ManşetRöportaj

Raj Patel: “Gıdayı piyasa ilişkileriyle dağıtmak, açlığı garanti altına almaktır.”

0
Raj Patel

İngiliz akademisyen-aktivist, gıda egemenliği savunucusu Raj Patel geçtiğimiz ay Ekümenik Patrikhane ve Southern New Hampshire Üniversitesi tarafından bu yıl ikincisi düzenlenen “Teoloji, Ekoloji ve Söz” başlıklı Halki zirvesinin konuşmacıları arasındaydı. Raj Patel ile, konuşmasının ardından zirvenin yapıldığı Heybeliada’da bir röportaj yaptım.

Raj Patel

Raj Patel

Wikipedia’da “sosyal adalet hareketinin rock starı” olarak tanımlanan Raj Patel, 1972’de İngiltere’de doğdu. Annesi Kenyalı, babası Fijili olan Patel’in hayatı İngiltere’nin yanı sıra Güney Afrika, Zimbabwe, ABD gibi ülkelerde geçti. Oxford, LSE ve Cornell Üniversitesi’nden felsefe, ekonomi ve politika dereceleri aldı. 1999’da Seattle‘da yapılan ve alternatif küreselleşme hareketlerinin başlangıcı sayılan eylemlere katılan ve uluslararası çiftçi hareketi Via Campesina içinde aktif olarak çalışan Raj Patel, politik ekoloji, gıdanın ekonomi politiği, gıda egemenliği gibi alanlarda çalışıyor ve halen Kaliforniya’da Berkeley Üniversitesi‘nde ders veriyor.

Raj Patel’in Value of Nothing (Hiçin Değeri) ve Stuffed and Starved (Tıkabasa ve Açlıktan Kırılan) adlı iki kitabı bulunuyor.

Röportajın Açık Radyo’da Ömer Madra ile birlikte yaptığımız Açık Yeşil programında Özde Çakmak’ın Türkçesiyle çevirili olarak yayımlanan kaydını aşağıdan dinleyebilirsiniz:

Röportajın İngilizce orjinalini de aşağıdan dinleyebilirsiniz:

Raj Patel bizimle birlikte, Açık Radyo’nun röportaj teklifini kabul ettiğiniz için teşekkürler. Konuşmanızda yeşil devrimden sözettiniz ve günümüzde daha çok ürün yetiştirilmesine rağmen aynı zamanda açlığın da arttığını söylediniz. Ayrıca yaygın bir iddia olan dünyadaki mevcut açlık nedeniyle daha fazla tarımsal ürüne ihtiyacımız olduğu görüşünden bahsettiniz. Bu görüşün neden doğru olmadığını anlatabilir misiniz?

Demek istediğim şu: Birleşik Devletler’e bakın. Amerika’da açlık tehdidi altında yaşayan elli milyon insan var. Bu da bu insanların yoksulluk nedeniyle yılın belli bir anında bir sonraki öğünlerini nereden bulacaklarını bilmedikleri anlamına geliyor. Bu durum da elbette Amerika’nın, elinde ne yapacağını bilemediği kadar çok ürün mevcut olduğu halde oluyor. Amerika’nın başlıca tarımsal ürünleri mısır ve soyadır, bunların yanında tabii buğday ve pamuk da. Bu durumda hiç kimse çıkıp “Amerika! Açlarını beslemek için daha çok ürün yetiştirmelisin” demeyecektir, çünkü yığınla ürünümüz var. Asıl sorun, yoksulluk. Yeşil devrimin hikayesi de hem tarımsal ilişkileri hem de tüketim ilişkilerini dönüştürmenin bir yolu olarak ortaya çıkmasıdır. Gıdaya piyasa aracılığıyla erişiyoruz ve piyasa aracılığıyla dağıtıyoruz. Dolayısıyla iki çok basit kural uygulanıyor. Bir: yeterli paraya sahipsen dünyanın neresinde olursan ol yemek yiyebilirsin. Ve iki, yeteri kadar paran yoksa, açlıktan kıvranırsın. Piyasayı gıdayı dağıtmak için bir mekanizma olarak sunduğunuzda, giderek daha fazla besin yetiştirebilirsiniz, fakat fiyat sıfır olmadığı için her zaman aç insanlar olacaktır. Piyasa ilişkilerini gıdayı dağıtmak için kullandığınızda aslen açlığı garanti altına almanın tarifini yaratıyorsunuz.

Aynı zamanda yeşil devrim bazı ülkelere ihtiyaç duymadıkları şeyleri üretmeyi de dayattı, değil mi? Ya da ihtiyaçları olandan farklı ürünler yetiştirmeyi.

İnsanlar yeşil devrimin ülkelere istediklerini vermekle ilgili olduğunu düşünüyor. Oysa yeşil devrim 1940’larda Meksika’da başladı. Ve deneye tabii tuttukları ürün çoğu Meksikalının yediği şey değildi. Çoğu Meksikalı tortilla yer, ki bu da mısırdan yapılır. Fakat yeşil devrim için buğdayı denediler ve buğdayı seçmelerinin nedeni de ticari çiftçileri tarımsal büyümenin motoru olarak görmeleriydi. Buğdayı yoksul köylüler için değil, şehirdeki insanların ekmek bulması, buğday unundan yapılan tortillaları alabilmesi için yetiştiriyorlardı. Yani yeşil devrim fikri kırsal açlığı bitirmek için değil, kent nüfusuna açlıktan ölmeyecek kadar gıda sağlayarak onları yatıştırmak ve ayaklanmalarını önlemek içindi. Bu yüzden de adı yeşil devrimdi. Çünkü Sovyetler’de olduğu gibi bir kızıl devrim değildi. İnsanlar genellikle yeşil devrimin rüzgar enerjisi veya kenevirle ilgili olduğunu sanıyorlar, ama yeşil devrim aslında, siyasal kontrol mekanizmalarıyla, kısırlaştırmayla, doğum kontrolüyle, sübvansiyonlarla, sulamayla, tohum ıslahıyla ve tarım kimyasallarıyla ilgilidir.

Oysa gıda krizi hakkındaki söylem ihtiyacın sonsuz olduğunu söylüyor. Şu anda zengin ülkelerin ihtiyacı ve arzuları için üretin Çin gibi ülkelere kayıyor. Siz de konuşmanızda Çin’in karbon salımının bu yüzden büyüdüğünü söylediniz, çünkü Batı’nın ya da daha zengin ülkelerin ihtiyaçlarını karşılamak zorundalar. Dolayısıyla sorun iklim değişikliği ile de bağıntılı. İklim değişikliğinin genellikle kuraklık ve su krizi vs. sebebiyle gıda üretimiyle çok ilgili olduğunu düşünürüz. Fakat bu hikâyenin diğer yanı sanırım.

Doğru, tarım iklim değişikliğinin hem kurbanı, hem de faili. Dünyada gıda üretimi yapılan yerlerin haritalarına bakarsanız, iklim değişikliği sorununda hiçbir suçu olmayan dünyanın en yoksul bazı ülkelerinin iklim değişikliğinden en çok çekenler olacağını görürsünüz. Aynı zamanda tarım ve özellikle de daha fazla etle beslenme de, iklim değişikliğinin hız kazanmasının ana sebeplerinden biridir. Artan et tüketimi ve konsantre hayvan yemi işletmeciliğinin artışı, büyük sorun kaynağıdır. Geviş getiren koyun ve ineklerin karbon salımının büyük bir bölümünden sorumlu olduklarını biliyoruz, çünkü normal çiftçilikte, geleneksel sistemlerde ya da sofistike agro-ekolojik tarımsal sistemlerde hayvanlar, atıklarının da toprağın bir parçası olduğu bir manzaranın parçalarıdırlar. Yani karbon döngüsünün bir parçası olabilirler. Hayvanları bu manzaradan çekip çıkarmaya başladığınızda ve fabrikalara doldurduğunuzda, ki yeni işletme biçimi budur, büyük miktarlarda metan ve karbon dioksit üretimine başlamış olursunuz. Bu sistemde emisyonu dengelemenin, karbonu toprağa gömmenin bir yolu da yoktur. Ve elbette insanlar giderek daha çok et yedikçe, insanlardan ziyade hayvanları beslemek için daha çok toprağa ihtiyaç duyarız. Elbette, kuş gribinden tutun da etin işlenmesinden doğan tuhaf hastalıklara, depresyondan bu sektörde çalışanların maruz kaldığı mesleki hastalıklara kadar tarımsal sistemin parçası olan diğer facialarla birlikte, bu tesislerden çıkan atıklar da muazzam sorunlar yaratır. İklim değişikliğine geldiğimizde, giderek daha fazla teşvik edilen endüstriyel beslenme ile iklim değişikliğinin sonuçları ve nedenleri arasında çok net bir bağlantı olduğunu söyleyebiliriz.

Konuşmanızda gıda endüstrisinin ürettiği kârdan daha fazla çevresel sorun yaratan tek sektör olduğunu da söylediniz…

Evet, bir muhasebe grubu olan KPMG’nin bu raporunu öğrendiğimde ben de şaşırdım. Bir dizi endüstriye bakarsanız, fosil yakıt endüstrileri de dahil, verdikleri çevresel zararın, ürettikleri kârın yaklaşık %30u olduğunu görürsünüz. Tabii onların çok çok büyük kârları var, bu yüzden de tabii çok büyük bir çevresel ayak izi oluşturuyorlar. Ama gerçek şu ki, KPMG’nin raporu gıda endüstrisinin çevresel zararının ihtiyatlı bir varsayımla, kârının %224’ü olduğunu ortaya çıkarıyor. Yani gıda sanayii, yarattığı kârın iki katından fazla çevresel zarara neden oluyor. Muazzam, muazzam bir sorun bu. Gıda endüstrine dönüp sorduğunuzda, daha az araba kullandıklarını veya işçilerin, sistemin doğurduğu çevresel zararın %1’den az kesimini oluşturan davranış biçimlerinin daha iyi olduğunu söylerler. Bu günümüzün dünyasıyla ilgili çok derin bir problem. Gıda endüstrisinden birileri sürdürülebilirlik modelleri uyguladıklarını söylediklerinde de çok ama çok şüpheci olmak gerekir. Sonuç olarak bütün veriler gösteriyor ki, gıda işletmelerini oluşturan bu konsantre hayvan besleme işlemleri, gübreleri ve monokültürü kapsayan mevcut endüstriyel gıda üretim biçimleri son derece sürdürülemezdir.

Peki, çözümlere gelecek olursak… Çözümü aşçılık olarak tanımlıyorsunuz aslında. Yemek yapmaktan, paylaşmaktan ve onu neşeli bir deneyim haline getirmekten söz ediyorsunuz. Doğru bulur musunuz bilmiyorum ama, ben bunı şöyle anladım: Gıda deneyimini sosyal değişim için kullanmak. Ivan IIIich buna muhtemelen şenliklilik derdi, öyle değil mi?

Evet.

Neşeli paylaşımla aynı kavram aslında, biraz bundan bahseder misiniz?

Malawi’deki toprak, gıda ve sağlık topluluklarıyla ilgili bu hikayede ilginç olan şey, öncelikle endüstriyel monokültüre karşı alternatiflerle ortaya çıkarak bilimsel topluluklar yaratmış olmaları. Monokültür, bir ürünü büyük tarlalarda tekrar tekrar yetiştirmektir. Fakat bu bilim insanları, deney yapan köylüler olarak toprağı ıslah etmek, buğdayı korumak ve haşerelerle sevdikleri ürünler arasında bir denge sağlamak istediler. Daha çok protein üretmek istediler ve bunu dışarıdan bir pestisit ya da herbisit kullanmadan başarmak istediler. Böyle bir deney yapmaları gerekince de, fikir alışverişinde bulundular ve müthiş fikirler geliştirdiler. Bu konuda çok bilimseldiler. Ve daha fazla besin üretebileceklerini, ama bu arada ev içindeki dinamikleri kadınlarla erkeklerin benzer miktarda iş yapacakları şekilde değiştirmezlerse, yine ellerinde aç çocuklarla kalakalacaklarını, yani bunun da adaletsizlikle sonuçlanacağını fark ettiler. Bu yüzden de bu şenlikli yemek tarifi günlerini yarattılar. Bu günlerde herkes bir araya gelmeye, eşitlik içinde tartışmaya başladılar. Ama tabii bu kadar keyifli olmayan şeyler de vardır ve bence adaletsizliğe ve eşitsizliğe karşı koyup koymadığınızın farkına varmanız önemlidir. Bu da çok eğlenceli olmasa da yapmak zorunda olduğunuz bir şeydir. Eşitsizlik hakkında, zorlu, çetin konuşmalar yapılan bu alanları yaratmaları da hikâyenin bir parçasıdır. Daha sonra da eşitsizliğin geri gelmediğinden emin olmak için sürekli örgütlü olmak gerekir.

Sanırım bu agro-ekoloji konseptinden biraz fazla bir şey değil mi, daha topluluk temelli bir şey…

Evet, agro-ekoloji fikri, tarımla etrafını çevreleyen ekolojinin birbiriyle uyumlu olmasıyla ilgilidir. Fakat işin dağıtım kısmı, gıda egemenliği denen şeyle ilgilidir ve herkesin yemek yiyebilmesini sağlamak için bütün toplumun içinde yer aldığı bir tartışmayı gerekli kılar. Uluslararası çiftçi grubu La Via Campesina’dan gelen bu gıda egemenliği fikri, yarınki yemek yeme şeklimizin son derece önemli bir parçasıdır. Sadece topraktan bir şeyler elde etmenin yeni yollarına değil, aynı zamanda herkesin daha iyi beslenmesini sağlayan yeni politikalara da ihtiyacımız var.

Bunun hakkında bir belgeseliniz var, değil mi?

Evet, önümüzdeki yıl gösterime girecek olan “Generation Food” adlı belgesel filmde bu politikaları ve çiftçilik sistemlerinin bazılarını inceliyoruz.

Son sorum, bizim geleneksel sorumuz. Dünya nereye gidiyor desem ne dersiniz?

Hmm, ben aklın kötümserliğine ve iradenin iyimserliğine inanıyorum. Karbondioksit rakamlarına bakarsanız, eşitsizlik rakamlarına bakarsanız, çevresel açıdan çok kötü bir yöne doğru gittiğimize işaret eden bir dizi rakama bakarsanız, hikaye iyiye gitmiyor. Fakat özellikle Birleşik Devletler’de yaşayan benim gibi biri için bu gidişten öfke duyan bunca halk hareketinin birbiriyle bir araya geldiğini ve kesiştiğini görmek oldukça ilginç. Bu insanlar sadece yeşil sorunlarla ilgileniyor demek değil bu, aynı zamanda ırksal sorunlarla, yoksullukla, açlıkla ve çevresel sorunlarla ilgileniyorlar, bir araya geliyorlar, bu hareketler kesişiyor ve bundan dolayı çok heyecanlıyım. Gerçekleşse de gerçekleşmese de, umuda yer varsa eğer, bu yaşanan, bize daha iyi bir dünya sağlayabilecek olan politikaların etrafında gelişen hareketlerin birleşmesidir. Daha az özel mülkiyete sahip olduğumuz bir dünya, çoğumuzun daha az tükettiği, ama daha çok eğlendiğimiz bir dünya. Bu bana göre iyimser olmak için bir neden.

Teşekkürler Raj Patel.

Ben teşekkür ederim.

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Çeviren: Özde Çakmak – Yeşil Gazete

More in Manşet

You may also like

Comments

Comments are closed.