Ben bu konuşmada feminizm nedir sorusuna bir yanıt aramaktansa, feminizmin “herkes ile ilişkisi nedir?” sorusuna dair temel birkaç görüşümü sizlerle paylaşmak istiyorum.Öncelikle şunu söylemeliyim ki bu başlık altında bir konuşma yapıyor olmak ve sizin gibi bir gruba seslenmek tarihsel olarak çok anlam ve önem taşıyor. Kişisel olarak benim tarihim için de öyle. Bence bu durum, 1980 sonrası gelişen kadın hareketi ve feminizmin bugün vardığı yerin, gücünün bir göstergesi. Ben 1980 sonlarından itibaren bir şekilde hareketin içinde yer aldım. Çok uzun yıllar, toplantılara erkek almadık, kadın kadına olmayı önemsedik, kadın-erkek elele güzel günlere diyen solcu erkek ve kadınları uzak tutmaya çalıştık, onların harekete zarar vereceklerini düşündük (ki doğru yaptığımız düşünüyorum) içinde bulunduğumuz parti ve karma örgütlerde güçlü gettolar kurmaya odaklandık, pek çoğumuz örgütleri dışında bağımsız kadın hareketinin de parçası oldular. Sonuçta bunu başardık, güçlendik, kadınlar güçlendiler, kadın dayanışması güçlendi, geniş kitlesel bir kadın hareketi oluştu, nitekim bugün gelinen noktada feminizm birçok alanda etkisini gösteriyor ve hatta bazıları için korkutucu bir güç bile olabiliyor.
Şimdi bence tarihsel olarak öyle bir noktadayız ki ki feminizm herkes adına söz alabilir, birçok feminist en azından bizim gibi feministler bunun hem gerekli hem de mümkün olduğunu anlamaya doğru hızla yaklaşıyor. Ama elbette çok tedirgin biçimde ve çok sarsılarak yaşanacak bu süreç. Engeller ve itirazlar olacak ama umarım bu süreçte feminizm hegemonik ve eklemleyici gücünü kanıtlayacak.
Sahi kimdir bu başlıktaki “herkes”? Bu konuşma başlığı size ne çağrıştırıyor? Birçoğunuz bu “herkes” ile özellikle erkeklerin dâhil edilmek istenildiğini düşünebilir. Buradaki varsayım herhalde şudur: feminizm kadınlar içindir, şimdi erkeklere de seslenerek herkese seslenmiş olacak. İyi ama feminizmin “kadınlar” için ya da “tüm kadınlar” için olduğu nereden belli? Halen daha pek çok kadın buna inanmıyor ki. Hiçbir zaman tüm kadınlar sadece kadın oldukları için buna inanmış değillerdi ki. Elbette feminizm daha 18. yüzyıl sonunda bir fikir olarak doğarken “biz kadınlar” diye söz aldı ve şimdiye kadar hep böyle devam etti. Peki, ama kimdi bu “biz kadınlar” ? Feminist hareketin uzun ve bol tartışmalı tarihinin ayrıntılarına girmeye vakit yok ama kısaca söylemek istersek tarihsel hareket şu şekilde gelişti: 18. yüzyıldan günümüze kadar her bir tarihsel uğrakta “biz kadınlar” diye konuşan feminist öznelerin, tüm kadınlar için evrensel olan bir deneyimden değil, kendi özgül sınıfsal, ırksal, coğrafi, cinsel yönelim deneyimlerinden hareketle konuştukları açığa çıktı. Yani her durumda somut bedensel varlıklar olarak tikel bir deneyimden konuşmak zorundaydık. Böylece anlaşıldı ki “biz kadınları” tüm kadınları içerecek şekilde tanımlayan nesnel bir tanıma ulaşmak mümkün değildir. Bu süreçte kadın ile erkek arasındaki ikili fark sistemini veri almanın sorunları her aşamada kendini daha fazla hissettirdi. Gördük ki “kadın” kategorisini sorgusuz sualsiz “erkekle” karşıtlık içinde tanımlamak, kadınlar arasındaki farklar sorununu gizliyor, özellikle ırk ve sınıfsal farklar açısından sorun çıkarıyordu.
Feminizmin bugün vardığı noktada ise siyah feminizm, sosyalist feminizm, üçüncü dünyalı feminizmler, post-kolonyal feminizm, lgbt ve kuir feminizmler gibi birçok farklı yaklaşımla birlikte feminizmin kapsamı ve iddiası genişlerken öte yandan “kadınlar” kategorisi ve kadınların politik özne olma durumu giderek belirsizleşiyor. Böylece feminist hareket ve kuram tarihsel olarak ne kadar verimli ve üretken olduğunu kanıtlamış oluyor. Gelinen noktada biz, “kadın” kavramını hem kullanıyoruz hem de reddediyoruz, çünkü anladık ki feminizmi mümkün kılan ve canlılık veren trajik koşul tam da budur. “Kadın” istikrarsız bir kategoridir ve feminizm en iyi halinde, bu belirsizliği politik olarak yararlı kılma, eşitlik, özgürlük ve adalet adına, bu belirsizliğin içini kısmen de olsa doldurma siyasetinin adıdır.
Bugün 8 mart yürüyüşünde yaşanan bazı gerilimleri konuşuyoruz. Yürüyüşe katılmak isteyen ama çeşitli şekilde dışlanan trans bireyler (bazen de erkekler) hareketi zorluyor. Katı olan her şey buharlaşıyor. Daha dün sosyal medyada 8 mart alanında bir transa müdahale edilmesini protesto eden bir metin ve ona verilen yanıtı okuduk. Protesto metninde “trans kadınlar erkek değildir” deniyordu. Ve metinde pek çokları için skandal sayılacak bir ifade daha vardı: “Sakallı ve penisli kadınlar vardır” Translar “beden geçişi yapmış olan” ve “olmayan” olarak sınıflandırılmak istemediklerini, beyanın (“ben kadınım”) yeterli sayılmasını istiyor, tersi durumları transfobi olarak nitelendiriyorlar. Öyle anlaşılıyor ki karşı taraf, bir kez translar alanlara kabul edilirse bu kez görünüşü erkek olan ama kendini kadın hissedenler ile tam hetero olan erkekleri ayırt etmekte zorlanacakları için tümüyle kontrolü elinden kaçırma kaygısını yaşıyor. Ama geçmiş olsun, böyle bir denetim ve anlam tekelinin kimsenin elinde olmadığı anlamış bulunuyoruz. Ve bu durumun sonuçlarını, hareketin güçlenmesi için stratejik olarak değerlendirmek dışında anlamlı bir politik seçenek bulunmuyor.
8 Martı alanda kutlamak isteyen penisli kadın trans örneğinde bir kez daha hareketin kıyısından birileri çıkıp “ben kadın değil miyim” diye soruyor? Bu soruyu translardan yüzyıllar önce hareket içinde (ya da kıyısında) ilk kez siyah bir köle kadın sormuştu. Soujourner Truth özgürlüğünü kazandıktan sonra anti-köleci hareketi içinde çok etkili bir hatip idi. Truth, 1851 deki beyaz kadınlardan oluşan bir topluluğun önünde yaptığı konuşmada çalışmaktan aşırı gelişmiş kol kaslarını göstererek ve erkekler kadar ve daha fazla çalıştığını söyleyerek “ben kadın değil miyim” diye soruyordu.
Köle kadınlar, yoksul kadınlar o zamanların kadın imgesinin içine (ki bu, orta sınıf, bedensiz, cinselliksiz, iffet timsali, kırılgan bir kadınlık idi) yerleşmediklerini, kadından çok erkeğe benzediklerini fark ediyorlardı. Feminizm tarihsel süreç içinde tüm bu farklı kadınlık deneyimlerini tanıyarak kendini açtı, geliştirdi, şimdi geldiği noktada bu kez penisli bir kadın aynı soruyu soruyor. Ben kadın değil miyim? Soru aynı soru, yanıt elbette ki tarihsel olarak aynı olacak.
Ama burada pek çokları mesele kadın kavramının sınırsızca genişlemesinden, tüm özgünlüğünü kaybetmesinden ve bunun politik sonuçlarından endişe ediyor. Bazıları şimdilik hareketin en fazla trans kadınlara açık olduğunu düşünebilir. Daha radikaller ise tüm lgbtt bireyleri kapsayabilir. Geriye ne kaldı, heteroseksüel erkekler mi? Onlar da dışarıda kalsın mı denilecek? Birileri de dışarıda kalsın da hareketin kimi hedef aldığı belli olsun, hareketin bir muarızı olsun, herkesi kapsayan bir sevgi hareketi olmasın da antagonist olsun, bir politik hareket olsun.
Bu çok anlaşılır bir tepki, politik iddiayı korumak arzusunun ifadesi ama bence yolundan saptırılmış bir biçimi. Çünkü politik iddiamızı bu şekilde korumaya imkan yok, çünkü kadınların kendi aralarındaki farkları ciddiye alan bir feminizmin erkekler meselesine de farklı bir gözle bakması kaçınılmaz. Çünkü kadınların kendi aralarındaki farklılıkların politikleşmesi meselesini kadın ile erkek ayrımının sorunsallaşmasından ayırdetmek mümkün değil. Nitekim kadın erkek ayrımını mutlak kuranların, kadınların kendi içindeki sınıfsal ve ırksal farkları görmezden gelmesi tesadüf değil. Ya da tam tersinden yoksul ya da siyah kadınların, etnik azınlıklara mensup olan kadınların, temel çelişkiyi kadınlar ile erkekler arasında kurmaktansa daha bütünleşik, kesişimsel, eklemli ve erkeklerle dayanışmayı önemseyen türden politikalara kapı açması da tesadüf değil.
Sonuç olarak bir yandan kadın erkek karşıtlığının bulanıklaşması ve kadın kategorisinin belirsizleşmesi sorunu yaşanıyor. Öte yandan bu tam da hareketin iddiasının ve kapsayıcılığının, eklemleyici gücünün bir göstergesi olarak yorumlanmalı. Feminizm, kadınlar arası farklar sorununu ciddiye aldıkça, toplumsal cinsiyet sorununun ne kadar güçlü bağlarla sınıfsal, ırksal ve diğer her türlü tahakküm sorununa bağlı olduğunu daha iyi anlıyor, daha fazla kadına seslenmenin ancak kadın erkek karşıtlığını aşan başkaca eşitsizlik yapılarını hedef almakla mümkün olabileceğini görüyor.
Tekrar ve son olarak Erkekler bahsine dönersek.
Erkekler var mı? Korkarım, erkekler tam da henüz durumun tam farkında olmadıkları ve hala harekete katılamadıkları, anti-feminist kaygılarla ve eril cinsiyetçi kimliklerinden sıyrılmadıkları, hala ayrıcalıklarının peşinde oldukları için hala kendilerini “var” ya da “varlık” sanıyorlar. Erkekler tarihte ve günümüzde pek çok kadının pek çok nedenle yüzleşmek zorunda oldukları bu soruyla “ben kadın mıyım ya da kadınlık nedir” sorusuyla yüzleşemiyorlar. Nitekim geçenlerde izlediğin erkeklik nedir sorusuna verilen yanıtlardan oluşan video çekiminde genç bir erkek bu sorunun sorulabilmesine bile şaşırmış, “nasıl yani ne demek erkek ne demek” diye tepki göstermişti. Öte yandan bir başka genç erkek dürüstçe bir yanıt vermişti: erkek Varla yok arası bir şeydir.
Evet, geçmiş olsun. Erkeklik artık varla yok arası bir şey, yani hızla geriliyor, tarihsel bir çöküşün başlangıcında. Korkarım bu eril uygarlığın çöküşü çok sancılı ve kanlı olacak. Şimdiden çok sayıda kadının kanı dökülüyor. Ama erkeklerin de ödeyeceği acı bedeller olacaktır. Erkekler bu acıdan kurtulmak ve özgürleşmek için bizim çağrımıza kulak verseler iyi olur. Erkekler yüzyıllardır Marx’ın ünlü sözüne kulak verdiler: Anlatılan senin hikayendir. Şimdi bize de kulak vermelerini talep etmeliyiz: “Anlatılan senin de hikayendir. Hikayeni bir de bizden dinle”.
Umarım dinlemeye ve düşünmeye cesaret edebilirler.
Doçent Dr. Alev Özkazanç
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kadın Çalışmaları