ABD’nin Kaliforniya eyaletinde yer alan Los Angeles kentinde sıcaklıklar 49 dereceye ulaştı. 6 Eylül saat 13.30’da ölçümlenen sıcaklık tüm zamanların en yüksek düzeyine ulaşarak rekor kırdı.
ABD Ulusal Hava Hizmetleri‘nden rekor sıcaklığa ilişkin yapılan açıklamada, “Kaliforniya’nın güneybatısında tarihi bir sıcak hava dalgası etkili oluyor. Bu dalga, uzun yıllar boyunca hatırlanacak” dedi.
Eyalet yetkilileri, elektrik kesintilerini önlemek için halktan kullanmadıkları elektrikli cihazlarını kapatmaları ve ışıklarını mecbur kalmadıkça açmamalarını istedi. Ayrıca vatandaşlara sıcaklıklar devam ettiği sürece evde kalmaları uyarısında bulunuldu.
Fotoğraf: Sacbee
‘Sıcak sebebiyle yangın kontrol altına alınamıyor’
Diğer yandan eyalette yaklaşık 38 farklı noktada üç haftadır devam eden yangınlar da sıcak havanın etkisiyle kontrol altına alınamıyor.
İtfaiye Departmanı yetkililerinden Richard Cordova CNN’e yaptığı açıklamada, bu yıl eyalette 2 milyon 94 bin 955 dönümden fazla alanın yandığını söyledi. Bu, New York şehrinin yüzölçümünün 10 katına tekabül ediyor.
Bu durumun korkunç olduğunu belirten Cordova “Ekim ve Kasım yangın sezonuna bile girmedik ve tüm zamanların rekorunu kırdık,” dedi.
200 kişiye havadan kurtarma operasyonu
Sierra Ormanı‘da bulunan popüler kamp merkezi Mammoth Rezervuarı‘na giden yolun yangın nedeniyle kesilmesi üzerine yaklaşık 200 kişi havadan düzenlenen operasyonla kurtarıldı.
Tahliye edilen yaklaşık 20 kişinin, kırık kemiklerden yanıklara kadar değişen ölçekte yaralanmaları olduğu, iki kişinin ise sedyeyle taşınmak durumunda kaldığı belirtildi.
Yetkililer yangının çok hızlı bir şekilde ilerlediğini bu sebeple henüz kontrol altına alınamadığını söylüyor. Bir yandan da yüksek sıcaklıklar nedeniyle farklı noktalarda yeni yangınlar başlıyor ve itfaiye ekiplerinin müdahelesini zorlaştırıyor.
Aralarında Oak Glen, Mountain Home Village, Forest Falls ve North Bench Yucaipa‘nın da bulunduğu pek çok bölgede tahliye emri çıkarıldı. NBC News’in aktardığına göre 10 binlerce kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı.
Şu ana kadar sekiz kişinin ise yangın sebebiyle hayatını kaybettiği, en az 3 bin 300 yapının yangın sebebiyle zarar gördüğü belirtildi.
Yangın için ideal gün sayısı artıyor
Ağustos ayının başlarında, Stanford, UCLA ve UC Merced araştırmacıları tarafından yapılan bir çalışma, bir orman yangınının başlaması için ideal sonbahar günlerinin sayısının 1979 yılından bu yana dörtten 12’ye sıçradığını buldu.
Çalışmanın ortak yazarı ve Stanford iklim bilimcisi Noah Diffenbaugh, Capradio’ya yaptığı açıklamada bu ek günlerin küresel sıcaklıklardaki yalnızca bir derecelik artıştan kaynaklandığını söylüyor:
Küresel ısınma derecesinin artmasının orman yangınları için daha elverişli bir koşul yaratacağını söyleyebiliriz. Şu andaki gidişatımız endüstri öncesi döneme göre 3 derecenin üzerin.de ısınmaya yol aldığımızı gösteriyor. Büyük ihtimalle 4 ve 5 dereceye kadar da çıkacak
Kaliforniya’nın sadece bir derece ısınmanın etkisi ile tarihteki en kötü orman yangınlarından bazılarını yaşadığını belirten Diffenbaugh, iklim krizi kontrol altına alınmazsa daha büyük sonuçlarla karşı karşıya kalınacağına dikkat çekiyor.
Ayrıca eyalet yalnızca yangınlarla değil son yıllarda yaşanan kuraklık, rekor sıcak dalgaları, yangın hortumları, deniz seviyesi yükselmesi gibi felaketleri de yaşıyor.
Evleri, işyerlerini, ibadet yerlerini yakma-yıkma, tahrip etme, yağmalama, sivil öldürme, yaralama, toplu tecavüz etme gibi toplu şiddet eylemlerini içeren şiddet eylemlerini adlandırmak için Rusça‘dan başka dillere geçerek evrenselleşen “pogrom” kavramı kullanılıyor. Etnik ve siyasal ayrımcılık yoluyla ötekileştirilen topluluklara karşı gerçekleştirilen şiddet eylemlerini adlandırmak için. 1955 yılında gerçekleşen 6/7 Eylül Olayları, evet bir pogrom ama diğerleri ile bazı benzerlikleri ve farklılıkları da var.
6/7 Eylül İstanbul Pogromu tekil bir olay değil. Ulusdevletleşme sürecinde hakim olan, kalıcı hale gelen bir politik süreç, yapı. Yalnızca kitlesel bir şiddet olayı değil, aynı zamanda tekerrür eden, kurumsallaşan bir rejimin işareti.
Hafızalarda yer alış ve adlandırılış biçimiyle “6/7 Eylül olayları” Müslüman olmayan Türkiye vatandaşlarına karşı çok uzun bir süre içinde başlatılan sistemli bir kırım operasyonunun yalnızca travmatik bir halkası.
‘Örgütlenmiş, kurumsallaşmış şiddet rejimi’
Basında yer alan haber başlıklarına baktığımızda saldırıların sanki “galeyana gelen halk” tarafından düzenlendiği gibi bir izlenimine sahip olabiliyoruz. Olayların gerçekleştiği yıllardaki haber başlıkları ise daha da yanıltıcı. Oysa saldırıların devlet gücünü kullanan ve topluluklarla etkileşim halinde şiddet olayları düzenlemekte deneyim kazanmış bir örgüt tarafından planlı ve programlı bir şekilde gerçekleştirildiği ayan beyan ortaya çıkmış vaziyette.
Saldırganların gruplar halinde araçlarla taşınması ve yönlendirilmesi, ellerine bizzat güvenlik güçleri tarafından balyoz gibi aletlerin verilmesi, halkı kışkırtmak ve resmi olarak planlanan saldırılara “toplum galeyana geldi” görüntüsü vermek için Selanik‘te konsolosluk bahçesindeki Atatürk’ün evine bomba atıldığı gibi senaryonun hazırlanması. Bu büyük rezalet sahneye konduktan sonra asıl faillerin, suçluların yakalanıp cezalandırılmamaları…
Fotoğraflar: Fahri Çoker arşivi/Tarih Vakfı.
Cezalandırılmadıkları gibi ayrıca bir de ödüllendirilmeleri, görüntülerin paylaşılmasının engellenmeye çalışılması gibi kullanılan sözcüklerin ifade ettiğinden çok daha ötesinde, örgütlenmiş, kurumsallaşmış şiddet rejiminin varlığına işaret ediyor.
“Bu olaylar geçmişte oldu, bugün artık olmaz” dediğimizde yaşanan bu rezaleti tekil bir olay gibi algılamış ve üzerini örtmüş ya da bilmiyormuş gibi olabiliyoruz.
Sanki Rumlar fail, halk Atatürk’ün evin atılan bombaya tepki vermiş gibi. Kolektif hafızanın bakiyesi, kalıntıları içindeki unsurlar bize süreklilik gösteren bir akışın içinde olduğumuzu hissettiriyor.
Örneğin hala çevremizde İstanbullu Rumlar’dan gasp edilen mülklere sahip olmak için çaba gösterenleri gördüğünüzde, kamu ile sivil toplum arasında olağanlaştırılmış bir düzenin sürdüğünü görmemek mümkün değil.
Örneğin Nazi dönemi Almanyası‘ndaki Yahudilere karşı gerçekleştirilen “Kristal Gece” olarak adlandırılan saldırılar ile bu olayın bir benzerliği var. Ancak bu topraklardaki Rumların, Ermenilerin kazınmasına yol açan kırımların Holokost’la olan benzerliği ise hala yaygın olarak inkar ediliyor. Resmi tarihyazımında doğal olarak onların içindeki insani felaketlerin görülmeyip kutsanmaları, kahramanlık hikayeleri ile süslenmeleri sözkonusu.
‘Dışlayıcı vatandaşlık’
Cumhuriyet döneminde “1934 Trakya Olayları” diye bilinen ve neredeyse Tekirdağ, Çanakkale, Edirne, Keşan gibi şehirlerdeki bütün Yahudiler’in korku içinde göç etmesine neden olan saldırılar, tecavüzler de bu kavrama tam tamına uyuyor. Daha büyük felaketler de yaşandığı ve bunlar kutsandığı için mağdurların sesinin hiç bir zaman çıkmadığı görülüyor. Neredeyse Anadolu’nun bütün Müslüman olmayan topluluklarının ulusdevletleşme sürecinde pogromlarla karşılaştıkları, kırımlara uğradıklarını söylemek mümkün.
Çoğu zaman her biri büyük bir felaket olan ve kayıpları bilinmeyen Amele Taburları‘nın, Varlık Vergisi‘ni ödeyemeyenlerin ölümcül koşullarda çalışma kamplarına gönderilmesinin, meslek yasaklarının, 64’teki zorla yerinden etmelerin, okulların, ibadet yerlerinin bakımını, korunmasını, geliştirilmesini engelleme faaliyetleri yanında ayrıca doğrudan bireylere karşı süreklilik gösteren tehditler, politik baskılar, kamusal faaliyetlerden dışlama, aşağılama, mülklere el koyma, sistemli, devlet güdümlü bir sürecin, başka bir deyişle dışlayıcı bir vatandaşlık rejiminin yürürlükte olduğunu gösteriyor.
Bu yapı dönemsel değişiklikler gösterse de süreklilik taşıyor. Kimi zaman “Susurluk Kazası” sonrasında olduğu gibi gerçekler ortaya saçılsa da, rejimin karakterini belirleyen temel unsur olarak kendisini yeniden üretiyor. Bu nedenle kısmi soruşturmalar, adli yargılamalar çoğunlukla etkisiz kalıyor, rejimin karakterini değiştirmiyor.
2005 yılında, 6/7 Eylül Pogromu’nun ellinci yılında, dönemin askeri soruşturma hakimi Fahri Çoker‘in bağışlamış olduğu albümden (1) hareketle hazırlanmakta olan serginin önce fotoğraflarının kaybedilmesi, sonra düzenleyenlere ölüm tehdidi mektuplarının gönderilmesi, serginin açılış günü, salonda bulunan sivil güvenlik güçlerinin çekilerek önceden planlanmış bir saldırıya uğraması ve tahrip edilmesi, saldırganlar hakkında bütün uğraşlara rağmen hiçbir soruşturmanın açılmaması, saldırının üstünün örtülmesi, izleri sürülmesi, araştırılması gereken bir başka konu.
Bu saldırıyı gerçekleştirenlerin başka hangi eylemlerde kullanıldıklarını araştırmak bile bugün karanlıkta kalan bir çok olayın açıklığa kavuşmasına yol açabilir.
Savaş öncesi şehirde 300 binden fazla olan Rum nüfusunun neredeyse tamamının yok edilmesi, işkencelere, tecavüzlere uğrayarak, malları gasp edilerek, kültürel alanda izleri silinerek, ötekileştirilerek ayrımcılığa uğraması, açıkça kültürel bir kırım. Bu dediğim gibi ayrımcı bir rejimin inşa edilmesine, kurumsallaşmasına işaret ediyor. Ancak bu kırımın arkasında yalnızca görünen yüzleriyle, siyasal iktidarları, ya da onları motive eden-olan kitleleri değil, zannedersem daha komplike bir işlev gören, şiddetle alakası yokmuş gibi gözüken ve entelektüel işlev gören kişi ve kurumların rollerini de dikkate almak gerekiyor.
Devlet gücünü ele geçirmiş olan imtiyazlı ekonomik tabakalar, bu yolla soylulaşan sınıflar bu ötekileştirici, işaretsizleştirici, meşrulaştırıcı politikaların üretilmesinde ve süreklilik göstermesinde başat rolü oynuyor. Bu nedenle yalnızca şiddet olaylarına, tecavüzlere-cinayetlere dikkati yoğunlaştırmak, onların aydınlattığı korkutucu olayları sergilemek, lanetlemek yetmiyor. Bu tekerrür eden süreci basitçe politik tercihlere bağlamak, yalnızca yönetimdeki siyasal partileri bu ayrımcı uygulamaların faili olarak görmek yetersiz kalıyor. Belki de asıl önemli mesele gölgede kalan sınıfsal kırılganlığı içinde motive olan kitleleri harekete geçiren, çeşitli stratejiler içinde suç ve faili inşa eden bu “serinkanlı” toplumsal tabakaların işlevini kavramaya çaba göstermek.
Diğerini ötekileştirirken kendini yaralamak
Ulusdevletleşme sürecinde kimliklerin benzerlikler üzerinden inşa edildiği söylenebilir. Kimlik artık hem gündelik yaşamda tekrarlanan ancak devlet mekanizmaları ile de bir hazıryapım, bir model halini alan bir şey. Başka bir deyişle sivil yaşamın kendisi içinde üretilmiş gibi gözüken kimlikler kendilerini askıya alan bir sembolik alan tarafından, asimetrik bir ilişki içinde koşullandırılmakta. Buna karşılık milliyetçilikler bu asimetrinin görünmez kılınmasını ve öznenin devlet mekanizmaları içinde modele dönüşen bu kimliklere arzuyla tutunmasını getiriyor. Bu inşa süreci yalnızca Rumlar açısından değil, bu milliyetçi politikalar tarafından temsil edildiği, fail olduğu varsayılan topluluk açısından da travmatik.
Hakim olan kimlik diğerlerini ötekileştirirken kendisini de yaralıyor. Böylece Butler‘in ifade ettiği gibi (2) ideoloji tarafından “özne” olarak çağrılırken, aynı zamanda nesneleşiyor, deyim yerindeyse yaralanıyor ve tabi konuma geliyor. Bu özne, daha yüksek bir otoriteye tabi olurken kendisi de her türlü özgürlükten yoksun hale gelen bir fail. Kimliğin bu ikircikliği nedeniyle, bu vatandaşlık rejimi içinde herkesin, her topluluğun ayrımcılığa uğrama potansiyeli bulunuyor. Bu nedenle bu vatandaşlık rejiminin değişmesini talep etmek, basitçe politikaların değişmesini istemekten öte çok-yönlü çabalarla mümkün.
Asıl sorun ulusdevletleşme sürecinde Rumların ya da diğer Müslüman olmayanların hukukun olmamasından dolayı değil, politik temsil alanında yokluklarından dolayı yaralanabilir hale gelmiş olması.
Osmanlı modernleşme sürecinde milletleri bir araya getiren devlet yapısı, sembolik alanın kapalı olmasına yol açtı. Sanatsal-kültürel-politik alan milletin içindeydi, temas yoktu. Her birinin ayrı bir millet sistemi içinde kaldıkları söylenebilir. Bu çelişkinin birebir ilişkilerde aşıldığı sürekli dile getirilir. “Rumluk, Hıristiyanlık kötüdür ama Rum komşumuz iyidir.” Dolayısı ile şiddetin ve yaralanabilirliğin bu işaretsizleştirici kamusal alan pratiklerinin bir işlevi olduğu, Rumların ve Müslüman olmayanların yönetici elit konumunda olanlar açısından görünmez kılındığı, söylenebilir.
Türkiye’de geçmişte işlenen ağır insan haklar ihlalleri suçları karşısında hesap verebilirliği sağlayacak bir adalet politikası hayata geçirilemedi (3). Bu nedenle bu ihlal suçlarına karşı telafisi mümkün olmasa da, onarıcı politikalar oluşturulamadı.
Geçmişle hesaplaşma ve telafi çabalarının kurumsal çerçevesini oluşturan “Geçiş Dönemi Adaleti” (Transitional Justice)… yeniden reforme edilmesi amaçlanan siyasal rejimin suç bakiyesi ile hesaplaşmasını amaçlayan bir dizi politikayı ve yargısal/yargıdışı mekanizmayı içeriyor (4).
Bunlar;
Hakikat hakkı: Hakikatlerin karartılmasına, tahrif edilmesine karşı açığa çıkarılması.
Adalet hakkı: Faillerin ortaya çıkarılması, adaletin tesis edilmesi, cezasızlığın sona erdirilmesi. İnsanlığa karşı işlenen suçların faillerinin cezalandırılması ve kamu mekanizmalarının suçlulardan arındırılarak yeniden yapılandırılması.
Onarım hakkı: Mağdurların kayıplarının, tahrip olan sosyo-ekonomik yapılarının onarılmaya çalışılması, gasp edilen haklarının iadesi
İtibarlarının iadesi, acılarının, kayıplarının önünde eğilinmesi, özür.
Mağdurların silinmeye çalışılmış olan hafızalarının, mekanlarının yeniden canlandırılması.
İhlallerin tekrarlanmasına karşı güvence hakkı.
Bu şiddet olaylarını belirleyen özellik devlet gücüyle ilişkilenmiş örgütler. Yani resmi kurumlarla bütünleşmiş, onların şiddet tekelini paylaşan, yasadışı eylemlerle bunları kullanan bir topluluk. Devlet, bir hukuk çerçevesinde kurumlaşıyor gibi gözükse de bu suçları ve failleri inşa eden toplulukların, örgütlerin kontrolünde. Bunlar her alanda devlet gücünü kullanan, onun etrafında saçaklanan yarı resmi, politik-sembolik sermaye sahibi imtiyazlı güçlerdir.
Özellikle kültürelpolitik alanda, sembolik sermaye üretiminde imtiyaz elde eden topluluklar bu şiddet olaylarını motive ederler, onlara meşruiyet kazandırıyorlar. Bugün basında, devletin bilgiyi işleyen mekanizmalarındaki bağımlı yapılanma bu rejimin sürmekte olduğunu gösteriyor. Bu geçişin kendiliğinden gerçekleşemeyeceği belli.
Bu olaylar “geçmişte kaldı, nasıl olsa bugün böyle şeyler olmuyor” denemez. Cezasızlık şiddet döngüsünü besliyor, suçların tekrarlanmasına dönük bir rejimin inşasına yol açıyor. Bütün bu işaretler yalnızca şiddetin sürdüğünü gösteriyor. Bu nedenle “olaylar” sözcüğü açıklayıcı değil perdeleyici oluyor. Açıkça söylemek gerekirse komplike, örgütlü bir suçtan, suçlulardan söz etmekten çekinmemek telafisi mümkün olmasa da onarmaya, bir daha olmaması için gösterilecek çabalara, anlamaya, anlatmaya, hissetmeye dair önemli bir sorumluluk.
*
Bu sergide kullanılan malzeme genellikle basından toplanan, daha doğrusu müsadere edilen, el konulan fotoğraflardan oluşuyordu ve ölümünden sonra yayınlanmak koşuluyla Tarih Vakfı‘na bağışlanmıştı.
Butler’ın Toplumsal Cinsiyet Performatifliği Kuramında Öznelliğin ve Failliğin İmkanları, İlknur Meşe, Toplum ve Bilim Dergisi sayı 152, 2020 sayfa 77
90’lardan Bugüne Türkiye’de Cezasızlık Politikalarının Bilançosu: Savaşın Gölgesinde Adalete Bağırmak, Hülya Dinçer, Toplum ve Bilim Dergisi sayı 152, 2020 sayfa 40.
Cudi Dağı eteklerinde yer alan Şırnak merkeze bağlı Cevizdüzü (Cifane), Anılmış (Gündikê Remo) ve Üçkiraz (Nêvava) köylerinde çıkan yangınlar ve yetkililerin müdahale taleplerine sessiz kalması bir kez daha bölgedekilerin tepkisine yol açtı.
Mezopotamya Ajansı’nın aktardığına göre Cifanê köyü sakinlerinden Kudret Kazan, en son çıkan yangının 4 gün aralıksız devam ettiğini, yardım çağrılarına ise yanıt verilmediğini belirtti.
‘Az daha biz de yanıyorduk’
Bir gün boyunca yangını söndürmek için çaba harcadıklarını paylaşan Kazan, “Söndürme çalışmalarında az kala biz de yanıyorduk. Çünkü yangın ilerliyordu ve elimizde yangını söndürebileceğimiz bir şey yoktu. Yangının çıktığı yerde su yoktu. Yangını toprakla söndürmeye çalıştık” dedi.
Bu süreçte karakolu, itfaiyeyi ve belediyeyi aradıklarını belirten Kazan “‘Bizi meşgul etmeyin’ deyip, telefonları yüzümüze kapattılar. Aslında yangını kimin çıkarttığını biliyoruz. Onlar da kendilerini çok iyi biliyor. Bir taraftan ağaçlarımız korucular tarafından kesiliyor diğer taraftan askerler tarafından ağaçlarımız yakılıyor” ifadelerini kullandı.
‘Korucular tarafından yüzlerce ağaç kesildi’
Kazan’ın aktardığına göre Cudi Dağı bölgesinde yüzlerce ağaç kesildi. Halen devam eden ağaç kıyımından elde edilen odunlar ise, çevre kentlere götürülerek satılıyor.
Bölgenin “nefessiz” bırakılmak istendiğine dikkati çeken Kazan, “Hangi vicdanla ağaçları kesiyorsunuz ve yakıyorsunuz” diye sordu. “Onların da bir canı var” diyen Kazan, şöyle devam etti:
İnsan ağacı kesmez, yakmaz. Bu insanlığa sığmaz. Bir ağaç yakılması ve kesilmesi bizi ölüme yakınlaştırır. 3 aya yakındır Cudi yanıyor. Cudi’nin çığlığını kim duyuyor? Sizlerin sessizliği doğa katliamına neden oluyor.
‘Hayvanlarımızı otlatamıyoruz’
Köy sakinlerinden Gurbet Birlik ise, son çıkan yangına, “hayatımda gördüğüm en büyük yangın” şeklinde değindi. Yardım çağrılarının karşılıksız kaldığını söyleyen Birlik, “Kısıtlı imkanlarla yangını söndürdük. Eğer yetkililer yardımcı olsaydı bu yangın bu kadar büyümez ve bu kadar tahribata neden olmazdı” dedi.
Yangının yanı sıra ağaçların da kesildiğini belirten Birlik, “Hayvanlarımızı otlattığımız her yer yandı. Hayvanlarımızı otlatamıyoruz. Günde 50’ye yakın araçla kesilmiş ağaç alıp götürüyorlar. Bizim geçimimize engel oluyorlar. Vicdan sahibi olan bu doğa katliamına sessiz kalmaz” şeklinde konuştu.
‘Yangınlara seyirci kalınıyor’
Sabriye Sayar da yaşananlara tepki göstererek, “Doğayı kuruttular. Bütün ağaçlarımız yakıldı, kül oldu” dedi. “Bu dağlara bakıp, yakılmış ağaçları gördükçe içimiz yanıyor” diyen Sayar, şunları söyledi:
Yanan ağaçlar değil, ciğerlerimizdir. Bir can yanarken ona müdahale etmemek en büyük vicdansızlıktır. Bu ne ahlakidir ne de vicdanidir. Eğer bugün bir bardak su içiyorsak bu ağaçlar ve dağlar sayesindedir. Herkes sessizliğini koruyor. Bu yangınlara seyirci kalıyor. Bizler keçilerimizi sağamıyoruz. Çünkü otlatamıyoruz, her yeri yaktılar.
Özel operasyon bölgesi ilan edildi
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) 14 Temmuz’dan beri Cudi Dağı’nda PKK’ye karşı başlattığı Yıldırım-1 Cudi operasyonunun hala devam ettiğini belirtiliyor.
Şırnak Valiliği, Silopi ilçesinde yürütülen operasyonlar dolayısıyla Cudi Dağı’nda bir bölgenin 15-30 Ağustos tarihleri arasında “geçici özel güvenlik bölgesi” ilan edildiğini açıklamıştı.
Meclis’te soru önergesi
Cudi dağında yaz ayı boyunca yürütülen operasyonlar sonucunda çıkan yangınlara müdahale edilmemesi daha önce Milletvekili Hüseyin Kaçmaz tarafından meclis gündemine taşınmıştı.
Kaçmaz, Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’ye yönelttiği soru önergesinde yangınların sorumlularının neden tespit edilmediğini ve birçok bölgede kullanılan yangın söndürme helikopterlerinin neden Cudi’de kullanılmadığını sormuştu.
İran’da zorunlu başörtüsü yasasını protesto ettiği için hakkında kesinleşmiş hapis cezası bulunduğu belirtilen aktivist Meryem Şerietmedari, Denizli’de gözaltına alındı. MA‘nın aktardığına göre, Şeriatmedari İran’a iade edilebilir.
İran’da İslam Devrimi’nin ardından zorunlu hale getirilen başörtüsü yasasına karşı 2017’de başlayan eylemler yüzünden onlarca kadına hapis cezası verildi. Bu kadınlardan biri olan ve ‘İnkılap Caddesi Kızları’ isimli hareketin üyelerinden olduğu belirtilen aktivist Meryem Şeriatmedari de 2018’de başkent Tahran‘da yaptığı eylem sonrası gözaltına alınmıştı.
Bu olayın ardından İran’dan kaçan kadın aktivist Türkiye’ye geldi. Bir süredir Denizli’de yaşadığı belirtilen Şeriatmedari’nin Avrupa‘ya gitmek için vize beklediği öğrenildi.
Geri Gönderme Merkezi’ne gönderildi
İranlı gazeteci Peyman Aref, sosyal medya hesabından dün akşam Denizli’de gözaltına alındığını duyurduğu Şerietmedari’nin, Aydın’daki Geri Gönderme Merkezi’ne sevk edildiği bilgisini paylaştı.
Üzere Aydın geri gönderme merkezine sevk edilmiş.#MeryemŞariatmedari bu olayı İnstagram canlı yayından anlatarak bütün İnsan hakları savunucular ve gazetecilerden yardım istedi. Türk meslektaşlardan yardım isterim! Meryem’e yardımcı olalım lütfen!
Konu hakkında resmi makamlardan açıklama gelmezken, Şerietmedari’nin İran’a geri gönderilme riskiyle karşı karşıya olduğu belirtiliyor.
30 gün içinde Türkiye’yi terk etmek zorunda
Haberin yayılması ve sosyal medyada tepkilerin yükselmesi üzerine Şeriatmedari’nin serbest bırakıldığı ve ancak 30 gün içinde Türkiye’yi terk etmek zorunda olduğu bildirildi.
Milli Eğitim Bakanlığı‘nın, okulların 21 Eylül’de yüz yüze eğitime başlayacağını açıklamasının ardından Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) tarafından yayınlanan açıklamada 171 okulda Covid-19 vakasına veya hasta temaslı çalışana rastlandığını duyurdu.
Eğitim-Sen “Salgın Günlerinde Eğitim” başlıklı raporunun beşincisi olan açıklamada YÖK‘ün, üniversitede derslerin uzaktan yapılmasını istediği kararına da atıf yapılarak şöyle denildi:
Yüz yüze eğitime en kısa sürede başlanmasının hedeflenmesinin üzerinde geniş bir uzlaşı oluşmuş durumda. Ancak, salgının kısmi de olsa baskı altına alınamadığı, eğitim kurumlarında yeterli ve gerekli önlemlerin alınmadığı koşullarda bunun gerçekleşmesi mümkün değildir.
Açıklamada ayrıca Covid-19 vakası görülen veya pozitif vakayla temaslıların çalışmalara katıldığı 171 eğitim kurumunun listesi de yer aldı.
Yeni İnsan Yayınevi, Ekoloji Kitaplığı’na yeni bir kitap ekliyor: Birlikte Bir Yaşam Kurmak.
Diana Leafe Christian tarafından kaleme alınan, Zeliha Yıldırım’ın Türkçeye kazandırdığı kitap, ekolojik köy hayaliyle yanıp tutuşan insanlara yol gösterici bir metin niteliğinde.
Christian’ın “niyetli topluluklar” olarak tanımladığı kırsala dönüş savunucuları için hazırladığı başucu kitabı üç kısım ve 18 bölümden oluşuyor. Yazar, büyük bir arazi satın alarak ekoköy kuranlardan, küçük ama samimi çabalarla ütopyasının peşinden gidenlere değin pek çok deneyimi masaya yatırıyor.
Başarılı ve başarısız örnekler bir arada
Christian kitapta ayrıca, niyetli topluluk kurma yolundaki kişilere de bürokrasinin engellerine takılmadan hayallerini gerçekleştirmenin yasal ipuçlarını da ortaya koyuyor.
Dünyadaki tüm ekolojik köy deneyimlerini inceleyerek başarılı olmuşların zafer yolundaki adımlarını, başarısız örneklerin de hatalarını analiz eden bu kitapta, köye kaçışı düşünen herkesin kafasındaki soru işaretlerini giderecek.
Handerson: Muhteşem bir kaynak
Kendisi de ekoköy deneyimleri üzerine çalışan İngiliz fütürist yazar ve iktisatçı Hazel Henderson da kitabı niyetli topluluk kurucuları ve ekolojik yaşama geçişi kafasına koyanlar için muhteşem bir kaynak olarak tanımlıyor. Twin Oaks topluluğunu belgeleyen Ingrid Komar’ın Living the Dream (1983) kitabından bu yana bu kadar kapsamlı bir eserle karşılaşmadığını vurgulayan Henderson şunları söylüyor:
Her açıdan hayati bilgileri, başarılı toplulukların zorluklarla nasıl yüzleştiklerinin ve ortak hayatlarını kendi vizyonlarından nasıl yarattıklarının yüzlerce örneğini kapsıyor. Acı tecrübelerin ders veren hikâyeleri ve toplulukların nasıl başarısız oldukları; yeni kurulacak olan toplulukları olası tehlikelerden korumaya yardımcı olacaktır.
Permakültür Hareketinin Eş Kurucusu Bill Mollison da “Birlikte Bir Yaşam Kurmak” adlı eseri her ekoköy sakinine tavsiye ediyor ve ekliyor: “Bu kitap, topluluklarda yaşayan veya onlar için tasarım yapan birçok permakültür tasarımcısı için önemli bir kılavuz ve el kitabı olacaktır.”
‘Kentten kaçış rehberi’
“Birlikte Bir Yaşam Kurmak”, organik yaşam aşkıyla yanıp tutuşmasına rağmen bir türlü cesaret edemeyenlerin kılavuzu olacak bir kitap. Yeni İnsan Yayınevi tarafından yapılan tanıtım yazısında ise şu ifadelere yer veriliyor:
“Köyümüze dönüyoruz!” Bu sözü veya kentten kaçma fikrini yakınlarınızdan, arkadaşlarınızdan, sosyal medyadan, duyuyorsunuzdur. Tersine göç gittikçe popüler bir hale geliyor. Dünyada ve Türkiye’de son yıllarda şaşırtıcı bir biçimde metropollerden kaçış artıyor. Artan nüfus, hayat pahalılığı, insanı doğaya karşı yabancılaştıran boğucu “büyük şehirler” artık cazibe merkezi olmaktan çıktı.
TÜİK verilerine göre, megakent İstanbul son 4 senedir mütemadiyen dışarıya göç veriyor. İlk kez 2016 senesinde 71 bin 307 kişinin megakentten kaçışıyla başlayan süreç, bugün 200 bin sınırını aştı.
Bugün pek çoğumuz kentte ya da kırda daha ekolojik ve onarıcı bir hayatın hayalini kuruyor, bu hayali gerçekleştirebilmek için birlikte yol alabileceğimiz bir topluluğun izini sürüyoruz. Siz de büyükşehrin insanı hapseden boğucu havasından kurtulmak isteyenlerden misiniz? “Birlikte Bir Yaşam Kurmak” mümkün diyenlerden misiniz? O zaman işte bu kitap tam size göre.
Diana Leafe Christian kimdir?
Diana Leafe Christian, 1993’den beri Kuzey Amerika’daki niyetli topluluklar hakkında üç ayda bir yayınlanan Topluluklar (Communities) Dergisi’nin editörlüğünü yapıyor. NPR ve BBC ile niyetli topluluklar hakkında röportaj yapmış ve Ahenk Oluşturma (Creating Harmony) adlı programda yeni topluluklar oluşturma konulu bir bölüme katkıda bulunmuştur (Gaia Trust, 1999).
Ekoköyler, toplulukların mali ve yasal yönleri, toplulukta çocuklar ve toplulukta iletişim ve grup işleyişi üzerine makaleleri, Toprak Ana Gazetesi (Mother Earth News)’den Topluluklar (Communities) Dergisi’ne, Topluluklar Rehberi’nden (Communities Directory) Kanada’nın Bu Dergi (This Magazine)’ye kadar pek çok yayında yer aldı.
Diana, ülke çapındaki topluluklar ve eğitim merkezleri için ekoköy ve niyetli topluluk kurmanın; arazi alınması, imar planları ve hukuki aşamalar da dâhil olmak üzere adımları üzerine atölye çalışmaları yürütüyor. Kuzey Karolina’daki “başarılı yüzde 10”a dahil olan Earthaven Ekoköyü’nde yaşamaktadır.
Mardin‘den mevsimlik işçi olarak fındık toplamak amacıyla Sakarya’ya giden 16 Kürt işçisinin işveren ve köylüler tarafından ırkçı saldırıda darp edilmesine ilişkin gözaltına alınan iki kişi adliyedeki işlemlerinin ardından adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı.
Kocaali Cumhuriyet Başsavcılığı, saldırıda yer aldığı belirlenen K.C. ve H.C. hakkında “tehdit” ve “yaralama” iddiasıyla gözaltı kararı alınmıştı. Jandarma tarafından gözaltına alınan iki kişi, karakoldaki işlemlerinin ardından adliyeye getirilmişti.
Mezopotamya Ajansı’nın aktardığına göre savcılık sorgularının ardından nöbetçi hakimliğe çıkarılan iki kişi, adli kontrol şartıyla salıverildi.
Neler yaşandı?
Mardin Mazıdağı‘ndan Sakarya‘ya giden 16 Kürt tarım işçisi 4 Eylül’de işveren ve köylüler tarafından ırkçı saldırıya uğradı. Mezopotamya Ajansı’nın görüntüleri ile birlikte servis ettiği haber sonrası saldırıya yönelik pek çok tepki geldi.
Sakarya Valiliği ise saldırının hemen ardından yaptığı basın açıklamasında, 22 Ağustos’ta meydana gelen bir başka olaya yer vermiş ve konunun sosyal medya platformları ve haber sitelerinde iddia edilen olayla bir bağlantısının tespit edilemediğini öne sürmüştü.
Saldırıya maruz kalan işçilerden bir kişi, “Olayın yalan olduğunu söylüyorlar. Allah’tan medya aracılığı ile ortaya çıktı. Biz telefon da ettik kimse gelmedi. Defalarca jandarmayı aradık gelmediler” diyerek valiliğin açıklamasını yalanlamıştı.
‘İnkar politikası’
HDP Eş Genel Başkanı Prof. Dr. Mithat Sancar saldırıya uğrayan işçileri aradı ve konuyu takip ettiklerini belirtti. Yine HDP konuyu Meclis gündemine taşıyacağını açıkladı. Kürt işçiler Mazıdağı‘ndaki köylerine ulaşırken köy karantinaya alındı.
İHD İstanbul Şubesi, Sakarya’da Kürt işçilere dönük ırkçı saldırının “inkar politikasının” devamı olduğunu vurgulayarak, bu olayın sadece kınamak ve lanetlemek ile geçiştirilemeyeceğine dikkati çekti.
Tepkilerin artmasıyla birlikte Kocaali Cumhuriyet Başsavcılığı, Sakarya’daki ırkçı saldırıya ilişkin iki kişi hakkında gözaltı kararı verdi. Hakkında gözaltı kararı verilen kişilerin yakalanması için çalışma başlatıldı.
2020 Vahşi Yaşam Fotoğrafçısı yarışmasında finale kalan fotoğraflardan bir kısmı yayınlandı. Ödüller 13 Ekim’de video konferans yoluyla gerçekleştirilen bir törende dağıtılacak.
16 Ekim tarihinde ise jüri tarafından seçilen 68 fotoğraf Londra‘daki Natural History Museum‘da sergilenecek. Kazanan fotoğrafçıların farklı birer fotoğrafları daha eklenerek sergide gösterilecek fotoğraf sayısı 100’e çıkarılacak.
25 farklı ülkeden 49 binden fazla fotoğrafın değerlendirmeye alındığı yarışmada jürinin önceden yayınladığı, öne çıkan vahşi yaşam fotoğrafları şu şekilde:
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Türkiye’de koronavirüs nedeniyle son 24 saatte 57 kişinin daha hayatını kaybettiğini, 1703 yeni vaka tespit edildiğini açıkladı. Böylece toplam ölü sayısı 6 bin 730’a, vaka sayısı 281 bin 509’a yükseldi.
1700’a aşan vaka sayısı en son mayıs ayında görülmüştü.12 Mayıs’ta 1704 vaka tespit edilmiş, 53 kişi hayatını kaybetmişti.
Bakan Koca’nın bugünkü paylaşımı şöyle:
“Günlük en çok hasta görülen ilimiz Ankara. Türkiye genelinde son bir haftada zatürre oranı artan ilimiz olmadı. Ağır hasta sayısı ise halen yükselmeye devam ediyor. Birlikte tedbirlere uyarsak sonunda yenilen virüs olacak.”
Türkiye’de ilk koronavirüs vakası 11 Mart’ta tespit edildi. O günden bu yana alınan önlemler kademeli olarak hafifletildi. 1 Haziran’dan itibarense “kontrollü normalleşmeye” geçildi. Normalleşme tablosu şu şekilde:
Haziran: 827 vaka, 23 ölüm (31.525 test) 2 Haziran: 786 vaka, 22 ölüm (32.325 test) 3 Haziran: 867 vaka, 24 ölüm (52.305 test) 4 Haziran: 988 vaka, 21 ölüm (54.234 test) 5 Haziran: 930 vaka, 18 ölüm (57.829 test) 6 Haziran: 878 vaka, 21 ölüm (35.846 test) 7 Haziran: 914 vaka, 23 ölüm (35.335 test) 8 Haziran: 989 vaka, 19 ölüm (39.361 test) 9 Haziran: 993 vaka, 18 ölüm (37.225 test) 10 Haziran: 922 vaka, 22 ölüm (36.521 test) 11 Haziran: 987 vaka, 17 ölüm (49.190 test) 12 Haziran: 1195 vaka, 15 ölüm (41.013 test) 13 Haziran: 1459 vaka, 14 ölüm (45.092 test) 14 Haziran: 1562 vaka, 15 ölüm (45.176 test) 15 Haziran: 1592 vaka, 18 ölüm (42.032 test) 16 Haziran: 1467 vaka, 17 ölüm (46.800 test) 17 Haziran: 1429 vaka, 19 ölüm (52.901 test) 18 Haziran: 1304 vaka, 21 ölüm (48.412 test) 19 Haziran: 1214 vaka, 23 ölüm (41.316 test) 20 Haziran: 1248 vaka, 22 ölüm (41.112 test) 21 Haziran: 1192 vaka,23 ölüm (40.496 test) 22 Haziran: 1212 vaka, 24 ölüm (41.413 test) 23 Haziran: 1268 vaka, 27 ölüm (42.982 test) 24 Haziran: 1492 vaka, 24 ölüm (53.486 test) 25 Haziran: 1458 vaka, 21 ölüm (52.303 test) 26 Haziran: 1396 vaka, 19 ölüm (51.198 test) 27 Haziran: 1372 vaka, 17 ölüm (45.213 test) 28 Haziran: 1356 vaka, 15 ölüm (48.309 test) 29 Haziran: 1374 vaka, 18 ölüm (51.014 test) 30 Haziran: 1293 vaka, 16 ölüm (50.492 test)
1 Temmuz: 1192 vaka, 19 ölüm (52.313 test) 2 Temmuz: 1186 vaka, 17 ölüm (49.714 test) 3 Temmuz: 1172 vaka, 19 ölüm (52.141 test) 4 Temmuz: 1154 vaka, 20 ölüm (48.248 test) 5 Temmuz: 1148 vaka, 19 ölüm (46.414 test) 6 Temmuz: 1086 vaka, 16 ölüm (52.193 test) 7 Temmuz: 1053 vaka, 19 ölüm (50.545 test) 8 Temmuz: 1041 vaka, 22 ölüm (49.302 test) 9 Temmuz: 1024 vaka, 18 ölüm (50.103 test) 10 Temmuz: 1003 vaka, 23 ölüm (48.787 test) 11 Temmuz: 1016 vaka, 21 ölüm (48.813 test) 12 Temmuz: 1012 vaka, 19 ölüm (45.232 test) 13 Temmuz: 1008 vaka, 19 ölüm (46.492 test) 14 Temmuz: 992 vaka, 20 ölüm (43.231 test) 15 Temmuz: 947 vaka, 17 ölüm (42.320 test) 16 Temmuz: 933 vaka, 21 ölüm (42.411 test) 17 Temmuz: 926 vaka, 18 ölüm (41.215 test) 18 Temmuz: 918 vaka, 17 ölüm (40.943 test) 19 Temmuz: 924 vaka, 16 ölüm (41.310 test) 20 Temmuz: 931 vaka, 17 ölüm (43.404 test) 21 Temmuz: 928 vaka, 18 ölüm (42.846 test) 22 Temmuz: 902 vaka, 19 ölüm (43.404 test) 23 Temmuz: 913 vaka, 18 ölüm (43.343 test) 24 Temmuz: 937 vaka, 17 ölüm (42.986 test) 25 Temmuz: 921vaka, 16 ölüm (43.312 test) 26 Temmuz: 927 vaka, 17 ölüm (40.016 test) 27 Temmuz: 919 vaka, 17 ölüm (45.283 test) 28 Temmuz: 963 vaka, 15 ölüm (47.412 test) 29 Temmuz: 942 vaka, 14 ölüm (45.712 test) 30 Temmuz: 967 vaka, 15 ölüm (43.236 test) 31 Temmuz: 982 vaka, 17 ölüm (46.492 test)
1 Ağustos: 996 vaka, 19 ölüm (44.846 test) 2 Ağustos: 987 vaka, 18 ölüm (40.287 test) 3Ağustos: 995 vaka, 19 ölüm (41.301 test) 4 Ağustos: 1083 vaka, 18 ölüm (46.249 test) 5 Ağustos: 1178 vaka, 19 ölüm (53.842 test) 6 Ağustos: 1153 vaka, 14 ölüm (54.494 test) 7 Ağustos: 1185 vaka, 15 ölüm (56.726 test) 8 Ağustos: 1172 vaka, 16 ölüm (63.842 test) 9 Ağustos: 1182 vaka, 15 ölüm (61.446 test) 10 Ağustos: 1193 vaka, 14 ölüm (62.219 test) 11 Ağustos: 1183 vaka, 15 ölüm (61.716 test) 12 Ağustos: 1212 vaka, 18 ölüm (66.892 test) 13 Ağustos: 1243 vaka, 21 ölüm (66.892 test) 14 Ağustos: 1226 vaka, 22 ölüm (70.192 test) 15 Ağustos: 1256 vaka, 21 ölüm (67.214 test) 16 Ağustos: 1192 vaka, 19 ölüm (65.956 test) 17 Ağustos: 1223 vaka, 22 ölüm (74.846 test) 18 Ağustos: 1263 vaka, 20 ölüm (82.318 test) 19 Ağustos: 1303 vaka, 23 ölüm (87.223 test) 20 Ağustos: 1412 vaka, 19 ölüm (92.301 test) 21 Ağustos: 1203 vaka, 22 ölüm (92.227 test) 22 Ağustos: 1309 vaka, 22 ölüm (93.007 test) 23 Ağustos: 1217 vaka, 19 ölüm (80.302 test) 24 Ağustos: 1443 vaka, 18 ölüm (95.943 test) 25 Ağustos: 1502 vaka, 24 ölüm (98.231 test) 26 Ağustos: 1313 vaka, 20 ölüm (100.109 test) 27 Ağustos: 1491 vaka, 26 ölüm (106.111 test) 28 Ağustos: 1517 vaka, 36 ölüm (107.814 test) 29 Ağustos: 1549 vaka, 39 ölüm (101.414test) 30 Ağustos: 1482 vaka, 42 ölüm (91.302 test) 31 Ağustos: 1587 vaka, 44 ölüm (110.102 test)
1 Eylül: 1572 vaka, 47 ölüm (109.443 test) 2 Eylül: 1596 vaka, 45 ölüm (107.927 test) 3 Eylül: 1642 vaka, 49 ölüm (110.225 test) 4 Eylül: 1612 vaka, 53 ölüm (117.113 test) 5 Eylül: 1673 vaka, 56 ölüm (99.497 test) 6 Eylül: 1578 vaka, 53 ölüm (96.842 test) 7 Eylül: 1703 vaka, 57 ölüm (103.925 test)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan başkanlığında yapılan kabine toplantısı sona erdi. 4 saat 10 dakika süren toplantının ardından açıklama yapan Erdoğan, gündemdeki en önemli konunun koronavirüs salgını olduğunu söyledi
“Vaka ve vefat sayılarındaki kısmi yükselişten derin üzüntü duyduklarını” ifade eden Cumhurbaşkanı şöyle konuştu: “Vatandaşlarımızdan temizlik, maske, mesafe kurallarına sıkı bir şekilde riayet etmelerini bekliyoruz. Ayrıca her ilimizde ihtiyaca göre tedbir alıyoruz. Toplu taşımada tüm illerimizde ayakta yolcu alınmasına kesinlikle müsaade edilmeyecektir. Esnek ve kademeli mesai usullerinin yaygın şekilde tatbiki sağlanacaktır.”
Kalabalık etkinliklerden uzak durulması çağrısı yapan Erdoğan, sonbaharla birlikte mevsim hastalıklarının yükü binmeden, günlük vaka sayılarını 100’ün altına, vefat sayılarını sıfıra indirmek gerektiğine dikkat çekti; vatandaşlardan önlemlere uymalarını istedi.
Hem yüz yüze hem uzaktan eğitim
Cumhurbaşkanı, salgının başladığı ilk günden bu yana ilk, orta ve yüksek eğitim kademelerinde uzaktan eğitim sistemini en iyi şekilde idame ettirdiklerini öne sürdü. Erdoğan şunları söyledi:
“(21 Eylül’de başlayacak) Yeni dönemde eğitim öğretime, salgın şartlarını da dikkate alarak hem yüz yüze eğitimi hem de uzaktan eğitimi birlikte gerçekleştireceğimiz sisteme devam edeceğiz. Ailelerin tercihlerine göre, okul öncesi ve 1. sınıf öğrencilerinden başlayarak okullarımızı eğitim öğretime açıyoruz. Bu uygulama salgının seyrine göre şehirlerimizde farklılık gösterebilecektir. Çocuklarımızın eğitim hayatlarının aksamadan devam etmesi tek gayemizdir.”