Röportaj

Saruhan Oluç: “Siyasi iktidarın demokratikleşmeden uzak durması gerçekçi değil, uluslararası gelişmeler de buna izin vermez.”

0
Saruhan Oluç

Saruhan Oluç

Barış süreci ve Gezi direnişi… Son aylarda siyasi gündeme damgasını vuran, birbirlerini etkileyip etkilemeyecekleri tartışılan iki önemli konu. Bir yandan da iki yılda en az üç kez sandığa gideceğimiz bir sürece giriyoruz. Bir yandan da yanıbaşımızda kanlı bir iç savaş sürüyor. Önümüzdeki yıllar Türkiye tarihinin siyasi olarak en sıcak yılları olacağa benziyor.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi MYK üyesi ve Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Yürütme Kurulu üyesi Saruhan Oluç‘la Yeşil Gazete için barış süreci ve Gezi direnişinden başlayarak yakın döneme dair öngörülere kadar uzanan bir siyaset söyleşisi yaptık.

Gezi direnişi sırasında bazı çevreler bu protestoların çözüm sürecini baltalayacağı endişesini yaydılar. Oysa aradan neredeyse iki ay geçti ve durumun böyle olmadığı, sürecin devam ettiği görülüyor. Bir yandan da Lice’deki olaylar, KCK içinde görev değişimi, Murat Karayılan’ın uyarıları gibi süreci etkilemesi beklenebilecek gelişmeler oluyor. Sizce şu anda barış süreci nasıl ilerliyor? Son iki aydaki gelişmelerden kaynaklanan bir aksama görüyor musunuz? Önümüzdeki günler daha neler gösterecek dersiniz?

Barış ve çözüm süreci iniş çıkışlarla da olsa ilerliyor. Türkiye insanı biraz tez canlı galiba. Bu sürecin alenileştiği zaman hatırlarsak, hemen yılbaşı sonrasıydı. Yani üzerinden yaklaşık 7 ay geçmiş. Hafife alınamayacak, hiç de kolay olmayan adımlar atıldı. Özellikle Kürt Özgürlük Hareketi açısından bakacak olursak, çatışmasızlığın ilanı, ardından silahlı güçlerin sınır dışına çekilmesi ve en önemlisi silahlı mücadeleden demokratik siyaset kulvarına geçiş konusunda PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 2013 Newrozu’ndaki Barış Manifestosu bu adımların bazılarıydı. Kabul edelim ki, Türkiye solunun tarihinde pek görülmemiş olan son derece zorlu ve reel politika açısından zorlu adımları ard arda yaşadık. Bu işin bir yanı.

Öte yandan hem tarihsel hem de uluslararası örnekler bize şunu gösteriyor. Bu tür çatışmaların ve/veya savaşların olduğu ülkelerde barış ve çözüm süreçleri o kadar kolay gelişmiyor. Herşeyden önce taraflar arasında büyük bir güvensizlik bulunuyor. Bu bizim örneğimizde de söz konusu. Türkiye gibi demokratik geleneklerin ve kurumsallaşmanın az gelişmiş olduğu, politik kültürün demokratik olmaktan çok despotik ve baskıcı rejimler ve anlayışlar ekseninde şekillendiği bir ülkede elbette ki hiç kimsenin kolay kolay siyasal iktidarlara, devlet bürokrasisine, siyasal partilere güven beslemesi çok kolay değildir. AKP iktidarı açısından da bu çok açık bir biçimde böyledir.

Bu güvenin sağlanabilmesi için ise siyasi iktidarın güven artırıcı adımlar atması, önlemler geliştirmesi gereklidir. Sorun burada görülüyor. AKP iktidarı bu açıdan oldukça ağır davranıyor. Güven artırıcı herhangi bir adım atmamak için elinden geleni yapıyor. Bir aksama varsa, ya da bir tıkanmadan söz edeceksek, bu siyasi iktidarın ağır adım atmasından kaynaklanıyor. Çözüm ve barış sürecinin ikinci aşaması olarak tanımlanan, yasal ve anayasal reformların yapılması, demokratikleşme adımlarının atılması eksik kalıyor. Sorun bu.

Şüphesiz siyasal alanda atılacak adımlar, hazırlanacak bir reform paketi ya da paketleri boyacı küpü misali olamaz. Ama güven artırıcı adımlar da çok ertelenebilir değildir. İktidar bunu görmek zorundadır. Üstelik Ortadoğu Bölgesi’nde yaşanan gelişmelerin hızı da bu ağır davranışı kaldıramaz. Suriye ve Irak, hatta konuyla ilgisiz gibi görünse de, ki öyle değil, Mısır’daki darbe sadece bazı örnekler.

Öyle sanıyorum ki, önümüzdeki günlerde esas tartışma bu reform paketleri ve yeni bir anayasa ile ilgili sürecektir. Hazırlanmakta olan paketler ne kadar tatmin edici olacak? Demokratikleşme açısından hangi adımlar atılacak? Kürt siyasal hareketi ve Türkiye’nin demokrasi ve barış güçleri, emek güçleri atılacak adımları ne kadar  benimseyecek? Bu soruların cevapları tartışılacak.

Şu çok açık ki, demokratikleşme talepleri doğrultusunda mücadele olmadan kazanmak mümkün değil. AKP iktidarının eksik demokrasi anlayışı bunu gerekli kılıyor.

Siyasi iktidarın demokratikleşme adımlarını atmaktan imtina etmesi, bundan uzak durması gerçekçi değildir. Kimse duramaz. Üstelik uluslararası gelişmeler de buna izin vermez. Tekrar söyleyeyim, Ortadoğu’daki dengeler ve gelişmeler, AKP iktidarının bu alanda duraksamasına izin vermeyecektir.

Dediğiniz gibi hükümetin adım atması demek, demokratikleşme demek. Oysa Gezi direnişi sırasında hükümetin tam tersi yönde bir eğilim içinde olduğu, ifade ve gösteri özgürlüğünün ayaklar altına alındığı, polis şiddetinin alabildiğine yayıldığı görüldü. Bu eğilim, çözüm süreci için gereken demokratikleşme zorunluluğunu engelleyebilir mi?

Evet, bugün Türkiye’de adım atmak demek, güven artırıcı adım atmak anlamına geliyor. Hem yargı ve adalet alanında hem de hak ve özgürlükler alanında adımlar atılması gerekiyor. İlk yapılması gerekenler de belli, bilinmezlik yok.

Gezi Direnişi bu açıdan çok iyi bir örnek oluşturuyor aslında. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye ile ilgili son kararlarına ve incelemeyi kabul ettiği dava içeriklerine bakıldığında, görünen gerçek şu: Başvuruların çoğunluğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade ve düşünce özgürlüğü ya da toplantı ve gösteri hakkı ihlallerini içeriyor. Bu gerçeklik bile ilk olarak değiştirilmesi gereken maddelere işaret ediyor. Terörle Mücadele Kanunu ve TCK’nın ilgili maddeleridir söz konusu olan. Bu alandaki yasaları Avrupa standartlarına getirmek, uyum yasalarını hazırlamak ilk işlerden biri.

Ama bakıyoruz, AKP Hükümeti Gezi’de de bu ihlalleri sürdürüyor. Buyurun size yaman bir çelişki. Ama yapmak zorundalar. AİHM’in son kararlarına baktığımızda, bunların biber gazı kullanımı ve kadın göstericilere polis tarafından orantısız şiddet kullanımı ile ilgili olduğunu görüyoruz. On binlerce avro ceza yedi Türkiye. Şimdi Gezi davaları ard arda yığılınca ne olacak? Hükümet bu değişikliklerden kaçamaz. Yıllarca bunlar için mücadele etmiş olan bizler, bence bu hakları kazanmanın eşiğinde bulunuyoruz.

Aslında bunları tartışmaya başladığımızda da bir gerçeği görüyoruz. Türkiye’nin birinci sorunu demokrasi eksikliğidir. Bu eksikliğin birinci meselesi de Kürt halkının haklarının gasp ediliyor. olmasıdır. Zaten BDP-Blok Grubu’nun hem Meclis çalışmalarında hem de genel siyasi pozisyon alışlarında sık sık vurguladıkları gerçek de budur. Hiç kimse sadece kendisi için demokrasi istemiyor. Türkiye’nin tamamı için, ezilenlerin ve mağdurların tamamı için, halklar ve inanç gruplarının hepsi için demokrasi talebidir gündemde olan. Doğrusu da budur.

O açıdan baktığımızda, siyasi iktidarın demokratikleşme adımlarını atmaktan imtina etmesi, bundan uzak durması gerçekçi değildir. Kimse duramaz. Üstelik uluslararası gelişmeler de buna izin vermez. Tekrar söyleyeyim, Ortadoğu’daki dengeler ve gelişmeler, AKP iktidarının bu alanda duraksamasına izin vermeyecektir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde ilk kez bir isyanın liderini öldürmeden, infaz etmeden, onunla müzakere etmeye başladı. Bu önemli bir adımdır. Geleneksel devlet politikasının değişmek zorunda kaldığının bir göstergesidir. O zaman, bu isyan demokratik bir çözümle sonuçlanacaksa, ki öyle olmalıdır, bu isyanın lideri de özgürlüğüne kavuşmalıdır.

Çözüm sürecinin başarıya ulaşması için en önemli adım ne olacak? Anadilde eğitim mi, yerinden yönetim yönünde atılacak adımlar mı, ya da seçim sisteminin değiştirilmesi mi? Ya da Öcalan’a özgürlük mü? Yoksa süreç bütün bu tekil taleplerin ötesinde bir dinamiğe mi sahip?

Bunların hepsi önemli. Adımların bir seferde atılması elbette beklenmemeli, ama bu sözünü ettiğiniz meselelerin hepsi çok önemli. Anadil bir haktır, hem de insan hakkıdır ve evrenseldir. Anadilinde eğitim, anadilini kamu kurumlarında kullanma, mahkemelerde savunmada kullanma gibi bütün haklar böyle değerlendirilmelidir. Anadilin sadece konuşulması yetmez. Bu zaten engellenebilir bir şey değildir ve en azından Türkiye’yi yönetenler bunu anlamış oldular. Bir dil gelişirse korunabilir. Bunun yolu da anadilinde eğitimdir. Türkiye’de bu anayasal olarak yasaklanmıştır. Bu yasağın ortadan kalkması gerekiyor. Anadilinde eğitim, ana muhalefet partisi CHP’nin sandığı gibi bölmez. Özgürlüğü, eşit bir şekilde birlikte yaşamayı geliştirir. Akil insanlar raporları da bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye toplumunun her kesimi anadilinde eğitime hazır haldedir.

Yerinden ve yerelden yönetim meselesi ise sadece Kürt halkıyla ilgili bir konu değildir. Bugün dünyadaki bütün çağdaş demokrasilerde, demokratik rejimlerde merkezi değil, ademi merkezi yönetim anlayışı ağırlıktadır. Demokrasinin de demokratikleşmesi gerekir. Bu ise yerel yönetimlerin demokratikleşmesi, katılımcı bir demokrasinin gelişmesi ve yerinden yönetim mekanizmalarının geliştirilmesiyle olur. Yerinden yönetimin önemi buradadır. Türkiye’deki rejim ise merkezi vesayete dayanır. Anayasa’nın 123, 126 ve 127. maddeleri de bu merkezi vesayeti tanımlar. Vesayet deyince sadece askeri olanını düşünmek yeterli değildir.

Gezi Direnişi, ancak yerel yönetimlerde merkezi vesayetin olduğu bir ülkede Başbakan’ın konusu olabilirdi. Güçlü ve demokratik yerel yönetimler olsa, yerinden yönetim mekanizmaları olsa Gezi Parkı ile ilgili konuların muhatabı belediye başkanları, yerinden yönetim mekanizmaları olurdu, merkezi hükümet değil.

Zaten Gezi Direnişi’nin esas talebi de bu değil midir? Yerel demokrasi…

Öte yandan Türkiye’deki seçim sistemi de dünyanın hiçbir parlamenter rejiminde olmadığı gibi temsilde adaletsizlik üretiyor. Yüzde 10 barajı hiç bir yerde yok. Bir darbe rejiminin, diktatörlüğün getirdiği bir seçim yasasıyla yıllardan beri uğraşıyoruz. Böyle bir şey olur mu? Kürt halkı temsil edilmesin, sol ve demokrasi güçleri Meclis kürsüsünü kullanmasın diye üretilmiş bir engel. Ama ne oluyor, demokrasi ve barış güçleri iki dönemdir uyguladıkları blok ve bağımsız aday yöntemiyle, mücadeleyle bu engeli aştılar. Artık bu değişmeli, daha adil bir seçim sistemi getirilmeli. Bu elzem ve bu da demokrasi açısından önemli.

Öcalan’ın özgürlüğü ise elbette tartışılması gereken bir konu. Ancak bunu çözüm ve barış sürecinin bir koşulu olarak ele almak doğru değildir, muhatapları da öyle yapmıyor zaten. Ama önemli. Neden mi?.. Türkiye’de hep sayılarla ifade edilir; 27. Kürt isyanında şöyle oldu, 28. Kürt isyanında böyle oldu denir. Son otuz yılda yaşadığımız da sonuncusu, yani 29. Kürt isyanıdır. Ve bu isyanın önderi de Abdullah Öcalan’dır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde ilk kez bir isyanın liderini öldürmeden, infaz etmeden, onunla müzakere etmeye başladı. Bu önemli bir adımdır. Geleneksel devlet politikasının değişmek zorunda kaldığının bir göstergesidir. O zaman, bu isyan demokratik bir çözümle sonuçlanacaksa, ki öyle olmalıdır, bu isyanın lideri de özgürlüğüne kavuşmalıdır. Meseleyi bu açıdan ele almak daha doğru olur. Yıllardır anlatılan terör meselesinin artık bir geçerliliği kalmamıştır. Karşı karşıya bulunulan konu, bizce en başından beri zaten bir halkın kendi haklarını kullanabilmesi için, eşitlik için isyan etmesiydi.

Bunların hepsi bu sürecin, çözüm ve barış sürecinin çeşitli merhaleleridir. Hangi dönemde hangisi gerçekleşir, bu müzakerelerin gelişmesine ve Türkiye’nin demokratikleşmesine bağlıdır.

Bakın, Irak Kürtlerinin hakları ve kendi yönetimleri olacak, Suriye Kürtlerinin kendi yönetimleri, özerklikleri olacak, ama Türkiye Kürtlerine baskı, yasak ve ayrımcılık düşecek. Böyle bir bölge ve ülke politikası olamaz. Bu gerçekçi değildir. Kürt halkı, eşit olarak birlikte bir gelecek kuralım ve bu da demokratik olsun diyor. Tüm Türkiye’ye yapılan teklif bu. Mesele bu kadar açık. Zaten anayasal yurttaşlık tanımı da bu nedenle önemli ve olmazsa olmazların içinde yer alıyor.

Gezi Direnişi, sol partilere ve örgütlere belki de çok açık ve net bir biçimde kendi anlayışlarını, taktiklerini, örgütlenme modellerini, iç işleyişlerini sorgulama ve yeni döneme, 21. yüzyıla göre uyarlama fırsatını vermiştir. Anlayana tabii…

Gezi direnişi sırasında HDK’nın süreçte yeterince yer almadığı ya da etkili olamadığı eleştirileri yapıldı. Bir yandan da gözaltına alınan Taksim Dayanışması yürütme üyeleri arasında HDK üyelerinin olduğunu, Sırrı Süreya’nın olayların gelişimindeki rolünü iyi biliyoruz. HDK Gezi direnişi sırasında nasıl bir yol izledi? Bileşenleriyle birlikte direnişe katılım ve destek anlamında poziyonu ne oldu?

Gezi direnişi sırasında HDK hem kendisi hem de bileşenleri ile bu sürecin parçası oldu. Etkili olup olamaması tartışılabilir. Ama etkili olmanın göstergesi oraya damga vurmak ise, bu zaten bu direnişin ruhuna aykırıdır. İyi ki olmadı diyebilirim. Ama HDK, direnişin içeriği ve gelişimi açısından Taksim Dayanışması içinde önerilerini dile getirdi, bunların ağırlık kazanması için uğraştı, kiminde başarılı oldu, kiminde olamadı. Bu doğal. Bu denli kitlesel bir yeni sosyal hareketin içinde de başka türlü olamazdı. Gezi Direnişi aslında HDK için de, bileşenleri için de yeni ve beklenmedik bir durumdu. Zaten kim, ben Gezi’yi bekliyordum ve bu şekilde olacağını biliyordum diyorsa, o en kibar ifadesiyle uçuyordur.

Bu yeni sosyal hareketin ilk işaretini aslında internet engellerine karşı gelişen kitlesel hareket vermişti, ama hep beraber bunu yeterince anlayamadık. Elbetteki HDK de, diğer siyasal partiler ve gruplar gibi Gezi Direnişi’ne ilişkin değerlendirmelerini ve eleştirilerini yapmalıdır. Yapacaktır da. Hem Gezi Direnişi hem de ardından gelişen ‘duran insan’ eylemleri ve park forumları son derece önemli örnekler yarattı. Eksikler HDK açısından da elbette ortaya konmalıdır. Aslında HDK, kendi ruhu ve örgütlenmesi açısından Gezi’ye en fazla uyan modeldir, ama geliştirilmeye de muhtaçtır. Gezi içindeki çoğulculuk bir anlamda HDK içinde de mevcuttur. Dolayısıyla tartışmalar, farklı öneriler, anlaşmazlıklar da aynen geçerlidir.

AKP’lilerin Başbakan’dan medyadaki yazarlarına kadar Gezi direnişçilerini masum çevreciler ve ideolojik marjinaller olarak ikiye bölmeye çalıştığını biliyoruz. Siz bu “taktiği” nasıl yorumluyorsunuz? Direnişin çoğulculuğu içinde bu tür bir kutuplaşma var mıydı sizce? Direnişçiler bu bölme girişimine nasıl karşılık verdiler?

Bu taktik geleneksel devlet politikasıdır. Bölme çabasıdır. Her tür kitlesel yeni sosyal hareket içinde müthiş bir çoğulculuk, gerilim konuları, farklılıklar vardır ve olmalıdır da. Önemli olan, bu tür bir hareketin demokratik yapısı ve işleyişi ile, bu farklılıkları ortak bazı taktikler ve mücadele adımlarında birleştirebilme maharetini göstermesidir. Türkiye açısından bu tür eylemler yenidir. Hep beraber öğreneceğiz. Gezi Direnişi, sol partilere ve örgütlere belki de çok açık ve net bir biçimde kendi anlayışlarını, taktiklerini, örgütlenme modellerini, iç işleyişlerini sorgulama ve yeni döneme, 21. yüzyıla göre uyarlama fırsatını vermiştir. Anlayana tabii…

Yerel seçimler yaklaşıyor. Gezi direnişinin de yarattığı yeni bir durum var. Daha önce yan yana gelmeyen çeşitli muhalif çevreler, birlikte, ya da en azından yan yana direndiler. Bu atmosfer yerel seçimlerde yeni işbirliklerini gündeme getirebilir mi?

Bence yerel seçimlerde bu anlayışı ülkenin her tarafına yaymak gerekir. Ben öyle inanıyorum ki, artık 21. yüzyılda 19. ve 20. yüzyılın politik paradigmaları, örgütlenme modelleri ve anlayışları ile politika yapmak çok gerçekçi değildir. Akdeniz havzasına bakalım; Yunanistan, Fransa, İspanya, İtalya, Portekiz… Hepsinde bir tür blok oluşturma anlayışı, özgürlükçü ve demokratik, ekolojik anlayışların gelişmesine yol açmıştır. Latin Amerika’da da öyledir. Bu elbetteki uzun bir tartışmadır, ama 19 ve 20. yüzyılların sınıf hareketlerinin yol açtığı sendikal ve siyasal anlayışların, büyük işçi partilerinin ve sosyal demokrat partilerin kendi başlarına iktidara geldikleri dönemler demokrasiler açısından artık çok geçerli değildir. Farklılıkların bir arada bulunup, birbirlerini geliştirdikleri modeller, toplumsal muhalefet hareketlerinin, yeni sosyal anlayışların da temel yaklaşımıdır. Bu gözle bakarsak, daha yenilikçi ve özgürlükçü bir anlayışı geliştirmek mümkün olabilir.

Bizim için önemli olan özgürlükçü, eşitlikçi, ekolojik ve sosyal bir siyasi anlayışın güçlenmesi ve kendini ortaya koymasıdır. Bunun da yolu ve ittifakları ortadadır. (…) yapılması gereken, sözünü ettiğim politik hattın ve ittifakın güçlenmesini sağlamaktır.

Son iki aydaki gelişmelerin Başbakan’ın popülaritesinde ciddi bir erozyona yol açtığı yorumları yapılıyor. Bu durumda yeni Anayasa süreci ve Başkanlık rejimi tartışmaları ne olacak? Erdoğan’ın başkanlık hayalleri sürüyor mu? Ya da 2014’te cumhurbaşkanlığına aday olacak mı sizce? Daha 2 ay önceye kadar AKP iktidarının daha uzun süre devam edeceğine inanılıyordu. Bu süreç 2014-15 seçim maratonunu nasıl etkileyebilir?

Yeni anayasa bu ülkenin 30 yıldır ihtiyacıdır. Zaten bir darbe anayasası ve onun ruhu ile bu ülkeyi yönetmek mümkün değildir artık. Zaten bu anayasa da yamalı bohçaya dönmüştür, delik deşik olmuştur. Dolayısıyla yeni anayasa, demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi ve ekolojik, sosyal bir anayasa mücadelesi er ya da geç başarıya ulaşacaktır. Ben başkanlık rejimi tartışmalarının sürdürülebilir olduğu kanaatinde değilim. Ama bu tartışma yapılamaz demiyorum. Bizler her türlü rejimi demokratikleştirecek tartışmaların korkusuzca yapılabileceğini düşünürüz. Her parlamenter rejim demokratiktir diyemeyiz, ki bakın Türkiye’nin yakın tarihine. Her başkanlık ya da yarı başkanlık sistemi de anti demokratiktir diyemeyiz. Bunların her birinin kendi mekanizmaları ve işleyişleri vardır. Bu tartışma yapılabilir elbette. Ama başkanlık sistemi tek kişi yönetimi olarak tarif edilecekse, ki bugün Türkiye’deki tartışmanın gidişatı bu yönde olduğu için sorunludur, elbetteki buna karşı mücadele de sürecektir.

Başbakan Erdoğan aday olur mu bilemiyorum. Olması yönünde ciddi bir beklenti vardır. Olursa rahatça seçilir mi, o da şu anda belirsizdir. Çünkü hem AKP içinde sorunlar ve tartışmalar vardır hem de son dönemlerde bir karizma eksilmesi ve iktidar yorgunluğu olduğu açıktır. Bugün hem Başbakan Erdoğan’ın kişisel oy oranında düşme vardır hem de AKP iktidarının. Ama bu durum seçimlere kadar böyle devam eder mi belli değildir. Unutmayalım ki, AKP yakın tarihin en hegemonik iktidarı olmuştur. Bence esas önemli olan AKP iktidarına alternatif bir anlayışın güçlenip güçlenmeyeceğidir. Şu andaki görüntüsü ve politikaları ile ana muhalefet partisi CHP, özgürlükçü ve demokratik bir görüntü vermemektedir. Yönetebilecek politik güveni ve vizyonu göstermemektedir.

Bizim için önemli olan özgürlükçü, eşitlikçi, ekolojik ve sosyal bir siyasi anlayışın güçlenmesi ve kendini ortaya koymasıdır. Bunun da yolu ve ittifakları ortadadır. İki yıl içinde önümüze en az üç sandık gelecektir. Yerel ve genel seçimler ile Cumhurbaşkanlığı seçimleri. Anayasa referandumu olur mu olmaz mı, bu bile henüz belli değildir. O zaman yapılması gereken, sözünü ettiğim politik hattın ve ittifakın güçlenmesini sağlamaktır. BDP-Blok Grubu, Meclis’teki ve alanlardaki çalışmaları ile Türkiye toplumsal muhalefetinin sesi ve kürsüsü olma özelliğini göstermiştir. Bu, sevinilmesi ve geliştirilmesi gereken bir durumdur. Bizi Yunanistan’daki Syriza ya da Portekiz’deki El Bloco veya Fransa’daki Sol Cephe, hatta İtalya’daki Koalisyon nasıl heyecanlandırıyorsa, yarın Türkiye’deki Blok da diğer ülkelerdeki dostlarımızı heyecanlandıracaktır. Bundan eminim…

Ne kadar mücadele edersek, o kadar kazanırız. Belki de özlediğimiz demokrasi, hep yakınlaşacağımız ama bir türlü de tutamayacağımız bir süreçtir. Çünkü özlemlerimiz de hep gelişiyor, beklentilerimiz de…

Son birkaç ayda bir yanda daha geçen sene bile hayal bile edemeyeceğimiz, Abdullah Öcalan’la sürdürülen doğrudan görüşmelerle devam eden bir barış sürecine, bir yandan da yeni kuşağın öncülük ettiği hiç beklenmedik, görülmemiş çoğulculukta özgürlükçü bir halk ayaklanmasına tanıklık ettik. Neler oluyor? Yoksa hep özlediğimiz demokrasiyi mi kuruyoruz?

Evet, bu tespite katılıyorum. Demokrasi de zaten bu tür mücadelelerle kurulabilir, yukardan bahşedilmez. Türkiye’deki barış ve demokrasi güçleri, emek mücadeleleri, ekoloji ve çevre hareketleri, kadın hareketleri ve mücadeleleri, LGBT bireylerin mücadeleleri adım adım demokratik bir kültürü ve ortamı geliştiriyorlar, demokratik bir anlayışı güçlendiriyorlar. Özlediğimiz demokrasiye ulaşabilir miyiz? Bilemiyorum, bizlere bağlı. Ama şu çok açık, ne kadar mücadele edersek, o kadar kazanırız. Belki de özlediğimiz demokrasi, hep yakınlaşacağımız ama bir türlü de tutamayacağımız bir süreçtir. Çünkü özlemlerimiz de hep gelişiyor, beklentilerimiz de…

Gezi’nin yeni bir siyasi parti çıkarmasını bekleyenler de oldu. Sizce böyle bir olasılık var mı? Nasıl bir siyasi partiye, nasıl bir mücadele tarzına ihtiyacımız var? Barış sürecinin ve Gezi direnişinin bu konudaki fikir ve öngörülerde bir değişikliğe yol açması beklenmeli mi?

Dünyada bu tür yeni sosyal hareketleri bir siyasi partiye dönüştürme çabaları her zaman doğru sonuçlar üretmemiştir. Bence çok doğru da değildir. Bu tür adımlar, bu hareketlerin dinamizmini baltalayabilir. Böyle bir olasılık bence yok, yapmaya kalkan olursa da bugün başarılı olamaz. Siyasi partiler bu tür yeni sosyal hareketlerin içinde hep olacaklardır. Önemli olan, bu hareketlerin taleplerini ve örgütlenme anlayışlarını güdükleştirecek, onları bir siyasal partinin hakimiyetine sokacak anlayışta davranmamaktır.

Elbetteki bu hareketlerin dinamizmi ve yaratıcılığı, ki Gezi bu açıdan çok ilginç sonuçlar üretmiştir, siyasal partileri de değiştirecek ve geliştirecektir. Dünyada da böyle olmuştur ve halen de oluyor. Wall Street, İspanya, çeşitli Latin Amerika örnekleri bu gözle değerlendirilmelidir. Türkiye bu açıdan biraz fakirdi. Ama Gezi ile birlikte bir zenginleşme doğdu. Bundan sonra da bence bu tür hareketler, tekil taleplerden yola çıkıp kitleselleşen ve genel politik ortamı değiştiren hareketler daha çok yaşanacaktır. Gezi’de ne diyorduk; bu daha başlangıç, mücadeleye devam…

Teşekkür ederiz.

Röportaj: Ümit Şahin – Yeşil Gazete

More in Röportaj

You may also like

Comments

Comments are closed.