Ulaşımını bisikletle gerçekleştiren ve bisikletli ulaşımı destekleyen gönüllü “bireylerden” oluşan Bisikletli Ulaşım Platformu tarafından Berlin-İstanbul bisiklet buluşmalarının üçüncüsü İstanbul’da düzenleniyor. Berlin’den bisiklet aktivistleriyle İstanbul’da bisikletli ulaşım adına yapılanlar keşfedilecek ve genel bir değerlendirme yapılacak. 10 Şubat’ta sona erecek olan etkinlik programı şu şekilde:
Akşam 19.30’da Karaköy Vapur İskelesinde buluşuyor ve Yeniköy’e sürüyoruz. Yeniköy’de vereceğimiz molanın ardından yine Karaköy’e döneceğiz. Bu hat üzerinde uygulanan ‘Şeridi Paylaş’ uygulamasının etkisini birlikte keşfedeceğiz. Kışın işe bisikletle gitme gününde, işe bisikletle gidecek herkesi iş çıkışı Karaköy’e bekliyoruz. https//winterbiketoworkday.org adresinden kayıt olmayı unutmayın!
9 Şubat Cumartesi günü 19.00 – 21.00 arası İ.D.E.A Kadıköy’de Berlin ve İstanbul’da bisiklet sürmek ve bisiklet trafiğini saymanın önemi üzerine iç mekanda sunum ve forum için buluşuyoruz.”
Greenpeace Akdeniz’in kömürlü termik santrallerin bulunduğu Kütahya Seyitömer ve Tunçbilek’te yaptığı 24 saatlik hava ölçümü sonucu hava kirliliği Dünya Sağlık Örgütü’nün limit değerinin üç katı çıktı.
Seyitömer ve Tunçbilek’te iki ayrı eve yerleştirilen hava ölçüm cihazıyla, 24 saat boyunca, kum tanesinden bile küçük parçacık madde (PM2,5) düzeyi ölçümü yapıldı. PM2,5 bütün hava kirleticileri içerisinde en tehlikelisi olarak biliniyor.
Seyitömer’de günde 29 μg/ m3, Tunçbilek’te ise günde 34 μg/ m3 PM2,5 düzeyi ölçümü yapıldı. Dünya Sağlık Örgütü PM2,5 kirleticisi limiti ise günde 10 μg/ m3. Seyitömer ve Tunçbilek’teki hava kirliliği bu limitin üç katına tekabül ediyor.
Meclis Genel Kurulu’nda yarın (6 Şubat Çarşamba) görüşülecek torba yasa tasarısı, Kütahya gibi baca gazı filtresi olmadan çalışan Çanakkale, Kahramanmaraş, Karabük, Manisa, Sivas, Şırnak ve Zonguldak’ta bulunan 10 kömürlü termik santralin havayı iki yıl daha kirletmesine izin verecek. Baca gazı arıtma tesisleri olan Muğla Yeniköy, Kemerköy, Yatağan santralleri ile Afşin Elbistan termik santrali ise, 2019 yılı itibarıyla yasal hava kalitesi limit değerlerini sağlamayacak. Bu santraller de torba yasadan yararlanarak 2021 yılına kadar havayı kirletmeye devam edecek.
2013 yılında kömürlü termik santrallerin özelleştirilmesinin ardından, bu santrallerin çevre yatırımlarını tamamlamaları için 2019 yılının sonuna kadar süre tanınmıştı. Bu süre içerisinde santraller, filtre ve baca gazı arıtma sistemleri gibi çevre yatırımlarını yapmadan zehirli gazları altı yıl boyunca doğrudan havaya saldı.
Her yıl 1100 erken ölüm
Greenpeace’in hava kirliliği ve sağlık etkisi modellemesine göre*, söz konusu santrallerin baca filtresi olmadan çalışması her yıl 1100 erken ölüme neden oluyor. Bu aynı zamanda her gün 170 çocukta astım atağı, yılda 800 kronik bronşit vakası ve yılda 1500 hastaneye yatış demek.
Greenpeace Akdeniz İklim ve Enerji Proje Sorumlusu Onur Akgül, bu santrallerin iki yıl daha zehir saçmasına engel olunması gerektiğini belirtti.
“2014 yılında Anayasa Mahkemesi, bu santrallerin havayı kirletmesine ‘dur’ dedi ve derhal çevre yatırımlarının yapılmasına karar verdi. 2016 yılında yeni bir yasa ile bu santrallere 2019 yılına kadar son kez olmak üzere süre tanındı. Bu santrallerin 2021 yılına kadar daha zehir saçmasına engel olunmalı. Aksi takdirde, hem Çevre ve Şehircilik Bakanlığı hem de bu santralleri işleten şirketler, bu bölgelerde hava kirletici limit aşımları ve bunun neden olduğu sağlık etkisinden hukuken sorumlu olacak.”
Hayvan Hakları Yasama İzleme Delegasyonu, ülke genelinde artış gösteren sokak köpeklerine yönelik nefret eylemleri ile ilgili bugün basın toplantısı düzenlendi. Delegasyon üyeleri, sokak köpekleri için nefret ve linç kampanyasına son verilmesi talebi ile topluma sağduyu çağrısında bulundu.
Hayvan Hakları Yasama İzleme Delegasyonu, bugün (4 Şubat Pazartesi) Beyoğlu’nda düzenlediği basın toplantısında, 4 Ocak’ta Kayseri’de bir çocuğun ölümünün ardından, son bir ayda aşırı artış gösteren sokak köpeklerine yönelik linç eylemlerine dikkat çekti.
Basın toplantısında, belediyelerin sokak hayvanlarına yönelik kanun dışı uygulamalarına ve mevcut barınakların kötü durumu ile ilgili bir video da gösterildi ve ardından son bir ayda yaşanan belediyelerden kaynaklanan hak ihlâlleri okundu.
Basın açıklamasını Hayvan Hakları Yasama İzleme Delegasyonu‘ndan Elif Ertürk ve Burak Özgüner okurken, toplantıda Hayvanlara Adalet Derneği‘nden Avukat Barış Kârlı ve Köpekle Yaşam Derneği Başkanı, köpek eğitmeni ve davranış uzmanı Çağla Çankırılı konuştu.
“Sokak köpekleri kâtil değildir”
Delegasyondan Elif Ertürk, “Bazı basın kuruluşlarının ve toplumun bazı kesimlerinin ifadelerinin aksine, sokak köpekleri kâtil değildir, insan yemezler. İnsanların aksine, taammüden ya da planlayarak yaşam hakkına ya da beden dokunulmazlığına kastetmezler” açıklamasında bulunarak sokak köpeklerini hedef hâline getiren haberlere ilişkin olarak ise “Sokak hayvanlarının tümünün şehirlerdeki varlığının tehdit altında olduğu şu günlerde, bu tarz haberler, yaklana felaketlere kamu nezdinde meşru zemin yaratmaktadır” dedi.
“Kamu görevlileri değil, sokak köpekleri cezalandırılmıştır”
Kayseri’de yaşanan üzücü olayla ilgili konuşan, delegasyondan Burak Özgüner ise, “Kayseri’de yaşanan ölümdeki iddiaların aksine, suç ya da hata sokak köpeklerinin değil; bölgeyi âdeta köpek yığınağına çeviren belediye yöneticilerinindir. Valiliğin ‘tüm sorumlular cezalandırılacaktır’ açıklamasını unutmadık! Mevzuata göre sorumluluğu ve yükümlülüğü bulunan kamu görevlileri değil, sokak köpekleri cezalandırılmıştır” şeklinde konuştu.
“Türkiye’de sokak köpeği problemi yoktur”
Sokak köpeklerine yönelik linç ve nefret kampanyalarını hukuken değerlendiren Av. Barış Kârlı ise “Sokak hayvanlarına yönelik linç eylemleri, hem Hayvanları Koruma Kanununun 6. maddesine aykırıdır hem de yaşam hakkı ihlalidir. Hakkında şeffaf bir soruşturma yürütülmemiş ve maddi gerçeğe ulaşılmamış münferit bir olay nedeniyle tüm köpekleri yok etme girişimi ceza hukukunun temel prensiplerinden suçta ve cezada şahsilik prensibine aykırıdır. Sokak köpeklerinden korkmak, kimseye onları yok etme hakkı vermez. Medyanın sokak köpeklerine yönelik nefret söylemleri, hukuka aykırı eylemlere ve 6. maddenin ortadan kaldırılması girişimlerine meşru bir zemin yaratma çabasından ibarettir ve kabul edilemez.” diye konuştu.
Sokak köpekleri ile nasıl iletişim kuracağımızı biliyor muyuz?
Köpek eğitmeni ve davranış uzmanı Çağla Çankırılı ise, sokak köpekleri ile nasıl iletişim kurmadığımızı belirterek “Binlerce yıldır beraber yaşadığımız köpeklerin yeri toplama kampları yani barınaklar, ıssız ormanlar değil – yine biz insanların yanıdır. Şehirden uzak bölgelere atılan köpekler insandan uzaklaşıyor, asosyalleşiyor, düzenli kısırlaştırma yapılmadığı için nüfus kontrolden çıkıyor. Kısırlaştırma hem üremenin engellenmesinde hem de agresyon sorunlarının azaltılmasında rol oynuyor. Merdiven altı üretimin ve dolayısıyla petshoplarda hayvan satışının da durdurulması gerekiyor. İnsan eliyle yapılan bu kontrolsüz ve bilinçsiz üretimler hem sağlıksız hayvanların çoğalmasına hem de davranış sorunlarının artmasına neden oluyor.” dedi.
Konuşmasında Köpekle Yaşam Derneği olarak yaptıkları anket çalışmasına de değinen Çankırılı, köpeklerle nasıl iletişim kurulması gerektiğine dair ise, “Tanımadığınız bir köpek size doğru gelirse: Koşmamak, kaçmamak, çığlık atmamak, ani hareketlerden kaçınmak ve doğrudan göz teması kurmamak gerekiyor. Çocuklara bunu anlatırken ‘AĞAÇ OL’ diyoruz. Bir ağaç gibi sessiz, sakin dur ve doğrudan göz teması kurma. Özellikle çocuklara köpeklerle iletişim konusunda bilgi verilmesi ve toplumumuzun da kendini bu anlamda geliştirmesi gerekiyor. Belediyelerin sivil toplum kuruluşları ile işbirliği yaparak bu eğitimin düzenli olarak yapılması gerekiyor” dedi.
Gezegeni tehdit eden plastik kirliliğinin önüne geçmek için plastik bardak, poşet, pipet gibi tek kullanımlık ürünleri kullanmadan plastik tüketimini azaltmak mümkün. “Sıfır Atık” projesi kapsamında #kahvemtermosta hareketini başlatan Türk İşi Minimalizm’in kurucusu Hale Acun Aydın, kahve zincirlerine ya da kafelere giden tüketicileri kağıt bardak yerine termos kullanmaya davet ediyor. Kahvecileri de termosuyla ya da kupasıyla gelen müşterilerine yüzde 20 indirim yapmaya çağırıyor.
“Her şey aslında kendiliğinden gelişti, Instagram hesabımda bazen kahve zincirlerine ya da kafelere gidince kağıt bardak yerine kupa isteyebileceğimizi, alıp gideceksek kendi termosumuzu yanımızda götürebileceğimizi ara ara hatırlatıyordum. Dedim ki termosunu getirince indirim yapan bir iki yer olmalı. Çünkü 1. Geri dönüşümden önce hedef çöpümüzü azaltmak olmalı; 2. Kağıt bardaklar içlerindeki plastik kaplamadan dolayı geri dönüşmüyor. Buradan yola çıkarak, kendi termosunla gidip kahve içmeyi destekleyen yerlerin bir listesini çıkarsak diyerek hikayelere eski bir fotoğraf koydum.
Fotoğraf daha önce kendi termosumla Starbucks’a gittiğim bir gündendi. Üstüne yazdım, hadi siz de bildiğiniz termosla gidince indirim yapan yerleri yazın. Saatler geçmişti, hep bilinen Starbucks ve Kronotrop dışında bir öneri yoktu. O sırada bir termos fotoğrafı buldum ve bir çağrı yaptım. Ne mutlu ki birçok kişi bu çağrının ekran görüntüsünü alarak sevdiği kahve zincirlerini, kafeleri etiketledi.”
İlk cümleye sevdiğiniz kahve dükkanının adını yazıp hesabınızda paylaşarak “Sıfır Atık” hareketine destek olabiliyorsunuz
Türkiye’nin dört bir yanından hareket destek veren kafelerin güncel listesine buraya tıklayarak ulaşabilir, #kahvemtermosta hareketini aynı isimle Instagram hesabından takip edebilirsiniz.
Zarfa değil mazrufa bak, diye bir tabir var dilimizde. İçeriğin, şekilden önemli olduğunu anlatmak için kullanılıyor. Okullar için bunun tersi geçerli diye düşünüyorum: “Mazrufu bırak, zarfa bak”. Şöyle bir olay hayal edin: Çocuğunuzun üniversiteyi bitirmesine tek bir sınav kalmış, diğer bütün dersleri vermiş. Sınava da çalışmış. Fakat sabah kalkınca, “ben öğreneceğimi öğrendim, sınava girmeme gerek yok” diyor. Ne dersiniz?
Mezuniyetten işsizliğe
Çocuğunun bu kararına saygı duyacak velileri tebrik ediyorum; ama açıkçası ben sükûnetimi koruyamayabilirim. Çünkü biliyoruz ki diploma olmadan öğrendiklerimiz para etmiyor. İşe alım süreçlerinde beklentiye uygun diploması olmayanlar en baştan eleniyor; kendini bildikleriyle ispat etme fırsatı dahi bulamıyor. Dolayısıyla içerik yeterli değil. Hattâ öyle ki son gün bırakılan okul, hiç hükmünde sayılabiliyor.
Türkiye’de artık üniversiteler özel güvenlikle kuşatıldı, içeri girilemiyor; ama pek çok yerde kapılar hâlâ herkese açık. İnsanlar gelip istedikleri dersleri dinleyebilir. Dersine alâka gösteren bir misafiri kabul etmeyecek hoca tanımıyorum. İçeriğin zannettiğimiz kadar önemli olduğunu varsayıyorsak sınıfların dolup taşmasını bekleriz. Oysa dışardan nadiren birileri dinlemeye gelir. (O da genelde “sevgili” kontenjanından). Çünkü sonunda diploma verilmeyen okul, kitlelerde heyecan uyandırmaz. Yeniden soruyorum: Mesele zarf mı, mazruf mu?
Fakat içerikle ilgili konuşulması gereken daha büyük bir sorun var aslında. Duymuşsunuzdur, pek çok işveren aldıkları insanlara işi en baştan öğretmek zorunda kaldıklarını söyler. Mühendislik için bile duydum bunu. Birkaç sebep düşünülebilir: A) Okullarda öğretilenler yetersiz. B) Günümüzde işin mahiyeti sürekli değişiyor. İnsan kaynakları departmanlarının yaşam boyu öğrenme, adaptasyon gibi tabirlerle ördükleri dünyanın gerçeklik payı var. C) Pek çok insan kendi işini yapmıyor.
Hepsinin payı olsa gerek. Ancak özellikle son husus epey ilginç. Özellikle son dönemlerde toplam işgücündeki oranı hızla artan servis sektörü (beyaz yakalılar), galiba okuduğu işi yapmayanların en çok kümelendiği yer. Mimarlar sivil toplum çalışanı, tarihçiler reklâmcı, arkeologlar pazarlama uzmanı olabiliyor. Zaten işin aslı, bazı meslek gruplarında çok ciddi bir enflasyon var. Amerika’dan bir sayı: 2008-09 öğretim yılında 94 bin kişi psikoloji bölümlerinden mezun olmuş. Ülkedeki toplam psikolog sayısı aynı yıl 174 bin imiş. Tarih bölümü için durum daha vahim: Aynı sene 34 bin mezun var, bütün ülkede ise 3500 tarihçi. (Caplan 2018 s. 38). Türkiye’de de benzer bir durum olduğunu varsaymak mümkün. Buradaki arızayı çok dikkatli ve sistemli ele almak lâzım. Bu kadar enerjinin, paranın ve zamanın doğrudan geri dönüşü olmamasına ve öğrenilenlerin hatırı sayılır bir kısmının ilerde yapılan işte kullanılmıyor olmasına rağmen, insanlar okula gitmeye devam ediyor. Anlatılan içerik karşısında herkesin heyecana kapılmasından değil, diplomanın başka bir işlevi olmasından ötürü…
Ekonomist Bryan Caplan, bu işlevin aslen “işaret göndermek” [signalling] olduğunu iddia ediyor. Buradan hareketle işi hesaba kitaba vurup, zarf ve mazrufun görece ağırlığını bulmaya çalışıyor. Zekânın payından aile birikimine, girilen sosyal çevreden sonradan kazanılan maaşın değişimine kadar pek çok faktörü hesaba katıyor. Sonunda da okulların beceri kazandırmaktan ziyade işaret göndermeye yaradığını ileri sürüyor (Caplan 2018). Diğer bir deyişle bizi işe alacak kişilere diplomamızla “onu alma, beni al” diyoruz.
İhtisas alanı, hele ki işin mahiyetinin hızla değiştiği beyaz yaka mesleklerde çok da önemli değil. Diploma daha ziyade şu üç temel mesajı göndermeye yarıyor: A) Zekâmda bir sorun yok, aldığım notlar ve üniversitemin adından kavrama hızıma dair çıkarım yapabilirsiniz. B) Azimliyim, kaç sene dirsek çürüttüm. C) Âsi değilim, uzun süre bir çarkın dişlisi olarak yaşadım. Bu üç mesajı birden aynı anda iletebilen başka bir kurum yok. “Üniversite giriş sınavında Türkiye birincisi oldum, belli ki zekiyim; ama sonra okula gitmedim” diyen birinin, alâkasız bir bölüm bitirmiş üniversite mezunuyla aynı seviyede iş bulması zor mesela.
Derdim şu: Eğer bu tespitlerin bir kısmı bile doğruysa, yani diplomalar içerikten ziyade mesaj göndermeye yarıyorsa ve içeriğin önemli bölümü zaten unutuluyorsa, bunu daha küçük bir bütçeyle ve daha az zaman harcayarak da yapabiliriz.
Ancak bu noktada kişisel seçimlerle toplumsal faydanın örtüşmediğini de belirtmek lâzım. Kişilere, “okula gitmeye gerek yok ” diye tavsiye veremem, çünkü bu ne yazık ki bir yarış. Alınan diplomalar gelecekteki hayatı doğrudan etkiliyor, diplomasız kalmanın bedeli çok büyük. Fakat kişiler için gerekli olan, toplum için de iyidir anlamına gelmiyor. Tiyatroda daha iyi görebilmek için ayağa kalkmak gibi: Ayakta durmak, kişilerin daha iyi görmesini sağlayabilir; ama herkes kalktığında saçma bir durum ortaya çıkar. Tiyatro seyretmek yorucu bir faaliyete dönüşür. Mesele yarış olduğundan tabureler getirilir, sırta almalar başlar. Kalkmayanlar ise hiç göremez hâle gelir. Oysa aslında herkes otursa çok daha iyi olur.
“Peki ama benim babam-dedem-halam okuyarak bir yere geldi. Buna ailece tanık olduk, bu da mı yalan” denebilir. Yalan değil; ama sanırım sebep sonuç ilişkisinde ıskalanan bir husus var. Türkiye gibi devlet kadroları hızla büyüyen yerlerde okullar mevki kazanma imkanı verir, doğru. Sonuçta her ilçeye bir ziraat mühendisi, doktor, hazine avukatı, asker, kaymakam atandı ve bu sayılar oldukça hızlı arttı. Ancak şu geldiğimiz noktada bu artış devam etmeyecek, etmiyor.
Sonuçlarını görüyoruz zaten. OECD raporuna göre 15-29 yaş arasında okumayan, staj yapmayan, çalışmayanların oranı %29’a yakın. Dev bir oran. Ne yapıyorlar hakikaten?
Özet: Aile hikayelerinde sıkça karşımıza çıkan “okudu-başarılı oldu” hikayesi, okullardan kaynaklanmıyor olabilir. Sebep, devletteki kadroların artması, nüfus artışı (ve kimi dönemlerde siyasî sebeplerle tasfiye edilen kadrolar/hayatlar) olabilir.
Bugün gelinen nokta ise aşağıdaki haber küpürü:
Yanlış yerden medet umuyoruz belki de.
Sistemin işleyişindeki bu temel arızayı hepimiz zaten fark ediyor olmalıyız: Diploma enflasyonu yaşanıyor. Bugün telefonlara baktırmak için bile “üniversite mezunu aranıyor” diye ilan verilebiliyor. Çünkü az sayıda imtiyazlı işe çok sayıda insan talip. Başta yazdığım gibi, okulların imtiyazların dengelenmesine dair bir vaadi yok; sadece “siz de kazanabilirsiniz” diyor. Yarışı körüklüyor. Bu durum, toplumdaki toplam eğitim seviyesinin artması diye de yorumlanabilir. Oysa bu mantıkla yürütülen okullar rekabeti, hileciliği, hiyerarşiyi, hatalardan korkmayı, endişeyi, çoğu durumda basmakalıp fikirleri ve itaati öğretir. “Eğitim” seviyesinin artması derken kastedilen bunlarsa, evet, bu topluma uygun şekilde eğitiliyoruz (daha detaylı bir tartışma için bkz. Zeybek 2014). Buna mukabil, verilen emeği çok daha üretken şekillerde kullanabileceğimizi, toplumsal maliyetleri azaltabileceğimizi düşünüyorum. Hâlâ öğretilenlerin insanları heyecanlandırabileceğine, ilham verebileceğine ve hattâ okulların adalete hizmet edebileceğine inanıyorum. Bu meseleye sonuç bölümünde geri döneceğim.
Fakat ondan önce okulların bizi geleceğe ne derece hazırladığına değinmek istiyorum. Bu bahsi sona bıraktım; çünkü bence en önemli arıza burada.
Kaynaklar
Caplan, Bryan
2018 The Case Against Education: Why the Education System Is a Waste of Time and Money.
Zeybek, Sezai Ozan
2014 “Hocam Merhaba, Yine Kaldım Değil Mi?” Okulların Ne Öğrettiği, Ne Öğretemediği Üzerine. Gülümseyen Bir Bugün İçin Yeşil Politika kitabında s. 61–74.
Zimbabwe’nin devrik diktatörü Robert Mugabe’nin evinden, çanta içindeki bir milyon dolar çalınmış! Kabul edin ki sıkı haber.
Ve dedikodudan ibaret değil. Çünkü bu hırsızlıkla suçlanan üç sanığın
yargılandığı bir dava açılmış. “Evrak” var yani ortada. Sanıklardan
biri Mugabe’nin akrabası Constancia Mugabe. Dava dosyasına göre, devrik
diktatörün çantasından çaldıkları parayla üç sanık, arabalar, evler,
çiftlik hayvanları almışlar. Bu yüzden, Mugabe’nin başkent Harare’nin
dışındaki kır evinde bulunan çantada sadece yetmiş sekiz bin dolar
kalmış.
94 yaşındaki devrik diktatörün Singapur’da tedavi görmekte olduğu ve
artık yürüyemediği ileri sürülüyor. Nihayet bitkin düşmesine onca yıllık
zulmetme gayretinin yorgunluğu mu, ömrünün sonuna kadar oturacağına
muhakkak ki kesin gözüyle baktığı iktidar koltuğundan düşmesi mi yoksa
paraları çaldırması mı yolaçtı, bilemiyoruz.
Aslına bakarsanız zavallı Zimbabwelilere korkunç zamanlar yaşatan Mugabe’nin istikbali ve kaderiyle ilgilenmemiz için sebep yok.
Ama geçmişiyle ilgilenmemiz için var. Çünkü bu adam bir vakitler,
ezilen halkların emperyalizme karşı verdikleri kurtuluş savaşlarından
birinin önderi, dünya çapında mazlumların haysiyet mücadelesinin
simgelerinden biriydi.
Şimdi mahkeme, üç hırsızın çaldığı ileri sürülen para yüz elli bin
dolar mı yoksa bizzat Mugabe’nin iddia ettiği üzre dokuz yüz yirmi iki
bin dolar mı, bununla uğraşıyor ve yenilenen dosyaya göre Mugabe’ye hak
veriyor.
Zimbabwe’de halk, diktatörün devrilmesine rağmen hâlâ rahat nefes
alamıyor ve karnını doyuramıyor. Bu yüzden her şeyi göze alıp sokaklara
döküldü. Ucunda ülke parasının muazzam değer kaybının da bulunduğu
bunalım, zaten uzun yıllardır kâbusa dönüşmüş toplum hayatını daha da
derin karanlığa sürükledi. Akaryakıttaki fiyat artışı da bardağı
taşırdı. Gösteriler yayıldı, yayılmasın diye harekete geçen asker-polis,
kalabalıkların üzerine ateş açtı. On iki insan öldü, yaklaşık bin yüz
kişi gözaltına alındı.
Mugabe Zimbabwe’si, dünyada hak-adalet, eşitlik için uğraşan insanlar
için önemli bir gündem maddesi oluşturmadı. Daha çok ekonomicilerin
konusuymuş gibi davranıldı. Çarşı-pazarda terazilerin bir kefesine
konmuş tartılan kağıt para yığınları, azıcık da uzak fantezi muamelesi
yapılan tipik Zimbabwe görüntüsü oldu. Bir dönemin anti-emperyalist
önderi Mugabe’nin önderliğinde kurulan düzen, Türkiye’de, bu mevzuyla
ilgilenmesi beklenecek çevrelerde hemen hiç sorgulanmadı. Çünkü Mugabe
anti-emperyalistti ve emperyalizm denince akan sular duruyordu.
Mugabe gibi pek çok potansiyel despot, emperyalizme karşı mücadelenin
kazandırdığı onurdan yararlanarak saygınlık temin etti ve sonra
kendisine umut bağlamış halkın canına okudu. Ve bu diktatörlerle
kadroları o arada kendilerine, yakınlarına ve “dava arkadaşları”na
zenginlik ve ayrıcalıklar sağlarken emperyalist tahakküme karşı duyarlı
insanları ikilemler içinde bıraktılar. “Amerika saldırırken Maduro’yu
nasıl desteklemeyeceksin”, değil mi?
“Kamp”lar
ABD başta, yoksul ülkeleri işlerine geldiği gibi şekillendirmeye
düşkün ve alışkın büyük güçler, kendi çıkarlarına karşı iş gören ve
başkalarına da kötü örnek olan Üçüncü Dünya önderlerini devirmeye,
öldürmeye, hemen olamıyorsa kötü göstermeye, onlara karşı propaganda
savaşı sürdürmeye her zaman çalıştılar.
Bir vakte kadar, Sovyetler Birliği, kendi etrafında bir ittifaklar
çemberi, bir “kamp” kurmayı başarmıştı, ABD’nin şerrinden kaçan, buraya
sığınabiliyordu. Çin Halk Cumhuriyeti de birilerine destek-dayanak
olabiliyordu. Bu ikisine yanaşanlar, otomatikman anti-emperyalist
sayılıyorlardı. SSCB ile ÇHC’nin tutumunda emperyalistlik niyeti
aranmıyordu, çünkü emperyalizm kapitalizmin ileri aşamasıydı ve bu
ülkeler kapitalist değillerdi.
Gerçi Çin SSCB’nin “sosyal emperyalist” olduğunu ileri sürmeye
başlamıştı, ama bu, çok ilginç bir şekilde, “sosyalizm-içi tartışma”
kapsamında görülebiliyordu. Her iki büyük devletin, güçlendikçe,
kendilerinden zayıf devletlerle ilişkilerini hegemonik bir çizgiye
oturtmaya çalışmaları, stratejik hesaplara göre yürütmeleri, bunlara
kondurulmayan, kötülere ait karakter özellikleriydi. (“Devlet” etkenini
gerçekte olması gereken konuma oturtmak henüz becerilememişti.) Oysa
global siyasî-toplumsal hedef olarak sosyalizmden ayrılışın, ülkelerin
içinde -en başta devlet(parti)-toplum ilişkisinde- olduğu kadar dış
politikada da bol bol işareti, delili, kanıtı vardı.
Arındırma lazımdı
Öbür yanda, emperyalizmin mağduru değil kazananı olan gelişmiş Batı
ülkeleri dahil, dünyada gayet geniş bir anti-emperyalist cephe ve
kuvvetli anti-emperyalist hissiyat vardı. Anti-emperyalistler, güçlü ve
zalim olanın kendine hak gördüğü emperyalizme karşı içsel ve derin
refleksler geliştiren kişiler, gruplar, hareketlerdi. Ancak bu
reflekslerdeki milliyetçilik payını ve dozunu teşhis etme niyeti pek
kimsede yoktu. Milliyetçi hisleri anti-emperyalist tepkiden ayıklamaya
yanaşılmıyordu.
Bu hayatî arındırma işleminin yapılamayışından en büyük zararı genel
sosyalist hareket gördü. Sınıf ayrımının nihaî olarak ortadan
kaldırılması gibi bir amacı olmayan, aksine, kendisi ve mümkün en dar
“dava arkadaşları” çemberi için imtiyazlar peşinde koşan, iktidara bu
hevesle göz dikmiş veya zamanla bu hale gelmiş, milliyetçi çekirdekli
hareketlerin içinde, yanında, yol arkadaşı, müttefiki vs. rolünde,
sosyalizm, eridi gitti.
Türkiye, anti-emperyalizmin, neredeyse üzerine el basılması gereken,
kutsallaştırılmış bir sihirli sözcük olarak iş gördüğü yerlerden. Bu
ülkenin toplumsal muhalefet tarihinde anti-emperyalizmin kapladığı yere
benzer yer tutan başka kavram yoktur. Çünkü bu kavram etrafında
oluşturulmuş dünya kavrayışı, koca bir toplumsal muhalefet damarını
Cumhuriyet’in kuruluş öyküsünün çizdiği sınırların dışına çıkmamaya
mecbur kılabiliyor. Duygusal bağlar yaratarak. Buradan da, her birinde
ayrı eğlenceler, ayrı oyalamacalar, ayrı meşgûl etmecelerin arasına
dalınan sıra sıra duraklara yolculuk edilebiliyor. Beri yanda da,
sosyalist kimlikle edinilemeyecek geniş çevrenin, kurulamayacak
ahbaplıkların anti-emperyalistlik ortak zemininde başarılabileceği
inancı yahut yanılsaması iş görüyor.
“Anti-emperyalizm” kavramı Türkiye için hayatî. Avrupa Konseyi
Parlamenterler Meclisi’nde, HDP’li siyasetçilerin başlarına
getirilenlerden hareketle, Ankara’nın hukuka adalete uygun davranmaya
çağırılmasını öngören karara CHP’liler aleyhte oy verdi. Sorsanız
söyleyeceklerinde anti-emperyalistlik muhakkak bulunacaktır bir doz. Ve
kendini gönül rahatlığı ve dürüstlükle “sol” olarak tanımlayan kişiler,
gruplar, hareketler arasında buna hak verenler çıkacaktır. “Tamam,
HDP’liler ezilmesin, ama Avrupalılar da bize ne yapacağımızı dikte
etmesin” diyenler çıkacaktır. Her sıkışıldığında demokrasi yardımı
beklenen Avrupa Birliği’ne Türk solunun kategorik olarak karşı
çıkışında, “emperyalistler kulübü” teşhisinin gerçek rolü ne kadar,
anti-emperyalizm kılığında dolaşan milliyetçiliğin payı ne kadardır?
Soracağım o ki, Venezuela konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’la onun en
kararlı ve şiddetli muhaliflerini aynı çizgide buluşturan şeyin ne
olduğunu da mı merak edip sorgulamayacağız? Suriye’den toprak
apartılacak diye kendinden geçerken birden Maduro’cu oluveren
Türkçü-İslâmcı için “o sahici anti-emperyalist değil” demek yalnız
kendini kandırmaya yarıyor. Şüphesiz bununla da yetinebiliriz. Hattâ ona
yetinmek de denmez, tatmin olabiliriz. Kendimizi kandırmak bizim içinde
en çok rahat edebildiğimiz varoluş tarzıdır.
Bakın, Maduro demedim, Mugabe dedim mahsus, daha rahat konuşulabilsin diye.
Çevre hakları avukatı Arif Ali Cangı, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) raporuna göre, Gaziemir’deki eski kurşun fabrikası bahçesindeki alanda en az 11 yıldır var olan nükleer atıklar temizlenmeden başlatılan kentsel dönüşüm konutlarında yaşayacak olan vatandaşların sağlığının tehlike altında olduğunu anımsatarak TAEK’e bireysel başvuruda bulunulması gerektiğini belirtti.
Gaziemir’deki bir milyon 220 bin metrekare alan üzerinde yapılacak olan kentsel dönüşüm projesi kapsamında bin 836 yapı; 4 bin 966 bağımsız birimde ise 2 bin 820 hak sahibi bulunuyor.
‘İzmir’in Çernobili’ olarak adlandırılan Gaziemir’in Emrez ve Akpete mahalleleri ile Karabağlar’ın Aydın Mahallesi arasında bulunan eski kurşun fabrikasının bulunduğu alanla dip dibe olan Aktepe-Emrez Kentsel Dönüşüm projesi bittiğinde 2 bin 820 hak sahibi konutlarına kavuşacak. Ancak alandaki radyoaktif maddelerin hala temizlenmemiş olması halk sağlığı açısından ciddi tehlike oluşturuyor.
Eski kurşun fabrikasının bahçesinde radyoaktif maddelerin gömülü olduğu ortaya çıkmış ve bu alan İzmir’in Çernobili olarak adlandırılmıştı. Geniş yankı bulan ve tartışma konusu olan kurşun fabrikasının bulunduğu alandaki radyoaktif maddelerin bertarafı için çalışma başlatılmıştı.
Sürecin yakın takipçilerinden çevre avukatı Arif Ali Cangı, burada konut sahibi olacak olanların Komşuluk Hukuku ve Mülkiyet Hakkı Kanunu’na dayanarak, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na (TAEK) bireysel olarak müracaat edebileceklerini belirtti.
Arif Ali Cangı
Avukat Arif Ali Cangı, Aktepe-Emrez-Aydın Mahallesi sakinlerinin de konuyla ilgili avukatlığını yürüten Avukat Arif Ali Cangı, alanda kalan radyoaktif kirlilik ve tehlikeli atıkların insan sağlığını tehdit etmeyi sürdürdüğünü kaydederek,
“Atıklar temizlenmeden orada yapılacak her yerleşime yönelik faaliyet insanların sağlığını riske atmak anlamına geliyor. Zaten mevcut sakinler tehlike altında iken kentsel dönüşüm ile artacak olan yeni yapılaşmayla yerleşecek olan yeni nüfusun sağlığı da tehlike altında. Orada konut edinmek ve yerleşmeyi düşünen insanların duyarlı olması ve bunların biran önce buranın temizlenmesini talep etmeleri gerekiyor. Komşuluk hukuku ve mülkiyet hakkından doğan hakları söz konusu. Komşuda oluşan zararın kendi mülklerine ve kendilerine zarar vereceği gerekçesiyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile TAEK’e müracaat edip haklarını aramalarını öneriyorum” açıklamasını yaptı.
Bir buçuk yılı aşkın bir zamandır çalışma gecikmesin diye dava yoluna başvurmadıklarını anlatan Avukat Arif Ali Cangı, “Bir buçuk yıldır ÇED olumlu kararına rağmen, (ÇED raporunda eksiklikler olmasına rağmen) çalışma gecikmesin diye dava yoluna başvurmadık. Buna rağmen herhangi bir temizlik çalışması başlamadı. O alanda halan radyoaktif kirlilik ve tehlikeli atıklar varlığını koruyor. İki türlü atık var. Biri kurşun fabrikasının kendi atıkları, ağır metal içeriyor. Orada depolanmaması gereken özel ayrıştırma tesislerine gönderilmesi gereken atıklar. Bunun üzerine bir de radyoaktif kirlilik ortaya çıktı. Yani iki açıdan tehlikeli bir durum söz konusu” ifadelerini kullandı.
Açık Radyo’da her Pazar 10:30 – 11:00 saatleri arasında yayınlanan Botanitopya‘yı hazırlayıp sunan Benan Kapucu, 2019 itibarı ile programda daha önce yer verdiği konuları Yeşil Gazete okurları için de paylaşıyor.
“Bitkiler âleminin tuhaf ve muhteşem dünyasını belgeleyen botanik sanatına dair her şeyin konuşulacağı bir program” şiarı ile Açık Radyo’da yer alan programın podcastlerine bu bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
***
Zeytinin, tüm ağaçlar aleminde ayrı bir yeri var benim için. Onun yıllanmış, gün görmüş gövdesine herkes hayal gücüyle birbirinden farklı hikayeler yazabilir; birçok sanatçıya ilham veren gümüşi yapraklarıyla Akdeniz ışığında ışıltılı bir görünüme kavuşur; gölgesinde dinlenmek insana huzur verir… Meyvesi, yağı ömrümüze ömür katar… Akdeniz toprağının neresine gidersek gidelim, bize hem geçmişi hem geleceği anlatan kutsal bir ağaç… Bence bu soylu ağacı sevmek, “yaşamı” sevmek, “insanı” sevmek demek…
Peki nasıl bir ağaç, zeytin ağacı? Botanik tanımıyla zeytin Oleaceae ailesinden geliyor. Zeytinin atası olarak kabul edilen yabani bir meyva ağacı olan Olea ile aynı aileden. Olea’nın dünyada yaklaşık 30 türünden en çok bilineni ise Doğu Akdeniz kökenli Olea Europea. Yabani ve islah edilmiş olan iki türü var bu cinsin. Islah edilmiş olanına ise Olea Europea sativa deniyor.
Fosil kalıntılarını araştıran bilim insanları, zeytinin geçmişinin 50 bin yıl öncesine uzandığını söylüyor. İnsanlar zeytini tarım için ıslah etmeden, binlerce yıl önce de Orta Afrika’dan Kafkaslara geniş bir coğrafyada, yabani zeytin ağaçları doğal ortamında yetişiyormuş. Yabani zeytin ağacı, yani Olea europea oleaster’in doğduğu yer ise Anadolu. Kökü tarih öncesine dayansa da yabani zeytin ağacının kaç bin yaşında olduğunu, zeytin ağacının ilk kez ne zaman ıslah edildiğine dar bilgilerimiz yeterli değil. Arkeobotanikçiler, tarihçiler ve arkeologlar arasında tam bir görüş birliği yok.
Helen ve William Bynum’un yazdığı Dünyamızı Biçimlendiren Olağanüstü Bitkiler kitabında zeytinle ilgili şöyle bilgiler var: Olea europea, ağaçtan çok dikenli bir çalı görünümündeymiş. Yaprakları daha geniş ve kültür zeytininden daha küçük meyveler veriyor bu çalı görünümlü ağacın. Doğu Akdeniz’de yapılan kimi polen analizi çalışmalarına göre, zeytin ağacı tarımın yükselişte olduğu MÖ 550- 640 yılları arasında bölgeye hükmetmeye başlamış.
Arkeolojik kanıtlar, Taberiye Gölü kıyısında
yaşayan yarı göçmen avcı toplayıcıların MÖ 19.000’lerden beri çok miktarda
yabani zeytin topladığını gösteriyor. Neolitik çağ sonunda, insanlar zeytin
meyvelerini topladıktan sonra, yağı için ezmeye de başlamışlar. Kalkolitik
çağda da üretimin giderek artmış. Kullanılanın, yabani zeytin mi kültür zeytini
mi olduğu hala tartışılıyor ama zeytinin giderek önem kazandığı kesin
görünüyor.
Yabani çalılıktan kültür ağacına geçiş, çok uzun
ve yavaş bir süreçten sonra olmuş, çünkü zeytin geç olgunlaşan ve geç meyve
veren bir ağaç. Daha büyük, etli, yağlı meyvelerin elde edilmesi için ise
yabani ağaçlarla kültür ağaçlarının sürekli çaprazlanması gerekiyor. Zeytin ağacının
çok uzun ömürlü bir ağaç olması, iyi bakılırsa yüzlerce yıl ürün verebilmesi de
toprağın değerini artıran bir unsur. Bu yönüyle de zeytinin, yerleşik yaşam
biçimiyle ve dolayısıyla kültürle çok sıkı bir bağ içinde.
Zeytin, Bronz çağında giderek daha çok kültür ağaçlarından elde edilmeye başlamış ve bu zeytinlerden elde edilen yağ, diğer deyişle “altın sıvı”, çok değerli bir ticari mala dönüşmüş. Zeytin ağaçlarının yetişmesinin daha zor olduğu Mezopotamya ve Mısır gibi ülkelerde özellikle, kaliteli zeytinyağı için yüksek fiyatlar ödeniyormuş.
Zeytin, Romalılara ve Yunanlılara da Doğu Akdeniz’den geliyor. Romalılar zeytini çok sevmiş ve doğal acılığını almak için salamura yaptıkları zeytinleri yemek masasına taşımışlar. Kuzey Afrika, Güney İtalya ve Endülüs’e de zeytinlikler, sulama sistemleri kurmuşlar. Hatta gibi kimi sahteciliklere karşı, yağı “seyreltmek”, karıştırmak gibi, bürokrasiyi güçlendirmek amacıyla yönetimde kurallara bağlanan, zeytinyağı için özel bir tasnif sistemi geliştirmişler. Zeytinyağı o kadar popülermiş ki Septimius Severus (hük. 193-211) zeytini Roma İmparatorluğu vatandaşlarının “gönlünü hoş tutmak için” dağıtılan yiyecek yardımına zeytini de eklemiş.
Antik çağlardan beri insanoğlunun hep hayatının içinde olmuş bir ağaç; öyküsü de hala devam ediyor. Zeytinin ve zeytinyağının kültürümüzü nasıl biçimlendirdiğini öğrenmek istiyorsanız, Artun Ünsal’ın Yapı Kredi Yayınlarından çıkan “Ölmez Ağacının Peşinde / Türkiye’de Zeytin ve Zeytinyağı” kitabını edinmenizi öneriyorum. Anadolu insanını ve bu bereketli ağacın çevresinde ürettiği zenginliklerden bahsetmiş; en ilkel yöntemlerden çağdaş teknolojiye uzanan öyküsünü anlatmış. Efsanelerden başlayarak mutfağımızdaki, gündelik hayatımızdaki yeri, ekonomimizi nasıl şekillendirdiği gibi zeytine dair her şey var kitapta. Bir diğer güzel kitap da Adatepe Zeytinyağı Müzesi’nden Mahmut Boynudelik ve Zerrin İren Boynudelik’in Oğlak Yayınlarından çıkan “Zeytin Kitabı”.
Zeytinin tarihinin Akdeniz tarihinin, uygarlık tarihinin ayrılmaz bir parçası olduğunu da söyleyebiliriz. Kıbrıs ve Girit’e de MS 3000 yıllarında Ortadoğulu denizciler tarafından götürülmüş. Girit’te yaklaşık birçok vazoda, duvar kabartmalarında zeytin ağacı, zeytin yaprağı ve yıldız biçimindeki zeytin çiçeği figürlerini görebiliyoruz. Yaşlı Plinius da MS 1. yüzyılda Mısır’da Kızıldeniz kıyılarındaki zeytin ormanlarından söz ediyor ama zeytinciliğin burada ne kadar yaygınlık kazandığı kuşkulu.
Zeytin sonuçta bir Akdeniz bitkisi. Zeytin kelimesinin kökeni de bu kutsal bitkinin Akdeniz’e ait olduğunu gösteriyor. Zeytin Kitabı’nda da öyle yazıyor; Türkçe’de ve birçok Batı dilinde zeytin anlamında kullanılan sözcükler, Doğu Akdeniz kökenli iki sözcükten türemiş. Eski Girit’te elaiwa sözcüğü hem zeytin hem yağ anlamına geliyor. Semitik bir sözcük olan ulu da aynı anlamda kullanılmış ve giderek Yunanca’daki oleum ve Latince’deki oli sözcüklerine dönüşmüş. Zeytin kelimesi ise İbranice’deki zait sözcüğü ve Arapça zaitum kelimelerinden geliyor kuşkusuz.
Mitler ve efsaneler dünyasında zeytin
Bu topraklarda yaratılmış efsaneler zeytin ağacının kökeniyle ilgili bize birçok farklı şey söylüyor. Akdeniz dünyasının yaşam kaynağı olan ve çoğu mitosta “Ölmez Ağacı” diye geçen zeytinin insanoğluna tanrı armağanı olduğuna dair pek çok efsane var. Eski Mısır’da insanlar Tanrı Osiris’in karısı İsis’in insanlığa zeytinciliği öğrettiğine inanıyorlar. Yunanlılar ise zeytin ağacının Bilgelik Tanrıçası Athena’nın insanlığa bir hediyesi olduğuna inandılar. Bu zeytinin de binlerce yıl yaşadığına ama Pers işgali sırasında Atina şehri yakılıp yıkılırken büyük zarar gördüğüne inanılıyor. Persler püskürtülüp Atina yeniden özgürlüğüne kavuşunca Tanrıça Athena’nın zeytin ağacı yeniden filizlenmiş. Bu ağacın filizlerinden üretilen fidanlar da Atina’daki Akademi’nin bahçesine dikilmiş. Tarihçi Herodot’a göre moriae diye bilinen Athena’nın kutsal zeytin ağaçları özel yasalarla korunurmuş. Öyle ki bu ağaçların tek bir dalını izinsiz koparmak bile ölümle cezalandırılırmış. Athena’nın zeytin ağaçlarının dallarından örülen taçlar her dört senede bir Tanrıça Athena’nın doğum günlerinde yapılan Panathinakos oyunlarında kazananların başına ödül olarak takılırdı.
Olimpiyat oyunlarında kazananların başına yabani zeytin
dallarından taç takma geleneğiyse bir başka Tanrı’yla ilgili. Panathinakos
oyunları nasıl Bilgelik Tanrıçası Athena ile ilgiliyse Olimpiyat oyunlarının da
insanlığa Herakles’in bir armağanı olduğuna inanılıyor.
Bir başka efsaneyse Apollon ve Artemis’in zeytin ağacının gölgesinde doğduğunu söylüyor, o yüzden zeytin ağacının gölgesinde doğmak bir tür kutsallığı ifade ediyor. Antik çağın ünlü yazarı Diodoros’un metinlerine göreyse deliceleri aşılayıp ıslah eden, toprağı süren ve zeytin tanelerini hasat etmeyi insanoğluna Apollo’nun oğlu Aristaeus öğretmiş.
Ünlü Romalı şair Ovidius, Metamorphoses (Dönüşümler) adlı eserinde yabani zeytin ağacının ortaya çıkışını mitolojik bir öyküyle anlatıyor: “Orman perileri olan Müzler saz çalıp şarkılar eşliğinde eğlenirlerken bir çoban gelip kaba sözlerle onları rahatsız eder. Sonunda bir çalı ortaya çıkıp çobanın ağzını kaplar ve çoban yabani bir zeytin ağacına dönüşür.” Ovidius’a göre delicenin acı meyveleri, çobanın çirkin sözlerinin yakıcılığını taşıyor.
Tanrı soyundan gelip Roma’yı kurduğuna inanılan Romus ve Romulus
kardeşlerin zeytin ağaçlarının gölgesinde doğduğuna inanılıyor.
Tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında da zeytin ve zeytinyağı
sıkça anılıyor. İslamiyet’te, zeytin ağacının kökeni Adem’in yeryüzüne indiği
günlere dek götürülüyor. Adem’in ağrılara karşı Tanrı’ya yakındığını, bunun üzerine
Cebrail’in şifa niyetine zeytin ağacı indirdiğini yazar.
Bir başka efsanede ise Adem, ölümünün yaklaştığını hissedince oğullarından Şit’i Cennet bahçesine göndermiş ve Tanrı’dan bütün günahlarından arınmak için af diler. Cennet bahçesine bekçilik yapan melek, bilgi ağacından üç tohum kopararak Şit’e verir ve tohumları, öldüğünde Adem’in ağzına yerleştirmesini söyler. Ölümünden sonra Adem’in mezarından Akdeniz kıyılarının üç vazgeçilmez ağacı servi, sedir ve zeytin filizlenmiş.
Hıristiyanlar, Kudüs’teki Süleyman Tapınağı’nın kapılarının ve İsa’nın çarmıha gerildiği haçın da Adem’in mezarında yetişen bu ağaçlardan yapıldığına inanıyor. Deniz Gezgin’in Bitki Mitosları kitabında da efsanelere dair ilginç bilgiler var: İncil’de Pavlos’un Romalılara mektubunda İsa zeytin ağacını bir benzetme aracı olarak ustalıkla kullanmış: “…Eğer kök kutsalsa dallar da kutsaldır. Ama iyi cins zeytin ağacının kimi dalları budandıysa ve sen bir yabani zeytinken onların arasına aşılanıp, onlarla birlikte ağacın yaşam sağlayan özüne ortak oldunsa sakın önceki dallara böbürlenme! Eğer böbürleniyorsan şunu unutma: Kökü destekleyen sen değilsin: tam tersine kök seni destekliyor…”
Kuran-ı Kerim’in Tin Suresi’nde de “and olsun incire ve zeytine” diyerek yeminle onurlandırılıyor ağaç… Nuh’un Tufan’dan sonra yeryüzünde hayatı yeniden kurması, Eski Ahit’in Yaratılış bölümünde şöyle anlatılıyor. “…kırk gün sonra Nuh yapmış olduğu geminin penceresini açtı. Kuzgunu dışarı gönderdi. Kuzgun sular kuruyuncaya kadar geri dönmedi, uçup gitti. Bunun üzerine Nuh, suların yeryüzünden çekilip çekilmediğini anlamak için güvercini gönderdi. Güvercin gagasında yeni kopmuş bir zeytin yaprağıyla akşamleyin geri döndü. O zaman Nuh suların yeryüzünden çekilmiş olduğunu anladı. Bu kez güvercin geri dönmedi.”
Osmanlı’da ise zeytinin bereket getirdiğine, tılsımına inanılmış. Deniz Gezgin’in Sel Yayıncılık’tan Çıkan Bitki Mitosları kitabından aktarayım: Evliya Çelebi, Çemberlitaş sütununun tılsımıyla ilgili ilginç bir efsane anlatıyor. Buna göre sütunun en tepesine sığırcık kuşu biçiminde bir tılsım yerleştirilmiş. Bu kuş senede bir kez kanat çırparak ötüyor ve bunu işaret sayan diğer kuşlar gagaları ve tırnaklarıyla zeytin getiriyorlarmış. 17. yüzyılda yaşamış Mehmed Hemdemi Çelebi de Evliya’nın anlattığına benzer bir efsane aktarıyor. Rivayete göre Yanko bin Madyan’ın büyük bir kent ve kilise yaptıracağını duyan Rukiya adlı bir alim, becerisini göstermek için İstanbul’a gelir. Burada saf altından bir sığırcık kuşu yapıp zeytin çekirdeğini de sığırcığın ağzına koyar. Altından yaptığı bir levhaya da zeytinin Tevrat ve Zebur’daki kutsal adlarıyla bir tılsım kazımış ve bunu da büyük kilisenin kubbesine yerleştirmiş. Bir yıl sonra aynı levhayı sığırcık biçimindeki mücevhere asarlarmış ki toplayacakları zeytinin bereketi olsun.
Bu efsanelerin pek çoğunda zeytin ağacı düzeni, yerleşikliği,
bolluğu, ölmezliği, yeniden doğuşu anlatıyor, yani hayatı ve barışı temsil
ediyor. Bunun zeytinin fiziksel yapısıyla da bir bağı olmalı. Zeytin ağacı bir
kez toprağa tutunduktan sonra kolay kolay ölmez, öldüğü sanıldığı anda
köklerinden yeni filizler verebilir. Yaprakları yaz kış yeşil olan ağacın
neredeyse sonsuz bir yaşama gücü var.
Zeytin Kitabı’nda Batı sanatının sembolizminde de zeytinin önemli bir yeri olduğu anlatılmış. Sanat tarihine baktığımızda Boticelli’den Dürer’e, Monet’den Picasso’ya birçok sanatçının zeytini bir imge olarak kullanmış.
Güvercin ve Zeytin Dalı – Pablo Picasso
17. yüzyılda Kuzey Avrupa’ya özgü natürmortlarda zeytin, acımsı tadıyla İsa’nın çektiği acıları sembolize ediyor. Zeytinin natürmortlara girmiş olmasından Sömürgeci Hollanda’nın egzotik ürünlere olan merakıyla Batı’ya getirdiği bir bitki olduğunu da anlıyoruz.
Farklı iklim ve coğrafyalarda Oscar Wilde gibi, Rilke ya da Pushkin gibi birçok şair zeytini metafor olarak kullanmış. Nazım Hikmet için de zeytin, yaşama gücünün, bütün zorluklara rağmen hayata sıkıca sarılmanın sembolü. Şiirlerinde zeytini sıkça kullanan Lorca, zeytin toplayan güzel kızların şiirini yazar, yakın arkadaşı Salvador Dali’nin sesini ise “zeytin renkli” diye tarif eder.
Ressamlar da zeytin ağacının gövdesindeki sonsuz ve derin kıvrımlara ve yapraklarındaki ışık oyunlarına kayıtsız kalamamış. Van Gogh, Güney Fransa’da St.Remy’de yaşadığı günlerde bir mektupta şöyle der: “Zeytin ağaçları çok karakteristik ve ben bu özellikleri yakalamaya çalışıyorum. Gümüş rengindeler, bazen mavimsi, bazen yeşile çalıyorlar, bazen sarı üzerine düşen parlak bir ağartı, pembe, mor, yer turuncusu, demir kırmızısı… Fakat zor, gerçekten çok zor. Ama bunu seviyorum ve altın ve gümüş rengiyle çalışma fikri beni çekiyor. Ayçiçeklerinde sarılar için yaptığıma benzer bir şekilde belki bunları da günün birinde kişisel izlenimlerim olarak aktarırım.”
Bill Laws’ın “Fifty Plants that Changed the Course of History / Dünya Tarihinin Akışını Değiştiren Elli Bitki” kitabında empresyonist ressam Pierre Auguste Renoir’nın ömrünün son yıllarını 1907 yılında ve bahçesinde asırlık bir zeytin ağacı olan evde geçirdiğini söylüyor. Arkadaşına yazdığı bir mektupta Renoir “Renklerle dolu. Hafif bir rüzgarla zeytin ağaçlarımın renk tonu değişiyor. Renk yapraklarda değil, asıl yaprakların arasındaki boşluklarda. Zeytin ağacı, ah o canavar! Bana ne çok sorun yarattığını bilsen” diye yazmış.
Sekiz köşe şapkaları ve ellerindeki tırpanlarıyla güzel ezgileri olan, türküler söyleyen adamlar gelmişti köyümüze. Onlar, adeta yazın sarı sıcağında sapsarı mercimek tarlasında tırpanlarını bir ileriye bir geriye savuran ter döken işçiler değil de müzikal bir oyunu icra eden oyunculardı. Gırtlaklarındaki ve türkülerindeki sesin acısını çocuk yüreğimle hissetmiştim. Kimdi bu bahsettiğim sekiz köşe şapkalı, şalvarlı daima terleyen, hayatlarını Diyarbakır’ın kaynayan yazın sıcağında türküler söyleyerek anılarımda iz bırakan bu adamlar? Serhat’tan Diyarbakır ovasına gelen tırpancılardı. O dönemlerde Muş, Ağrı, Kars gibi şehirlerden işçiler tırpancı olarak gelir mercimek, nohut tarlalarında hasat zamanında çalışırlardı. İnsanoğlu bu, gittiği yerlere kendisiyle beraber kederini, hayallerini, ağıtlarını, türkülerini de götürür. İşte bu sekiz köşe şapkalı adamlar türküleriyle köyümüze gelmişlerdi. Hüznün sarısına boyanmış tarlalarda aynı hizada sıralanarak ellerine aldıkları tırpanlarla aynı ritimde hareket ederek yaptıkları işi bir mecburiyetten öte eğlenceli bir gösteriye çeviriyorlardı. Şehirde doğmuş büyümüş bir öğretmen çocuğu olmama rağmen köyle ilişkimiz akrabalarımızın köyde olması dolayısıyla sürekli devam etti. Köye yaz tatillerinde de olsa geliş gidişlerimin, toplumumuzu daha iyi tanıma fırsatı sunmasına hep şükretmişimdir.
Egidê Cimo
Bugünlerde Egidê Cimo’yu kaybettik. Aklıma mercimek tarlasında
yüreğime nakşolunmuş serhat ezgileri geldi. Türkülerin sözlerinin
muhteşemliği dışında kavalın içli sesiydi asıl yüreğimize dokunan.
Kavalı bu kadar güzelleştiren neydi? Acı kendini insanoğlunun bedeninde
yaşatırken çöreklenip oturduğu, bir türlü gitmek bilmediği biricik yer;
göğüs kafesinde yüreğin ve ciğerlerin kapladığı alandır. Yürek her
atımda acıyı besler, acı yüreği durdurmak meylindedir sürekli. Bir yılan
gibi çöreklenmiş acı, nefes olup çıkarken kavala ses olarak akar.
Kanımca başta kaval olmak üzere nefesli çalgıları diğer enstrümanlardan
daha kıymetli kılan, insanoğlunun iç sesi ile olan direkt temasıdır.
Kürtlerin yüzyıllardan beridir çektiği acıyı anlatmaya gerek yok, Egidê
Cimo’nun kavalını dinlemek yeterlidir.
Egidê Cimo gibi birçok sanatçıyı köye gidişlerimde yazın sıcağında
gece damlara serilmiş yataklarda Erivan radyosunu dinlerken tanımıştım.
Babaannem pilli radyosundan cızırtılar içinde Erivan kanalını bulmaya
çalışırken hepimiz başına üşüşürdük. Sonra bir türkü başlardı, herkes
dam yataklarındaki yerlerini alırdı. Gökyüzünde yıldızlar parıl parılken
ellerimizi uzatırsak yakalayabileceğimize inandığımız yaşlarımızdı.
Bizi bugün çoğu kişiden farklı kılan, toy yaşlarımızda bizi duygulu
bireyler yapan kültürümüzün önemli icra alanı olan türkülerimizdi.
Yaşanan acının kimsesizliğini yine bir köylü kadının türkü eşliğinde
ağlamasında gördüm. Babaannem bir kaval kaseti almıştı yine Serhat
ezgileriydi. Kardeşi vurulmuş köylü kadın, kaseti babaannemle dinlerken
nasıl hıçkırıklara boğularak ağladığını hatırlarım. Bazen acı onu
oturtmuyordu ki ayakta durmuş, ellerini havadaki boşlukta bir sağa bir
sola sallayarak hareket ettiriyordu. Türkü dinleyerek, kaval dinleyerek
içindeki acıyı odanın boşluğuna savuruyordu. Köylümüz olan o kadının
kavalın ritmindeki tarifsiz acısını yaşayışını hiçbir zaman unutmadım.
Kederini içinde böylesine usul usul, ince ince yaşayan kadını. Yıllar
sonra aynı acıyı, öldürülme acısını ben de yaşayınca türkü dinlediğim
çok oldu. Tahir ile daha önceden dinlediğim Botan ezgilerini dinledim
onun gidişinden sonra. Serhat ezgileri çocukluğumda kalmıştı. Mihemet
Arifê Cizrawî dinlerken aşk acısı çekiyorduk o zamanlar. Şimdi ise
onulmaz bir ölüm acısı. Geriye dönüşü olmayacak gidişler.
Yıllar sonra sekiz köşe şapkalı, şalvarlı güzel türküler söyleyen adamların yerini takur tukurtularıyla biçerdöverler aldı. Teknolojinin azizleri sadece tarlalarımızdaki mercimekleri biçip gitmediler. Kültürel, tarihsel ruh birliğimizi de biçip gittiler. Ardımızda kültürel mirası boşluğa savrulmuş, çorak işe yaramaz topraklar kaldı. İşin asıl acıtan, kanatan yanı; aleyhimize işleyen zamana karşı bizim günden güne bu kan kaybına bir çare bulmamız gerekirken bu alandaki kayıplarımızı müstehzi bir gülümsemeyle geçiştirdik yıllarca. Oysa yaşadığımız acı hakikatleri yarınlara taşıyacak en önemli mecralardandır kültürel mirasımız, müziğimiz, sanatımız. İçimde çoğu zaman durduramadığım kendimce haklı gördüğüm serzenişi biraz teskin etmeye çalışarak umutlu olmaya çalışıyorum herkes gibi. Geçenlerde kütüphanede ders çalışırken genç nesilden bir arkadaşım abla “Şakiro dinliyor musun ?”dedi. Gülerek evet dedim. Kulaklığı telefona taktık. Kütüphanede dinlemeye başladık. Şakiro içli sesiyle kulağımıza “hey limin limin hey limin Asya yê bi sê denga ba min kır.” diyordu.
Benim çocukluğumda boza içmeye Vefa’ya gidilirdi. Kış geceleri “booooza”cı gezerdi sokaklarda. Biz pek itibar etmezdik, biraz sulu olurdu o bozalar. Anadolu yakasında olmamıza rağmen sadece boza içmek için o eski dükkanın kocaman ahşap kapısına varırdık. Duvarlardaki ve yerlerdeki çiniler, marmara mermerinden tezgah, yine mermerden kocaman bir havanı andıran ve içerisine boza konulan kasenin soğukluğuna rağmen ahşap doğramalar, sandalyeler , tezgah mobilyaları ısıtırdı sanki içimizi. Hele ki karlı bir kış gecesi bir tanıdığın arabasına ailece doluşup gidilince ayrı bir keyif olurdu boza içmek. Bir kere de Kadıköy’de bir pastaneye gittiğimizi hatırlıyorum, sanıyorum Altınoğlu Pastanesi idi.
Bizim evde bir de yeşil kalın bir cam boza şişesi olurdu. Boza istenildiği zaman ya da birisi bir iddiada kaybettiğinde, ceza niyetine o koca şişe, bir file ya da bez bir torbaya konulur ve doldurulurdu. Hep beraber bardaklara doldurulur, üzerine zevkine göre tarçın ve elbette bolca leblebi ile içilirdi. Koyu halinden sebep içmek ile yemek arasında bir eylem olurdu aslında. Bir kaşık yardımı ile dibine kadar da bitirilirdi. Hatta o da yetmez, biz çocuklar dilimiz erdiğince bardağın içi yalar, en son da parmak yardımıyla bardak tertemiz olana dek keyiflenilirdi.
Bozayı çok seviyoruz ama artık o da paketlenen her şey gibi evimizden uzaklaştı. İçmek istesek bile artık çoğu boza, bol şekerli bir içecek sadece. Şimdi bizden bu eski içeceği uzaklaştıran tüm bozacılara gitsin bu serzenişler.
Efendim, yıllar sonra ilk defa bugün evde boza çalışmaları başlıyor.Geçen hafta Eren boza istedi ancak elim varmadı bir türlü. Hemen bir adım atalım istedim.
Çeşitli tahıllarla yapılırmış boza. Bizim bildiğimiz daha çok darıdan yapılanı. Fazla vakit kaybetmeden evde, elimizde kalan son üveyik buğdayı ile ufak bir başlangıç yapalım istedim ve bir barak buğdayı suya koydum. Daha sonra bir lezzet taraması yapar, mısırı, arpası, darısı ne bulursak bozalarız. Temiz üretilmiş, yerel tohumları toz şeker kullanmadan fermente etmek amaç.
Bu yazıyı yazdığım süreçte boza denemeleri devam ediyor. Evde her hafta farklı bir ya da birkaç boza tadımı yapıyoruz ailece. Bu çalışmaların sonucunda, sonraki yazı bir boza tarifi de içerecek.
Tek korkum , olur da güzel bozalarsak, Fı-rı-nım-dan Booozaa diye sokaklara çıkmayayım. Yok yok bence boza aşkına atlar gelirsiniz muhabbete.