Hafta SonuKöşe YazılarıManşetYazarlar

Doğayla uyumsuzluğun tragedyası – Erol Malçok

0

İnsan eliyle üretilen kültürel nesnelerin gezegen üzerindeki ağırlığı ilk defa yaşayan tüm canlıların yani insan, bitki ve hayvanların ağırlığını geçti.

Dünya bunca yükü nasıl kaldırıyor diye düşünmüşümdür hep. Bilim insanlarının bütün raporları da belirgin bir biçimde gösteriyor ki artık dünya bu yükü kaldıramıyor. Yerkabuğunda haddimizi çok aşan bozukluklar yaptık ve antroposen çağına kapıyı araladık. “Antroposen’e Hoşgeldiniz” [1]

Antroposen çağının başlangıcını bilim insanlarının bir kısmının iddia ettiği gibi tarımın bulunuşuna kadar götürürsek doğa ve sosyal yaşamın tarihini kökten etkileyen tuhaf bir paradoksla karşı karşıya kalıyoruz. Bahçeciliğin ve tarımın gelişmesinde başat bir rol oynayan kadınlar, bu emeğinin de kurbanı oluyor maalesef. Yani antroposen ile patriyarkanın başlaması birbirine denk düşüyor. Yerleşik hayata geçilip mülkiyetin ortaya çıkması, korunaklı ev – arazi ikilisi doğayı ve kadının yaşantısını olumsuz anlamda etkilemekte fitili ateşlemiş oluyor. Erkeğin toprak mülkiyeti sahipliği, kadının da mülk olarak görülmesi, anasoyluluğun sönümlenmeye başlaması, tekeşliliğin ortaya çıkması gibi sonuçlara yol açıyor.Babanın belli olmayıp dayının belli olduğu anasoylu toplumlarda erk yokken özellikle İbraniler’de belirginleşen toplumsal hayat biçimiyle erkek egemenlik bariz biçimde kendini dayatıp anasoyluluğun son izleri de siliniyor.

Gılgamış Destanı’ndan Rousseau’ya

Pandoranın kutusu özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla açılmış oluyor. Bunu Jean Jaques Rousseau şöyle özetliyordu : “Tarihin bir döneminde adamın birisi bir yeri çitle çevirip burası benim dediğinde ve diğerleri ona tepki göstermeyip kabullendiğinde kötülük başlamıştır.”

Diğer paradoksal duruma da edebiyatın ve ekoeleştirel metinlerin ilki sayılabilecek Gılgamış Destanı’nda rastlıyoruz. Gılgamış ‘da ormanın bağrından çıkıp tesadüfen geldiği Uruk Krallığı’nda Kral Gılgamış ile karşılaşan Enkidu ve sonrasında ormanın koruyucu ruhu Humbaba’nın hikayesinde müthiş bir trajedi yatar. Her yerde ölümsüzlüğü aramış ancak bulamadığı ölümsüzlüğü devasa binalar inşa etmek ve korunaklı kent kapıları yapmakta keşfetmiş olan Kral Gılgamış, Humbaba tarafından korunan ormandan istediği keresteyi bir türlü alamamaktadır. Bunu elde etmede Gılgamış için, insanın  kültüründen, alicengiz oyunlarından bihaber güçlü Enkidu’yu kandırmak hiç de zor olmayacaktır. Enkidu’yla dostluk kuran Gılgamış, onu içinden çıktığı ormana dönüp devasa ağaçları kesmeye ikna eder. Ağaçlar kesilince Humbaba’nın buna isyanı şöyle olacaktır: “Sana kanmazdım ama neyleyim ki doğumun benden.” Böylece henüz kültürlenmemiş Enkidu kralla tanışmasından sonra ilk kültürel deneyimini doğayı ve aslında kendini yok etme deneyimi şeklinde yaşar.

Şunu çok iyi görüyoruz ki insanın doğaya hükmetme, onu kendi mülkiyeti haline getirme bencilliğinin tarihi modern zamanlardan çok daha geriye gidiyor. Tabii tarih bütün topluluklar için aynı biçimde ilerlemiyor. Halen bile Amazon Ormanları’nda yaşayan ilksel yerli kabileler olduğunu biliyoruz. Ve her uygarlığın tüm yaşayanları  da bir bütün olarak bu yıkıma ortak olmamıştır. Örneğin kadim Çin’de M.Ö 7’inci yüzyıla kadar götürebileceğimiz doğayla uyumlu yaşama çabaları var. Taoistler o dönemden başlayarak yasalarla herşeyi kontrol altına alma çabasında olan Konfüçyusçulukla ciddi bir ideolojik mücadele halinde olmuştur. Tao te Ching’de yer alan şu şiir herhalde durumu anlatmak için fazla söze gerek bırakmayacaktır:

“Ne kadar çok yasa ve kısıtlama olursa,

O kadar yoksullaşır insanlar.

Ne kadar keskinse silahlar,

O kadar sorunlu olur ülke.

Ne kadar zeki ve hünerli olursa insanlar,

O kadar yeni şeyler çıkar ortaya,

Ne kadar çoksa hükümdarlar ve kurallar,

O kadar çok olur hırsızlar ve haydutlar.

Bu yüzden bilge şöyle der:

Hiç eylemezsem düzeltirler insanlar kendilerini

Barış verirsem onlara, dürürst olur insanlar.

Ben hiçbir şey yapmazsam, insanlar zenginleşirler.

Hiçbir arzu beslemezsem iyi ve sade bir hayata kavuşur insanlar.” [2]

Hiyerarşi ve hakimiyetin bedeli

Hiyerarşi ve doğayı hakimiyet altına alınacak bir alan olarak görme, teknik ilerlemenin getirdiği karbon emisyonu maliyeti gibi konularda Paris Komünarı Elisee Reclus’yü hariç tutarsak hiçbir anarşist teorisyen bu şiirdeki  kadar tutarlı olmamıştır. Ancak 20.yüzyıla gelindiğinde klasik anarşizm eleştirisi yapan Murray Bookchin’de görebiliyoruz doğaya tahakküm kurma eleştirisini. Maalesef Bookchin’în tutarsızlığı da hayvan hakları konusunda olmuştur. Et süt yumurta endüstrisine ciddi bir eleştiri getirmemiştir. Karl Marx dahil modern zaman filozoflarının doğayla uyumlu yaşam konusunda bir toplumsal organizasyon örneği ve teorisi ortaya koymadığını bildiğimiz şu zamanda artık ekolojik ve özgür bir toplum kurma sorumluluğu yeni nesillerin omuzunda yükselmektedir.

Bu sorumluluk ışığında başta bahsettiğimiz konuya dönecek olursak, evet devasa nesne yığınlarıyla karşı karşıyayız; onun içindir ki erteleyecek hiç zamanımız yok. Aslında kötürümleştirdiğimiz toplumsal yaşamımızla kirlettiğimiz doğa arasında sıkı bir bağ var. Yani cinsiyet eşitsizliği, hayvan hakları, ekonomik adaletsizlik, etnik sorunların müsebbibi erkek egemen kapitalist sistem ekolojik krizin de baş sorumlusudur.

Ne demişti Adorno: “Auschwitz’e giden yol mezbahalardan geçer.” Hiyerarşinin, diğer canlılara baskı uygulama ve katletme “hakkı”nın birine rıza gösterirseniz gerisinin gelmesi kaçınılmazdır. Buradan meramımız insan olarak tüm canlıların yaşam özgürlüğüne ve nasıl bir toplumda yaşadığımıza bakış açımızı gözden geçirerek adımlar atmaktır. Ekolojik kriz karşısında tek tek bireyler olarak aldığımız küçük önlemlerle içimizi rahatlatmak değil, doğanın -ne altında ne üstünde- içinde olacağımız bir yaşam kurgulayarak  “iklimi değil sistemi değiştirmektir.”

*

  1. Slavoj Zizek, Antroposen’e Hoşgeldiniz, Encore Yayınları 2012
  2. Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi, İmge Kitabevi 2019, syf.101, Tao the Ching’den alıntı

 

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.