredeyse her yokuşta ve sokakta çeşmelerle karşılaşıyoruz. Yaşadığım yere inen yokuşlar ve ona çıkan sokaklar da çeşmelerle örülü. Defterdar Yokuşu günlük yolumun önemli bir kısmıydı Açık Dergi’yi yaptığım dönemde. Yaklaşık 5 yıl oluyor. Zaman içinde çeşmelere daha dikkatli bakmaya başladım. İlk aklıma düşen, bu çeşmelerin akmıyor oluşuydu. İnceledikçe evimi çevreleyen bu çeşmelerin büyük bir kısmının akmadığını, hatta artık o koca taş yapıların varlıklarını fark edemeyeceğimiz şekilde asfaltın altına gömülmeye başladıklarını fark ettim. Bir amaç doğrultusunda yaptırılan çeşme ya da sebil, önce işlevini yerine getiremez oluyor, sonrasında da kimisinin fiziki varlığı görünmez oluyor. Bununla birlikte araç park yeri, çöp bırakma alanı, ayakkabılık gibi yeni kullanım alanlarına dönüşüyor. Mesela Kuledibi’nde bulunan Raymond D’Aronco imzalı çok şık bir köşe çeşme maalesef bu çöp alana bir örnek olarak gösterilebilir.

Günümüzde konutlara su sağlanıyorken, sokak çeşmeleri su ihtiyacına tam olarak karşılık gelmeyebilir. Hayrına olan çeşme suyu zaman içerisinde neye dönüştü, asıl ihtiyaç neydi ve konutlara su sağlanmasıyla birlikte çeşme ihtiyacımız tamamen ortadan kalkmış mı oldu? Diyelim ki kalktı. Asırlık bir çeşmenin her belediye çalışmasıyla birlikte asfaltın altına gömülmesi, neredeyse görünmeyecek hale gelmesi, bu şehirde yaşayan bizlere şehircilik ve kültürel miras anlamında neler düşündürmeli? “Hayrına hizmet etmesi için yaptırılan kamusal bir su yapısı o noktadan buraya nasıl geldi” sorusu benim için önemliydi. Kentsel planlama, mimari, su hakkı ve kültürel miras üst başlıkları, gündelik yaşamda çeşme üzerinde birleşen kocaman soru bankaları haline geldi ve bunlarla ilgili su meselesi üzerinden araştırmaya başladım.

Akgün İlhan: Peki, su meselesine olan ilgin nasıl şekillendi?Peki, su meselesine olan ilgin nasıl şekillendi?

Eser Epözdemir: Çeşme ile başlayan süreç ayazmalar, sarnıçlar, su kemerleri gibi su yapılarına ve dolayısıyla hepsinin var olmasını sağlayan su ve su ihtiyacına olan ilgimi körükledi. Bizans dönemi su kültürü kapalı, durağan su ile bütünleşmişken, Osmanlı bunun tersine, suyun hareket halinde olduğu bir su kültürü benimsemiş. Bizans sarnıçlarının günümüze ulaşamamış olanları belki de altında bulundukları yapıların orada keşfedilmeyi bekliyor. Sıkça “binanın bodrumunda, altında sarnıç bulundu” haberleriyle karşılaşıyoruz. Bir palimsest gibi bu su yapıları günümüzün temellerinden olsalar da gündemimizden uzak bir yere konumlanmış haldeler. Gezgin Cristoforo Buondelmonti, Osmanlı öncesi İstanbul’un son dönem halini haritalayan isimlerden biridir. Buondelmonti, Konstantiniye’yi ziyaretinde, çeşitli sarnıçların şarap mahzeni olarak kullanıldıklarını kaydeder. Dönemin farklı gezginlerinin notları arasında ise suyu çekilen sarnıçların iplik atölyeleri olarak kullanıldığı bilgisi geçer.

Günümüz politikalarının hayati noktası olan su ve suya erişimle ilgili olarak üzerine daha fazla düşünmemiz ve tavır almamız gereken bir durumdayız uzun bir süredir. Su erişimi temel bir haktır, insanlık olarak neyin hak, neyin lütuf olduğu konusunda sanki bir kafa karışıklığı yaşıyoruz. Hala suyun özelleştirilebilirliği tartışaladururken, 2017’de Yeni Zelanda bir nehri (Whanganui Nehri) canlı varlık olarak kabul edip ona hukuki statü verdi. Maoiri Kabilesi bir buçuk asırdır bunun mücadelesini veriyordu. Sıkı bir su hakkı aktivistlerinden olan Maude Barlow, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin toprakları dışındaki su rezervlerine de el uzattıklarından kimi kitaplarında bahsediyordu. Dünya Bankası’nın su politikaları ortada. Diğer yanda “su mültecisi” diye bir kavram var artık hayatımızda. Biraz geriye gidersek, Necati Cumalı’nın öyküsü olan Susuz Yaz, 1964’te filmleştiriliyor. Senaryo uyarlamasını filmin yönetmeni Metin Erksan’la birlikte Cumalı yapıyor. Film, su mülkiyeti üzerine şahane bir bakış ortaya koyuyor. Su dikkatli baktıkça genişleyen hakiki bir mesele.

Cristoforo Buondelmonti , 15. yy İstanbul

Akgün İlhan: Peki, Zulmet Diyarı adı nereden geliyor?

Eser Epözdemir: Zulmet, karanlıklar anlamına gelen Arapça “Zulümat” kelimesinin tekil hali.  Zulümat ya da Zulmet Ülkesi tanımı kaynaklara göre farklılık gösterebiliyor. Bu ülke ab-ı Hayat’ın orada bulunduğuna inanılan, konumu bilinmeyen, karanlık yer olarak geçer. Ab-ı Hayat ya da ölümsüzlük suyu birçok mitolojiye, geleneğe konudur bilindiği üzere. Hızır onu arar… Büyük İskender onun peşindedir. Rivayete göre yakalandığı elim hastalıktan Bingöl yakınlarındaki bir gölden çıkan suyu içerek kurtulmuştur.  Ardından göl çoğalır küçük gölcüklere bölünür ve kaynağı bir daha bulamazlar. Styx nehri de benzeri bir miti barındırır. Örnekleri çoğaltmak mümkün.

Osmanlı mirasından ve onun korunmasından altı çizilerek bahsedilen bir dönemdeyiz. Bu dönem aynı zamanda kültürel ve mimari açıdan ivmesi yüksek bir tahribat dönemi. Bunu söylerken sadece büyük şehirlerdeki çeşmeleri odağa alarak değil, genel olarak kültüre, kültür mirasına, kültür emekçisine verilmeyen öneme yüzümü dönerek söylüyorum. Durum oldukça ironik. Dolayısıyla akmayan çeşmeler bir Zulmet Diyarı olarak isimlendi.

Eklemek gerek, yıllar içerisinde çeşmelerle ilgili çeşitli koruma ve iyileştirme çalışmaları yapıldı. 80’lerde Avniye Tansuğ’un içinde olduğu “Tarihi İstanbul Çeşmeleri Kurtarılmalıdır” kampanyası, yakın tarihte Saka’nın kapsamlı restorasyon projesi ilk akla gelenlerden. Eminim daha farklı çalışmalar yapılacak da çünkü alanda emek veren çok kıymetli kişiler var. İyi ki de varlar, önünden geçtiğimiz çeşmelerin hala ayakta kalmasını büyük oranda onlara borçluyuz. Asıl tahribatın köküne inmek lazım çünkü x yüzyıllık bir kesme mermer ancak vandalizmle ya da doğal afetle öylesine zedelenebilir. Bir yapı restorasyona girmeyebilir, çok farklı sebeplerden yıkıma uğrayabilir. Muslukların mütemadiyen çalınmasını da belki bir nebze anlayabiliriz. Ancak bir çeşmenin bulunduğu kaldırım ya da çevresi düzgün iken kendisinin toprağın, daha doğrusu hatalı şehir planlaması çalışmaları ile kat kat dökülen asfaltın altında kalması, pek akıl alır bir durum değil. Keza kurnanın çöp kutusu olarak kullanılması da öyle. Kimi yerlerde asfalt seviyesi o kadar yükselmiş ki çeşmenin üçte biri toprağa gömülü halde. Kullanım anlamında iyileştirmeye çalışmayıp, yıkılıp dökülünce replikasını yapma kültüründen uzaklaşmayı işaret eden bir sürece katkısı olsun, tartışma zeminine destek olsun istedim Zulmet Diyarı’nın.

Hekimoğlu Ali Paşa Çeşmesi, (1732), Kabataş

Akgün İlhan: Çalışmada, Beyoğlu’nda bulunan 37 tarihi çeşmenin fotoğrafı yer alıyor. Bu çeşmeleri saptama, fotoğraflama ve tarihi arka planını araştırma sürecinde neler yaşadın?

Eser Epözdemir: Kitap, Beyoğlu’nun çeşitli semtlerinde yer alan 37 çeşmenin cephe fotoğrafından ve bir haritadan oluşuyor. Çeşmeleri fotoğraflamaya 2017’de başladım. İlk durağım ana dağıtım noktası olan Taksim Maksem’i idi. Bu arada bilindiği kadarıyla Taksim Maksem’i benzerleri arasında tahrip olmamış tek örnektir. Konu üzerine yazılmış kitapları taradığınızda farklılık gösteren tarih ve isimlerle karşılaşıyorsunuz. Bir tarihçi değilim ve Zulmet Diyarı bir belgeleme çalışması sayılmaz. Ancak şu çok açık, kitabelerin çalınması veya herhangi bir sebepten dolayı tahrip olması araştırmacının işini çok zorlaştırıyor. Hiç kaydı olmayan çeşmeler ya da kaydı olup artık kendisi olmayan çeşmeler de mevcut. Kimine şebeke suyu geliyor musluğu yok, musluğu olanın da suyu yok. Bölgede suyu ve musluğu olan çeşmeler çoğunlukla camilerin içinde aktif olarak kullanılan çeşmelerdi. 37 fotoğrafın içinde tek bir işler çeşme var, o da Karaköy Hırdavatçılar Çarşısı’nın girişinde bizi etrafında su bidonlarıyla selamlayan Gülnuş Emetullah Sultan Çeşmesi. Onun araştırma hikâyesinde de güzel bir sekme oldu. 2017’de fotoğraflamayı bitirmiş, kitap tasarımı ile uğraşırken Salt’taki “İşveren Sergisi” paralelinde, Dr. Muzaffer Özgüleş’in Gülnuş Sultan Çeşmeleri Turu’na katıldım. Özgüleş, son araştırmaları doğrultusunda çarşının girişindeki bu çeşmenin asıl adının Gülnuş Emetullah Sultan Çeşmesi olduğunu söyleyince, ben de kitap basılmadan önce bu bilgiden faydalanıp çeşmenin doğru ismini kullanabildim.

Fotoğrafları kare bir formatta basmak için çekim yaparken kadrajı da o düzene göre ayarlamak gerekiyordu. Ancak bazı çeşmeler o kadar yerin altında kalmıştı ki, görüntüsünü düzgünce alabilmek mümkün değildi.  İfade biçimi olarak fotoğraflama, neden-sonuç ilişkisi bağlamında en doğrusuydu. Fotoğraflama ve tasarım sürecinde Murat Germen, Onur Özen ve Ayhan Selim’e teknik destekleri için tekrar teşekkür ederim.

Akgün İlhan: İstanbul’un kent yaşamının tarihinde, suyun belirleyici rolüne dair geçmişten günümüze sağ kalabilmiş sokak çeşmeleri sayesinde bilgi sahibi olabiliyoruz. Beyoğlu’nun tarihi çeşmeleri neler fısıldadılar kulağına?

Eser Epözdemir: Su hep birleştirici güç, en büyük ihtiyaç. İstanbul’da, I. Mahmut döneminde Taksim su yolları yapılıyor ve su burada depolanarak şehre dağıtılıyor. Artan su ihtiyacı çeşitli dönemlerde bentler ve çeşmeler gibi yapılarla karşılanmaya çalışılıyor. Çeşmelerin berisinde, İstanbul farklı dönemlerden kalan birçok su deposunu ve sarnıcı barındırıyor. Taksim Maksemi bunlardan biri. Burası 2009’dan beri Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı ve sergi alanı olarak kullanılıyor. Bu arada İstanbul’daki üç Roma sarnıcından biri olan Theodosius Sarnıcı, yani Türkçe adıyla Şerefiye Sarnıcı da, 2018 Nisan’ında yapılan restorasyonun ardından açılarak bir galeri ve konser mekanı olarak işletiliyor. Bu örneklerde en azında işlevsel bir dönüşüm var diyelim.

Firuzağa Meydanı’nda, köşede bir çay evi var. Orada çok şık bir Hamidiye çeşmesi bulunuyor. Çeşmeye biraz daha geriye gidip bakarsak, bu çay evinin aslında Firuzağa Camisi’nin bahçesi olduğunu görürüz. Çeşmenin Defterdar Yokuşu’na bakan cephesinde bir mermer yüzey bulunur ki o aslında bir musalla taşıdır. Bir gün o köşeden geçerken cenaze namazına denk gelip, absürt bir film sahnesi sandığım, sonrasında idrak ettiğim bir örnekti bu mesela. Her şey birbirine o kadar girmiş, işlev o kadar sapmış ki, şu küçücük alan içerisinde bahsettiğim kare, bazen bu topraklara sinen o tanımlayamadığımız garip anlayışın bir mikro yansıması mı diye düşündürtüyor beni. Bir kayıtsızlık, takipsizlik hali söz konusu. Sadece akmayan bir çeşme değil bahis, bir anlayış ve tavır bütününün sonuçları. Kaldırıma ve zaten sınırlı sayıda döşenmiş yer işaretlerinin üzerine aracını park eden kişi, mimari ödül almış ama engelli rampası olmayan bir yapı, toplu taşımada diğerlerini rahatsız edecek sesle müzik dinleyen, uyarılınca vatandaşı bıçaklayan ve savcının serbest bıraktığı bir kişinin rahatça hayatına devam edebilmesi durumu, barış için imza atan ama hukuki olarak terör örgütü üyeliği ile yargılanan akademisyenler… Kimi zaman öznenin kimi zaman etkilenenin kayıtsızlığı ve sapmaya uğramış tespiti… Örnekler çoğaltılabilir. Zaman içerisinde, olumsuzu işaret edip vah, tüh diye hayıflanmaktansa, bu tür durumları malzemeye dönüştürmek oldu benim yaklaşımım.

Su örneğinde; önce çeşmeden akan suyu kaybediyoruz, ardından su evimize parayla giriyor, sonra plastik şişelere doldurulup bize satılıyor ve fark ediyoruz ki bu plastik şişeler – tüm diğer plastik kullanımlarıyla birlikte – bütün dünyayı felakete sürüklüyor. İşte o zaman diyoruz ki, “poşet ücretli olsun”. Aslında hepimizin görebileceği açıklıkta bir acayip senaryo var ortada. Dediğin gibi, sağ kalabilmiş çeşmeler sayesinde bilgi sahibi olabiliyoruz eski kent yaşamı hakkında. Ancak hem evet hem hayırlık bir durum söz konusu. Buna paralel bir sosyo-politik tartışma konusu da kaç çeşmenin kitabesi var ve bugün hayatta olan kaçımız onu okuyabilir.

Hamidiye Çeşmesi, (?) Defterdar Yokuşu

Akgün İlhan: Bu çalışmaya erişmek isteyenler ne yapmalı?

Eser Epözdemir: 31 Ocak 2019 Perşembe akşamı Columbia Üniversitesi’nin bir uzantısı olan İstanbul Studio-X’te şehir ve su hakkı konuları ile birlikte Zulmet Diyarı üzerinden konuşmak için bir araya geleceğiz. Murat Germen ve seninle birlikte bu kitap ve su meselesi üzerine konuşacağız. Basılı halini konuşma esnasında incelemek mümkün olacak. Kitap yakın zamanda başka platformlarda da yayınlanacak. Etkinlikle ilgili daha geniş bilgiye şu adresten de erişebilirsiniz.

Bilal Ağa Çeşmesi, (1769) ,Lüleci Hendek Caddesi
Hamidiye Çeşmesi, (1906), Yeni Çarşı Caddesi

.

Röportaj: Akgün İlhan

(Yeşil Gazete)

Sungurlu Barajı mücadelesinde ÇED’i iptal ettiren köylülerden zafer kutlaması

Kocaeli’nin Kandıra ilçesindeki Akçaova köyünde, köylüler Sungurlu Barajı ÇED’i için mahkemenin iptal kararını, “ÇED iptal, Köylü Kazandı” sloganıyla ‘topraklarının kurtuluşu’nu bir bayram havasında kutladı. Sungurlu Barajı için verilen ÇED olumlu raporunun iptal edilmesiyle baraja karşı hukuk mücadeleleri zafere ulaşmıştı.

İstanbul’un su ihtiyacının karşılanması için yapımı planlanan ve 16 köyü yutmakla tehdit eden Sungurlu Barajı için hazırlanan ÇED raporu, İstanbul 11. İdare Mahkemesi tarafından hukuka uygunsuzluğu nedeniyle iptal edilmişti. Sungurlu Barajına karşı uzun zamandır mücadele eden köylüler de mücadelenin hukuk ayağını kazanmış oldular.

Mahkeme tarafından, projenin yapılacağı sahanın özelliğe göre gerekli ve yeterli bilimsel araştırma ve irdelemelerin yapılmadığı, keşif esnafında elde edilen bilgi ve bulgular ile dosyada mevcut veriler esas alınarak yapılacak değerlendirmenin ise çevresel etkileri tam anlamıyla ortaya koyamayacağı sonucuna varılmıştı.

Eksik incelemeye dayalı olarak hazırlanan ÇED Raporu dayanak alınarak verilen dava konusu 4192 sayılı ‘ÇED OLUMLU’ kararında hukuka uygunluk bulunarak iptal edilmişti.

Sungurlu Barajı, vatandaşların büyük tepkisine neden olmuştu. Baraj sebebiyle Kandıra’nın Akçaova ve Teksen Köylerini tamamen sular altında kalacak, 16 köy ise yine bu barajdan etkilenecekti. Daha önce Akçaova köyünde ÇED Toplantısı düzenlenmek istenmiş, ancak köylülerin engel olmasıyla toplantı yapılamamıştı.

Kandıra’da köylüler kazandı: Sungurlu Barajı ÇED raporu iptal edildi

.

(Yeşil Gazete)