Oysa bu işin iki yüzü var: Bir yanda bilinçli olarak doğayı maddi kaynak deposu olarak gören kapitalist zihniyet, diğer tarafta (azınlık da olsa) dünyayı tüm canlılar için yaşanılır kılmaya çalışan sorumluluk sahibi insanlar. Özellikle son yirmi yıldır, çevre avukatları, ekosid denilen doğa kıyımlarının uluslararası suç kapsamına alınması için çalışmalarını hızlandırdılar. Yaşayan ekosistemleri gerek toksik atıklarla gerek orman katliamlarıyla yaşanmaz kılan eylemlere ekosid adı veriliyor.
Hangi insan?
İnsan merkezli yaşamı eleştirirken sizin bu mücadelelerin neresinden, ne oranda tuttuğunuz önemli değil mi? Çözümün parçası mısınız gerçekten? İnsanı her şeyin suçlusu görüp şikayet ederken hangi kesime bir tuğla koyuyorsunuz? Yoksa insanları ve doğal ortamları karamsarlıklarınızla karartmaya hizmet etmiş mi oluyorsunuz? Ekolojik politikalardan dahi kaçıp ‘tarafsızım’ demek insanlı doğanın tahribatına hizmet etmiyor mu? Ya da masa başı teorisyenlerden biriyseniz, çöküş senaryolarına bir diğerini daha mı ekleme çabasındasınız? Örneğin, savaştan kaçan Suriyeli sığınmacılarla komşu olmamak, onlara kiralık ev vermemek için mi çaba gösteriyorsunuz? Siz hangi tür insanları seversiniz? Bir avuç hijyenik beyaz orta sınıf versek sizi tatmin eder mi? Yurttaş olma dersini aldınız mı? Yurttaş olmanın sorumluluklarına kafa yordunuz mu? Üreten bir insanın dahi ürettiğinin dört katını tükettiğini biliyor musunuz? Sorumluluk almayıp, ‘topyekün insanlık suçlu’ demek sizi ne derece rahat kılıyor?
Evet, belki bu karşılaşılan musibetin sorumlusu insan. Ama hangi insan sorusu önemli değil mi sizce? Güney yarımküreyi sıcaklık dalgalarının kavurduğu şu yaz aylarında küresel iklim değişiminin suçlusu Küresel Güney’in alım gücü olmayan fakirleri mi? Yoksa hijyenikliğiyle doğayı pis gören, kendisi beyaz olduğu için ötekini kendinden görmeyen kolonyalist insan mı? Başkalarını karşısına alıp düşman yaratan insan mı? Benzeri zihniyetlere bilinçli ya da bilinçsiz şekilde hizmet etmek istemiyorsanız, doğanın parçası olan yönünüzle durumu bir sorgulayın. Çünkü kafanızdan kolunuza hatta ayak parmaklarınızın ucuna kadar, siz de doğal döngünün bir parçasısınız. İçinizde insan kalmış öğelerinize bir sorun. Hâlâ ses yoksa, içinizdeki ırkçılık ve gericilik dalgasına ışık bulamıyorsanız yoksa siz Mizantropik misiniz?
Mizantropi
Mizantropi, Yunanca felsefi bir kavramdır. İnsanın yanlış evrim geçirdiğini öne süren bir düşünce akımıdır. Mīsos, sevmemek/nefret etmek, ānthropos ise insan anlamındadır. Elbette mizantropiyi insan doğasına dayandıranlar da mevcut. Buna göre; insanın doğasında acımasızlık, yarış, açgözlülük, bencillik, kaynakları boşa harcama, dogmatizm, kendi toprağından ve kanından olmayanı düşman görme gibi negatif öğeler içerir. Buna karşın, insanı düşünce üreten politik bir hayvan olarak düşünürsek, özü toplumsallığa ve karşılıklı dayanışmaya dayanır. Topluluk halinde yaşama eğiliminde olan, yardımlaşmacı bir öz taşır. Ancak, yaşayan bir organizma olarak, içinde bulunduğu çevre koşulları, ekonomik durum vb. durumlarla şekillenebilir. Dolayısıyla kendine adaletli sosyal sistemler ve kurumlar geliştirmeye çalışmıştır. İnsan merkezli düşünceye eleştiri çabalarından biri de Yeni Zelanda’daki Wanganui nehriyle başlayıp dünyaya yayılan bir nehrin, bir ormanın da insan kadar hakkı olması gerektiğidir.
Covid-19 sürecinde insanlık
Covid-19 sürecinde doğal çevrenin insanlar olmadan ne kadar temiz kalabildiğini, paylaştıkları görüntülerle kanıtlamaya çalışanlar oldu. İnsan ve canlı özgürlüğünü birlikte savunmak yerine, doğa insanlar olmadan kendi başının çaresine bakıyor düşüncesini desteklediler. Oysa, daha önceki bir yazımda bahsettiğim gibi, doğa artık insan olmadan kendini yenileyemeyecek kadar yorgun. Pandemi döneminde dört duvar arasında biriktirilen toksik tıbbi atıklar dahil, tonlarca petrokimya ve temizlik atıklarının nereye gittiğini düşünüyorsunuz? Yoksa o insan saymadığınız üçüncü dünya ülkelerine satılan çöplerden olduğunu mu savunacaksınız? Aynı gökyüzü altında yaşadığımızı pandemi süreci göstermedi mi?
Özellikle Türkiye’de, insan sevmezlik noktasına gelenlerden, ‘artık insan yerine hayvana yatırım yapıyorum’ sözünü de sıkça duyar olduk. Elbette hayvanlar da duyguları olan yaratıklar ve bize en yakın canlılar. Çünkü biz de birer hayvanız. Hayvanlarla insanlar hatta bitkilerle insanlar (hatta görünmeyen mikroorganizmalarla da) arasında yakın bir bağ yok mu?
Dolayısıyla insan merkezlilik -ki eril kişinin merkeze alındığı anlamında, İngilizcedeki ‘mankind’ olarak kullanılır. Burada elbette tarihsel olarak ekonomi, teknoloji, politika gibi konularda eril tahakkümün olageldiğini de göz önünde bulundurmalıyız. Dolayısıyla mankind sözcüğü yerine oturuyor. Bunun yerine, nötr bir dil olarak, insanlık anlamına gelen, humankind sözcüğünü kullananlar da mevcut. Yaşayan tüm organizmaları kapsaması anlamında livingkind de var.
Yeni bir bakış açısı için bu sözcüğün daha iyi oturduğu kanaatindeyim. Eğer ekosistemde insan-hayvan-bitki-mikroorganizma birlikteliğinden söz ediyorsak, insan merkezlilik yerine, tüm yaşayan organizmaları dikkate almamız gerekiyor. Ekosid dahil tüm bu dil arayışlarında yerli (indigenous) kültürler imdadımıza yetişiyor. Her yerli topluluk, gelişimleri püri pak olmasa da, yeryüzündeki ekosistemler onların yaşattığı kültürler sayesinde varlığını sürdürüyor. Üstelik yerlilerin yarattığı kültür yaşayan ve yaşamayan çevrenin de birbiriyle bağlantısı var.
Örneğin, Çernobil nükleer kazası yüzünden kurumakta olan geniş çaptaki kızıllaşan orman, kurtların da içinde olduğu değişik restorasyon biçimleriyle, tekrar yaşayan bir alan haline getirilmeye çalışılıyor. Kısacası, yok edilmiş ekosistemlere dahi bir canlı organizma mayası gerekiyor. Öyleyse tüm insanlığı suçlayıp, yerimizden dua ederek, tüm canlılar için meditasyon yapmayı bırakalım. Yeniden yaşayan ortamlar yaratmak için acil çaba bekleniyor. Eğer hâlâ ikna olmadınızsa ve “Doğanın bir parçası olduğumu kabul ediyorum ama ahhh şu insanlar olmasa,’ diyorsanız, ABD’li siyah feminist Bell Hooks’un bir deyişini anımsatalım: ‘Sevgi harekete geçmeyi gerektirir’. Sevgi zerresini içimizde yaşatmakta yarar var. Zaten asıl problem insanın doğayla kurduğu ilişkiye bağlı değil mi?
Kısacası, üretim ve tüketim ilişkilerinde hangi ağlara hizmet ettiğimiz… Nasıl yönetildiğimiz ve hangi sosyal sitemlerle organize olmayı tercih ettiğimiz… Belki her insanı sevmek zorunda değiliz. Belki onlar da içlerindeki utanç duygusuyla baş başa kalıp uyanacaklardır. Ancak çağımızın onarma/ restorasyon çağı olması gerektiğini aklımızdan çıkarmayalım. Bu restorasyonu da insanlar yapacak!
(Bu yazı Sivil Sayfalar’da da yayımlanmıştır.)