ManşetHafta SonuHaftasonuKöşe YazılarıYazarlar

[Korona İzolasyonu Notları] İdrak günleri

0

Günlerdir onlarca video paylaşıldı. İnsanın çekildiği alanlara göç eden yaban hayatı gösteren. Sokaklarda dolaşan geyikler, parklara gelen domuzlar, limanlarda hoplayan yunuslar ve niceleri bir oh çektiler. Troller kızakta, denizin dibini taramıyorlar; kıyı balıkçısı doğa dostu yöntemiyle balık hasat ediyor, yeteri kadar. Zaten yıllık yasak da başladı. Balık sürüleri popülasyonları onarılır mı biraz olsun? Atmosfere saldığımız gazlar azaldı, havalar temizlendi. Dünyanın öz titreşiminin sesi daha netleşti.

Doğa korumacıgil arkadaşlarımla için için doğanın bu haline sevinmekten insanların haline üzülemiyoruz hissiyatındayız. Vicdanları olan insanlar olarak, şimdiye kadar bu kadar açık söylememiş olabiliriz.

Öte taraftan, insanlık hasta yatağından kalkıp virüsten taburcu olunca daha hızlı mı yok edecek yeniden, sorusu da geliveriyor peşi sıra aramızda. Düşüncelerden duygulara savruluyoruz.

*
Derler ki, insan ruhunu teslim edene kadar değil yaptıkları anıldığı sürece yaşarmış. Yaşamdan sonra yaptıklarımızın etkisi devam ediyor ne de olsa.

Çamtepe’nin doğramalarını yapan marangoz ahşabını illa ki ben alacağım diye tutturmuştu ki bu yaklaşımı, marangozluk için alacağı hizmet bedelinden kaybına yol açacaktı. Israr edince; “Ağacını benim seçmem lazım, yanlış ağaç olursa eğrilir bükülür, sonra yıllarca adımı kötü anarsınız” demişti. Böyle öğrenmiş zanaatini.

Yaptıklarımızın sorumluluğu var ve öğrenmek de hiç bu kadar kolay olmamıştı. O nedenle artık öğrenememek değil, bilmemek ayıp. Sevgili Özcan Yüksek‘in hep anlattığı 1001 gecenin ilk gece anlatılan masalında olduğu gibi yaptıklarının sonuçlarını bileceksin, bilmiyorsan yapmayacaksın. Tahmin edeceksin. Her ne yapacaksan öyle yapacaksın. Kaos da böyle diyor. (Kelebek etkisi kuralının anlatımındaki Çin’de kanat çırpan kelebek metaforu enteresan bir tevafuk değil mi? )

Ve tabii bu bir kişisel gündem, odak, seçim meselesi.

Böyle böyle düşünürken, peki benim gündemim ne olsun diye de soruyor insan haliyle.
Bu soru zaten bir yandan zihnimin hep bir köşesinde.

*
Her şeyin bir yüzü şifa, bir yüzü zehir. Bir doz meselesi. Dünya ve kendimizle olan ilişkimiz de öyle. Gıda üretimi bir temel ihtiyaç, lakin dozunu kaçırırsak kendimizi zehirler hale geliyoruz. Şifa kaynağı bir zehir kaynağına dönüşüveriyor. Adaleti getirsin diye yarattığımız hukuk, bir tarafı fazla kayırınca toplumun bütününün en temel duygusal ihtiyacı olan güveni zehirliyor. Fiziken bütünlük içinde olalım, hastalanmayalım diye yaptığımız tıbbi müdahalelerle, hasta şekilde yaşar hale geliyoruz. Eğitim derken kastettiğimiz de bütün bu yapıyı ayakta tutacak insan yetiştirmek demek. Bir nevi seri üretim.

Dozu kaçırmaya meyilli davranışlarımızda son noktadayız. İşte doğanın dengesini bozmamak bu demek: Her an değişen dengede yerini almak.

İnsan için bu yeri, bilimle almak, sanatla almak, zanaatla (üretim anlamında) almak. Bu kan damarlarımızı başkalarına havale etmemek, buradaki sorumluluğu ele almak, bu sorumluluğu almadığımız sürece bedelini başkalarına, sisteme yüklememek.

Zanaat her ne yapıyorsak ustalaşma yolunda yürümek, sadece üretim değil sürekli “türetim” halinde olmak ise, bilim ve sanat bu zanaati yapma biçimimiz olmalı. Şimdinin en temel ihtiyacı olan “onarımı” arzu ederek. Günlük yaşamlarımızda.

*
Anlayış faslından kavrayış faslına geçiyoruz. Virüs bize her gün yeni bir durumu deneyimletirken, durumların arkasındaki bağları keşfediyoruz, durumu kavrıyoruz, idrak ediyoruz. Anlamaktan çok çok farklı bir durum.
Gerçek ihtiyaçlarımızı görüyoruz. Fazlalıklardan kurtulmak, yeteri kadarına razı olmak, “gönüllü sadelik” haline bürünmek iyi geliyor.

*
Bir de etki alanımız var. Kim olduğumuzla, ne yaptığımızla orantılı. Kavrayışımızın sınırı yok. Bu kavrayışı her anımıza bir filtre gibi getirdiğimizde yapacaklarımızın da. Öğren öğren bitmez bir alan.

Tek mesele dengenin neresinde olduğunun bilgisine vakıf olmada.

Herkesin birbirini (insan dışı yaban da buna dahil) beslediği bir gıda sistemi.

Herkesin birbirine güven verdiği ve sonucunda Victor’un dediği gibi “herkesin aynı tarafta zaferi kutladığı” bir hukuk sistemi.

Herkesin kendinin farkında olarak başvurduğu, onarıldığı bir tıp sistemi.s

Herkesin ihtiyacını karşıladığı, fazlasını paylaştığı (biriktirmediği), sonunda helalleştiği bir ticaret anlayışı.

Herkesin potansiyelini, hayat amacını bilme kapasitesini ortaya çıkarma ve geçmişin bilgilerini bugünle birleştirip, geleceğin ihtiyaçlarına aktarma becerisinde bir eğitim (başka bir kelime mi bulsak artık buna?)

Sanat’la bilimin birleşerek akil ve dehalardan halka, sıradan insanın yaşamına nüfuz eden bir yaşam biçimi.

Temel amacının son ürünü üretmek değil, insanı tanımak, doğayı tanımak, kendi nefsini tanımak olduğu; “son” ürünün pekçok “yan” üründen biri, bir çarpan etki, bir bereket, bir bonus, nimet, rızk olarak değerlendirildiği bir tarım ve üretim sistemi.

Bütün bunların toplamı ile yaratılan teknoloji, inovasyonlar…

Fazla mı hayalciyim?

Hepsi bizim kararlarımızla, bir uçta devaya, bir uçta zehire dönüşebiliyor.

*

Evlerinde iyice yereline diffüz eden insan toplumu hiç olmadığı kadar küreselleşiyor bir yandan. Düzenin o kısmında da bir ben/biz ilişkisi ortaya çıkıyor. Bireyin gücüne inanıyorsak eğer, birleşmiş bireylerin gücünü hesap etmek imkansızlaşıyor. Teknoloji bize fiziksel mesafelerde bile sosyalleşebilme fırsatları sunuyor, küresel bir varlık olduğumuzu deneyimliyoruz.

*
Yalnız değiliz ama tekbaşınayız. Aradaki fark “sevgi”. Yalnızlık bir sevgisizlik hali ise, tek başınalık başta kendine olmak üzere herkese ve her şeye duyulan sevgi. Ve sevgi bir duygu değil, bir oluş, bir duygusuzluk hali. Bütün duygularına bir mesafeden bakabilme hali. Her pisliğin üzerine yapıştırdığımız Sevginin hakikatini anlamak için mesafelenmemiz gerekiyordu. Çünkü sevgi, tüm varoluşa ve onun küçük nüshalarına bir mesafeden bakabilme yetisi aynı zamanda.

*
Bu pandemi de geldi yaşlıları vurdu, iyi mi? Yaşlılar, şu anda 80 üstü yaş grubunda olanlar nasıl bir bilgi ve görgü kaynağı, düşünmeden edemiyorum. Karneyle ekmek alınan zamanları, savaşın etkilerini, yerinden yurdundan edilmeyi, bir türlü köklenememeyi; darbeler, ihtilaller gibi deneyimleri yaşamış bir kuşak gidiyor elden. Yukarıdaki dengede yerini bilen, daha da önemlisi bu şartlar altında nasıl hayatta kalınacağı bilgisine sahip son kuşak. Bilgeliğimiz biz ona yetişemeden kayıyor önümüzden. Görünen o ki, kosmosta rehberlerimiz de olmayacak. Tekbaşınalık, bunu da içeriyor bir yandan.

*
Özetle, bu böyle gitmez dediğimiz ne varsa o alanlara tekrar bakmak, bu kafayla bakmak, yeniden yeniden bakmak ve günün birinde bu dalga geçtikten sonra vereceğimiz kararların yönüne karar vermemiz gerekiyor önce. Bu vakit bize bunun için verildi demeden edemiyorum.

Sonucu değiştirecek olan soru, dünyanın nasıl bir yer olduğu değil, bizlerin ne edip, nasıl eylediği.

*
Virüs bize öğretiyor:

İklim krizi, ekolojik bir kriz değil (yabanıllığın kendini ne kadar çabuk onardığını gördük). Sosyolojik, kültürel ve psikolojik bir kriz. İnsana dair bir kriz ve yine bildiğimiz üzere çözüm insanda saklı. Yolları da sanat, felsefe ve zanaattan geçiyor.

Bir şey yaparken kendime sorduğum soru listesi:
• Yaptığım şeyi seviyor muyum?
• Yaptığım şey hakkında bilgim ne kadar?
• Yaptığım şeye bıraktığım iz ne?

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.