AKP hakkında yazmak istemiyorum. İnan ki istemiyorum. “AKP bu sonuçta” diyorum, “ne yazacaksın daha?”. İstiyorum ki kuş böcek yazayım, dağ yazayım, kış yazayım, geyik (hayvan olan, çok var burada) yazayım. Yok abi, olmuyor. Bir AKP’li bakan veya R.T.E açıklaması gördüğüm an mazoşist gibi saldırıyorum. Sakin ve dingin sinirlerimi Serkan Köybaşı’nın deyimiyle 12 saniyede zirveye çıkarmak artık benim için bir ihtiyaç, bir bağımlılık haline geldi. Müptelası oldum bu altın vuruşların. Günde bir iki doz AKP almadan yapamıyorum. AKP olmasa halim nice olurdu, inan pilemiyorum.
Fakat birşey farkettim, yalnız değilim. Yalnız değilsin abla. AKP bağımlısı olmuş, sinir sistemi AKP’nin varlığına uyum sağlayarak evrilmişlerin sayısı hiç öyle üç-beş değil. Tam da bunu düşünüyordum ki kuşkucu tarafım dürttü yandan yandan, “Belki de AKP’nin taktiği budur ha?” diye fısıldadı kulağıma.
Oturdum, düşündüm ben de. Adamların amacı tam olarak da bizleri sinir krizlerine sokmak olabilir mi gerçekten?
Nazilerin propaganda ilkelerinin başında “Büyük at da herkes yesin” gelirmiş. Hitler’in “Bir yalan ne kadar büyükse inananı da o kadar çok olur” dediği söylenir hatta. Türkiye gibi bilmekten çok inanmaya ihtiyacı olan travma halindeki toplumlarda daha da bir anlam kazanıyor bu yaklaşım. Bir de buna toplum olarak siyasilerin düpedüz yalan söylemesini kafaya takmıyor olduğumuzu eklediğimizde görüntü HD kalitesinde çıkıyor karşımıza : Adamlar (ve içlerindeki birkaç tane adamlaşmış kadın) yanlışlıkla değil, bilerek yalan söylüyorlar.
Taktik çok basit aslında, düşününce. Çevreden başka herşeyden sorumlu Bakan Eroğlu çıkıp “Bizim HES’lerin ömrü 500-600 yıl” diyince toplumdaki “inanç” ihtiyacını tam anlamıyla karşılıyor. 150 yıl dese mesela o da yalan söylemek olurdu, ama yeterince büyük bir yalan olmazdı. Konuyu az da olsa akıl ve doğruluk sınırlarına yakın tutmuş olurdu. Toplumun genelindeki “abi hakikat lazım değil bana, yalanlarla okşa ruhumu” ihtiyacını da tam olarak karşılayamazdı.
Benzer bir örnek, “ileri demokrasi” söylemi mesela. Türkiye’nin mevcut hali bırak ileriyi, vasat bir demokrasinin bile eşiğinde ancak. Hayatında üç dakikasını da olsa “demokrasi nedir?”i araştırmaya ayırmış, beş dakika gündem takip etmiş ve yedi dakika oturup düşünmüş birisinin bunun aksini iddia etmesi mümkün değil. Ama adam ileri demokrasi diyor, “Huhhhhuuu beeyybbiii!” diye seviniyoruz.
İş bununla kalsa iyi, dahası da var.
Hakikate olan ihtiyacı inanmaya olan ihtiyacından ağır basanlar olarak bu devasa yalanlar karşısında topluca sinir krizlerine giriyoruz. İçimizden bildiğimiz en ağır küfürleri sallıyoruz, dışımızdan da RTÜK tarafından kapatılma riskinin sınırlarında dolaşan tepkiler veriyoruz. Ama unutuyoruz ki bu toplumun derdi hakikati bilmek değil. Toplumu suçlama kolaycılığına da kaçmamak lazım; hep iki arada bir derede kalmış, ilkokullarda kafasına kazılan kolpa “şanlı ve emsalsiz tarihimiz” masallarından sonra elaleme mizah malzemesi olmuş, sarsıldıkça inanmak istemiş, inandıkça kandırılmış, kandırıldıkça daha da fazla inanmak istemiş bir toplum bu. Thoreau’nun “Aşk, para veya şöhret istemem, bana hakikati verin” yakarışlarının tam tersini haykıran bir toplum bu.
Bizler, AKP yalanlarıyla sinir krizleri geçirenler, insanlara ihtiyaç duymadıkları bir şeyi vermeye, dayatmaya çalışanlarız. O yüzden akılcı ve mantıklı açıklamalarımız ya “Cık, öyle değil o” diyen kaş göz kaldırma duvarlarına çarpıp çarpıp parçalanıyor, ya da “Ya bırak ya” reddedişleriyle sönüp gidiyor. İyice delleniyoruz, “Bu memleketten cacık olmaz” a getiriyoruz muhabbeti. Basın “haber ulaştırma” işlevini “yalan pazarlama” göreviyle ikame ettikçe iyice çaresiz kalıyoruz. Yanı başımızda, aynı veya benzer bir yolun yolcusu olarak görmeyi umduklarımız da eski acı ve ızdıraplarının hesabını görmek umuduyla AKP’ye olan mesafelerini mesafeli tutuyorlar, “yalan söylüyorlar ama olsun, eskiler daha beterdi” söyleminin iç burkan sığınağında. İyice kahroluyoruz. Bir de birileri çıkıp “demek siz de darbeci, militarist ve jakobensiniz” dediğinde tam oluyor. Bir çay koyup sigara sarıyoruz efkarlı efkarlı.
Ne yapmalı peki? Aslında durum o kadar da kötü değil. Bir defa yalnız değiliz. Yalnız değilsin abla. En büyük gücümüz de bu. Ondandır ki Twitter’a, Zaytung’a ve bazen de Ekşisözlük’e girdiğimizde bir rahatlıyoruz, bir sırıtıyoruz. AKP’yle, militarist söylemle, artık ninni rütbesine terfi etmiş eski tip CHP jargonuyla, bizden başka herkesin ortak sloganı olan vatan-millet-sakarya komedisiyle ve neo-liberalizmin vicdansız akılsızlığıyla dalgasını geçenleri gördükçe yalnız olmadığımızı hatırlıyoruz. Elimize Uykusuz tutuşturulduğunda soğuk bir kış akşamında battaniye altına girmiş gibi gevşiyoruz.
Ve bir kez daha farkediyoruz : Yıllar süren acıların ördüğü, vurdukça sağlamlaşan o inkar duvarlarını yıkmak yerine etraflarından dolanmak lazım, mizah ve kahkahanın inanılmaz gücüyle. O duvarların arkasında saklanan inanmaya muhtaç ruhlara dokunmanın, “Gel abi, daha güzel bir gelecek için şöyle geliver” demenin, sen bizdensin sen değilsinin kısır döngülerine kapılmadan muhabbet etmenin tek yolu bu.
Zor iş, herkesten çok kendinle dalga geçebilmenin en temel önşart olduğu bir iş. E biz de yapamayacaksak bunu, kim yapabilir ki başka?
Biz de yapmayacaksak bunu, kim yapar ki başka?