Köşe Yazıları

Parazitli bir ortamda Cumhurbaşkanı aramak

0

Cumhurbaşkanı’nın demokrasi mücadelesi veren bir “halk önderi” olmasını istiyorum
Cumhurbaşkanı arayışı hangi koşullarda CHP-MHP ortak aday arayışı gibi olur, hangi koşullarda olmaz; siyasal alanı genişletir, demokrasiyi, hukuk devletini güçlendirir, bunu belirleyecek önemli bir kıstas herhalde bu girişimlerin “karşı” tarafı da içine alıp almaması… Ancak belki kendi bilgisizliğimden olabilir, buna dönük bir işaret henüz göremedim.

Peki “karşı” tarafla nasıl iletişim kurulabilir? Bilmiyorum ama pasta, çörek ikram ederek değil elbette. Bildiğim tek şey bunun için kendimizle ilgili olarak daha çok çalışmak gerektiğidir. Bu insanlar bizim gibilere “bunlar da olsa olsa siyasal tabanı olmayan, bu nedenle böyle işlere kalkışan iyi niyetli bir avuç solcu” diye bakıyor. Yani bizi halka yukarıdan bakan, tepeden inme bir şekilde kendi kurallarını, kendi kamu yararı anlayışını dayatmak isteyen kesimlerle karıştırıyorlar.

Onların ve bizim, herkesin kaybedecekleri değil, kazanacakları bir durum olduğunu anlatmak için ne yapmalıyız?
Bulduğumuz Cumhurbaşkanı sahiden onlara daha fazlasını mı verecek? Yoksa o seçildiğinde kendilerini tehdit altında mı hissedecekler? Aynı durumu bu taraftan da düşünebilirsiniz: Ya onların istediği Cumhurbaşkanı? Anlaşmanın yolu milli olmayan, yani sınıflar arasında ilişki kurabilen bir siyasal dinamik yaratmaktan geçer. Oysa sesimiz hep parazitli.

“Merkeziyetçi milli siyasete talip değiliz. Bu milli siyaset herkes için ortak bir sorun. Bunu birlikte tartışmamız, değiştirmemiz gerekir” diyemiyor. Seslerimiz geçmişte olduğu gibi devlet siyasetini savunanlara karışıyor. Karşı tarafı bir kötüler topluluğu olarak görüyoruz. Böylece sınıfsal bir perspektif geliştiremiyoruz. Karşı çıkarken, doğayı, kültürü, kentli haklarını, hukuku savunurken, arka planda kendi otoritemizi tesis etmeyi amaçlıyoruz. Bu yüzden ne söylediğimiz anlaşılmıyor. Daha doğrusu söylediklerimiz başka türlü okunuyor, etkisini kaybediyor.

Hukuk dışındaki işleyişin hakim olduğu ve AKP’nin temsil ettiği siyasal deneyim “bize özgü olan”, hukuku dikkate alan siyaset ise “dış kaynaklı” olarak niteleniyor, tıpkı kültür ve sanatta, yaşama biçiminde olduğu gibi. Bunun bir yaşama biçimi olmadığını niye kimse diyemiyor? Çevre sorunlarından, kültürden, insani değerlerden söz ederken neden sesimiz hep parazitli? Neden sesimiz hep halk adına doğruyu bilen, kendi içine kapalı, (hegemonik bir devlet aklını) kendi kamu yararını temsil etmek için kullananlara karışıyor?

Başbakan sürekli “Berkin’inden söz edip duruyorlar, şehidimiz Burakcan’a gelince tıs” diyor. Kimse kalkıp da Berkin’in katili devlet, diğerinin ise bir kişi. Karşı taraftan kimse “bu ikisini karıştıran bir kişi Cumhurbaşkanı olamaz” diyemiyor. “Her ikisi de ortak acımız” diyenler olsa bile ateş düştüğü yeri yakıyor. Başbakan ise karşımızda en olmayacak Cumhurbaşkanı olarak duruyor, ama bu karşıtlık rejiminde mesele anlaşılmıyor.

Neden sesimiz hep parazitli? Çünkü milli bir rejimden beslenen “sol”daki partiler, tıpkı sağ partilerin yaptığı gibi, sınıfsal çelişkileri kutsalları ile örtüyorlar. Çelişkileri milli bir iklimde işleyip, allayıp, pullayıp karşıtlık, yani telafi yoluyla gizliyorlar. Bu durumda kitleler kaybediyor, seçkinler kazanıyor. Bizim amacımız da (bu grubun seçkinleri olarak) kendi kamu yararı anlayışımızı temsil etmekten mi ibaret? Yoksa bu seçkinci siyasetin dışına çıkmaya, sınıflar arasında ilişki kurabilen bir siyasal enerji yaratmaya mı çalışmak?

( Bunu test etmemiz kolay: Örneğin 28 Şubat sürecine falan geriye gitmiyorum, 17 Aralık soruşturmalarında bunu yeterince gösterebildik mi? Krizleri karşıtlıklar üzerinden okumak yerine hukuk rejiminin gelişmesi için bir fırsata çevirebildik mi?)
Cumhurbaşkanı bir mücadele insanı olmalı.

İcra yetkisi daha sınırlı olan, ancak protokolde Başbakan’dan üstte olan bir kişi midir?
Yoksa Cumhurbaşkanı devletle siyaset arasında ilişki kuran bir kişi midir? Ben açıkçası bilmiyorum.
Söylendiği gibi “herkesi kucaklayacak” bir kişi midir? Hiç şüphesiz siyasal parti liderleri de seçildikten sonra, iktidarda herkesin Başbakan’ı olmak zorundadır, yalnızca kendisine oy verenlerin değil. Örneğin iktidar imkanlarını kendi yakın çevresine kullandıramaz. Ama öyle olmuyor. Demek ki siyaset rejiminde halkın aleyhine işleyen bir sorun var. Siyaset sınıflar arasında ilişki kurarak bir enerji üretmek yerine, hukuk dışına çıkarak elde ettiği gücü bir zümre için kullanıyor. Türkiye bir türlü bir hukuk rejimi olamıyor.

Bu durumda bu kişi “herkesin Cumhurbaşkanı” olsa ne değişir? Eğer bu meziyetlerini kendisine saklarsa, hiçbir şey!
Demek ki Cumhurbaşkanı’nın niteliği bir şeyi değiştirmiyor. Daha fazlası olması, ülkeyi evrensel hukuk rejimine taşıyacak bir mücadele insanı olması gerekir.

O zaman Cumhurbaşkanı’nın anlamını yeniden düşünelim. Cumhur, halk; başkan da önder demek olduğuna göre, halkın önderi olacaksa, bu ona yalnızca anayasa tarafından verilmiş bir paye olmasın. Kendisi bu payeyi hak etmek için çalışsın. Hak etmek için uğraşsın. Ben Cumhurbaşkanı’nın demokrasi mücadelesi veren, siyasal partilerin yerine geçmeden ortak bir hukuk zeminin oluşması için bıkmadan çalışan bir “halk önderi” olmasını istiyorum.

Rejiminin partileri, ister solda, ister sağda olsunlar, halkı nesne gibi algılayan bir milli devlet işleyişinden besleniyorlar. Bu nedenle onların böyle bir kişiyi destekleme, ortaya çıkarma kapasiteleri yok. Ancak bu milli rejimin dışında olan, milli rejimi demokratik bir rejime dönüştüren bir hareket bu halk önderini çıkarabilir. Sorun Cumhurbaşkanı’nı değil, dediğim gibi bu halk hareketini yaratacak, dışlayıcı siyasetten beslenmeyecek siyasal enerjiyi bulmak.

Korhan Gümüş

You may also like

Comments

Comments are closed.