Ana Sayfa Blog Sayfa 1941

Netflix, Cuties’i Türkiye kataloğundan kaldırdı

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu‘nun (RTÜK) aldığı yaptırım kararı gereği, Netflix, Cuties (Minnoşlar) adlı diziyi Türkiye kataloğundan kaldırdı.  

Sandras Dağı’nı bekleyen tehlike: Maden projesi 6 kat büyütülmek isteniyor

Muğla’nın Köyceğiz ilçesine bağlı Sandras Dağı’nda Alfa Olivine Şirketi maden sahasının alanının genişletmek için Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) başvurusunda bulundu.

Şirket halihazırda 23,24 hektarlık alanda yürüttüğü madeni, 142,59 hektara çıkarmak istiyor. Bu rakam da maden projelerine “ÇED Gerekli Değildir” kararı verilmesi sağlayan 25 hektar sınırının üzerinde olduğu için şirketin başvuru yapmasını gerektiriyor.

Madenin şu anda dahi bölgeye çok fazla zararı olduğunu belirten bölge halkı ise bu genişletme projesine karşı.

Halkın katılımı toplantısı ertelendi

Bu yüzden de şirketin, ÇED yönetmeliğinin 9’uncu maddesi uyarınca yapılan halkın katılımı toplantısı halkın ve aralarında Muğla Çevre Platformu’nun bulunduğu örgütlerin çabası sayesinde ertelendi.

MUÇEP yürütme kurulu üyesi Edip Kavuzlu, Yeşil Gazete’ye yaptığı açıklamada toplantının çok iyi geçtiğini ve yaklaşık 500 kişinin katıldığını söyledi.

Toplantı öncesi örgütlerin, halkın ve milletvekilinin bir araya gelerek projeyi tartıştıklarını söyleyen Kavuzlu, “Toplantıyı terk etme kararı alındı. Katılımcılarla birlikte 2 kilometrelik bir yolu yürüyerek, yürüyüşümüzü köy meydanında sonlandırdık” dedi.

‘ÇED yükümlülüklerini ihlal ediyor’

Şirketin ÇED yönetmeliğinin usul yükümlülüklerini ihlal ettiğini belirten Kavuzlu, başvurunun iptalini talep ettiklerini belirtti.

Kavuzlu, “Maden alanını genişletmek üzere bir yıl önce Orman Müdürlüğü’ne başvurmuşlardı. O başvuru reddedilmişti. Reddedilmesine ilişkin görüşlerin tutanağa geçirilmesi gerekiyordu. Ancak geçirilmemiş” ifadelerini kullandı.

‘Zengin endemik türlere ev sahipliği yapıyor’

Bunun yanı sıra biyoçeşitliliğe ilişkin hazırlanan raporun da “kes-kopyala-yapıştır” usulü yapıldığına değinen Kavuzlu şunları söyledi:

Bölgede yer alan bitkilerin bir kısmını endemik türler oluşturuyor. Hayvanların bir kısmı ise IUCN Kırmızı Listesi’nde (Uluslararası Doğayı Koruma Birliği Kırmızı Tehdit Altındaki Türler Listesi) yer alıyor. Ancak bunlardan hiç bahsedilmemiş ve çözüm sunulmuyor

Doğa Derneği tarafından hazırlanan Türkiye’nin Önemli Doğa Alanları araştırmasına göre, Çiçekbaba (Sandras) Dağı ülkemizde bitki çeşitliliği açısından önde gelen alanlardan birisi.

Alanda 63 bitki taksonu ÖDA kriterlerini sağlıyor. Bolanthus stenopetalus (havalotu), Ferulago sandrasica (şeytanteresi), Genista sandrasica (borcak), Gypsophila davisii (has çevgen), Lamium sandrasicum (ballıbaba), Pilosella sandrasica (tırnakotu), Silene brevicalyx (zarif nakıl), Thlaspi leblebici (dağarcık) ve Tragopogon oligolepis (az yemlik) bitki türleri ise yalnızca Çiçekbaba Dağı’nda bulunuyor.

Tehlikedeki karagözlü mavi kelebek burada yaşıyor

Ayrıca bölge, çizgili sırtlan (Hyaena hyaena) ve vaşak (Lynx lynx) gibi büyük memeli türleri için önemli bir yaşam alanı. Akdeniz biyomuna özgü ve dar yayılışlı bir sürüngen türü olan Lacerta oertzeni isimli kertenkeleye ev sahipliği yapıyor.

Bunun dışında Akdeniz biyomuna özgü ve ülkemize endemik büyük esmer (Maniola megala) ile nesli bölgesel ölçekte tehlike altında olan karagözlü mavi kelebek (Glaucopsyche alexis) burada yaşıyor.

‘Rehabilitasyon planları yer almıyor’

ÇED Başvuru dosyasındaki bir eksikliğin de ilerdeki rehabilitasyon planlarına ilişkin olduğunu belirten Kavuzlu, “ÇED başvuru dosyasında maden arama süreci sonlandığında uygulanacak rehabilitasyon planının yer alması gerekiyor. Nasıl rehabilite edilecek? Bunlara ilişkin hiçbir şey yok. İşletmenin yapılacağı alan su varlıklarına çok yakın. Buradaki etkilerinin nasıl giderileceğine yönelik bir değerlendirme yok” dedi.

Edip Kavuzlu madenin şu andaki halinin bile bölgedeki insanlara ve doğaya çok fazla zararı olduğuna değindi. “Yüzeydeki fauna ve flora sökülmüş vaziyette. Patlamalar ile oradaki dağı yok ediyorlar. Hem insanlara hem canlılara zarar veriyorlar. Yüksek tonajlı kamyonlar ise maden taşıması sırasında yolu delik deşik ediyor” dedi.

Bunların şu anda teklif edilen arazinin yalnızca 10’da birlik bölümünde yaptıklarını belirten Kavuzlu, genişletme işleminin kabul edilmesiyle birlikte çok daha büyük bir yıkım ile karşılaşacaklarını belirtti. Konuyla ilgili yakından ilgilendiklerini belirten Kavuzlu, ilerleyen günlerde yasal süreç başlatacaklarını aktardı.

 

Ölü yavrusunu 17 gün başının üzerinde taşıyan Orka Tahlequah yeniden anne – Özgür K. Didrickson

Bir  gün bile yaşamadan ölen yavrusunu, 2018 yılında, tam 17 gün ve 1600 km boyunca denize bırakmayıp taşımasıyla dünya gündemine oturan Orka Tahlequah yeniden anne oldu. 

Balina Araştırmaları Merkezi uzmanları, J35 olarak da adlandırılan Tahlequah’ın bu hafta yeni bir yavru dünyaya getirdiğini ve son olarak Kanada’nın Vancouver Adası açıklarındaki Haro Boğazı‘nda görüldüğünü duyurdu. Ancak yavrunun cinsiyeti açıklanmadı.

Merkezden yapılan açıklamada, “Yaşasın! Yeni yavrusu sağlıklı ve vaktinden önce doğmuş görünüyor, serbest yüzme hayatının ikinci gününde annesinin yanında dinamik bir şekilde yüzüyor.  Bu yavrunun bir başarı hikâyesi olacağını umuyoruz” denildi.

Tahlequah’ın diğer balinalardan çoğunlukla ayrı yüzdüğü de belirtildi.

Tahlequah’ın yavrusu, 24 Temmuz 2018’deki doğumunun ardından ölmüştü. Annesi onu 17 gün boyunca başının üzerinde taşımış, annenin cansız yavrusuyla kurduğu duygusal bağın görüntüleri dünya genelinde çok sayıda medya organında yer bulmuştu.

Popülasyonları tehdit altında

Tahlequah bilinmeyen bir davranış sergilememişti aslında ancak bazı yunus ve balina türlerinde görülen bu davranışın kayıt edilmiş en çarpıcı örneklerinden biriydi yaşanan. Çarpıcılık, Tahlequah ve yavrusunun dahil olduğu popülasyonun durumunun kritik olmasıyla da ilgiliydi elbette, nitekim ölen yavru üç yıl içinde popülasyona katılan ilk yavruydu. O günden bu yana gruba iki yavru daha katıldı ve onlar yaşadı ancak ABD’nin Kaliforniya eyaletinin ortasıyla Alaska eyaletinin güneydoğusu arasında yaşayan bu popülasyonun güncel sayısı  yeni yavruyla birlikte sadece 73 birey!

Orkalar beslenme şekilleriyle de birbirinden farklılık gösteren popülasyonlar. Aile grupları içinde yaşıyorlar. Talihsiz şekilde “Katil Balina” olarak da bilinen orkaların hepsi mutur, denizaslanı gibi memelilerle beslenmiyor.  Örneğin Tahlequah’ın ait olduğu popülasyon balıkla besleniyor. Besinleri olan kral somonlarının da tehlikede olması ve sayılarının azlığı bu grubun karşı karşıya olduğu en büyük tehditlerden. Besinle ilgili bu zorluk hamileliklerin büyük çoğunluğunun başarısızlıkla sonuçlanmasına ve yavrularda ölüm oranının %40’ları bulmasına neden oluyor. Bu yüzden  temmuz ayında drone görüntüleri sonucunda Tahlequah’ın hamile olduğunun belirlenmesinin ardından nefesler tutulmuştu.

Yakın zamanda tükeneceğinden korkulan popülasyonu tehdit eden diğer faktörler arasında kirlilik ve gürültü kirliliği (taşıt trafiği) geliyor. 1960’larda gösteri parkları için balinaların yakalanmasının bu hayvanların sayısında %40’a kadar azalmaya neden olduğunun belirtilmesi ise hem canlı yakalamaların verdiği uzun süreli zararı hem de tehditlerin birleşmesinin yarattığı tehlikeyi gösteriyor.

Geleceği kritik olan bu popülasyonu çalışan Center for Whale Research’ün yaptığı arazi gözlemlerine göre Tahlequah’ın yavrusu 4 Eylül’de doğdu. Yavrunun ve 20’li yaşlarının başındaki Tahlequah’ın sağlıklı ve uzun ömre sahip olması ve populasyona yeni bireyler getirmeleri için tüm dünyanın nefesini tutuyor olması, gelinen bu noktadan ders alınması ve denizel ekosistemin korunması için gerekenlerin ivedilikle yapılması için çarpıcı bir uyarı niteliğini taşıyor.   

Tahlequah ve yavrusunun fotoğraflarına Center for Whale Research sayfasından ulaşabilirsiniz. Kimi yunus ve balina türlerinin ölü yavrularını neden suya bırakmayıp uzun süre taşıdıklarını bilimsel açısından ele alan yazıyı ise şu bağlantıdan bulabilirsiniz. 

Emisyonların beşte biri çok uluslu şirketlerden

Pekin merkezli Uluslararası İşletme ve Ekonomi Üniversitesi (Tianjin) ve Norveç Bilim ve Teknoloji Üniversitesi‘ndeki (UCL) akademisyenlerin gerçekleştirdiği yeni bir araştırmaya göre, karbondioksit emisyonlarının beşte biri çok uluslu şirketlerin küresel tedarik zincirlerinden geliyor.

Nature Climate Change‘de yayınlanan çalışma, çok uluslu şirketlerin varlıklarının ve yurt dışındaki tedarikçilerinin ürettiği emisyonları haritalandırdı ve yatırım akışının tipik olarak gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere olduğunu buldu. Yani emisyonlar aslında dünyanın daha yoksul bölgelerine taşeron olarak gönderiliyor.

Araştırma, çok uluslu şirketlerin tedarikçiler arasında daha fazla enerji verimliliğini teşvik ederek veya daha karbon verimli tedarikçiler seçerek sahip olabileceği etkiye de vurgu yapıyor.

İthal emisyonlar

Çalışmanın yazarlarının önerisi, emisyonların üretildiği ülkeler yerine yatırımın geldiği ülkelere tahsis edilmesi. UCL Bartlett İnşaat ve Proje Yönetimi Okulu’ndan Prof. Dabo Guan şunları söylüyor:

“Çok uluslu şirketler, ulusal sınırların çok ötesine uzanan muazzam bir etkiye sahip. Dünyanın önde gelen şirketleri iklim değişikliği konusunda liderlik ederlerse – örneğin tedarik zincirlerinde enerji verimliliğini zorunlu kılarak – emisyonları azaltmaya yönelik küresel çabalarda dönüştürücü bir etkiye sahip olabilirler.”

Tedarik zincirlerinin nerede kurulacağı gibi büyük yatırım kararları söz konusu olduğunda şirketlerin iklim değişikliği politikalarının çoğu zaman çok az etkisi olduğuna dikkat çeken Guan, “Emisyonları yatırımcı ülkeye atamak, çok uluslu şirketlerin bu kararların bir sonucu olarak ürettikleri emisyonlardan daha sorumlu oldukları anlamına geliyor” diye konuşuyor.

Karbon

Araştırma aynı zamanda çok uluslu şirketlerin yabancı yatırımlarından kaynaklanan karbon emisyonlarının 2011’deki tüm emisyonların yüzde 22’si olan zirveden 2016’da yüzde 18,7’ye düştüğünü de ortaya koydu.

Araştırmacılar, bunun, doğrudan yabancı yatırım hacminin daralmasıyla birlikte, endüstrileri daha karbon verimli hale getiren yeni teknolojiler ve süreçlerle birlikte “küreselleşmeme” eğiliminin bir sonucu olduğu düşüncesinde.  

Küresel yatırım akışını da haritalayan bilim insanları, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere yatırımda istikrarlı artışlar olduğuna dikkat çekiyor: Örneğin, 2011 ile 2016 yılları arasında ABD’den Hindistan’a yatırım yoluyla üretilen emisyonlar yaklaşık yarı yarıya artarken (48,3 milyon tondan 70,7 milyon tona), aynı yıllarda Çin’den Güneydoğu Asya’ya yapılan yatırımlar yoluyla üretilen emisyonlar on kat arttı ( 0,7 milyon tondan 8,2 milyon tona kadar).

Tianjin Üniversitesi’nden baş yazar Dr. Zengkai Zhang konuyla ilgili şu ifadeleri kullanıyor: “Çok uluslu şirketler, yatırımları gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere giderek daha fazla aktarıyorlar. Bu, daha fakir ülkelere daha büyük bir emisyon yükü yüklerken gelişmiş ülkelerin emisyonlarını azaltma etkisine sahip. Aynı zamanda, yatırımlar daha ‘karbon yoğun’ bölgelere kaydırıldıkça, genel olarak daha yüksek emisyonlar yaratması da muhtemel.”

Şirketlerin yabancı yatırım payı

Çalışma ayrıca dünyanın en büyük şirketlerinin yabancı yatırım yoluyla ürettiği emisyonları da incelemiş. Buna göre de araştırmacılar Total SA‘nın yabancı iştiraklerinin, Fransa‘nın toplam emisyonlarının onda birinden fazlasını ürettiğini bulmuş.

BP, Amerika Birleşik Devletleri dışındaki herhangi bir ülkede, yabancı bağlı kuruluşları aracılığıyla, yabancılara ait petrol endüstrisinden, Walmart da yurtdışında Almanya’nın tüm yabancı sermayeli perakende sektöründen daha fazla emisyon üretmiş. Coca-Cola‘nın dünya çapındaki emisyonları, Çin‘in ev sahipliği yaptığı yabancıların sahip olduğu gıda ve içecek endüstrisinin tamamına eşit.  

Yeni Zelanda’da şiddet mağdurlarına on gün ‘hayata yeniden başlama’ izni

Yeni Zelanda, ev içi şiddet mağdurlarına, eşlerini terk etmeleri, taşınmaları ve kendileri ile çocuklarını korumaları için on günlük ücretli izin veren yasayı kabul etti. Tasarı geçen çarşamba 57’ye 63 oyla kabul edilirken milletvekilleri yasayı alkışlarla karşıladı. 

Guardian, “büyük kazanım” olarak haberleştirdiği yasanın, siyasete atılmadan önce bir kadın sığınağında çalışan Yeşiller Partisi‘nden Jan Logie‘nin yedi yıllık çalışmasının sonucu olduğunu yazdı.

‘Toplumu da dahil ediyor’

Yasanın geçmesinin ardından Logie, yasanın ülkedeki korkunç ev içi şiddet rakamlarının üstesinden gelmenin ilk adımı olduğunu, diğer ülkelere de örnek olmasını umduğunu söyledi.:

Bu inisiyatifin amacı kısmen toplumu da (şiddet olaylarında yapılacak olana) müdahil etmek. Sorumluluğu yalnızca polise bırakmıyoruz, hepimiz kurbana yardım etmede hepimize bir rol düşüyor. Bu aynı zamanda da kültürel normları değiştirmek ve “Hepimizin bunda payı var ve bundan razı değiliz” demekle ilgili bir şey.

Yasa gelecek Nisan itibarıyla yürürlüğe giriyor. Şiddet mağdurlarının kanıt sunma zorunluluğu bulunmuyor. Şiddet gören kişi aynı zamanda güvenlik amacıyla çalıştığı ofisin yerini değiştirmeyi, e-posta adresinde değişiklik yapmayı ve şirketin internet sayfasındaki künyesinden çıkarılmayı talep edebilecek.

‘İyi bir haber’

Yeni Zelandalı şiddet karşıtı sivil toplum örgütleri, yeni yasayı memnuniyetle karşıladı ve atılacak daha büyük adımlar için bir başlangıç olarak yorumladı. Kadın Sığınağı örgütünden Ang Jury, yeni yasanın sihirli değenek olmadığını, ancak doğru yönde atılmış, önemli bir adım olduğunu belirtti:

Kadınların ekonomik durumlarının, neyi yapıp yapmayacaklarına karar vermelerinde önemini biliyoruz. Eviyle ilgili sorunlarla boğuşurken işinde kalabiliyor ve işverenine güvenebiliyorsa bu, iyi haber demektir.

Filipinler’de de var

Yeni Zelanda gelişmiş ülkeler arasında ev içi şiddet istatistiklerinin en yüksek olduğu ülke. Her dört dakikada bir polisin eviçi şiddete karşı eyleme geçtiği Yeni Zelanda’da kadına yönelik şiddetin maliyeti yıllık yaklaşık 7 milyar dolar.

Hali hazırda benzer bir yasanın yürürlükte olduğu tek ülke Filipinler. 2004 tarihli Kadın ve Çocuğu Şiddete Karşı Koruma Yasası, şiddet görenlere on gün taşınma ve yeniden hayatını kurma izni veriyor.   

Osmangazi Köprüsü’ne ‘geçmeme’ ödemesi: Devlet 1.7 milyar TL verecek

Osmangazi Köprüsü‘nde yılın ilk yarısında yolcu geçişlerinin sayısı, devlet garantisinin altında kaldı. Köprüyü işleten Otoyol Yatırım A.Ş‘ye bu nedenle 1 milyar 750 milyon lira devlet ödemesi yapılacak. Şirket,ikinci garanti ödemesini ise önümüzdeki mart ayında alacak
 
 

Garantiler için 10.5 milyar dolar kredi çekilecek 

Özel sektörün köprü ve otoyollar için çektiği kredilere devletin verdiği garanti miktarı ise 17 milyar 200 milyon 54 bin doları buldu. AKP Hükümeti’nin önümüzdeki yedi yılda Dünya Bankası’ndan 10 milyar 500 milyon dolarlık kredi çekmeyi planladığı öğrenildi. 

En son Kuzey Marmara Otoyolu Kurtköy-Akyazı ve Kınalı-Odayeri Kesimleri’nin finansmanı için çekilen krediye 4 milyar 435 milyon dolarlık ödeme garantisi verildi. Geçtiğimiz cuma günü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açılışını yaptığı Ankara-Niğde Otoyolu için çekilen kredinin de 1 milyar 310 milyon 749 bin 341 dolarlık ödeme garantisi var.

Devlet garantili projeler

Devletin ödemesine garanti verdiği diğer projeler şöyle:

  • Avrasya Tüneli için çekilen krediye 960 milyar dolar
  • Kuzey Marmara Otoyolu Odayeri-Paşaköy Kesimi (Yavuz Sultan Selim Köprüsü dahil) için çekilen krediye 2 milyar 318 milyon dolar
  • Gebze-Orhangazi-İzmir (İzmit Körfez Geçişi) Otoyolu için çekilen krediye 4 milyar 956 milyon 312 bin 328 dolar
  • Çanakkale-Malkara Otoyolu (1915 Çanakkale Köprüsü Dahil) için çekilen krediye 2 milyar 799 milyon 993 bin dolar. 

Tarımsal cihat: Açlıkla karşı karşıya kalan Lübnanlılar aile çiftliklerine dönüyor

*NY Times’tan Vivan Yee tarafından kaleme alınan makale Yeşil Gazete tarafından Türkçeleştirildi.

Lübnan’daki bir falafel dükkanının sahibi arkasına yaslandı ve Lübnan mutfağını dünya çapındaki üne kavuşturan temel ürünleri sıraladı:

Falafel ve kızarmış balık üzerine dökülen isli tahin sosu için Sudan’dan ithal edilen susam tohumları.

Klasik bir kahvaltıda mideyi doldurmak için kullanılan ve ‘ful’ olarak bilinen Birleşik Krallık ve Avustralya’dan ithal edilen bakla.

Ya pürüzsüz Lübnan ezmesi için kullanılan nohut? O da Meksika’dan geliyor. Çünkü Lübnan nohutları çok küçük olduğu için hayvan yemi dışında elverişli olmuyor.

‘Şımarıklaştık, her şeyi ithal ettik’

Ailesine ait ucuz bir falafel zinciri markası olan Abou André’yi işletmeye yardım eden Jad André Lutfi, “Şımarıklaştık. Aklınıza gelebilecek her şeyi dünyanın dört bir yanından ithal ettik” ifadelerini kullandı.

Bu durum yıllarca devam etti. Ta ki koronavirüs salgını ve 4 Ağustos’ta meydana gelen ve Beyrut’taki iş yerlerini ve evleri yerle bir eden patlama kötüye giden ekonomide geriye kalan her şeyi yok edene kadar. Lübnan’ın ithalatının merkezi olan limanın zarar görmesinden bahsetmiyoruz bile.

Jad André Lutfi

‘Kendi yiyeceğinizi yetiştirin’ çağrısı

Arap dünyasının en rafine yemeklerini sunmakla övünen ülke aç kalmaya başladı ve daha önce Avrupa’ya kolaylıkla tatile gidebilen ve dışarıda suşi yiyebilen orta sınıf süpermarket raflarını ve dolaplarını boş bulmaya başladı.

Siyasetçilerin aniden gelen haykırışının nedeni de bu. Lübnanlılar bu yılın başında Hizbullah siyasi partisi lideri Hasan Nasrallah’ın “tarımsal cihat” olarak adlandırdığı şeyi yaparak kendi yiyeceklerini yetiştirmek için harekete geçti.

Çareler zayıflarken, zafer bahçeleri hem uluslararası borç verenlerin hem de Lübnanlıların ülkenin çöküşünü durdurmak için talep ettikleri ekonomik ve siyasi reformların yerine geçmeyebilir. Ancak alternatifi kasvetli.

‘İhtiyaçlar lüks haline geliyor’

Evde humus yapmanın bile bir lüks haline geldiğini söyleyen Lütfi, bir kilogram Meksika nohutunun fiyatının üç katına çıktığına dikkat çekerek “Bunlar ihtiyaçlardı. Şimdi bir lüks haline geliyor” dedi.

Lübnan poundu geçen sonbahardan bu yana değerinin yaklaşık yüzde 80’ini kaybetti, gıda fiyatları yükseldi ve yoksulluk içinde yaşayan Lübnanlıların payı nüfusun yarısından fazlasına yükselirken birçok haneyi gıda yardımlarını kabul etmeye zorladı.

Açlık potansiyeli ise 300 bin kadar kişiyi evlerinden eden, gelirlerinin henüz tespit edilemeyen miktarını ellerinden alan ve birçok sakini bağışlanan yemeklere bağımlı bırakan patlamadan bu yana arttı.

Orta sınıf, aile çiftliklerine dönüyor

Politikacılar vatandaşları bitki dikmeye teşvik etmeye başlamadan çok önce, giderek artan sayıda kişi bunu zaten yapıyordu.

Geçtiğimiz yılın sonlarında Lynn Hobeika, büyüdüğü Beyrut’un kuzeydoğusundaki dağlarda büyüdüğü köyde uzun süredir ihmal edilmiş bir aile muhitini elden geçirdi.

Arkadaşlarından borç alan 42 yaşındaki Hobeika, kendisinin ve geniş ailesinin ihtiyacını kışı geçirecek kadar karşılayacak miktarda domates, fasulye, salatalık, kabak, çilek, patlıcan, yeşillik ve ot ekti. Ayrıca ekstra gelir için keçi sütünden peynir yapmaya da başladı.

Lynn Hobeika

Servetleri kayıplara karıştı

Bahçesinden yeşil bir vadiye doğru eğimli zeytin, incir, dut ve ceviz ağaçlarından oluşan teraslara bakarak konuşan Hobeika “Bu beni kutsanmış hissettiren şey. Kendi yemeğimi yetiştirebiliyorum. Sorun değil, açlıktan ölmeyeceğiz” dedi.

Sonra servetleri Lübnan ekonomisiyle birlikte kayıplara karıştı. Hobeika’nın özel bir aşçı olarak geliri, diğer aileler zor duruma düştükçe azaldı. Kocasının Avrupa’da kullanılmış arabaları satın alma ve Orta Doğu’da yeniden satma işi salgınla birlikte bitme noktasına geldi.

İlk önce oğullarını özel okuldan ücretsiz bir okula naklettiler. Daha sonra Hobeika yemek için mücevherlerini sattı.

Baskinta köyündeki bahçe, ailesinin güvenlik ağı haline geldi. Babası ve amcası, nesillerdir ailede kalan araziyi satmak üzereydiler. Ancak Hobeika, Lübnan bankalarının hesap sahiplerinin haftada birkaç yüz dolardan fazla para çekmesini yasakladığını ve herhangi bir banka çekinin “tuvalet kağıdı kadar değersiz” olduğunu söyledi.

Hobeika, amcasına “Ya araziyi bir tuvalet kağıdı için kaybedeceksiniz ya da tutup aylar boyunca yiyeceğiz. Süpermarkete gitmek yerine taze şeyler yiyeceksiniz” dedi.

‘Tüm Lübnan gibi ben de işsizdim’

Kuzeni Mansur Abi Shaker da başka bir yerde aile arazisine döndü, dut ve hurma ağaçlarının gölgelediği bir arka bahçede sebze ekiyor, tavuk ve koyun yetiştiriyor.

Shaker, bir kayak eğitmeni, fabrika müdürü ve birçok Lübnanlının devlet tarafından sağlanan elektrikteki boşlukları doldurmak için bağlı olduğu jeneratörlerin operatörüydü. Sonra üç işi de kaybetti.

Aajaltoun köyünde yaşayan 34 yaşındaki Bay Abi Shaker “Aniden uyandım ve hiçbir şey. Tüm Lübnan gibi ben de işsizdim. Bunu hayatımda yapacağımı hiç düşünmemiştim ama hayatta kalmak zorundayım. Gelecekte yaşayabileceğim tek iş bu” diye konuştu.

Youtube eğitimlerinin bahsetmediği

YouTube eğitimleri, Bay Abi Shaker’ı hayvancılığın iniş çıkışlarına hazırlamadı. Beş koyun öldü, her birinde yaklaşık 500 dolar kaybetti. YouTube’un Lübnan’ın gerçekleri hakkında söyleyecek çok şeyi de yoktu: Birkaç temel hizmet, çok sayıda yolsuzluk.

Devlet tarafından sağlanan suyun en iyi ihtimalle yanlış yönetildiği ve en kötü ihtimalle siyasi veya yozlaşmış nedenlere göre dağıtıldığı için, Bay Abi Shaker kendi tankını satın almak zorunda kaldı.

Hobeika da aynı şekilde devletten su alamıyor. Bir de keçi peynirini elle çırptığı ithal kurutulmuş kızılcıkların tırmanan fiyatı, soğutmayı günlük bir sıkıntı haline getiren elektrik kesintileri ve fiyatları üç kez yükseltmeye zorlayan çılgınca dalgalanan döviz kuru.

‘Yaşamıyoruz, hayatta kalıyoruz’

Hükümetin yetersizliği ve ihmalinin bir sonucu olduğu anlaşılan patlamaya kadar her şey yenilebilir görünüyordu. Patlamadan sonra çaresizlik içinde olan Bayan Hobeika, Lübnan’dan ayrılmayı düşünüyordu.

Hobeika “Sadece bir başarı hikayesi olduğumu düşünüyordum ve denedim, Ancak yeter. Bu bir hayat değil. Sadece hayatta kalıyoruz, yaşamıyoruz. Ve artık burada oğlum için bir gelecek görmüyorum” dedi.

Ekonomik dönüşüm tersine dönüyor

Bay Abi Shaker, Bayan Hobeika ve yeni çıkan diğer çiftçiler de büyükanne ve büyükbabaları tarafından en son işlenen araziye geri dönerken, Lübnan’ın tarımdan bankacılık, turizm ve hizmetlere olan on yıllardır süren değişimini küçük ölçüde tersine çeviriyorlar.

On yıllarca boyunca azalan tarımsal üretimin tüketiciler üzerinde hiçbir etkisi olmamıştı çünkü ülke gıdasının yüzde 80’ini ithal etmeyi karşılayabiliyordu. Ancak hiperenflasyon maaşları düşürürken dışarıya bağımlılık artık sürdürülebilir olmaktan çıktı.

Lübnan bol miktarda meyve ve sebze yetiştirmesine rağmen, iç tüketim için yeterli buğday ve diğer temel mahsulleri üretecek toprağa ve teknolojiye sahip değil. Yine de uzmanlar, daha az ithal edip daha fazla özel ürün ihraç edebileceğini söylüyor.

‘Geleneksel diyeti gözden geçirmemiz gerek’

Sürdürülebilir bir tarım uzmanı ve Gıda Mirası Vakfı başkanı Mabelle Chedid, “Ürettiğimiz şeyde asla kendi kendimize yetemeyeceğiz. Ancak küreselleşmeyle birlikte, diğer içerik maddelerine ve diğer gıda maddelerine geçmeye başladık ve artık geleneksel diyetimize yeniden bakmanın ve bunun değerini gerçekten görmenin zamanı geldi” değerlendirmesinde bulundu.

Chedid ile Beyrut Amerikan Üniversitesi‘nde tarım profesörü Shadi Hamadeh yeni çiftçilere daha fazla hasat veren ancak çevreye uyum sağlamayan ithal çeşitler yerine yerli Lübnan tohumları ekmeleri için danışmanlık yapan sürdürülebilir bir çiftçilik girişimi yürütüyor.

Ekonomik kriz başladığından bu yana onlarla iletişim kuran 130’dan fazla kişi arasında balkonlarına domates ekenler, küçük arazileri olan yeni çiftçiler ve hayatlarını ve biriktirdiklerini tarım arazilerine yatıranlar var.

Ama kimse bir aileyi balkondan besleyemez.

‘Lübnan fakir değil, yağmalanmış bir ülke’

Lübnan’ın uygun fiyatlı, geleneksel yemekler pişirmekle sorumlu baş televizyon uzmanı Şef Antoine El Hajj, politikacıların ani bahçecilik hevesini görmezden gelerek, “Bu bir şaka. Gerçekçi değil” dedi.

Geniş ailesi Beyrut’un yukarısındaki dağlarda yer alan bahçeden yemek ihtiyaçlarını karşılayan Haji bu söylediğini evde yetiştirilen ürünlere inanmadığı için değil, Lübnanlı liderler ülkeyi ekonomik bir uçuruma sürüklemeseydi buna gerek olmayacağını düşündüğü için söylediğini belirtti.

Haji sözlerini şöyle sonlandırdı: “Lübnan fakir bir ülke değil, yağmalanmış bir ülke. Bitki dikmemi istemeden önce bana paramı ver! Parayı insanlara geri verin, o zaman hiçbir şeye ihtiyaçları kalmayacak.”

 

 

Japonya’da Haişen tayfunu nedeniyle sekiz milyondan fazla kişi tahliye ediliyor

Japonya‘nın güneybatısındaki Kyuşu bölgesini  etkisi altına alan Haişen tayfunu nedeniyle 17 kişi yaralandı, sekiz milyonu aşkın kişinin tahliyesi edilmesi planlanıyor. 
 
Tayfuna karşı  bölgenin kuzeyindeki Fukuoka, Kumamoto, Nagazaki, Oita, Saga ile güneyindeki Kagoşima, Miyazaki, Okinawa eyaletlerinde tahliye çağrıları yapıldı. Kagoşima, Kumamoto, Miyazaki ve Nagazaki’de 17 kişinin yaralandığı bildirililen ülkede, 142 bin evde enerji kesintisi meydana geldi.
 
Japonya Meteoroloji Ajansı yetkilileri, şiddetli yağmur, kuvvetli rüzgar ve fırtına dalgalarına karşı bölge sakinlerinden azami önlem almalarını istedi.

Kuma nehrinin taşmasından endişe ediliyor

Miyazaki Belediyesi, acil toplanma merkezlerinin kapasitelerinin yüzde 50 dolduğunu, Covid-19 salgınına karşı alınan sosyal mesafe tedbirleri kapsamında daha fazla kişinin kabul edilemeyeceğini açıkladı.
 

Altyapı Bakanlığı ise taşkınlara karşı 11 eyalette 73 barajda suyun boşaltıldığını ve temmuzda 14 kişinin hayatını kaybettiği taşkınlara sebep olan Kuma Nehri‘nin yeniden taşmasından korkulduğunu açıkladı.

Firmalar üretim tesislerini kapattı

Kyuşu bölgesinde yatırımları bulunan Toyota, Nissan ve Sony gibi Japon firmaları da çalışanlarının güvenliği için üretim tesislerini geçici olarak kapattığını açıkladı.

Japonya Hava Yolları ile All Nippon Airways (ANA) bölgede 300’den fazla uçak seferinin askıya alındığını, Kyuşu Demir Yolları ile Batı Japonya Demir Yolları, bazı noktalarda tren seferlerinin geçici olarak durdurulacağını açıkladı.

Kore Yarımadası’na ilerliyor

Güneydeki ada eyaleti Okinawa ile Kagoşima’ya bağlı Amami-Oşima Adası‘nı geçen Haişen tayfununun, bugünden itibaren Kyuşu’nun batı sahilinden kuzeye ilerleyerek hafta içinde Kore Yarımadası‘na ulaşması bekleniyor.

Küresel ısınma sıklığı ve etkisini artırıyor

Tropikal siklon; tropik ya da tropik dışı enlemlere ait su üzerinde görülen bir alçak basınç sistemi. Bu merkezin oluşumu konvektif faaliyetlerin taşınımı ve alt seviyedeki rüzgarların dönüşü ile gerçekleşiyor.Rüzgar hızı 62,8 km/saate ulaşınca Tropikal Fırtına, 119 km/saate ulaşırsa Atlantik ve Kuzey-Doğu Pasifik’te Kasırga (Hurricane), Kuzey-Batı Pasifik’te Tayfun(Typhoon) olarak adlandırılıyor. Güney Pasifik ve Hint Okyanusunda bu terimler yerine Siklonik Fırtına ya da Tropikal siklon da kullanılır. Kuzey Atlantik’te kasırga sezonu 1 Haziranda başlıyorve oluşum için en az 26°C’lik deniz yüzeyi sıcaklığına ihtiyaç duyuyor. 

İklim uzmanları, son yıllarda küresel ısınma nedeniyle meydana gelen iklim değişikliğinin, tayfun, hortum, kasırga gibi doğa olaylarının hem sıklığını hem de süresini artırdığı konusunda uyarıyor. İklim krizine karşı önlem almakta gecikildiği takdirde giderek ısınan deniz ve okyanus suları nedeniyle yerleşim yerlerine daha büyük zarar vermeye başlayan tayfun benzeri büyük fırtınalara önümüzdeki yıllarda çok daha fazla tanık olmamız kaçınılmaz görünüyor. 

Ek ödemede üç ay sınırı ve performans şartına sağlıkçılar tepkili

Sağlık Bakanlığı’na Bağlı Sağlık Tesislerinde Görevli Personele Ek Ödeme Yapılmasına Dair Yönetmelik’te yapılan değişikliğe göre Bakanlık bünyesindeki sağlık çalışanlarına üç ay ek ödeme yapılacak.

Görevinden dolayı bulaşıcı ve salgın yakalanan personelin çalışmadığı günler, mesai içi sayılacak.

Ancak Resmi Gazete’nin bugünkü sayısında yayınlanan yönetmeliğin şartları İstanbul Tabip Odası (İTO) ve Aile Hekimleri Dernekleri Federasyonu‘nun (AHEF) tepkisini çekti.

‘Hekimlikle bağdaşmaz’

İTO, basında yapılanın “sağlık çalışanlarına destek” gibi sunulmasına rağmen açıklamayla aslında altı aylık pandemi süresince, sağlık çalışanlarına ilişkin hiçbir ücret ve iyileştirme yapmadıkladığının itirafı olduğunu ifade etti:

50 binin üzerinde aile hekimi ve yardımcı sağlık personeli pandemi sürecinde sahipsiz bırakılmış, birinci basamak sağlık çalışanlarına tükenmişlik duygusu yaşatılmış, Sağlık Bakanlığı’nca Aile Sağlığı Merkezleri’nde (ASM) pandemiye yönelik hiçbir önlem alınmadığı gibi, kişisel koruyucu ekipman, dezenfektan gibi gereksinimleri çok büyük oranda sağlık çalışanlarının kendi girişimleriyle edinilmiştir.

Açıklamada ayrıca sağlıkçıların takip ettiği kişi ve Covid-19 hastası sayısına göre değerlendirilmesi eleştirildi ve “performans uygulamasının hekimlikle bağdaşmadığı” belirtildi:

 Aylardır koruyucu sağlık hizmetlerinde kendilerine düşen görevi gereği gibi yerine getirmeye çalışan, hiçbir karşılık beklemeden, hastalanmayı ve hatta ölümü göze alarak halkın sağlığını önceleyen, emek harcayan, aile hekimliği çalışanlarına ek ödeme vermeyi performansa bağlayan, sınır ve süre koyan Sağlık Bakanlığını onaylamamız düşünülemez.

‘Bize güvenin diyemezsiniz!’

Aile Hekimleri Dernekleri Federasyonu‘ndan (AHEF) yapılan açıklamada ise aile hekimliği çalışanlarının pandemi sürecinde hastanelerin poliklinik yükünün azalması karşısında, asli görevi koruyucu hekimlik olmasına rağmen, artan poliklinik hizmeti ve beraberinde gelen yoğun bürokratik angaryalar ile uğraşmak zorunda kaldıklarını belirtti. Kararı adaletsiz bulduklarını açıklayan AHEF açıklamasında, ek ödemenin şarta bağlanmasını şu ifadelerle eleştirdi:

(…) Hastalanma hakkımız dahi bulunmadığı gibi adeta bu konuda cezalandırılıp, ücretlerimiz kesilmiş ve çalışma şevkimiz kırılmıştır.

(…) Bu süreçte diğer kamu kurumları ek ödemeleri hiçbir şarta bağlanmadıkları halde -ne hazindir ki- sürecin en önündeki neferleri arasında yer alan aile hekimliği çalışanları ek ödeme için şarta bağlandı. Bunu son derece “adaletsiz” olarak nitelendirdiğimizi bilmenizi istiyoruz.

(…) İzin vekalet şartı, negatif performans şartı, cari sınıflama şartlarının ardından şimdi de pandemi şartı getirilmesini, Zirveye çıkan şartlarınız ile meslek onurumuzu hiçe sayıp, gururumuzu kırıp, güvensizliğimizi bir kez daha pekiştirdiniz. Bize güvenin diyemezsiniz!

‘Bir özür bile dilenmedi’

Açıklamada ayrıca salgının martta başladığı hatırlatıldı ve sağlık çalışanlarının Ağustos ayından önceki emek ve çalışmalarının yok sayılması eleştirildi:

(…) Pandemi Mart ayında başladı. 1 Ağustos’un pandemi başlangıcı sayılmasını kabul etmiyoruz.

(…) Aile Hekimleri Dernekleri Federasyonu olarak son altı ayda tüm polikinlikler kapılarını kapatıp ülkenin sağlık sistemi üzerimize yüklenirken, aşılarımızı, gebelerimizi hiç aksatmadan takip ederken, üvey evlat muamelesi görerek canla başla çalıştığımız Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz aylarının bir kalemde yok sayılmasını kabul edemeyiz.

(…) 5 bin aile hekimi ve aile sağlığı çalışanı bu salgın hastalığın pençesine düşmüş şehitler verilmeye devam ederken, Covid-19 olduğu için maaşı kesilen hekimlerden bir özür bile dilenmiyor.

Gülistan Doku’nun ailesi oturma eylemi başlattı

Dersim’de 5 Ocak 2020 tarihinden beri kayıp olan Gülistan Doku’nun annesi ve ablası Seyit Rıza Meydanı’nda oturma eylemine başladı.

Munzur Üniversitesi Tunceli Meslek Yüksekokulu Çocuk Gelişimi Bölümü öğrencisi 21 yaşındaki Doku’nun kaybolmasından mesul tutulan erkek arkadaşı, Rus asıllı Zainal Abarakov’un tutuklanması talebi reddedilmişti. Abla Aygül Doku, şüpheli Abakov’un kardeşine 5 Ocak’ta “Az kalsın senin yüzünden annemin bütün planları bozuluyordu, evde çok kötü bir şey çıktı” diye mesaj attığını açıklamıştı.

Abla Doku, “O gece annesinin planlarının bozulacağı kadar nasıl bir konu konuşuldu, Gülistan neye şahit oldu?” diye sordu ve yetkililere “Siz kızımızı bulmuyorsunuz, aileyi sorgulamıyorsunuz. Kızımız intihar edebilecek biri değil” diye seslendi. 

kızının ölü ya da diri bulunması için oturma eylemine başlayan anne Bedriye Doku ise “Hepinizin evladı vardır. Ben bir anneyim. Ben kızımı devlete emanet ettim. Benim kızım bir öğrenci. Nerede Gülistan nerede, Gülistan Doku nerede? Benim ciğerim yanıyor” diye konuştu.