Ana Sayfa Blog Sayfa 2440

Cüneyt Cebenoyan’a son veda

Geçirdiği trafik kazası sonucu hayatını kaybeden Gazeteci-Yazar Cüneyt Cebenoyan son yolculuğuna uğurlandı.

Cebenoyan için ilk olarak yaklaşık 16 yıldır yazarı olduğu BirGün Gazetesi önünde tören düzenlendi.

Törende konuşma yapan eşi Ayşegül Cebenoyan, “Cüneyt benim 33 yıllık sevgilim, can yoldaşımdı. Birlikte hayatın pek çok güzelliğini ve acısını yaşadık. İki gündür yazılanlara baktığımda yaşadığı acılara çok fazla vurgu yapıldığı isyan edildiğini gördüm. Bu yazıları yazan herkese çok teşekkür ediyorum yanımızda olduklarını hissediyorum. Ama ben Cüneyt’in boyun eğmez, inatçı,-mış gibi yapmayan dirençli yanından söz etmek istiyorum. Çünkü Cüneyt yaşadıklarının bu coğrafyanın kaderi olmaması için mücadele etmişti. ” dedi.

Kızı Elif, yaptığı konuşmada “Babam beni hayatta en çok güldüren insandı. Benim espri anlayışımı “Benim esprimi bir ablam anlardı bir de bu” diyerek beni işaret edererek anlatırdı. Babamı komikliğiyle, sıcaklığıyla, şefkatiyle, kararlığıyla bütün yönleriyle hatırlamak için elimden geleni yapacağım” ifadelerini kullandı.

Cebenoyan’ın anısını yaşatmak için arkadaşları, Cebenoyan Çocuk ve Sinema Fonu adında bir fon kurduklarını açıkladı.

Zincirlikuyu Merkez Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Cüneyt Cebenoyan, Zincirlikuyu Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Cebenoyan Açıkradyo’da yaptığı programla, Birgün Gazetesinde, Roll ve Express dergisinde yazılarıyla tanınıyordu.

ABD – Çin ticaret savaşı piyasaları sarsıyor

Amerika Birleşik Devletleri ve Çin arasında tekrar yükselen ticaret gerilimi dünya borsalarının üst üste altıncı gününde de değer kaybetmesine yol açtı. Özellike madencilik ve emtia hisseleri kayıplarda başı çekti.

Çin para birimi Yuan da Amerikan Doları karşısında son on yılın en düşük seviyesine geriledi.

Güvenli liman olarak görülen Japon yeni, gelişmiş ülke bonoları ve altın yükseldi.

Euronews’da yer alan habere göre Cuma günü yüzde 2,5’luk kayıpla 2019 yılının en kötü gününü geçiren Avrupa borsalarında kan kaybı devam ederken Avrupa geneli temel gösterge endeksi olan Stoxx 600 öğle saatleri itibariyle yüzde 2 geriledi.

Amerika Birleşik Devletleri ve Çin arasındaki ticaret savaşlarına haziran ayında ara verilmesinin ardından geçtiğimiz hafta yapılan müzakerelerin düşük profilli geçmesi beklenen bir durumdu fakat ABD Başkanı Donald Trump’ın ateşkesi sonlandırması beklenmiyordu ve 300 milyar dolarlık ürüne eylül ayından itibaren yeni vergiler getirileceğini açıklaması piyasalarda şok etkisi yarattı.

Asya borsaları son 10 aydaki en büyük günlük kaybını yaşarken Wall Street’in endişe termometresi olarak bilinen VIX Volatility Index yüzde 19,03’e çıkarak 13 Mayıs’tan bu yana en yüksek seviyesini gördü. Bu endeksin Avrupa’daki muadili olan V’TX de Ocak ayından bu yana en yüksek seviyesini gördü.

Ticaret savaşlarıyla artan belirsizlikler nedeniyle yatırımcıların riskten kaçınmak için tercih ettiği Japon yeni yüzde 0,7’lik artışla ocak ayından bu yana en yüksek seviyesini gördü. İsviçre Frankı da yükselen bir diğer para birimi oldu.

30 yıl vadeli Hollanda hazine bonolarının getirisi tarihinde ilk defa negatif oldu.

10 yıllık Amerikan hazine bonolarının getiri oranı yüzde 1.77’ye gerilerken aynı vadeli Alman hazine bonolarının getiri oranı yüzde eksi 0.53’e düştü.

Altın yüzde birin üzerinde değer kazanırken ons fiyatı bin 456 dolara kadar yükseldi.

Ekonomideki yavaşlama beklentisi nedeniyle de petrol fiyatları yüzde birin üzerinde geriledi.

 

Bilim insanlarından uyarı: Toprağı sömürmeye son verin

Bilim insanları dünyanın toprak yüzeylerine verilen zararı sert bir şekilde kınama kararı aldı.

İsviçre’de bir araya gelen uzmanlar, insanların yürüttüğü faaliyetlerin toprağın kalitesini bozduğunu, çölleri yaydığını, ormanları azalttığını, vahşi yaşamı yerinden ettiğini ve turbalık alanları kuruttuğunu açıklayacak.

Bütün bu faaliyetler toprağın iklim değişimiyle mücadeleye katkı sağlayan bir karbon deposundan, atmosfere karbon salımına yol açan bir kaynağa dönüşmesine yol açtı.

BBC Türkçe’den Roger Harrabin’in haberine göre Birleşmiş Milletler Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nde (IPCC) yer alan bilim insanları ve hükümet yetkilileri tarafından bu hafta son hali verilecek raporda iklimin feci bir şekilde ısınmasının önüne geçmek için toprağın bu şekilde sömürülmesine son verilmesi gerektiği yer alacak.

Toprak bizi iklim değişikliğinden nasıl koruyabilir?

İşlenmemiş topraklar, üzerinde barındırdıkları bitkilerin atmosferi ısıtan karbondioksit gazını tüketmesi sayesinde küresel ısınmaya karşı mücadelede önemli bir rol oynuyor.Bilim insanları raporda, çiftçilik ve kerestecilik yapma yöntemlerimizin karbondioksit salımını artırdığına yer verecek.

Atmosfere salınan ve sera etkisi yapan gazların üçte biri ile dörtte biri arasında bir kısmı toprak kullanımımızdan kaynaklanıyor.

‘Zor kararlar alınması gerekiyor’

Raporda toprak kullanımımız hakkında zor kararlar alınması gerektiği vurgulanacak. Zira toprak için birbiriyle yarışan birden fazla talep var: Bioyakıt üretimi, plastik ve lif üretimi için gereken bitkiler, kerestecilik, kağıt üretimi, artan nüfus için gıda üretimi ve doğal hayat.

Raporda kırmızı et üretiminin bir yandan toprağa büyük bir baskı uyguladığı, diğer yandan da sera gazı etkisi yaratan metan gazı salımının yarısını oluşturduğu aktarılacak. Bu rapor, IPCC’nin toprak kullanımı ve sömürüsü üzerine bugüne kadar hazırladığı en sert rapor olacak. Raporun özünde ise toprağın karbondioksit salım kaynağı olarak mı yoksa karbondioksit depolama alanı olarak mı kullanılacağına dair ikilem yatıyor. Bu, toprağı nasıl kullandığımıza bağlı olarak değişebilir.

Neden önemli?

İngiltere’nin doğusundaki turbalık alanlar bu raporda bahsedilen ikilem için ideal bir örnek. Doğal halinde aşırı sulu olan bu toprakların yüzde 99’u yüzyıllar içerisinde kurutularak tarıma açıldı. Fakat üzerinde tarım yapılan bu topraklar her yıl yüzde 1-2 oranında bir kısmını erozyona kaybediyor. Bunun altında da turbanın havayla temas etmesi sonucunda oksitlenmesi ve karbondioksit yaratması yatıyor. Problem, bu toprakların aynı zamanda İngiltere’nin en verimli toprakları olması. Çiftçiler bu toprakları karbon tutması için bırakmak değil üzerinde gıda yetiştirmek istiyor.

Bölgedeki genç çiftçilerden Charles Shopshire, tarlasından atmosfere karışan karbon konusunda endişeli olduğunu anlatıyor. Shopshire iklim değişikliğinin halihazırda bitkilerin büyümesini etkilediğini fark etmiş. Buna karşı “canlandırıcı tarım” denilen teknikleri uyguluyor. Bu tekniklerin arasında tarlayı derin sürmeme, kışın toprağı bitki örtüsüyle kaplama ve damla sulama yer alıyor. Denemek istediği bir diğer teknik de kışın toprağı ıslatarak üzerinde güzellik kürlerinde ve tavandan sarkıtılan saksılarda kullanılan bataklık yosunu (sfagnum) yosunu yetiştirmek.

Fakat çoğu çiftçi üretim tarzlarını değiştirme konusunda isteksiz.

Dünyanın dört bir yanında, artan gıda talebine yetişmeye çalışan çiftçilerin hikayelerini duyabilirsiniz. Ama bu, uzun vadede toprağı olumsuz etkiliyor. Sorunun bir kısmı da gıda ve bitki yağı tüketiminin 1960’lardan bu yana iki kat artması.

Sorunu çözebilir miyiz?

Bilim insanları sorunun devasa boyutlarda olduğunu söylüyor. Bunu çözmenin çok zor olduğunu onlar da kabul ediyor, özellikle ekosistemi korumak için gereken çiftçilik tarzı için yarım milyar çiftçiye daha farklı çalışmaları konusunda eğitim verilmesi gerekeceği için.

Bilim insanlarına göre yapmamız gerekenler şunlar:

  • Ormanlık bölgeleri korumak, özellikle de tropik bölgelerde
  • Daha fazla sebze ve daha az et içeren beslenme tarzına geçmek
  • Turbalık alanları korumak ve mümkün olduğunca eski hallerine döndürmek
  • Biyoyakıt üretimini azaltmak
  • Ekinlerin ağaçlarla bir arada olduğu tarımsal ormancılık (agroforesti) yapmak
  • Ekin çeşitlerini çoğaltmak

Çözümler konusunda fikir birliği var mı?

Çözümler konusunda bazı fikir ayrılıkları da var. Bazıları tarım faaliyetlerini olabildiğince küçük bir alanda yoğunlaştırılmış bir şekilde yapıp bu sayede geri kalan toprağı doğaya terk etmeyi ve bu sayede daha fazla karbondioksit depolamayı öneriyor. Diğerleri ise tarımı çevreyle daha uyumlu bir şekilde yapıp atmosfere daha az karbon salmanın daha doğru olacağını düşünüyor. Fakat bu öneri de daha fazla toprağa ihtiyaç duyduğu için doğaya daha az toprak bırakıyor.

Rapor her iki seçenekte de küresel ısınmadan en çok etkilenen çiftçilerin en yoksul çiftçiler olacağını ve bu insanların çiftçilik yapma yöntemlerini değiştirmeleri için gereken teknolojiyi karşılamakta en çok zorlanacak grup olacağını vurguluyor.

Rapor politikaları etkileyebilecek mi?

BBC ‘ye konuşan ABD merkezli çevreci düşünce kuruluşu WRI’dan Kelly Levin, bu raporun fosil yakıtlardan atmosfere salımı azaltmak için siyasetçiler üzerinde büyük bir baskı oluşturması gerektiğini düşünüyor: “Eğer iklim problemini çözmeyi bugün zor buluyorsak, bir de gelecekte karbonu tutacak toprak kalmadığında ne kadar zor bulacağımızı hayal edin.”

İngiltere’deki Cranfield Üniversitesi’nden Prof. Jane Rickson “IPCC raporunun siyasetçileri ve toprak sahiplerini gerekli değişiklikleri yaparak iklim krizine bir son vermek için motive edecek kadar güçlü olmasını umuyorum” diyor.

 

Salda Gölü ihalesinde mahkemeden ara karar

Hassas ekosistemi nedeniyle korunması gereken tabiat varlıklarımızdan Salda gölünde yapılması planlanan inşaat faaliyetleri kamuoyunda tepki çeken Salda Gölü için yapılan itirazlara mahkemeden ara karar çıktı.

Salda Gölü’nde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Millet Bahçesi ve Millet Bahçesine ait Sosyal Donatıları ile Altyapı ve Çevre Düzenlemesi ihalesi, 5 kişi tarafından yaklaşık bir hafta önce yargıya taşındı. 31 Temmuz’da yapılan ihalenin yürütmesinin durdurulması ve iptali istenen davayla ilgili Isparta İdare Mahkemesi ara karar verdi.

Mahkeme, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile TOKİ’den ihale onay belgesi, ihale onay belgesi düzenlendikten sonra yapılan işlemler, ihale kararının hangi idari makam/merci tarafından alındığı ve onaylandığına dair tüm belgeleri istedi. Ayrıca ihale kararını onaylayan şube veya birim tarafından gerçekleştirilen ihaleyle ilgili durumun ayrıntılı izah edilmesi de talep edildi. Mahkeme söz konusu tüm belgelerin 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 20’nci ve 20/A-f maddesi uyarınca davanın ivedi yargılama usulüne tabi olması sebebiyle ara karar süresinin 5 gün olarak belirlenmesine oy birliğiyle karar verdi.

Davayı açan Burdur Yeşilova sakinlerinin avukatı Münip Ermiş, bu tür davalarda idareye verilen cevap süresi normalde 30 günken mahkemenin yetkisi çerçevesinde acil bir durum olması nedeniyle bu davada süreyi 5 güne indirdiğini söyledi. Ermiş, “Çünkü bu süre kısaltması daha çok yürütmenin durdurulması taleplerinde söz konusu oluyor. 5 gün içerisinde Bakanlık ve TOKİ’nin yanıtları vermek ve tüm ihale dosyalarını, projeleri mahkemeye göndermesi gerekiyor. 5 gün sonra mahkeme tekrar toplanarak yürütmenin durdurulmasıyla ilgili karar verecek” dedi.

Atlanta gıda çölünü üç dönümlük gıda ormanına çevirdi

Atlanta’nın Lakewood-Browns Mill bölgesindeki halkın üçte birinden fazlası yoksulluk sınırının altında yaşıyorlar; ancak şimdi taze gıda gerçek anlamıyla ellerinin altında olacak. Eskiden bir gıda çölü (taze gıdaya erişimi olmayan düşük gelirli bir alan) olan yer şimdi bir gıda ormanı (taze ürün yetişen bir kamusal alan) olmuştur. Terk edilmiş 3 dönümlük alan, kamusal bir bahçeye dönüştürülüp yürüyüş yollarının da eklenmesiyle tamamlandı. 1000 adet yenilebilir meyve ve kuru yemiş ağacı, üzüm salkımları ve başka ağaççıklar arasından yöre halkının yiyecek toplaması da serbest.

Kentsel Gıda Ormanı (The Urban Food Forest) , bu ülkenin en büyüğüdür, Atlanta’daki ilk gıda ormanıdır ve halka açık olarak ücretsiz hizmet vermektedir. Ama Atlanta şehri, gıda çölünün ortasında sadece tek bir tane yiyecek vahasını ile yetinmemek istiyor. Şehir 2021 yılında, gıda ekonomisini güçlendirerek yerlilerin %85’inin, taze yiyeceğe erişiminin 2.5 km’lik bir mesafe içinde olmasını planlıyor.

Topluluk gıda ormanı, gerçekten de el birliği ile meydana geldi. The Conservation Fund (Muhafaza Fonu), yerel sivil toplum örgütleri ve gönüllüler bir araya gelerek bahçeyi genişletti. Atlanta Park ve İstirahat Departmanı, Ulusal Park Hizmetleri, Trees Atlanta ve Concrete Jungle topluluklarının hepsi gıda ormanını yaratıp yaşatmak için kollarını sıvadılar. Trees Atlanta da yeşeren ormanı olduğu gibi koruyacak.

Muhafaza fonu (Conservation Fund), boş araziyi 2016 yılında satın aldı ve Atlanta, onlara burası için 157,384 dolar ödedi. “Buranın şimdiki sakinleri, komşuları alıp eğlensinler diye çitlerin üzerine çiftliklerinden çıkan fazla mahsulü bırakıp giden arsanın eski sahipleri hakkında hala konuşurlar.” Diye belirtti USDA. “Şimdi bu topraklar bu tarihi kutlayacak ve halka yeni anılar doğuracak.”

Gıda ormanı alanında girişim yapan tek şehir Atlanta değil. Ülkenin diğer bölgelerinde de birçok gıda ormanı yetişmektedir ve bunların başarılı oldukları ispatlanmaktadır. Seattle’daki Beacon Gıda Ormanı ve Asheville’deki George Washington Carver Yenilebilir Parkı bunlara örnektir. Şu anda Amerika’da 70 tane gıda ormanı bulunmaktadır.

Şimdi, taze yemeğe erişmek demek gerçekten parkta bir dolaşmak demek, yani tam da olması gerektiği gibi.

Makalenin İngilizce Orijinali

Yeşil Gazete için çeviren: Verda Zincirkıran

Veganlar Resmi Hayvan Hakları için yürüdü

Türkiye’de yurt çapındaki vegan oluşumların ilk kez birlikte düzenlediği Resmi Hayvan Hakları Yürüyüşü, dün Kadıköy’de gerçekleşti.

Kadıköy Bahariye Caddesi’nde yapılan olan yürüyüşün ana sloganı “Hayvan Hakları Veganlıktır!” olarak belirlenmişti. Eyleme katılan veganlar, Bahariye Caddesi boyunca trampetler eşliğinde, düdük çalıp sloganlar atarak yürüdü.

İnsan olmayan hayvanların haklarını savunmak ve onlara yönelik tüm sömürülere karşı mücadele etmek için başlatılan eylem, dünyada 2016’dan beri yapılıyor. Yürüyüşün amacı, dünyadaki veganları birleştirmek ve günlük yaşantılarında hayvanlar için ses çıkarıp aktif olmaları konusunda esin vermek.

Geçen yıl dünya çapında 25 kentte yapılan yürüyüş, bu yıl aralarında İstanbul’un da olduğu 38 farklı kentte gerçekleştiriliyor.

Yürüyüşü düzenleyenler arasında yer alan gazeteci-yazar, hayvan özgürlüğü aktivisti Zülal Kalkandelen, hayvan haklarını savunmanın birincil gereğinin tüm bilinç sahibi duyarlı canlıların yaşam hakkını savunmak ve hayvanlara uygulanan tüm sömürülere karşı çıkmak olduğunu belirterek, bunun da ancak vegan olmakla mümkün olacağını belirtti.

Moda’daki Mehmet Ayvalıtaş Parkı’nda yapılan basın açıklaması ile son bulan eylem, renkli hayvan maskeleri ve çarpıcı pankartlarıyla vatandaşların ilgisini çekti.

Yapılan basın açıklamasında üç temel hususa vurgu yapıldı:

1- Yaşadığımız toplumlarda henüz azınlık olsak da, dünyanın her yerinde var olduğumuzu göstermek,

2- Hayvanlara yönelik her türlü zulmü, tahakkümü ve işkenceyi reddedenlerin sırtladığı Vegan Devrimi’nin ayak seslerini dünyaya duyurmak,

3- İnsan olan hayvanların, insan dışı hayvanların ve yeryüzünün özgürlüğü için el ele yürütülecek bir mücadeleyi güçlendirmek!

 

 

Avrupa tarihindeki en sıcak Haziran!

Avrupa Birliği Kopernik Programı tarafından son açıklanan verilere göre, Haziran 2019 Avrupa’da tarihteki en sıcak Haziran olarak kayıtlara geçti. Yayımlanan verilere göre tüm Avrupa kıtasında Haziran ayı mevsim normallerinin 2°C üzerinde gerçekleşti.  

Yayımlanan verilere göre, Türkiye dahil olmak üzere kıtanın tamamında Haziran 2019 sıcaklıkları mevsim normallerinin çok üzerinde gerçekleşti. Aşırı sıcaklıklar ile beraber Avrupa’nın birçok yerinde aşırı hava olayları da görüldü, bu iklim afetlerinde hasarlar ortaya çıktı. Kopernik Programı’nın yayımlandığı verilere dair detaylı bilgilere linkten ulaşabilirsiniz.

Aşağıda ise, Haziran 2019’da Türkiye ve Avrupa’da yaşanan aşırı hava olayları ve bu olayların etkilerine dair bilgileri görebilirsiniz.

Özellikle Avrupa kıtasının birçok yerinde yaşanan orman yangınları dikkat çekiciydi. Fransa, Almanya, Portekiz, İspanya, Türkiye ve daha birçok yerde görülen bu yangınlar önemli hasarlara yol açtı. Dünya Meteoroloji Örgütü, bu yangınların beklenmedik olduğunu açıkladı.

Aşırı hava olayları ve iklim afetleri Haziran 2019’da Türkiye’nin de gündeminden düşmedi.

Orman Yangınları:

Haziran ayında Türkiye’nin dört bir yanından orman yangını haberleri geldi. İzmir, İstanbul, Bilecik, Balıkesir, Antalya, Muğla’da, Hatay’da, Manisa’da ve daha bir çok yerde onlarca orman yangını yaşandı, önemli hasarlar meydana geldi.

Seller:

Haziran ayında seller de, Türkiye’nin birçok yerinde özellikle neden olduğu can kayıpları ile gündeme geldi. Haziran ayındaki ilk çarpıcı sel felaketi, Türkiye’nin başkentinde yaşandı. 9 Haziran’da, sel yüzünden, üç kişi yaşamını yitirdi. Kentte sokaklar göle döndü, hayat durdu.

18 Haziran’da ise Trabzon’da yaşanan aşırı hava olayları 8 kişinin can kaybına neden oldu. Kayıp 2 kişi için arama çalışmaları haftalarca devam etti, okullar yıkıldı, yaşam durdu.

Aşırı yağmurlar, aynı günlerde Ağrı’da ve Bartın’da da can aldı. Dinar’da aşırı hava olayları 2’si çocuk 4 kişinin ölümüne sebep oldu, Bartın’da 1 kişi yine selde kayboldu ve yaşamını yitirdi.

Haziran’da başka seller de yaşandı. Araklı ile aynı gün (18 Haziran 2019) Mersin’de de sel ve yıldırım hayatı olumsuz etkiledi. Mersin üç ilçesindeki aşırı yağışlar, hayvanların ölmesine yol açtı, Mut ilçesinde bir hafta boyunca sel yüzünden zorunlu su kesintisi yaşandı.  İki gün sonra Tarsus ilçesinde de sel yaşandı.

Avrupa: 

Haziran ayındaki aşırı sıcaklıklar, Avrupa’da aynı zamanda ekonomik ve sosyal sorunlara da yol açtı:

Belçika:

Aşırı sıcaklıklardan dolayı Belçika’da tren seferleri durdu. Otoriteler tarafınan aşırı sıcaklıkların hava kirliliği oranlarını arttırdığına dair uyarılara yapıldı. Kızılhaç, aşırı sıcaklıklara önlem olarak evsizlere su dağıtmak zorunda kaldı.

Fransa:

Paris’te aşırı sıcaklıklardan dolayı kırmızı alarm verildi, itfaiye olası yangınlara karşı halkı uyardı.

Almanya:

Sıcaklıklardan dolayı trenler iptal edildi. Avrupa’daki en önemli ticaret rotalarından Ren nehrinde su seviyesi önemli düşüş yaşadı, ulaşım sekteye uğradı.

Norveç:

Kuzey Norveç’te 200’den fazla ren geyiği, aşırı sıcaklıklar ve yeterli besin bulamamaktan dolayı ölü bulundu.

Polonya:

Ülkenin tamamında Haziran 2019’un ikinci yarısında kuraklık görüldü. Yeterli havalandırma sistemi olmayan hastaneler ilaçları soğutmakta sıkıntı yaşadı.

Birleşik Krallık:

Aşırı sıcaklıklar uçuşların aksamasına ve hatta iptal edilmesine neden oldu.

 

On binler Kazdağları’nda altın madenine karşı yürüyüşe geçti

Kazdağları’nda Kirazlı ve Balaban köyleri yakınında ve Çanakkale’nin içme suyu barajı Atikhisar’ın yanı başında Kanadalı Alamos Gold Madencilik tarafından açılmak istenen siyanürlü altın madenine karşı Büyük Su ve Vicdan Buluşması başladı.

Çanakkale Belediyesi’nin çağrısıyla düzenlenen protesto için Kirazlı-Balaban’daki Su ve Vicdan Nöbeti alanında toplanan on binlerce kişi 195 bin ağacın kesildiği altın madeni alanına doğru bugün 12:30’da yüryüşe geçti. 13:30’da tel örgülü alana giren binlerce protestocu maden alanına doğru ilerledi.

Yürüyüşten önce bir araya gelen vatandaşlar ilk olarak “Kaz Dağları Andı”nı okudu.

Kaz Dağları andı

Ağaçların ayakları yok kaçmaya…
Elleri yok dövüşmeye…
Dilleri yok sövmeye…
O halde…
Kaz Dağlarımızı biz savunacağız biz…
Bu dağlarda durursa kalbim bir gün…
Düştüğüm yere gömün…
Yüreğim dağ çiçeklerindedir…

Gelişmeleri aktarmaya devam edeceğiz.

 

 

Göz hakkı, kurdun-kuşun hakkı: Şehir, gıda ve paylaşmak üzerine bir söyleşi -Sezai Ozan Zeybek/ Hilâl Alkan

Hilâl: Avcılığın-toplayıcılığın geçmişte kaldığına dair genel bir intiba var. En azından ders kitapları bu faaliyetleri geçmiş toplumlarla özdeşleştiriyor. Peki günümüz toplumunda, şehir hayatında (avcılığı şimdilik bir kenara bırakalım) toplayıcılığın hiç yeri yok mu?

Ozan: Olmaz mı? Elbette var. Hattâ son derece endüstrileşmiş coğrafyalarda toplayıcılık çeşitli şekillerde devam ediyor. İhtiyaç nedeniyle toplamak zaten her daim süren bir pratik. Atılan gıdaları toplayarak yaşamanın mümkün olduğunu gösteren ve bu yolla yiyecek israfına dikkat çekmeye çalışan aktivistler epeyce meşhur. Yahut Almanya’da mundraub.org isimli bir site üzerinden örgütlenen 70 bin civarında insan, aktif şekilde toplayıcılıkla iştigâl ediyor.

H: Almanca bilmeyenler için açıklar mısın, Mundraub ne demek?

O: Tam çevirisi ağız hırsızı. Bizdeki “göz hakkı”na benziyor. Almanya’da çok yakın zamana kadar ağza sığacak kadar yemek çalmak suç değilmiş. Dolayısıyla “çalmak” değil, almak diye geçiyormuş. Karnınız aç ve paranız yoksa harika. Ancak, altını çizmek lâzım: Alabildikleriniz, ağzınıza doldurabileceğiniz ile sınırlı. Bu hakkı tanıyan yasa, 1975 gibi çok geç bir tarihte kaldırılmış. Kırtasiyeden kalem çalmakla bir avuç yemeği ağza atmak aynı şekilde cezalandırılır olmuş.

H: İlginç. Şehirde bu şekilde dolaşabilmek isterdim. Peki bu bahsettiğin oluşum neyin peşinde? Düzenlemenin geri gelmesi için mi uğraşıyor?

O: Yok, hayır. Yasayı yeniden değiştirmekle ilgili bir kampanyaları yok. Özel mülkiyet bekleneceği üzere Almanya’da da çok kuvvetli. Ancak çok kıymetli başka işler yapıyorlar. Mesela toplanabilecek meyvelerin-sebzelerin haritalarını çıkarıyorlar. Berlin’de bir sürü ağaç, bir sürü yabanî bitki var ve bunların bir kısmı kimseye ait değil. Yani müşterek kullanıma açık. Bu haritalar sayesinde insanlar çevrelerindeki mekânları, daha doğrusu gıda kaynaklarını tanımış oluyorlar. Kendileri de keşfettikleri bilgileri sisteme girebiliyorlar.

H: Bu bitkileri kendi hâline bırakmayıp “keşfetmek”, kayıt altına almak daha mı iyi, emin olamadım… Garrett Hardin’in müşterekler hakkında yazdığı meşhur metin geldi aklıma [Ortak Malların Trajedisi]. Kabaca şunu diyor: Mesela bir çayırlık herkesin kullanımına açıksa, o kaynak kısa sürede tükenir. Herkes kendi faydasını artırmak için o kaynağı herkesten önce ve daha çok kullanmaya meyleder. Sonuçta bu uzun vadede tüm topluluğun aleyhine olur. O yüzden kullanım haklarını sınırlandırmak iyidir. Burada da benzer bir durumun ortaya çıkma ihtimali yok mu?

O: Çok kapsamlı bir tartışma açtın. Evet, eğer herkesin kafasında “tek hakikat kişisel çıkar” diye bir çip takılıysa, ortak mala erişim bir yarış havasında geçiyorsa, topluluğun gelecek tahayyülü zayıf, sosyal ağları bölük pörçük ise bu risk var. Ama müşterek alanların özel mülkiyetten yahut kamudan (devlet idaresinden) çok daha iyi korunabileceğini ispat eden pek çok topluluk örneği de var. Zaten dünya üzerindeki kadim ormanları dümdüz eden, nehirleri kurutanlar kendi çıkarından ötesini düşünemeyen yerel topluluklar değil, bu kaynakları uzaklardaki varlıklı kesimlere aktarmaya çalışan devletler ve şirketler olmuş.

H: Peki yerel topluluklar bu kadar mı masum? Mesnetsiz romantizme saplanmayalım diye söylüyorum.

O: Şöyle söyleyebilirim: Çevre tarihçisi Joachim Radkau, Doğa ve İktidar isimli kitabında çevre felaketlerinin nüfus hareketleri ile bağlantısından bahseder. Bir mekânı kişisel çıkarın ötesine geçen bir gözle değerlendirebilmek, koruyabilecek bir aşinalık geliştirebilmek için nesiller geçmesi gerekir, der. Büyük ve âni tahribatların çoğunun büyük nüfus hareketleri sonrasında olduğunu yahut dışardan gelen yağmacıların işi olduğunu iddia eder. Bu çok ilginç bir iddia. Önce ikincisini biraz açayım, zira yağmacılar derken yabancı düşmanlığına giden bir kapı açılabilir. Oysa yağmacılık çoğu durumda millî sınırlar içinde gerçekleşiyor. Hattâ şöyle söyleyeyim: Bence çoğumuzun uzak mekânlarla kurduğu ilişki bugün hâlâ yağmacı mantığında devam ediyor. Gıda-su üreten mekânlarla gerçek bir ilişkimiz yok, sadece kaynaklarını alıyoruz. Oralarda neler olduğunu görmüyoruz, uzaktayız. Konya’nın, Karadeniz’in, Trakya’nın dereleri-gölleri (gıdaların içinde veya borularla) İstanbul’a taşınıyor. Buna yağmacılık demeyeceğiz de ne diyeceğiz! Üstüne bir de bu coğrafyanın mâkus talihi var, Radkau’nun bahsettiği diğer etken bu: Nüfus sürekli tanımadığı coğrafyalara göç etmek zorunda kalmış, iki nesil geçmeden yeniden ve yeniden oradan oraya savrulmuş… Yahut imha edilmiş. Son dalga, köyden kentlere olan göç. Dolayısıyla zeytini, asmayı, toprağı, böceği tanımaya zaman olmamış. O yüzden Türkiye’de, özellikle muhacirlerin çok olduğu Trakya gibi bölgelerde endüstriyel tarıma kolaylıkla geçilmiş. Nesiller boyu biriken evvelki bilgiler göçlerle silinmiş olduğu için, sürekli yeni “beyaz” sayfalar açılmış. O anlamda yerel topluluk, bir yerde yaşayan topluluktan farklı.

H: “Göçebelik kötüdür” sonucuna gitmiyoruz buradan sanırım…

O: Hayır. Bahsettiğim göçebelik değil zaten, zorunlu göç. Yoksa göçebeler geniş bir coğrafya ile aşinalık geliştirmek; otu, böceği tanımak zorunda. Burada yaptığım ayrım coğrafyaya aşina olmak ve olmamak arasında. O yüzden şehirden köye “dönüş yapan” insanlar (istedikleri kadar yerleşik hayat sürsünler) oldukça zorlanıyor. En basitinden çapa yapmayı öğrenmek bile zaman alıyor.

H: O hâlde müştereklerin korunması çok kapsamlı başka bir toplumsal şebeke ve tarihsel birikim gerektiriyor; insan doğası ile falan açıklamak yetersiz kalır diyorsun, doğru mu anlıyorum?

O: Kesinlikle.

H: Peki Almanya’da bahsettiğin oluşum bunu ne derece başarabiliyor? Gördüğüm kadarıyla bu hareketin yaptığı Mundraub’un ima ettiği gibi özel mülkiyetin kısmi olarak paylaşıma açılması değil, müşterek olanların haritalanması. O nedenle bana paylaşımdan bahsediyorlarmış gibi gelmedi pek.

O: Dediğim gibi, maksat sadece beleş gıdaya erişimi arttırmak değil. Şehre dair başka bir tasavvur var arkada. Müşterek sayılacak bitkilerin sayısını arttırmak, var olanları korumak gibi dertleri var Mundraub.org’un. “Bitkinin üzerindeki tüm meyveleri almayın, üst dallardakileri bırakın” deniyor mesela sitelerinde; çünkü o meyvede kuşun, böceğin de hakkı var. Bizdeki ‘kurda, kuşa, aşa’ prensibi gibi. Dolayısıyla hem insanları mekânla tanıştıran ama hem de aşırıya kaçmayı engelleyen bazı önlemlerden bahsetmek mümkün.

Diğer yandan yeni meyve ağaçları ekmeyi, şehrin müşterek alanlarını arttırmayı teşvik ediyorlar. Bu noktada yabanî otlar da önemli. Mutfağa girebilecek çok az ürünü tanıyoruz aslında. Raf ömrü uzun, ekimi endüstriye uygun sebze-meyveyle sınırlı bir repertuarımız var. Yine Almanya’da “unkultiviert.com” isimli bir başka oluşum bununla uğraşıyor. Şehirde turlar düzenleyip insanları ticarî olmayan yabanî bitkilerle tanıştırıyor, yemek tarifleri veriyor.

Özetle, müşterek kavramı herkese açık bir yağmalama alanı olmak zorunda değil. Bir sürü kuralla, sınırla, örfle-âdetle sıkı sıkı örülmesi gerekiyor. Bu bahsettiğim oluşumlar bunu da yapmaya çalışıyor.

H: Peki bu uygulamaların tüm şehri besleme ihtimali var mı?

O: Şimdilik yok. Ama zaten on yıllardır bizi endüstriyel gıdaya bağımlı kılmış sistemi tek bir iyi fikirle bozmak nasıl mümkün olabilir ki… Böyle bir beklentiye gerek yok. O anlamda “ya hep ya hiç” mantığından çıkmak, enseyi karartmamak lâzım. Bu girişimler hem gıdaya erişim hakkını savunuyor hem de endüstriyel tarıma karşı bir direnç noktası oluşturuyor. Bunlar bile yeterince önemli kazanımlar. Üstelik hatırı sayılır bir tarihi var, tam olarak yeni de sayılmazlar. Avrupa’da 30 Yıl Savaşlarından sonra (17. yy.) yakıp yıkılan yerleri tamir etmek maksadıyla müşterek alanlardaki gıda üretimi, meyve ağacı dikimi desteklenmiş. Geçmişte Almanya’da mesela evlenenlere yönelik bir “Ağaç Yasası” var (Ehestands-Baumgesetz). Yeni evlenen çiftlerden herkesin kullanımına açık birer meyve ağacı dikmeleri istenirmiş. Dünya Savaşları sırasında bu dikilen ağaçlar ve bitkiler pek çok insanın açlıktan ölmesini engellemiş. Doğu Almanya’da da şehirdeki meyve ağaçları benzer endişelerle uzun süre muhafaza edilmiş, hattâ yenileri ekilmiş. Dolayısıyla şehirlerde başka bir gıda üretim ağı var olmaya devam etmiş.

Aslında yeni olan marketten alınmış, plastiğe sarılı olarak uzaklardan gelmiş gıdalar. Bunların yerine arka bahçedeki dut ağacını niye kullanmayalım? Gıdamızın %20’sini bile yakın çevremizden toplayabilsek çok şey değişirdi. Hem çevremizdeki otu böceği tanımaya vesile olur hem de yoğun iş hayatına gömülü hayatlarımızdan bir nebze çıkmamıza yardım ederdi. Böğürtlen toplamaya çıkmanın ofis işi kadar önemli görüldüğü bir toplum düşünsene. Dolayısıyla lâfa “tüm şehri beslemek” diye başlamamak lâzım belki de… Bir de şehirlerin küçülmesi lâzım ama o konuya şimdilik girmeyelim.

H: Tamam, o ayrı bir konu hakikaten. Bu arada İstanbul’da da benzer müşterek gıda alanları var. Geçtiğimiz şu son bir haftada ben de epey bir şeyler topladım. Parklarda çok sayıda erik ağacı var mesela. Belediye peyzaj değeri için mi dikiyor yoksa meyve versin diye mi bilemiyorum; ama harika oldukları kesin. Şu aralar tam da mevsimi… Kırmızı ve sarı erikler yerlere dökülüyor. Validebağ Korusu’nda böğürtlen çalıları var. Yavaş yavaş kararmaya başlamışlar. Çoğu yalnızca kuşların erişebileceği derinliklerde, ama biz de biraz çizilip kanamayı göze alınca bayağı toplayabildik. Daha cevizlerin ve armutların zamanı gelmedi, yoksa bu iki ağaca da İstanbul’da pek çok yerde rastlamak mümkün. Tabii bir de dutlar var. Eğer sinek yapıyor diye mahalleli kestirmediyse yahut tuhaf şekillerde budanmadılarsa İstanbul’un ulu dutlarına hayran olmamak mümkün değil. Birazcık şehir dışına, İETT’nin son duraklarına doğru gidince ormanlardan kestane ve mantar toplamak da pek çok İstanbullunun sevdiği sonbahar faaliyetlerinden. Çankırı’da da madımak toplardık, gayet şehrin içindeki yamaçlardan.

 

 

 

Arka bahçedeki oyun parkından, Üsküdar-İstanbul.

 

O: Rumelihisarüstü’nde kadınların aşağı doğru uzanan yeşil alanlarda yenecek ot topladığını görürdüm yıllar önce. Belki onlar da madımak topluyorlardı. Bir gün de dönüp sormadım “nedir topladığınız” diye… Derse koştururdum, güya çok meşgûldüm. Neyse, mevzu bu değil. Peki, ben sana bir soru sorayım: Yukarıda “Mundraub”, göz hakkı diye çevrilebilir demiştik. Göz hakkı kavramının bu topraklarda ne ifade ettiğini açmak ister misin biraz?

 

H: Mundraub’u senden ilk kez duyduğumda bu tanıdıklık heyecanlandırdı beni. Bir süredir pek de bahsini duymadığım göz hakkının bir dönem hayatımızda ne kadar önemli bir kavram olduğunu hatırladım. Her ikisi de müştereklerden farklı, ama tamamlayıcı bir tahayyül aslında. Şahısların kendi mülkleri üzerindeki tasarruflarının sınırlandırılmasına ilişkin düzenlemelerden bahsediyoruz. Diyelim bir ağacım var. Üzerindeki elmalar da benim. Ancak onu görüp canı isteyen veya ona ihtiyaç duyan kişinin o elmalar üzerinde, yani benim mülküm üzerinde bir kullanım hakkı doğuyor. Bu hakkı tanımak ve ona göre hareket etmek mecburiyetindeyim. Elmayı daldan aldığında onu hırsızlıkla suçlayamam. Ancak daha ötesi var: Zaten görünür kılmakla o elmayı paylaşma sorumluluğunu da kabul etmiş oluyorum. Mesela yıllar önce Urfa’daki fıstık bahçelerinden bahseden bir tanıdığım, yola bakan dallardaki fıstıkları hemen toplamadıklarını, çünkü o fıstıkların gelen geçenin göz hakkı olduğunu anlatmıştı. Yahut Ankara’da bahçemize girip kiraz toplayan mahalle çocuklarının anneannem tarafından “göz hakkı geçiyor” diyerek hoş görüldüğünü, bizim topladığımız kirazın da gören ama koparmayan komşuların göz hakkını telafi etmek için tabak tabak dağıtıldığını hatırlıyorum.

O: Bu pratik çok yaygın aslında değil mi? “Kokusu apartmana yayılınca canı istemiştir” diyerek pişirdiğin keki ya da helvayı dağıtmak gibi.

H: Evet, objektif bir yaptırımı olmayan ancak kişilerarası ilişkilerde elimizdekileri sınırlı olarak paylaşıma açan bir pratik. Kullanım alanları sınırlı da olsa telmihleri epey geniş. Göz hakkını gözeterek yaşamaya çalıştığınızda sahip olduklarınızın özendirici olmasından, yani göstermekten kaçınmanız da gerekiyor. Zira sadece görünür olması bile bir başkasının hakkının size geçmesi anlamına gelebiliyor.

O: Instagram dünyası bunun tersi örneklerle dolu. Göz hakkı, “uzaktan beni gözetleyebilir ve özenebilirsin”e dönüşmüş durumda. İştahlar kabarsın, kıskananlar çatlasın…

H: Gerçekten de kültürel iklimde yakın zamanlarda bir kırılma yaşandı. Bu tekil bir örnek değildir herhalde: Ben çocukken turfanda meyveleri veya zor bulunan yiyecekleri beslenme çantamıza koymamaya özen gösterirlerdi. Biri özenir çünkü. Tüm sınıfla paylaşacaksın, eğer paylaşamayacaksan götüremezsin diye bir kural vardı evimizde. Ama şunun da altını çizeyim: Bu anlattığım müşterek kullanımdan farklı. Sahip olunanları teşhir etmemeye, gösterdiğinde ise paylaşmaya yönelik bir gündelik hayat ahlâkını konuşuyoruz daha ziyade. Zira birinin gözünün hakkı geçtiyse o hak illâ ki bir başka mecrada (İslam’da hesap gününde) sizi borçlu çıkaracaktır. Borçları bugün burada kapatmak, terazinin çok daha hassas olduğu bir başka mecrada kapatmaktan evlâdır.

O: Müştereklerin çoğaldığı bir toplumda göz hakkına duyulan ihtiyaç azalır mı acaba diye düşündüm… Ama bugün her yer özel mülk olarak parselleniyor, göz hakkı ise önem kazanmak şöyle dursun, giderek daha az kaale alınıyor.

H: Ve artan adaletsizliğin bu denli göze sokulmasına paralel olarak, yüksek duvarlı siteler, demir kapılar, korumalar, kameralarla sürdürülen bir şehir hayatı ortaya çıkıyor.

 

 Mundraub.org’a dikkatimi çeken Louisa Madeleine Schmiegel’e çok teşekkürler.

 

Salda Gölü için sonun başlangıcı – Sedat Gündoğdu

Hidromagnezit! Salda gölünü diğer göllerden ayıran en önemli bileşik. Göldeki mikrobiyalitlerin ana bileşeni. Mikrobiyalitler, bazı mikroalgler ve siyanobakterilerin fotosentezi ile çevrelerindeki sudan, başka mineralleri çökeltmeleri ile oluşan yapılardır. Bulundukları ekosistemi kendine has ve eşsiz bir ekosistem haline getiriyor. Salda Gölü’nün eşsizliği de bundan dolayı.

Salda Gölü’ndeki hidromagnezit yapısındaki mikrobiyalitler ilk olarak 1972 yılında keşfedilmiş ve tanımlanmış. Benzerine Van Gölü de dahil olmak üzere dünyanın farklı göllerinde de rastladığımız mikrobiyalitler, ekstrem koşullar için ilginç bir yaşam alanı sunabiliyor. Bu özelliği nedeniyle Mars’taki Schiaparelli kraterinin yakınlarında bulunan beyaz kayalara daha dikkatle ve önemle bakılmasına neden oldu dersek hata yapmış olmayız. Nitekim 1996 yılında yayınlanan bu makale tam olarak Salda Gölü üzerinden bunu söylüyor. Marstaki yaşam için Salda Gölü’nün örnek olabileceği uzun uzadıya anlatılmış. Merak edenler detaylarını okuyabilirler.

Mars’ta yaşam izi arayışlarında bile başvurulan bir alandan bahsediyoruz. Oldu ya yakın gelecekte Mars üzerinde bir koloni kurulsa ilham kaynağı kesinlikle Salda Gölü olacaktır. Biz ise bugün Salda Gölü çevresinde piknik yapılabilsin diye yapılacak düzenlemeleri ve ihaleleri tartışıyoruz. Hem de gelecek nesillere aktarma iddiasıyla. Gelecek nesillere aktarmak istiyorsak olduğu gibi bırakıp çevresini de tel örgü ile çevirip insandan izole haline getirmemiz gerekiyor. Çünkü insan elinin değdiği bir alanın 10 yıl sonraya bile aktarılma şansı kalmıyor. Kalsa da orijinalinden çok farklı, başka bir şey olarak kalıyor.

Salda Gölü’nü yapı, bahçe, mesire, piknik gibi kelimelerle yan yana kullanmak ciddi problemlerin oluşmasına neden olacaktır. Bu tür ekosistemler oldukça hassas ekosistemlerdir ve en ufak değişimlerden bile çabucak etkilenmektedirler. Hali hazırda çevresinde ciddi bir insan baskısı ve dolayısıyla kirlilik baskısı olan Salda Gölü’nü, yapı faaliyeti aracılığıyla “cazibe merkezi” haline getirmek Salda Gölü için ölüm fermanını imzalamak anlamına gelmektedir. Mevcut durumunun nedeninin meraklı ve piknikçi ya da gezgin insanlar yüzünden olduğunu görmeyip daha fazla insan için yeni düzenlemeler yapmak çözüm olamaz. Sorunun kaynağı insan olan bir yerde daha fazla insanın gelmesine neden olacak yaklaşımları kim nasıl çözüm olarak sunmuş doğrusu hayret! Belki de bilmediğimiz başka bir ajanda var!

Mesele sadece beton ya da yapılaşma meselesi de değil. En ufak bir çevre düzenlemesi bile gölün yapısında önüne geçilemez değişimlere neden olabilir. Aksine, kesin ve mutlak suretle koruma altına alınıp insan ziyaretlerine kapatılması isabet olacaktır. Çünkü bir alanı insanlar için eğlence ya da dinlenme yeri haline getirince neler olduğunu Trabzon Uzungöl ya da benzeri örneklerde gördük. Etrafında beton yapılar bulunan birer yapay gölete dönüşen bu yerlerin gelecek nesiller için herhangi bir anlamı da yok! Salda Gölü için de bunu söylemek yanlış olmaz. Hatta öyle ki Salda Gölü mevcut özel durumunu da insan faaliyetleri arttığı takdirde kaybedecek. Kirlenecek ve başka tür canlıların da etkisiyle (özellikle mikroorganizmalar) ona beyaz rengini veren ve yüz binlerce yıldır var olan yapılar bozulacak. Yapmayın!

Belki de Mars’ta bir koloni kurulursa, Salda Gölü’nün yıkım hikâyesi, ibretlik hikâye olarak anlatılacak. İbret olmak için değil örnek olmak için çabalamak daha faydalı değil mi?

Sedat Gündoğdu