Ana Sayfa Blog Sayfa 2439

Kuş cenneti Hersek Lagünü’ne ‘devasa’ millet bahçesi

Yalova, Altınova Belediye Başkanı Oral, kuş cenneti Hersek Lagünü’ne birçok projeyi barındıracak, 1 milyon 400 bin metrakarelik alana kurulu ‘devasa bir kompleks’ kuracaklarını söyledi.

Yalova’da Altınova Belediye Başkanı Metin Oral‘kuş cenneti’olarak bilinen Hersek Lagünü’nün çevresine, 1 milyon 400 bin metrekare alan üzerine kurulu Türkiye’nin en büyük ‘millet bahçesi’ni hayata geçireceklerini söyledi. Hersek Lagünü’nün çevresinin ‘birçok projeyi barındıracak devasa bir kompleks olacağını’ söyleyen Oral şunları anlattı: “İçerisinde satış noktalarımız, kafeteryamız, sucul bitkilerle ilgili özel süs havuzumuz, arge bölümümüz, laboratuvarlarımız, pazarlama yerlerimiz olmak üzere 40 dönüm üzerine kurulu tıbbi ve aromatik bitkiler bahçemiz olacak. Gölümüzün etrafında birbiriyle entegre birçok proje bulunuyor. Tıbbi ve aromatik bitkiler bahçemiz projenin başlangıcı. Kuş gözlem noktamız ve doğa eğitim merkezimiz olacak, ardından yürüyüş yollarıyla Türkiye’nin ilk engelliye uyumlu kuş gözlem noktamıza geçebileceğiz. İçerisinde Hersekzade Ahmet Paşa Külliye’miz ile Helenapolis antik kentimizin olduğu alan olacak. Bölgemizde iki kilometrelik sahilimiz, plajımız bulunuyor. Orman içerisinden geçerek içerisinde botanik parkın olduğu Hersek Gölü ile bütünleşen bir proje silsilesi var burada.”

‘Bölgenin değerini artıracak’

Projenin bir kısmını eylül ayında hayata geçireceklerini belirten başkan Oral, sözlerini şöyle sürdürdü: “Plaj ve bir kuş gözlem kulemiz hayata geçti. Türkiye’de engelliye uyumlu ilk bahçe olacak. Bölgemizin değerini arttıracak, ülkemizin turizmine katkı sunacak projeler olacak. Osmangazi Köprüsü ile birlikte bölgedeki büyük şehirlerimizin tamamına yakın bir alanımız olacak. Hem ülkemize hem de yurt dışına tanıtım açısından değer katacak.”

Haber vermeden ‘sehven’ engellenen Bianet’in yasağı sessizce kaldırılmış

Jandarma Genel Komutanlığı’nın isteği üzerine erişim engeli getirilen 136 site arasındaki bianet.org hakkında‘sehven’ karar alındığı ortaya çıktı. Diğer 135 siteye engel, gerekçesiz devam.

Ankara 3. Sulh Ceza Hâkimliği‘nce bianet.org’a “erişimin engellenmesi” kararının sehven alındığı ortaya çıktı. Ancak hâkimliğin aynı kararında yer alan 135 adrese yönelik erişim engellemesi devam ediyor.

Bianet’in avukatı Meriç Eyüboğlu’nun ayrıntılarına eriştiği dosyaya göre, Jandarma Genel Komutanlığı 16 Temmuz’da bianet’le birlikte 136 adres için “erişimin engellenmesini” talep etti. Sulh ceza hâkimliği de aynı gün “erişimin engellenmesi” kararı aldı. Ancak 17 Temmuz’da Jandarma Genel Komutanlığı, sadece bianet’e ilişkin olarak talebin sehven yapıldığını belirterek tekrar sulh ceza hâkimliğine başvurdu. Jandarma Genel Komutanlığı’nın yazısında şu ifadeler yer aldı:

“3. Sulh Ceza Hakimliği’ne 16.07.2019 tarihinde ilgi (a) ile yapmış olduğumuz başvuru neticesinde 3. Sulh Ceza Hakimliğinin 16.07.2019 tarih ve 2019/5538 D.İş sayılı kararı ile 136 içerikle ilgili 5651 sayılı Kanunun 8/A maddesi kapsamında erişim engelleme kararı verilmiştir. Başvuru ekinde sunulan listenin 14’üncü sırasında yer alan http://bianet.org/bianet URL adresi listede sehven yer almıştır. Bu şekli ile sitenin tamamının engellenmesi söz konusu olacağından, verilen kararın kaldırılarak 5651 Sayılı Kanunun 8/A maddesi gereğince erişimin engellenmesi kararın düzeltilmesini…”

3.Sulh Ceza Hakimliği, 17 Temmuz’da bu düzeltme isteğine uyarak, yasağın bianet org. yönünden kaldırılmasına, diğer linkler yönünden aynen devamına karar verdi.

Avukat Eyüboğlu: Kararlar tebliğ edilmedi

T24‘e konuşan avukat Eyüboğlu’nun arka arkaya yapılan bu işlemlere ilişkin değerlendirmesi şöyle:

“Ankara 3. Sulh Ceza Hakimliği’nin kararı bianet’e tebliğ edilmedi. Bu kararı tesadüfen öğrendik. Dün ilk olarak mahkemeye başvurduk ve kararda bir hata olmadığını, daha önceki seferlerde olduğu gibi bir ya da birkaç habere yönelik bir engellemenin söz konusu olmadığını, kararda yazıldığı gibi web sitesinin/haber portalının tamamına yönelik erişimin engellenmesi kararı verildiğini öğrendik. 

Bugün dosyanın tamamının fotokopisini almak ve sonrasında itirazlarımızı sunmak için yeniden mahkemeye başvurduk.

Mahkemenin bu amaçla giden avukat arkadaşlarımızla hayli zorluk çıkardığını özel olarak belirtmek isterim. Israrlı bekleyişin sonucunda tam dosyanın fotokopisini alabildik. İyi ki de sadece ilgili sayfaların değil tüm dosyanın fotokopisini almak konusunda ısrarcı olduk. Zira bu vesileyle Jandarma Genel Komutanlığı tarafından yapılmış ikinci bir başvuru olduğunu ve mahkeme tarafından verilmiş bir başka karar daha bulunduğunu tespit ettik.

Görüldüğü kadarıyla Jandarma Genel Komutanlığı herhangi bir gerekçe belirtmeden erişimin engellenmesi talebinde bulunduğu listenin 14. sırasında yer alan bianet’in bu listede “sehven yer aldığını” belirterek, kararın bu yönüyle düzeltilmesini istemiş. Mahkeme yine başkaca bir inceleme yapmadan bu dilekçe doğrultusunda sadece ve sadece bianet yönünden erişimin engellenmesi kararını kaldırmış. Ancak karardaki ifadesiyle söylersek bu engellemenin “diğer linkler yönünden devamına” karar vermiş.

Bu karar da tıpkı ilk karar gibi muhataplarına tebliğ edilmeyen bir karar. Sadece şikâyet dilekçesi ve ekinde bianet’le ilgili sayfaların fotokopisini alsaydık fark etmeyecektik.

Bu vurguyu mahkemenin “çok sayıda başvurucu var, sadece ilgili sayfaların fotokopisini verebiliyoruz” ısrarının görünür ve duyulur olması için yapma gereği duyuyorum.Diğer 135 adres adına yapılacak itirazlar yönünden de gerekli ve kıymetli olabilir.

Öte yandan 135 adrese yönelik Jandarma Genel Komutanlığı’nın tümüyle gerekçesiz başvurusu ve Ankara 3. Sulh Ceza Hakimliği’nin de bütünüyle gerekçesiz olan büyük sansür kararı varlığını koruyor.

Bu haksız, dayanıksız ve kötü kararın bianet yönünden kaldırılması, karşı karşıya kaldığımız hukuka aykırılığı ve ifade özgürlüğüne, basın özgürlüğüne, haber alma hakkına yönelik büyük ve haksız müdahaleyi  ortadan kaldırmıyor elbette. Bu kararın tüm adresler yönünden geri alınması, tüm sonuçları ile ortadan kaldırılması gerekir.”

Bianet. org yayınlarına ‘yasaksız’ devam ederken diğer 135 site, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu‘na (BTK) ‘gereğinin yapılması’ için mahkeme tarafından gönderilen yazı hayata geçirilene kadar yayınını sürdürüyor.

Mikroplastikler ve çevre

‘Türkiye’de mikro ve nanoplastik kirliliğinin boyutları ve tükettiğimiz deniz ürünlerinde mikro ve nanoplastik kirliliği olup olmadığı bilinmiyor. ‘

Son dönemde dünyada en çok tartışılan çevre kirleticilerin başında mikroplastikler geliyor. Plastikler insan yaşamına girdiği andan itibaren yıldan yıla üretimi ve kullanma alanları arttı. 1950’li yıllardan bu yana plastik endüstrisi her yıl ortalama %10’a yakın büyümekte  ve günümüzde küresel ölçekte üretimi 340 milyon tona ulaştı. (Şekil 1).

Şekil 1: 1950-2012 Dünya ve Avrupa plastik üretimi (kaynak: Hans Bouwmeester, Peter C. H. Hollman, and Ruud J. B. Peters; Potential Health Impact of Environmentally Released Micro- and Nanoplastics in the Human Food Production Chain: Experiences from Nanotoxicology. )

Üretilen plastiğin %40’a yakınının tek kullanımlık ambalaj malzemesi olarak sarf edildiği biliniyor. Bunun anlamı her yıl üretilen plastiğin yine o yıl içinde %40’nın çöplüklere veya denizlere atılmasıdır. Sonuç olarak bugün okyanuslarda, denizlerde ve göllerde atık plastik miktarı çok büyük boyutlara ulaştı. Bu durum ilk olarak sucul canlılar üzerinde etkilerini gösterdi. Birçok balık, deniz memelisi ve su kuşları gibi su canlısının doğal besinleri ile plastiği ayırt edememeleri sonucu bunları yutmaları ile yaşamlarını yitirdikleri artan oranda gözlemlenmeye başlandı. Bir başka gelişme ise ultraviyole radyasyon, rüzgar, deniz dalgaları gibi dış etkilerle plastik atıkların parçalanması ve denizlerde mikro ve nanoplastiklerin oluşması.  Genellikle partikül boyu 0.1-5000 µm arasında bulananlar mikroplastik, 0.1µm> olanlar ise nanoplastik diye tanımlanıyor. Ayrıca mikroplastikler insanlar tarafından da çeşitli amaçlar için üretiliyor ve bunlar bir süre sonra özellikle sular ile doğaya ulaşıyor. Nanoplastikler ise her geçen sene daha fazla üretilip boyalar, yapıştırıcılar, ambalaj malzemeleri, elektronik ürünler gibi her maddenin içinde kullanılıyor. Günümüzde yapılan bazı çalışmalar kentlerin atık su sistemlerinde önemli miktarda mikro ve nanoplastiğin yer aldığını gösteriyor. Nanoplastikler, mikroplastiklerden farklı olarak tüm insan dokularına ulaşabiliyor. (Şekil 2).

Şekil 2: Memelilerdeki mikro ve nanoplastiklerin partiküllerinin büyüklüklerine göre absorbsiyonu (kaynak: Luís Gabriel Antão Barboza, A. Dick Vethaak, Beatriz R.B.O. Lavorantea,, Anne-Katrine Lundebyef, Lúcia Guilhermino; Marine microplastic debris: An emerging issue for food security, food safety and human health. Marine Pollution Bulletin 133 (2018) 336–348).

Mikroplastikler insanlara besin zincirine karışarak ve solunum yolu ile olmak üzere iki temel yoldan ulaşır. Besin zinciri açısından en önemli yol, deniz ürünlerinin tüketilmesidir. Deniz ürünleri bugün dünyada ortalama 3 milyar insan tarafından tüketilmekte ve hayvansal protein gereksiniminin %20’ni karşılamakta. Küresel gıda tüketimi için önemli bir kaynak olan deniz ürünleri; diğer yandan mikroplastiklerin insanlara ulaşması açısından da önemli bir yoldur. Buna karşın balık ve midye, istiridye gibi deniz ürünleri ile ilgili tüm gıda güvenliği düzenlemeleri; insan sağlığı açısından olumsuz etkileri kısa süre içinde ortaya çıkan civa ve benzerleri gibi kimyasal maddeler ile biyolojik ajanlara karşı yapılır. Hiçbir ülkede deniz ürünlerinde etkileri zaman içinde görülen mikroplastiklere karşı bir yasal düzenleme bulunmuyor. Çeşitli bilimsel çalışmalarda, deniz ürünleri dışında diğer besin maddelerinin de mikroplastik ihtiva ettiği gösterildi. İçinde mikrofibriller bulunan besin maddelerinin başında şeker ve bal geliyor. Özellikle ballar için havada bulanan mikro plastiklerin yağmurlar nedeni ile çiçeklere bulaştığı; polenlere karıştığı ve bunların arılar tarafından alınması sonucu ballara ulaştığı düşünülmekte.  Almanya’da yapılan başka bir  ilginç çalışmada ise 32 bira numunesinin 24’nün içinde mikro plastikler olduğu gösterildi.  Mikro plastiklerin insanlara ulaştığı diğer bir yol ise solunum yoludur. Yapılan çalışmalar özellikle deniz kenarındaki, kalabalık kentlerde mikro plastiklerin solunum ile alınma riskinin daha büyük olduğunu ortaya koyuyor.  Ayrıca endüstriyel iş ortamları ve hava kalitesine özen gösterilmeyen kapalı alanlar mikro plastiklerin solunum ile alınması açısından riskli bölgeler.

Mikroplastiklerin insan sağlığı üzerine potansiyel etkileri:

Mikro plastikler biyokümülatiftir ve uzun süreli olarak ağız ve solunum yolu ile alınmasının insan sağlığı üzerine tehlikeli etkileri vardır. Mikroplastik partiküllerin büyüklüklerinden dolayı hücresel membranlar arasında taşınmasının mümkün olmadığı düşünülüyor. Kan dolaşımına lenf yoluyla ulaşabilirler, ancak derin organlara ulaşamazlar. Bu nedenle sadece bağışıklık sistemi yetmezliği ve bağırsak iltihabı etkileri olduğu düşünülmekte. Deneysel bazı çalışmalarda mikroplastiklerin damar tıkanıklıklarına neden olduğu gösterildi. Buna karşılık, nanoplastik partiküller tüm organlara nüfuz edebilir ve hücresel membranlar boyunca taşınabilir. Karaciğer yetmezliğine ve kimyasal yapısına göre çeşitli kanserlere yol açabileceklerine dair bilimsel yayınlar vardır. Mikro ve nanoplastiklerin sağlık etkileri üzerine  bilimsel çalışmalar her yıl artan sayıda sürdürülmekte.

Ülkemizdeki durum:

Ülkemiz dünyada önemli bir plastik üreticisi. Türkiye yıllık 9 milyon tona yaklaşan üretimi ile dünya üretiminin neredeyse %3’nü gerçekleştiriyor. Birçok ülke, özellikle son dönemde plastik ile ilgili bilimsel çalışmalar ışığında üretim ve tüketimlerini sınırlamaya çalışırken; ülkemizde iç talebini sınırlayacak politikalar geliştirmediği gibi bu riskli sanayi alanında ihracata dönük üretim de yapılmakta.  Üstelik atık plastik ithalatından Çin, Malezya, Vietnam gibi ülkelerin çekilmesi sonucu Türkiye dünyanın en büyük plastik atık ithalatçısı ülke durumuna geldi. Bu atıkların hangi alanlarda kullanıldığı; hatta kullanılıp kullanılmadığı da bilinmiyor. Türk Tabipleri Birliği’nin* (TTB)  bir basın bildirisi ile plastik atık ithalatı ile ilgili Çevre ve Şehircilik Bakanlığına yönelttiği sorular, bildirinin yayınlandığı 06.11.2018 tarihinden bu yana yanıtlanmadı. Diğer taraftan ülkemizde mikro ve nanoplastik kirliliğinin boyutları ve tükettiğimiz deniz ürünlerinde mikro ve nanoplastik kirliliği olup olmadığı da bilinmiyor.

Buna karşın naylon poşet kullanımının ücretlendirilerek sınırlandırılması olumlu bir yaklaşım olmakla beraber plastik kirliliği ve buna bağlı çevre ve insan sağlığı sorunlarını çözmek için küçük bir adım bile değildir. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kamuoyunu plastik sorununu çözmekten uzak bu yaklaşım ile oyalamak yerine başta plastik atık ithalatı ile ilgili gerçekleri açıklamalı;  üniversite ve ilgili meslek odaları ile bir araya gelerek mikro ve nanoplastik partikül kirliliği ile ilgili bilimsel çalışmaları desteklemeli ve ilgili mevzuatı gözden geçirmelidir.

* http://ttb.org.tr/haber_goster.php?Guid=29f48432-e1be-11e8-b159-336a7b2d6c99

(Yeşil Gazete)

Dünya nüfusunun dörtte biri su kıtlığı riski ile karşı karşıya

ABD merkezli Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün son raporu dünya nüfusunun neredeyse dörtte birinin su kıtlığı riski ile karşı karşıya olduğunu ortaya koydu. Küresel ısınmanın susuzluk riskini daha da artırdığına dikkat çekiliyor.

ABD merkezli Dünya Kaynakları Enstitüsü dünya nüfusunun neredeyse dörtte birinin su kıtlığı riski ile karşı karşıya olduğunu açıkladı.

Küresel bir rapor yayınlayan kuruluş, tatlı su kaynaklarının tehlikeli biçimde tükendiği uyarısında bulundu. Su kıtlığı riski listesinin ilk beş sırasında Katar, İsrail, Lübnan, İran ve Ürdün var.

Rapora göre su kıtlığı riskinin en fazla olduğu 17 ülkede tatlı su kaynaklarının %80’i tüketilmiş durumda.

Araştırmacılar, aralarında Hindistan, Pakistan, Türkmenistan ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu 27 ülkenin “yüksek seviyede su kıtlığı tehlikesi” ile karşı karşıya bulunduğuna vurgu yapıyor.

Türkiye ise “su kıtlığı riski listesinde” 164 ülke arasında 32. sırada yer aldı.

Avrupa Çevre Ajansı verilerine göre, içme suyu talebinin mevcut miktarı aşması halinde su kıtlığı oluşuyor.

Yıllık su rezervleri kişi başına bin 700 metreküpün altına düştüğünde bölgenin su kıtlığı yaşadığı kabul ediliyor.

Uzmanlar, küresel ısınma sebebiyle bu durumun daha da kötüleşeceği uyarısında bulunuyor.

Nükleer çözüm değil, tehdittir!

Hiroşima’ya atom bombası atılmasının 74. yıldönümü nedeniyle Mersin, Sinop ve Ankara’da basın toplantıları düzenleyen Nükleer Karşıtı Platform (NKP)  nükleer silahlanma ve nükleer santrallara karşı mücadele çağrısı yaparak tüm dünyaya, TBMM’ye ve hükümete “İnsan eliyle yaratılan ölümleri durdurmak elimizde…” diye seslendi. NKP, savaşlara son verilmesini, nükleer silahların imha edilmesini, nükleer silah geliştirmeye son verilmesini ve nükleer santralların kapatılmasını istedi.

Nükleer Karşıtı Platform-Ankara

NÜKLEER KARŞITI PLATFORM BASIN AÇIKLAMASI

 

Hiroşima`ya atom bombası atılmasının 74. yıldönümünde nükleer silahlanma ve nükleer santrallara karşı halkımızı mücadele etmeye çağırıyoruz…

 

YARIN ÇOK GEÇ OLABİLİR!..

NÜKLEER ÇÖZÜM DEĞİL, TEHDİTTİR!

Bugün Hiroşima`ya atom bombası atılmasının 74. yıldönümü. II. Dünya Savaşı`nda Hiroşima`ya yapılan atom bombası saldırısından dolayı 140 bin kişi, 3 gün sonra Nagazaki`ye yönelik saldırıda da 80 bin kişi yaşamını yitirmiştir. Radyoaktiviteye maruz kalan onbinlerce insan ise “hibakuşalar” olarak ömürlerini çeşitli sağlık sorunları ve bunlara eşlik eden toplumsal dışlanmayla geçirmek zorunda kalmıştır. İnsanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri yaşanmış, yüzbinlerce kişinin ölmesine, yüzbinlerce kişinin yaralanmasına, yine gelecek kuşaklara aktarılacak biçimde ileri yaşlarda görülen kanser hastalıklarına yol açmıştır. Bombaların atıldığı bölge geri dönüşü olmayan biçimde zarar görmüştür. Çok büyük yıkımlara neden olan nükleer silahlanma tutkusu, yaşanan onca yıkıma rağmen bugün halen hız kesmeden devam etmektedir. Canlılara zarar veren ama binaları fabrikaları yıkmayan nötron bombası geliştirilmiş, üretilen atom bombaları ve nükleer silahlar dünyanın dört bir yanına insanları hedef alacak biçimde yerleştirilmiştir. Ülkemizde var olan üslerde de varlığını kazara öğrendiğimiz nükleer silahlar bulunmaktadır.

Nükleer silahlar, emperyalist ülkeler tarafından birbirlerine ve tüm dünyaya karşı baskı ve tehdit aracı olarak kullanılmaktadır. Bir yarışmaya dönüşen nükleer silah üretimi ve tüm dünyanın güya güvenlik amacıyla nükleer füzelerin hedefi haline getirilmesi, 1987 yılında ABD ve SSCB arasında yapılan orta menzilli nükleer ve konvansiyonel füzelerin ortadan kaldırılması anlaşması (INF) ile durdurulmuştu. Bu yıl önce ABD`nin ardından Rusya`nın INF`den çekilmesi ve ABD`nin yeniden nükleer füze üretmeye başlayacağını ilan etmesi hepimizi endişelendirmektedir. Dünya yeniden bir nükleer savaşta ya da bu füzelerin üretimi sırasında yaşanabilecek kazada büyük yıkımlar ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Nükleer silahları ortadan kaldırmak yerine nükleer silah sahibi olarak eşitlenme ya da güvenlik oluşturma tercihleri, nükleer silaha sahip olma çılgınlığının tüm dünyaya yayılmasına neden olmaktadır. Bu çılgınlığı sonlandırmak üzere 2017 yılında Bi̇rleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu`nda kabul edilen Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması, üye ülke parlamentoları tarafından da derhal imzalanarak nükleer savaş tehlikesine son verilmelidir.

“Nükleer silah avcılığına” da soyunan emperyalist devletlerin yıllar önce Irak, günümüzde ise İran`a yönelik politikaları sonucu, Türkiye`nin de içinde yer aldığı Ortadoğu`da sıcak savaşlar hiç bitmemektedir. Bu savaşlarda seyreltilmiş uranyum içeren bombaların kullanıldığı iddiaları ise hiç soruşturulmamakta ve genellikle inkar edilmektedir. Seyreltilmiş nükleer madde içeren silahların etki ettiği insanlarda yarattığı ani ve ileri dönem etkileri ise ne yazık ki bilinmemektedir, araştırılamamaktadır.

Nükleer silahlarla yürütülen savaşlar ve acı sonuçlarına rağmen nükleer silaha sahip olma çılgınlığına kapılan ülkelerden biri de Türkiye`dir. Nükleer enerji santralı projeleri ile üzeri örtülen bir nükleer silahlanma sevdası, “teknolojik gelişim” olarak topluma dayatılmaya çalışılmaktadır.

Nükleer savaş olmasa da bugüne kadar Çernobil ve Fukuşima`da yaşanan felaketler nükleer santralların radyasyon yayması bakımından nükleer silahlarla benzer sonuçlara neden olarak tehlike boyutunu tüm açıklığıyla gözler önüne sermişken nükleer santral kurulması ısrarını anlamak mümkün değildir. Nükleer santral teknolojisi pahalı, riskli, kirlidir. Türkiye`nin bugün enerji açığı olmadığı gibi tam tersine arz fazlası sorunu vardır. Dolayısıyla enerji politikalarıyla ilgisi olmayan tamamıyla siyasi bir tercih olan nükleer santrallara ülkemiz mecbur değildir. Enerji açığımız olsa dahi nükleer santrallar büyük riskler barındırdıkları için bir alternatif olarak görülemez. Dünya nükleer santrallardan uzaklaşırken, Türkiye`de geleceğimizi tehlikeye sürükleyecek bir nükleer santral macerasına girilmesi kabul edilemez.

Nükleer santralların gerçeklerine rağmen Çernobil Nükleer Felaketi‘ne yol açan nükleer santralı inşa eden ve işleten Rusya menşeili Rosatom firması tarafından Mersin Akkuyu`da, gazetelere yansıyan haberlere göre “ağır ihmallerin olduğu” nükleer santral inşaatı hızla sürdürülmektedir. “İnşaatın temelinde çatlaklar oluştuğu, uygun olmayan zeminin deniz suyuyla dolduğu, Rusya`da soğuk hava şartlarına göre projelendirilen çalışmanın, Mersin gibi sıcak bir bölgeye uygun şekilde optimize edilmediği” iddia edilmektedir. Elektrik Mühendisleri Odası, çatlak iddiasıyla ilgili olarak Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı`na iki kez yazı yazarak bilgi istemiş, ancak hiçbir yanıt alamamıştır. Santralı 2023`e yetiştirme telaşıyla acele eden iktidarın, bilimsel verileri, mühendislik ilkelerini ve saha gerçeklerini göz ardı ettiği görülmektedir.

Unutulmamalıdır ki nükleer santralların en büyük risklerinden biri atık problemidir. Radyoaktif atık için kesin, bilinen, uygun ve kabul edilebilir bir arıtma yöntemi yoktur. Dünya üzerinde hiçbir yerde nihai depolama tesisi yapılamamıştır.

Hiçbir proje yaşamın kendisinden daha önemli değildir. Akkuyu Nükleer Santralı inşaatı derhal durdurulmalı, kamuoyunda büyük endişelere yol açan iddialara karşılık derhal detaylı bir çalışma başlatılmalı ve Akkuyu`ya teknik inceleme heyeti kabul edilmelidir.

Bünyesinde birçok meslek odası, sendika ve gönüllü kuruluşun yer aldığı Nükleer Karşıtı Platform (NKP), yıllardır yürüttüğü çalışmalarla, nükleer teknolojinin, kapitalizmin kar hırsı içerisinde dünyamızı bir mahvoluşa doğru sürükleyecek santral ve nükleer silahlanma yarışı için kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Hiroşima ve Nagazaki başta olmak üzere nükleer silahlarla yaşamlarını yitiren ve bugün hala nükleer kirlenmenin acısını genetik olarak taşıyan canlara karşı sorumluluğumuzun bilinciyle tüm dünyaya ve TBMM`ye ve hükümete sesleniyoruz; insan eliyle yaratılan ölümleri durdurmak elimizde…

Tüm savaşlara son verilsin, derhal barış istiyoruz.

Nükleer silahlar imha edilsin.

Nükleer silah geliştirmeye son verilsin.

Nükleer Silahların Yasaklanması Anlaşması tüm ülkelerce onaylansın.

Nükleer santrallar kapatılsın.

 

NÜKLEER KARŞITI PLATFORM SEKRETERYASI

 

Zeytin, İncir, Üzüm: “Çalışmana bak, iki gözüm!” – Alp Yücel Kaya

 

DERSİMİZ AŞK ÇÜNKÜ, SÖYLEMİŞTİM

Dersimiz Aşk, konular Haydutluk ve Sarışınlık
Şimdi şurdan koşsam Akdeniz’e çıkarım
Yörükler ve Develer arasından geçerim
Üzüm incir ve tütün, üzüm incir ve tütün
Dersimiz Aşk çünkü, söylemiştim
Oturur bir Güneşle sigaramı yakarım

                                                              Ergin Günçe, 1979

ODTÜ İktisat Bölümü öğretim üyesi ve şair Ergin Günçe yukardaki şiiri 1979’da yazarken aslında kapitalizmin kalkınmacı döneminin, kriz yıllarında da olsa, Akdeniz’e açılan coğrafyalarındaki en önemli tarımsal ürünlerini sıralıyordu: üzüm, incir ve tütün… 1980’lerle birlikte sermayenin sınırsız taarruzu ile hayatın her alanında olduğu gibi tarımda da her şey altüst oldu ama asıl vurucu darbe 2000 yılı Tarım Reformu Uygulama Projesi (TRUP) ile geldi. Tarımsal yapı ve özellikle tarımsal istihdam görülmedik bir hızla çözüldü. Şiirdeki gibi “Akdeniz’e çıkarken” rastlayacağımız üreticiler fiyat-maliyet makasının giderek aleyhlerine açıldığını gördüler; lehlerine döneceği umuduyla borçlandılar; borçlarını döndürmeye çalıştılar; daha kârlı olacağını düşündükleri ürünlerin üretiminde sürekli arayış halinde oldular; tarım dışı gelir arayışına girdiler; ellerindeki sermaye ve kaynakları tüketmeye başladılar. Bazıları mülksüzleşmeden üretimi bırakıp tarım içi veya dışı işgücüne dahil oldu, bazıları da klasik proleterleşme sürecini izleyip mülksüzleşerek tarım içi veya dışı işgücüne dahil oldu.

Kaybedeni çok (emek) kazananı az (sermaye) bu hikayede şiirde bahsi geçen üzüm ve incir her şeye rağmen üretilmeye devam etti ama TRUP çerçevesinde sözleşmeli üretime geçilerek üretimi sınırlandırılan tütün neredeyse yok oldu: Tütün üreten tarlalar ya boş kaldılar ya da bölgesine göre zeytin veya mısır üretir oldular. Öylesine ki Akhisar’da tütünün altın yıllarına selam çakarak kurulan ve işletilen Tütün Otel’in bir çalışanı 2007’de yaptığımız bir saha araştırması sırasında “bu otel şimdi kurulsaydı adı ‘Zeytin Otel’ olurdu” diyebildi.

Tabii ki zeytin Anadolu’da yeni bir ürün değil, bugün Urla İskele’de, Klazomenai’de, MÖ VI. yüzyıldan kalma, günümüz teknolojisinin pek de uzağında olmayan bir zeytinyağı işliğini görmek mümkün. “Ölümsüz ağaç” denilen zeytinin uzun hikayesinin (Antik Çağ’dan 19. yüzyıla) uzun sessizliklerle ve (19. yüzyılda ve 2000’lerde) gösterişli patlamalarla yazıldığını hatırlamakta fayda var. Böyle bakınca, şiirde dönemin kalkınmacı havasını yansıtan, göreli olarak da “yeni” bir ürün olan tütünü Fernand Braudel’in uzun döneminin (longue durée) ürünü zeytinle değiştirirsek, Antik Çağlar’dan bugüne Akdeniz deyince ilk akla gelen üç temel tarımsal ürünle karşılaşacağız: üzüm, incir ve zeytin. Yüzyıllar içindeki iktisadi ve toplumsal dalgalanmalara rağmen üçü de günümüzde önemini koruyor ama üçünün coğrafi ortaklıkları 2000’li yıllarla çelişkili gelişmeleri ve başka ortaklıkları da beraberinde getiriyor.

İlk önce zeytindeki gelişmelere bakalım… Günümüzde büyük girişimciler kâr peşinde, küçük üreticiler geçimlik peşinde zeytincilik yapmaya devam ediyorlar, hatta her iki kesimin de etkisiyle (yukarıda bahsedilen dinamiklerin çelişkili uzantıları olarak) 2000’li yıllarda Türkiye’de zeytin ağacı sayısı önemli ölçüde artış gösterdi. Ama yine aynı dönemde zeytinlik alanların tarım dışı kullanıma açılmasını sağlayacak bir mevzuat arayışı kârlılığı başka alanlarda arayan sermaye tarafından zorlandı. En sonuncusu Mayıs 2017’de olmak üzere zeytinciliğe karşı TBMM gündemine yedi defa gelen (ve püskürtülen) kanun teklifleri tarım/zeytincilik dışı yatırımların, özellikle maden ve imar yatırımlarının, önü açılacak bir düzenleme arayışında oldular.

Üzümdeki gelişmelere gelirsek… Yukarıda anlatılan üreticilerin yaşadıkları genel dönüşüm bağlamında üzüm üreticileri sofralık, kurutmalık ve şaraplık üzüm üretimi arasında sürekli arayış halinde yaşam savaşı verdiler. Ama asıl darbe zeytinde olduğu gibi tarım dışından geldi. Menderes Efemçukuru’nun meşhur “enfes” üzümü bağları “acele kamulaştırma” yoluyla Eldorado Gold adlı altın şirketine tahsis edildi. Sarıgöl ovasında sultaniye üzüm yetiştiren üreticiler aynı şirketin Kışladağ’daki altın madeninden kaynaklandığını düşündükleri asit yağmuruna maruz kalmaya başladılar, bundan korunmak için bağlarını her bahar örterek neredeyse seraya çevirdiler. Alaşehir’de 2019 Mart’ında patlayan jeotermal kuyusu üzüm bağlarını kuruttu, Gediz havzasında sayıları hızla artan jeotermal elektrik santralleri, üzümü var eden toprak ve suyu tüketir oldu.

İncirde ise yüzyıllardır komisyoncuların oyunlarından muzdarip üreticiler artık ihracatçıların rekolte oyunları karşısında fiyat-maliyet makasının sürekli aleyhlerine açılması ile de mücadele ediyorlar. Üzümde olduğu gibi jeotermal enerji santrallerinin Gediz havzası kadar Menderes havzasında da yaygınlaşması incir ağaçlarına zarar veriyor. Yapılan araştırmalara göre jeotermal santral yakınlarındaki “incir bahçelerinde yaprak ve kuru incir meyve örneklerinin besin elementleri ve ağır metaller açısından genel olarak diğer mesafelere göre daha yüksek içeriklere sahip olduğu ve kaynaktan uzaklaştıkça özellikle meyve örneklerinin ağır metal içeriklerinin azaldığı saptanmış” durumda.[1]

Üzüm, incir ve zeytine yönelik bu taarruz Türkiye ile sınırlı değil, Yunanistan’da zeytinliklerin ön planda olduğu Selanik’in Halkidiki bölgesi de madenciliğin kuşatması altında. 2008 krizi sonrası ağır bir sermaye taarruzuna maruz kalan Yunanistan’da, Halkidiki’deki Kasandra madeni ihalesiz, bizim Efemçukuru ve Kışladağ’dan tanıdığımız Eldorado Gold altın şirketine tahsis edildi. Böylesine bir uygulama, Türkiye’deki “acele kamulaştırma” uygulamalarına benzer bir şekilde, Yunanistan’da “stratejik” ve “kritik” yatırımların önündeki engellerin acilen kaldırılmasını hedefleyen “Stratejik Yatırımların Şeffaflığı ve İvediliği Kanunu” ile mümkün oldu.

Üzüm, incir ve zeytin Akdeniz’i Akdeniz yapan ürünler. Ama kapitalizmin kriz dinamikleri ve sermayenin kâr arayışı; üzüm, incir ve zeytini tarım içinde olsun tarım dışında olsun tamamıyla sermayeye mal etmek çabasında. Yine de üreticileri ve emekçileri hayat kavgasına, hukuki ve siyasi mücadeleye devam ediyorlar. Can Yücel Ergün Günçe’den bir sene sonra, 1980’de yazdığı “Tarihli Bağbozumu” şiirinde de “kara üzüm”e de öyle öğütlemiyor mu?

Ayaklarıyla ezip fıçıya mı bastılar seni

Nefti kasnaklı bir fıçıya,

Aldırma, kara üzüm!

Sen, o Kırmızı Şarabına doğru

İçten içe

Harıl harıl

Çalışmana bak, iki gözüm!

Alp Yücel Kaya – BirGün

[1] Sunay Dağ, “Jeotermal Enerji Gerçeği ve İncir Yetiştiriciliği”, Apelasyon, Sayı 28, 2016 (http://apelasyon.com/Yazi/409-jeotermal-enerji-gercegi-ve-incir-yetistiriciligi, erişim tarihi 22 Temmuz 2019).

 

Dağları, ormanları, ovaları, dereleri olmayan ülke – Ali Ekber Yıldırım

Ülkenin her tarafı adeta işgal altında. Topla tüfekle değil, rantla, para hırsıyla ülkenin dağları yok ediliyor. Ovalarına tohum yerine beton ekiliyor. Termik santral yapılıyor. Dereler, göller kurutuluyor. En verimli tarım toprakları atıklarla, kirletiliyor,yok ediliyor.

Kazdağları’ndan Munzur’a, Salda Gölü’nden Alpu Ovası’na,Ege’nin verimli ovalarından Ergene’ye, Karadeniz’e yaşama dair ne varsa rant uğruna yok edilmek isteniyor.

İklim değişiyor. Mevsimler değişiyor. Doğal afetler artıyor.İnsanlar,canlılar yaşamını yitiriyor,göç etmek zorunda kalıyor. Tarımsal üretim tehdit altında. İnsanlığın, doğanın, dünyanın geleceği tehlike altında.

Dağları, ormanları, ovaları, dereleri, toprakları olmayan ülkenin neyini seveceksiniz? Bu nedenle bugünlerde Türkiye’nin aydınları, sanatçıları, doğa sever insanları, Kazdağları’nda nöbette. Salda Gölü, Munzur Dağları, Anadolu’nun, Trakya’nın verimli toprakları, doğası için ayakta.

Edebiyatımızın çınarlarından Yaşar Kemal yıllar yıllar öncesinden uyardı. Manifesto niteliğindeki görüşlerini 4 Mart 2015’te paylaşmıştım. Bir kez daha hatırlamakta yarar var.

*****

“Vatanseverlik toprağı,doğayı korumaktır”

Edebiyatımızın, gazeteciliğin, ülkenin ve dünyanın en büyük çınarlarından Yaşar Kemal’in yaşama veda etmesi üzerine O’nun pek çok yönü yazıldı.Yaşar Kemal aynı zamanda gerçek bir doğa dostuydu.Toprakların, suların korunması konusundaki duyarlığını tüm eserlerinde, söyleşilerinde, yazılarında görmek mümkün. Yaşar Kemal, toprağın, suyun ve genel olarak doğanın korunmasını sadece yerel veya ulusal düzeyde değil, evrensel olarak ele alıyor. Bunun bir insanlık sorunu olduğunu her fırsatta dile getiriyordu.

Doğayı öldürmek

“Doğayı öldürmek” başlığıyla 30 Mayıs 1973’te kaleme aldığı yazısı bu konuda bir manifesto niteliğindedir. İşte o yazıdan bazı bölümler:

“Toprağı, doğayı öldürmek kolay, yaratmak zordur. Toprağı, doğayı yeniden yaratmaya kalkışanlar bunu biliyorlar. Öldürülmüş doğayı yaratmak için insanüstü umutsuz çabayla çabalamak gerek. Bizim ağaçlandırmadaki uzmanlara bir soralım da görelim bir tek ağacı yeşertmek neye, kaça mal oluyor.

Türkiye, sorumsuzluklar ülkesidir. Kafası az gelişmiş aydınlar ülkesidir. Az gelişmişliğin bir yanı düzen sorunu değildir. Bir üst yapı, bir az gelişmiş düşünce sorunudur. Böyle olmasaydı biz de bu çağda doğamızın da kurtulabileceğini sanabilirdik. Bu düzenden bile iyi niyetle doğamızın kurtuluşunu bekleyebilirdik. Yok yok, yani ben can çıkmayınca huy değil de, umut çıkmaz diyen adamım. Onun için bu düzenden bile, bu karmaşadan bile bir umut umuyorum.(…)

Türkiye’nin doğasını öldürdüler derken bu gerçektir. Türkiye kalkınıyor derken doğru söylemiyorlar. Kalkınma kılı kılına bir bütündür. Bir ulusun doğası öldürülürken başka bir yönü dirilebilir mi?

Türkiye’de erozyon, toprak aşınması bir felaket halinde. Seller, kuraklık bunun sonucu. Daha da artacak. (…) Bu gidişle on, on beş yıl sonra, Türkiye çöl, kayalık kalacak. Görünen köy kılavuz istemez. Bizim derdimiz, düzen değişikliği istememiz, salt düzen için değil, bir yurdun, can damarı kesilmiş bir yurdun toptan kurtuluşu içindir de. Ölmekte, can çekişen bir toprak parçasını diriltmek içindir. Düzen değişikliği bizim için bir ölüm kalım sorunudur. Can çekişmekte olan toprakların üstünde oturanlar, altındaki toprağın öldüğünü görüp oturanlar uzun süre bu can çekişmeye izin veremezler. Türkiye ya ölecek, ya kurtulacak demiyorum. Türkiye kurtulacak.(…)

Birleşmiş Milletler savaşların önüne geçmek için büyük çabalar harcıyor. Savaşlardan daha önemli olan, dünya için savaşlardan daha büyük yıkım olan doğanın, toprakların, suların öldürülmesidir. Dünya bir süre sonra insanlara yetmeyecek. Hele Türkiye, yılda bir milyondan fazla artış gösteren insan kalabalığına hiç yetmeyecek. Bu gidiş böyle sürüp gidecek olursa, az süre sonra görün hengameyi. Ölmüş topraklar üstünde işsizler, işsizler…

Sinersek, korkarsak, koşullar bize yardım etmedi, yanlış işler yaptık dersek, umutsuzluğa kapılırsak, işte o zaman yanlışın büyüğünü yaparız.

Bu memleketi taşı toprağıyla sevmek kolay iş. Ama böylesine belalı bir toprağı, feleğin çemberinden geçmiş, nice belalardan geçmiş bir ulusu sevmek kolay iş değildir. Dünyayı tadına vararak derinlemesine sevmek kolay iş değildir. Onun için tez günde silkinmeli, şu uyuşukluğu üstümüzden atmalıyız. İnsan yenilir, düşmez kalkmaz bir Allah, yenilgimizin üstüne kapanıp kalmamalıyız. Yurdumuzun gerçekleriyle birliksek yaralarımız çabuk kabuk bağlar.

Unutmamalıyız ki, en büyük güç, bir ulusun yaşama gücüdür. Bu güçle bir olayın yenilgisi uzun sürmez. Hiç bir güç bir milletin yaşama gücü kadar güçlü değildir.”

“Ölmüş toprak diriltilemez”

Bu yazıdan tam 30 yıl sonra 2003’te Yeşil Atlas Dergisi Yaşar Kemal ile bir söyleşi yaptı. O söyleşide de vatanseverliği doğayı korumakla özdeşleştiren Yaşar Kemal, şunları söyledi:

“Bizim topraklarımız yüzde doksan erozyonda. O bir zamandı diyenler çıkacak. Yüzde yüz demeye dilim varmıyor. Vatanseverliğe gelince, bence başlıca vatanseverlik toprağımızı korumaya çalışmaktır. Vatanlar işgal edilebilir. Bizim vatanımız da işgal edildi, millet el ele verdi kurtulduk. Dünyamızdaki bir çok vatan da işgal edildi, Çin, Hindistan, Rusya,Vietnam, kurtarıldılar. Ama yüz örtüsü bozkır, çöl haline getirilmiş, çürütülmüş, yüzde doksan erozyona uğramış vatan toprakları hiçbir zaman, hiçbir biçimde kurtarılamaz. Yüzde yüz erozyona uğramış bir vatan toprağı hiçbir koşulda kurtulamaz. Kolay kurtarılamaz diyecektim, vazgeçtim. Ölmüş bir toprak diriltilemez. Elimizde bir yeşil yaprak, bir yeşil çimen, bir tek ağaç kalmışsa bile, onu ne pahasına olursa olsun korumak… İşte gerçek vatanseverlik budur.”

Saygıyla ve özlemle andığımız Yaşar Kemal’in doğa, çevre, tarım, toprak, su, konusundaki her yazısı, her sözcüğü yıllar öncesinden bizi göreve çağırıyor. Doğayı, toprağı korumak O’nun bize en önemli vasiyetidir. O zaman yaşam için, doğa için, geleceğimiz için mücadeleye devam.

Ali Ekber Yıldırım – Tarım Dünyası

73 barodan tutuklu eski Cumhuriyetçiler için Yargıtay’a çağrı: İnfazın durdurulmasına dair talep, bir an önce karara bağlanmalı

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın eski Cumhuriyetçiler için mahkûmiyet kararlarının bozulmasına ilişkin hazırladığı tebliğnameye rağmen eski Cumhuriyetçiler cezaevinde tutulmaya devam ediyor. Eski Cumhuriyetçilerin tutukluluk sürecinin devam etmesine karşı Türkiye’deki avukatların yaklaşık yüzde 90’ını temsil eden 73 baro, bir açıklama yaptı. Açıklamada, “Dava avukatlarının infazın durdurulmasına dair taleplerinin, Yargıtay nöbetçi ceza dairesince bir an önce karara bağlanması, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak görevi bulunan baroların da beklentisidir” denildi.

63 imza ile başlayan çağrı metnine 10 baronun ardından Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu da imza attı. Bu rakamla çağrı metnini sadece 6 baro imzalamamış oldu.

Adalet Bakanı Abdülhamit Gül, 18 Haziran tarihinde çözülmesi gereken sorunlardan birinin aynı dosyada sanıklardan bir kısmı Yargıtay’a giderken, bir kısmı ile ilgili Yargıtay yolunun kapalı olduğuna dikkat çekmiş ve “Yargıtay inceleme sonucunda o dosyadaki tüm fiilin vaki olmadığı hususları karar verilse bu kişinin içerde yatmış olduğu infazı, cezaevinde yatmış olduğu süreler hukuk devleti tarafından nasıl karşılanacak. Bu durum muhakkak düzeltilmelidir” ifadesini kullanmıştı.

 

KAMUOYUNUN DİKKATİNE

Bilindiği üzere, üç meslektaşımızın da aralarında olduğu Cumhuriyet Gazetesi yöneticilerinin ve bazı yazarlarının yargılanarak mahkum edildiği bir dava söz konusudur.

Ülkemizdeki ifade ve basın özgürlüğü bakımından simgesel bır nitelik taşıyan bu davanın, yalnızca yargılananları değil, ülkemizdeki bütün gazeteler ve gazetecileri ilgilendiren önemli sonuçlara gebe olduğu, kamuoyunda genel kabul görmektedir.

Bu davada, aynı eylem nedeniyle yargılanmakta olan gazete yöneticilerinden bir kısmı için beş yılı aşmayan cezalara hükmedilmiş ve kanun temyiz yolunu kapalı tuttuğundan, bu kişiler yönünden verilen cezalar istinaf aşamasında kesinleşmişti.

Böylece, gazete yöneticilerinden altısı soruşturma aşamasında tutuklu kaldıkları dokuz aydan artan cezalarının infazı için 25 Nisan 2019’da, yeniden Kocaeli F Tipi Kapalı Cezaevine konulmuştu.

Geçtiğimiz günlerde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, beş yıldan fazla ceza aldığı için verilen hükmü temyiz ede(bile)n gazete yöneticilerinin başvurusu hakkındaki görüşünü hazirlayarak, ilgili ceza dairesine bildirdi.
Başsavcılık tebliğnamede, gazetenin yöneticileri hakkındaki mahkumiyet hükmünün bozulması ve beraat kararı verilmesi gerektiğini, bu bozmadan ‘Sirayet etkisi’ nedeniyle halen Kocaeli F Tipi Kapalı Cezaevinde cezaları infaz edilmekte olan gazete yöneticilerinin de yararlanması gerekeceğini belirtmiştir.

Davayla ilgili yeni ve önemli bu gelişme, aynı dosyada, aynı suçtan yargılananlar arasında temyiz hakkı bakımından farklı uygulama yapılması nedeniyle, temyiz hakki olanların cezaevine girip girmeyeceği Yargıtay’ın kararına göre belli olacakken, aynı konumdaki bazılarının -üstelik daha az ceza almalarına karşın- cezalarının infazına devam edilmesi, kamu vicdanında rahatsızlık yaratmaktadır.

Nitekim, yaklaşık iki ay önce Cumhurbaşkanı tarafından açıklanan Yargı Reformu Strateji Belgesinde de, Adalet Bakanınca kamuoyuna yapılan açıklamada da, bu adaletsiz duruma değinilmiş, sorunun ilk yargı paketinde yer alacak bir yasal düzenlemeyle çözüleceği, bunun da TBMM tatile girmeden gerçekleştirileceği duyurulmuştu.

Ancak, bu yönde herhangi somut bir adım atılmadan, insanlarda yaratılan beklenti ve umut dikkate alınmaksızın, Meclis tatile girdi.

Yargıtay ilgili ceza dairesinin tebliğnamedeki görüş doğrultusunda bir bozma kararı vermesi halinde, cezası infaz edilmekte olan gazete yöneticilerinin uğramış olduğu ağır haksızlık ve mağduriyetin telafisi ne yazık ki mümkün olamayacaktır. Onlar, haksız yere yattıklarıyla kalacaktır. Bu nedenle, hiç olmazsa bugünden sonra, bir gün dahi gecikmeye fırsat verilmeden, bu kişiler hakkındaki cezanın infazının durdurulması, hukukun ve adaletin gereği, kamu vicdanının acil ve haklı beklentisidir.

Dava avukatlarının infazın durdurulmasına dair taleplerinin, -adli tatilin bitmesi beklenmeksizin- Yargıtay nöbetçi ceza dairesince bir an önce karara bağlanması, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak görevi bulunan baroların da beklentisidir.

Biz aşağıdaki baro başkanları,

Yargıtay’ı, kamuoyu vicdanını derinden yaralayan bu ağır haksızlık ve adaletsizliğe derhal müdahale etmeye davet ediyoruz.

Saygılarımızla.

•Adana Barosu Av.Veli Küçük,
•Adıyaman Barosu Av.Mustafa Köroğlu,
•Afyonkarahisar Barosu Av.Turgay Şahin,
•Ağrı Barosu Av.Mehmet Salih Aydın,
•Aksaray Barosu Av.Ramazan Erhan Toprak,
•Amasya Barosu Av.Melik Derindere,
•Ankara Barosu Av.R.Erinç Sağkan,
•Antalya Barosu Av.Polat Balkan,
•Artvin Barosu Av.Ali Uğur Çağal,
•Aydın Barosu Av.Gökhan Bozkurt,
•Balıkesir Barosu Av.Erol Kayabay,
•Bartın Barosu Av.Ferhat Parlatır,
•Batman Barosu Av.Abdülhamit Çakan,
•Bilecik Barosu Av.Halime Aynur,
•Bingöl Barosu Av.Hanifi Budancamanak,
•Bolu Barosu Av.Sabri Erhendekçi,
•Burdur Barosu Av.Ramazan Gedik,
•Bursa Barosu Av.Gürkan Altun,
•Çanakkale Barosu Av.Bülent Şarlan,
•Çorum Barosu Av.Kenan Yaşar,
•Denizli Barosu Av.Müjdat İlhan,
•Diyarbakır Barosu Av.Cihan Aydın,
•Düzce Barosu Av.Azade Ay,
•Edirne Barosu Av.Alper Pınar,
•Elazığ Barosu Av.Mustafa Yentür,
•Eskişehir Barosu Av.Mustafa Elagöz,
•Gaziantep Barosu Av.Bektaş Şarklı,
•Giresun Barosu Av.Soner Karademir,
•Gümüşhane-Bayburt Bölge Barosu Av.Serkan Pekmezci,
•Hakkari Barosu Av.Zeydin Kaya,
•Hatay Barosu Av.Ekrem Dönmez,
•Iğdır Barosu Av.Serkan Alakan,
•Isparta Barosu Av.Ünsal Çankaya,
•İstanbul Barosu Av.Mehmet Durakoğlu,
•İzmir Barosu Av.Özkan Yücel,
•Kahramanmaraş Barosu Av.Muhammed Burak Gül,
•Kastamonu Barosu Av.Özgür Demir,
•Kayseri Barosu Av.Cavit Dursun,
•Kırklareli Barosu Av.Turgay Hınız,
•Kırşehir Barosu Av.Mehtap Tuzcu,
•Kocaeli Barosu Av.Bahar Gültekin Candemir,
•Konya Barosu Av.Mustafa Aladağ,
•Malatya Barosu Av.Enver Han,
•Manisa Barosu Av.Ali Arslan,
•Mardin Barosu Av.Çelebi Araz,
•Mersin Barosu Av.Bilgin Yeşilboğaz,
•Muş Barosu Av.Abdülbaki Çelebi,
•Niğde Barosu Av.Osman Çimen,
•Ordu Barosu Av.Haluk Murat Poyraz,
•Osmaniye Barosu Av. Halil Yavuzdoğan,
•Rize Barosu Av.Ümit Peçe,
•Sakarya Barosu Av.Abdurrahim Burak,
•Siirt Barosu Av.Nizam Dilek,
•Sinop Barosu Av.Hicran Kandemir,
•Şanlıurfa Barosu Av.Abdullah Öncel,
•Şırnak Barosu Av.Nuşirevan Elçi,
•Tekirdağ Barosu Av. Sedat Tenekeci,
•Tokat Barosu Av.Melih Yardımcı,
•Trabzon Barosu Av.Sibel Suiçmez,
•Tunceli Barosu Av.Kenan Çetin,
•Uşak Barosu Av.Emin Coşkun,
•Van Barosu Av.Zülküf Uçar,
•Yalova Barosu Av.Fedayi Doğruyol,
•Yozgat Barosu Av.Mehmet Şimşek,
•Zonguldak Barosu Av.Özel Eroğlu,
. Kilis Barosu Hayri Av. Muammer Fazlıağaoğlu,
. Muğla Barosu Av. Cumhur Uzun

Tens of thousands march through Alamos’ cyanide gold mine in Mount Ida

0

The Great Water and Conscience Meeting took off yesterday against the gold mine with cyanide leeching the Canada-based Alamos Gold Inc. want to open near Kirazlı and Balaban villages on the slopes of Mount Ida.

The nearby drinking water dam of Atikhisar, provides water for the 300 thousand residents of Çanakkale.

Tens of thousands of people gathered in an area between Kirazlı and Balaban villages for the protest organized by Çanakkale Municipality early in the day. A few dozen environmentalists have been at a vigil action in the camp site since July 26 as part of “Watch for Water and Conscience.”

At 12:30, protesters started marching towards the gold mine area, where 195 thousand trees have been cut. At 13:30 thousands of protesters entered the area closed with razor wire, and proceeded to the mine site.

Environmentalists oppose the gold mine both because of forest and ecosystem destruction and cyanide use. It is well known from the similar projects in Turkey that cyanide which will be used to extract gold in the Alamos mine and other heavy metals such as arsenic, mercury, lead, cadmium and chromium will contaminate the soil as well as ground and underground waters. The Turkish government on the other hand rejects charges that the mine will damage the environment.

TEMA, one of the biggest environmental organisations in Turkey, declared that 195,000 trees were cut down for the project, well above the 46,000 target previously announced by the company Doğu Biga, which is the local subsidiary of Alamos Gold.

Citizens who came together before the march first read out the “Mount Ida Oath”.

The Mount Ida Oath

Trees have no legs they can use to run…
No hands to fight with…
No tongue to curse with…
So…
It is we, who will defend our Mount Ida…
If one day my heart stops in these mountains…
Bury me where I fall…
My heart will bloom with the mountain flowers.

 

 

İtalya kurtarıcılara karşı daha da sertleşiyor

Akdeniz’de sığınmacılara yardım eli uzatan kurtarma gemilerine ve çalışanlarına bir milyon euroya kadar ceza öngören düzenleme İtalyan Senatosu’ndan geçti.

Akdeniz’de sığınmacıların hayatlarını kurtaran yardım örgütleri artık İtalyan karasularını ihlal etmeleri halinde daha da sert cezalarla karşı karşıya kalacak. Yardım örgütlerinin ülke karasularına izinsiz girmeleri durumunda 1 milyon euroya kadar para cezasına çarptırılması ve yardım gemilerine İtalyan otoritelerince el konulmasına olanak veren yasal düzenleme Senato’dan geçti. Yeni düzenleme para cezasının yanı sıra, İtalyan otoritelerinin karasularından çıkma yönündeki talimatlarına uymayan gemi kaptanlarının da tutuklanmasını ve 10 yıla varan hapis cezalarına çarptırılmasını öngörüyor.

DW’nin haberine göre İtalyan hükümeti yasalaşma sürecini hızlandırmak için sıkça izlenen bir yöntem olan güvenoyu yoluna başvurdu. Böylece daha önce de Temsilciler Meclisi’nde onaylanan tasarı, bir değişiklik yapılmaksızın güvenoyu almış oldu.

İtalya’nın aşırı sağcı İçişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini, Twitter üzerinden yaptığı paylaşımda yasanın, güvenlik güçlerine daha fazla yetki, sınırlarda daha fazla kontrol ve mafyayı yakalamak için daha fazla insan gücü öngördüğünü kaydetti. Göç karşıtı politikalarıyla tanınan ve bu yönde adımlar atan Salvini’nin Lig Partisi son kamuoyu yoklamalarına göre ülkenin en güçlü partisi konumunda.

İtalya’da halihazırda uygulanan ve karasularını ihlal eden yardım gemilerine 10 ila 50 bin Euro para cezası öngören düzenleme yoğun tartışmalara neden olmuştu. Geçen Haziran ayında insani yardım gemisi Sea-Watch 3’ün kaptanı Carola Rackete, İtalya’nın Lampedusa Limanı’na izinsiz yanaştığı için gözaltına alınmıştı.

Rackete, Akdeniz’den kurtardıkları 42 sığınmacıyla birlikte yaklaşık iki hafta kadar denizin ortasında bekletildikten sonra gemideki sığınmacıların durumunun giderek kötüleşmesi üzerine bu kararı almak zorunda kaldığını söylemişti.

Yardım gemileri geri adım atmıyor

Ancak öngörülen cezalara rağmen yardım örgütleri, özellikle Libya üzerinden Avrupa’ya geçebilmek umuduyla adeta bir ölüm yolculuğunu göze alan sığınmacılara yardım eli uzatmaktan geri durmuyor. İnsani yardım örgütleri SOS Méditerranée ve Sınır Tanımayan Doktorlar’ın Ocean Viking adlı yardım gemisi Libya kıyılarındaki kurtarma bölgesine doğru yola çıktıkları belirtiliyor.

Sea Eye örgütüne ait olan ve ismini 2015’te ailesiyle birlikte Yunanistan’a geçmek isterken Bodrum açıklarında can veren üç yaşındaki Alan Kurdi’den alan geminin ise Libya’nın başkenti Trablus’ta bulunduğu kaydedildi. Daha önce geminin kurtardığı sığınmacılar Malta’da karaya ayak basmıştı.