Köşe Yazıları

Suruç Katliamı: Dayanışma ve nefret, yoldaşlık ve asabiyet – Yahya B. Adil

0

suruçSuruç’taki sosyalist katliamını sosyal medyada ‘bayram’ ilan eden, Ekşi Sözlük’te ‘iti ite kırdırmak’ diye takdis eden AKP yanlısı ve milliyetçi güruh, aslında 12 Eylül’den beri asabiyet bağlarının nasıl güçlü bir şekilde kurulduğunu gösteriyor.

Sosyal medya, Türk-İslamcıların insanlığı, insanlık arasındaki ortak bağları, ahlaki duyguları reddetmenin, ve böylece yeni-kabileci asabiyetlerini inşa etmelerinin ‘post-modern’ mekanı haline geldi. İnsanın kırılgan bedenine yapılan zulüm, sosyal medya üzerinden de bir kurban ayininin gösteri malzemesi oluyor.

Buna Gezi protestoları sırasında sosyal medyayı linç çığlıklarıyla kapladıklarında, protestoculara tecavüz fantazilerini sosyal medya üzerinden ‘paylaşmak’da behis görmediklerinde de, Diyarbakır mitingine yapılan ve DAEŞ/İŞİD’e atfedilen saldırıda karşısında ‘onlar Yasin kadar ölemezler’ dediklerinde de şahit olduk

İşte bu asabiyet, sosyal medyada linç ayinleri düzenleyen Türk-İslamcı modernlerle Suriye’de cahiliyye barbarlığını yeniden inşa ederek TV ve internet için kanlı mizansenler düzenleyen Tekfirci ve Cihatçı teröristler arasında da bir kanbağı inşa etti.

Nefret ve rövanş

Başkalarının ölümünü, ölüm karşısında eskilerin duyduğu ahlaki duyguları reddederek, Gezi protestolarında ölenlerin annelerini yuhalatarak, ailelerine saldırarak; Suriye’de El Kaideci, Tekfirci teröristlerin Alevi, Dürzi, Hıristiyan Kürt bedenleri katletmelerindeki hunharlığı zafer kutlamalarıyla karşılayarak insanlığı redddediyor, kendi lanetli kabilelerini inşa ediyorlar.

Eskilerin karşısında tevazuyla sessizlik gösterdiği başkalarının ölümü ve matemi karşısında, onlar kibirli çığıklar atıyorlar. Çünkü asabiyet ile iktidar arasındaki bağı anlayabiliyorlar.

Eğer asabiyet ümran’da, medeniyet koşullarında iktidar için yeterli değilse, kendi zihin dünyalarında medeniyetle son bağlarını da her fırsatta inkar etmek mecburiyeti zuhur edecekti.

Onların dünyasında herşey rövanş, ve Suruç katliamı da, öyle görünüyor ki, 7 Haziranda HDP’nin kazandığı küçük ama tahammül ötesi zaferine karşı, Tel Abyad’da PYD’nin zaferine karşı rövanş. Onlar rövanşı da kabilelelerinin kurucu bir unsuru olarak sürekli yeniden ileri sürmek zorundalar.

Benzer şekilde, AKP trolleri, Diyarbakır mitingindeki ölümler karşısında sevinç ifade etmekle kalmayacak, bunu Kobane gösterileri sırasında henüz aydınlığa kavuşturulmamış koşullarda öldürülen bir Hüda-Par’lı gencin, Yasin Börü’nün intikamı olarak görecekti (‘Onlar Yasin kadar ölemezler’).[1]

Freud, savaşan tarafların insanlıkdışı uygulamalarına karşı duyulan medeni hayal kırıklığını eleştirirken, insanlar arasındaki ahlaki bağların aslında ‘toplumsal kaygı’dan ibaret olduğunu söyleyecekti. O toplumsal kaygıyı üreten, yani insan bedenine zulmetmeyi ve zulümü kabul edilebilir görmeyi yasaklayan, medeniyete dair anlayıştır, içselleştirilmiş kurallardır. Bu kurallar bir kez ortadan kaldırıldığında, artık insani olan veya olmayan diye bir şey kalmaz. Militarizm, bu ayrımı ortadan kaldırarak yol çıkacak, Aslan Asker Şvayklar’ı, bir bomba düzeneğini kurar gibi kuracaktır.

Geçmişte 12 Eylül ve Olağanüstü Hal rejiminin ve şimdi AKP rejiminin yapmakta olduğu, bu türden bir toplum mühendisliği operasyonudur.

Ama insanlık insanın doğasından kaynaklanıyor, kalıtsal hale gelmiş ortak duygulanımlarından, ızdırap ve mutluluk konusunda benzer tepkiler göstermekten; neredeyse doğal bir yanı var,  ve bu yüzden kudretlidir; o yüzden tekrar tekrar tahrip etmek, tekrar tekrar inkar etmek zorundalar.

Bizim ‘Büyük İnsanlık’ adına dayanışma bayrağını hep yeniden açmak, insanlığın ortak ahlaki bağlarını her eylemde yeniden inşa etmek zorunda olduğumuz gibi.

Yalan ve nefretten kurulu bir dünya

Öte yandan HDP’nin Diyarbakır mitingine yapılan bombalı saldırıda da olduğu gibi, Suruç katliamı da AKP rejiminde kolluk güçlerinin ‘ihmalleri’ sayesinde gerçekleşebiliyordu; Reyhanlı’da da olduğu gibi. Hatta sosyalist dayanışmacılar, katliam saatine kadar Suruç’ta bekletilmişti.

Ama sosyal medyanın Türk-İslamcı trolleri, Suruç katliamı konusundaki şüpheliler arasında DAEŞ’in yanı sıra PKK’yi de zikr edecekti. Diyarbakır saldırısında olduğu gibi. Şimdi bu iddiaların AKP ve devlet medyasında tekrar edileceğini beklemek hiç de akılsızca olmaz.[2]

Türk-İslamcı medyada ve sosyal medyada yürütülen iktidar mücadelesinde yalanla gerçek arasındaki ayrımın da ortadan kalkması patolojik veya tesadüfi değil.

1990larda TRT ekranlarında ‘derin devlet’in katliamlarının aslında PKK eylemleri olduğunu tekrar tekrar ispat eden Ertürk Yöndem ya da insan hakları savunucularına karşı Haçlı seferi yürüten Hürriyet Gazetesi, yalan söylediklerini, bir propaganda aygıtının parçaları olduklarını biliyorlardı. Gezi’den beri yalanla gerçeğin, kurmaca ile olgunun yer değiştirdiği, bu yer değiştirmenin siyasal bir tercih olduğu AKP dünyasında, aslında bütün bu fantazilere inanıldığına dair tereddüde mahal kalmadı.

Yalan ve nefret fantazilerinin kamusal alanı böylesine kuşatması, Hannah Arendt’in totaliter siyasete yönelik tahlillerini akla getiriyor. Arendt, totaliter hareketlerin kitlesel propaganda gayretlerinde gerçeklik ilkesinin yerini tutarlılık (ya da ‘ısrar’ da diyebiliriz) ilkesinin aldığını söyler.

Bu, ‘propaganda bilimcileri’nin, insan zihninin gerçeklikten kaçıp tutarlı bir kurmacaya sığınma ihtiyacı oluğu cihetindeki sözde-bilimsel bir kanaatine dayanır. Bir yerde şöyle der: ‘Totaliter hareketler, iktidarı ele geçirmezden ve doktrinleri uyarınca bir dünya inşa etmezden evvel, insan zihnininin ihtiyaçlarına hakikatin kendisinden daha fazla yeterli olan bir yalancı tutarlılık dünyası inşa ederler’ (Origins of Totalitarianism, 353).

Fakat Türk-İslamcı cenahın Nazizmden ziyade Soğuk Savaş anti-komünizminin ve 12 Eylül rejiminin mirasçısı olduğunu gözden kaçırmadan. Bütün güvenlik rejimlerinin ve neoliberal rejimlerin potansiyeli olması ölçüsünde totalitarizmin mirasçısıdır.

Aslında Türklük, ‘devletin bekası’ veya İslam referansları bile, bu yalan ve nefret dünyasının, iktidar mücadelesinin tuğlaları olarak tesadüfen seçilmiş araçlar olmanın ötesine gitmez. Ama aynı zamanda, onlar adına kurban talep edilmesi için gayet müsait araçlardır bunlar. O yüzden de bu mefhumlara sıkıca sarılacak, amaç-araç ilişkisini kendileri de gözden kaçıracaktır.

 

Yahya B. Adil

[1] Kobane gösterileri sırasında öldürülen Barış Dalmış ve Ümit Kurt, Yasin Börü ile aynı yaştaydı. Yasin Börü ile aynı ‘mahalle’den olmadıkları için onlar yok hükmünde. İkisinin de öldürülmesine dair soruşturma bile açılamıyor. Devlet adına konuşanlar, Ümit Kurt’un silahlı olduğunu iddia ettiler ama bu iddiayı kanıtlamaları için de soruşturma yapılması gerekirdi. Kobane gösterilerine dair bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi davası olmadıkça gerçeklerin bilinmesi pek mümkün görünmüyor. Ama farklı mahallelerin farklı hikayeleri var elbet. Aradaki bir fark, bir mahalle bazı kurbanları şehit ilan ederken bazılarını yok sayacak, diğer mahalle cinayetlerin soruşturulması ve gerçeklerin açığa çıkması için sonuna kadar mücadele edecektir. Alın size bir ‘90lar hikayesi’ daha… Egemenlik hikayesi, kurbanlar üzerinden yazılan bir hikayedir.
[2] DAEŞ’in Kobane saldırısının arkadasından da DAEŞ’e değil, YPG’ye katliam suçlaması yapacaklardı (defaatle ve ibretle bkz. Yeni Şafak).

You may also like

Comments

Comments are closed.