EŞİK Platformu TBMM gündemine getirilen kadına karşı şiddet ve sağlıkta şiddetle mücadele konusunda Türk Ceza Yasası ve Ceza Muhakemeleri Kanunu’nda kimi değişiklikler yapılmasını öngören yeni kanun teklifiyle kadına karşı şiddetin önlenemeyeceğini belirterek tepki gösterdi.
EŞİK tarafından yapılan basın açıklamasında şu ifadeler kullanıldı:
“Meclise getirilmeden önce 8 Mart’ta kamuoyuna kadına karşı şiddetle mücadele ‘reformu’ olarak tanıtılan tasarıda kimi olumlu düzenlemeler olmakla birlikte, şiddetin önlenmesinde etkili çözüm önerileri bulunmamaktadır.”
EŞİK Platformu feminist hukukçularının tasarıyı tüm yönleri ile inceleyerek hazırladıkları ayrıntılı bilgi notunda da görüleceği üzere kadına karşı şiddetin önlenmesi için atılması gereken tek ve acil adımın; mevcut yasaların ve uluslararası sözleşmelerin etkin bir şekilde uygulanması ve başta yargıda olmak üzere toplumsal hayatın tüm alanlarında eşitlik karşıtı söylem ve uygulamalara son verilmesi gerektiğini söyledi.
Bilgi notunun satır başları şöyle:
Sorun yasalarda değil, yasaların uygulanmamasındadır.
Kadınlara karşı şiddetle mücadelede en önemli uluslararası hukuki dayanaklardan biri olan İstanbul Sözleşmesi’nden tam bir yıl önce hukuka aykırı bir şekilde Cumhurbaşkanı kararıyla çıkılmışken ve Danıştay’da bu kararların hukuka aykırılığına dair yargılama devam ederken; en üst mahkeme olan Yargıtay Ceza Genel Kurulu tarafından, evlenme teklifini reddettiği erkek tarafından 19 santimlik bir bıçakla tasarlayarak 16 yerinden bıçaklanarak öldürülen Hatice Kaçmaz’ın katiline “tasarlama yok” denilerek daha az ceza verilmişken; 8 Mart’ta sokaklar kadınlara yasaklanmış, Cumhurbaşkanı kadın örgütlerine hakaretler etmişken; kadın hakları savunucuları 25 Kasım, 8 Mart ve İstanbul Sözleşmesi eylemleri gerekçe gösterilerek gözaltına alınırken; kadınların nafaka başta olmak üzere Medeni Yasa’daki hakları tehdit altında iken Meclis’e sunulan yasa teklifinin kadına karşı şiddetin önlenmesine bir etkisi olamayacaktır.
Türkiye’de esas sorun yasalarda değil, yasaların uygulanmamasındadır. Yine Türkiye’de sorun cezaların yetersizliği değil, infaz sistemine ilişkin düzenlemelerin ve ceza hukukunda indirime neden olan diğer düzenlemelerin uygulanması sonrasında cezaların neredeyse infaz edilmez hale gelmesidir. Bu nedenle cezaların caydırıcı etkisi ortadan kalkmakta; bu durum cinsiyetçi yargı pratikleriyle birleşince kadınlara karşı şiddet cezasız kalmaktadır. Bu yüzden EŞİK Platformu olarak aylardır “Yasalara Dokunma Uygula!” diyoruz.
Tasarıda, ısrarlı takibin açık şekilde suç olarak düzenlenmesi olumlu görülebilecek olsa da bu zaten Ceza Yasası’nın mevcut haliyle de cezalandırılabilecek bir suçtur. Israrlı takip sürekli bir taciz ve kontrol etme, musallat olma hali yani sistematik şiddettir ve işkencedir/eziyettir. Ceza Yasası’nın 96. maddesinde zaten eziyet suçu düzenlenmektedir ve bu madde yıllardır yürürlükte olmasına rağmen yargı tarafından görmezden gelinmekte; uygulanmamaktadır. Israrlı takip için 96. maddedeki 2-5 yıl hapis cezasını uygulamayıp, daha düşük cezalı yeni bir madde yazmakla sorunun çözülmeyeceği ortadadır.
Tasarıda yer alan tutuklamada katalog suç düzenlemesi, takdiri indirim nedenlerinin sınırlandırılması, suçun “kadına karşı işlenmesi” ibaresi (Nitelikli Hal Düzenlemeleri), mağdur ile şikâyetçinin/katılanın hakları (Şiddet Mağduru Kadınlar İçin Avukat Görevlendirilmesi), uzlaşma gibi konular hakkında oldukça açıklayıcı bilgilere yer verilen bilgi notunda bir bütün olarak mevcut yasaların uygulanamaması ya da kadınlar aleyhine uygulanmasına ilişkin önemli noktaların altı çizilmiştir. Bilgi notunun tamamına bağlantıdan erişilebilir.
EŞİK Platformu’nun basın açıklamasın ayrıca “Yasalara uygun davranmayanlar, yasaları uygulamayanlar, uymayacakları ve uygulamayacakları yeni yasalar yapmaktan vazgeçmelidir” ifadelerine yer verildi.
‘İktidar bir şey yapmak istiyorsa İstanbul Sözleşmesi’ni hayata geçirerek ilk adımı atabilir’
“İktidar bir şey yapmak istiyorsa, imzanın çekilmesi kararı üzerinden bir yılın geçtiği İstanbul Sözleşmesi’ni hayata geçirerek ilk adımı atabilir” ifadelerinin yer aldığı açıklamada şu sözlere yer verildi:
“Kadınlara karşı şiddeti ortadan kaldırmak için yeterli personelden özel bütçe düzenlemelerine kadar, bütüncül bir kadın politikasına ihtiyaç vardır. Kadına karşı şiddet konusunda her semtte kadın danışma merkezleri, ilçelerde sığınaklar, cinsel şiddet kriz merkezleri ve etkin çalışan bir alo şiddet hattından oluşan ülke çapında sağlam kurumsal mekanizma oluşturulmasına ihtiyaç var.”
‘Yamalı bohça haline getirilen yasaların kadınlara bir faydası yok’
Göz boyamaya yönelik yasal değişikliklerle ‘yamalı bohça haline getirilen yasalar’ın kadınlara bir faydası olmadığının ifade edildiği açıklamada son olarak şunlar aktarıldı:
“İktidar kadınlara karşı şiddeti ortadan kaldırma iddiasındaysa öncelikle eşitlik ilkesini aşındırmaktan acilen vazgeçmeli, kadın erkek eşitliğini sağlayacak adımlar atmalı; bunun aksi yöndeki tüm tutumlarından vazgeçmelidir. Eşitsizlik, cinsiyete ve toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılık ortadan kalkmadan kadınlara karşı şiddet ortadan kaldırılamaz. Kazanılmış haklarımızdan ve İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmedik, vazgeçmiyoruz!”
Beykoz Kanlıca Mahallesi‘nde bölgede yaşayan sokak köpekleri, kimliği bilinmeyen şahıslar tarafından havalı tüfek saçması ile yaralandı.
1 Mart’ta 8 aylık olan bir köpeği veterinere götürdüklerinde kalçasının çıktığını ve kalça kemiğinin parçalandığını öğrenen vatandaşlar, röntgen görüntüsünde sırt kısmına saplanmış bir tüfek saçması da fark etti.
Veterinerin, kalçadaki kırılmanın araba çarpması gibi büyük bir darbeyle oluşabileceğini söylemesi üzerine vatandaşlar, bunun da kasıtlı bir darbe olabileceği görüşünü dile getiriyor.
Ertesi gün 4 aylık diğer bir yavru da aynı saçmalarla burnundan ve sırtından yaralandığını fark eden vatandaşlar gerekli resmi süreçleri başlattıklarını belirterek polis ve belediyenin sorumluları bulmasını istedi.
Aylardır bölgedeki diğer komşuları tarafından köpeklere bakım verdikleri için hedef gösterildklerini anlatan vatandaşlar, daha önce de bölgede köpeklere taş atan ve sopayla vuran insanlar tarafından tehdit edildiklerini, belediyeye köpekler hakkında asılsız iftiralarla giden şikayetler sonucu toplanmalarına engel olduklarını anlattı.
Baktıkları diğer 7 köpekte de benzer yaraların olduğunu, ancak vücutlarının içine saplandığı için saçmaların fark edilemediğini söyleyen vatandaşlar, sorumluların bir an önce bulunmasını istiyor.
Vatandaşlardan biri şu açıklamayı yaptı:
“Yaklaşık bir yıldır bölgedeki köpekler pek çok mahalle sakini tarafından zulme maruz kalıyor. Hukuksuzca tavuk, horoz hatta koç besleyen komşular, köpekleri korumaya çalışan bir avuç insanı yıldırmaya çalışıyor ve hedef gösteriyor. Genç bir kadın köpeklere mama verdiği için sokakta tehdit bile edildi.
Biri havalı tüfekle bu köpeklere ateş açıyor, bu kabul edilebilir değil. Burnundan saçma parçası çıkardığımız 4 aylık yavru, kolaylıkla gözünden yaralanabilir ve durumu çok daha ağır olabilirdi. Belediyeye, polise sorumluları bulması için çağrı yapıyoruz. Bunun bir daha olmasını engellemek adına gerekirse devriye gezmelerini istiyoruz. Konunun peşinde olacağız ve sonuna kadar bu hayvanların yaşam hakkı için mücadele edeceğiz.”
Vatandaşlar ayrıca, köpeklerin asılsız ve kanıtsız iddialarla belediyeye şikayet edildiğini, ilerleyen zamnlarda hayvanlara saldırıların artmasından endişe ettiklerini belirtiyor.
Vatandaşların yaptıkları resmi başvurulardan ise henüz bir sonuç çıkmadı.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2021’e ait işgücü istatistiklerini paylaştı. TÜİK’in verilerine göre 2021’de işsizlik oranı yüzde 12 oldu.
TÜİK verilerine göre; 15 ve daha yukarı yaştaki kişilerde işsiz sayısı 2021’de bir önceki yıla göre 121 bin kişi azalarak 3 milyon 919 bin kişi oldu. İşsizlik oranı ise 1,1 puanlık azalış ile yüzde 12 seviyesinde gerçekleşti. İşsizlik oranı erkeklerde yüzde 10,7 iken kadınlarda ise yüzde 14,7 oldu.
İstihdam edilenlerin sayısı 2021’de bir önceki yıla göre 2 milyon 102 bin kişi artarak 28 milyon 797 bin kişi, istihdam oranı ise 2,5 puanlık artış ile yüzde 45,2 oldu. Bu oran erkeklerde yüzde 62,8 iken kadınlarda yüzde 28,0 olarak gerçekleşti.
İşgücüne katılma oranı yüzde 51,4
İşgücü 2021’de bir önceki yıla göre 1 milyon 981 bin kişi artarak 32 milyon 716 bin kişi, işgücüne katılma oranı ise 2,3 puanlık artış ile yüzde 51,4 olarak gerçekleşti. İşgücüne katılma oranı erkeklerde yüzde 70,3, kadınlarda ise yüzde 32,8 oldu.
Genç nüfusta işsizlik oranı yüzde 22,6
TÜİK’e göre; 15-24 yaş grubunu kapsayan genç nüfusta işsizlik oranı 2021’de bir önceki yıla göre 2,3 puan azalarak yüzde 22,6 oldu. Bu yaş grubunda işsizlik oranı; erkeklerde yüzde 19,4, kadınlarda ise yüzde 28,7 olarak tahmin edildi.
İstihdamın yarısından çoğu hizmet sektöründe
İstihdam edilenlerin yüzde 17,2’si tarım, yüde 21,3’ü sanayi, yüzde 6,2’si inşaat, yüzde 55,3’ü ise hizmet sektöründe yer aldı. Bir önceki yıl ile karşılaştırıldığında sanayi sektörünün istihdam edilenler içindeki payı 0,8 puan, inşaat sektörünün payı 0,4 puan artarken, tarım sektörünün payı 0,5 puan, hizmet sektörünün payı 0,6 puan azaldı.
2021’de 4 milyon 948 bin kişi tarım sektöründe, 6 milyon 143 bin kişi sanayi sektöründe, 1 milyon 777 bin kişi inşaat sektöründe, 15 milyon 928 bin kişi hizmet sektöründe istihdam edildi. Bir önceki yıl ile karşılaştırıldığında istihdam edilenlerin sayısı tarım sektöründe 211 bin, sanayi sektöründe 661 bin, inşaat sektöründe 231 bin, hizmet sektöründe 998 bin kişi arttı.
Atıl işgücü oranı yüzde 24,4
Zamana bağlı eksik istihdam, potansiyel işgücü ve işsizlerden oluşan atıl işgücü oranı 2021’de bir önceki yıla göre 1,0 puan azalarak yüzde 24,4 oldu. Zamana bağlı eksik istihdam ve işsizlerin bütünleşik oranı yüzde 16,8 iken, işsiz ve potansiyel işgücünün bütünleşik oranı yüzde 20 olarak gerçekleşti.
İşsizlik oranı en yüksek iller Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt
İşsizlik oranı en yüksek bölge yüzde 29,8 ile TRC3 (Mardin, Batman, Şırnak, Siirt) iken, işsizlik oranı en düşük bölge yüzde 5,8 ile TR82 (Kastamonu, Çankırı, Sinop) oldu.
İstihdam oranı en yüksek iller Tekirdağ, Edirne ve Kırklareli
En yüksek istihdam oranı yüzde 52,0 ile TR21 (Tekirdağ, Edirne, Kırklareli) Bölgesi’nde gerçekleşti. En düşük istihdam oranı ise yüzde 29,9 ile TRC3 (Mardin, Batman, Şırnak, Siirt) Bölgesi’nde oldu.
İşgücüne katılma oranı en yüksek iller Tekirdağ, Edirne ve Kırklareli
En yüksek işgücüne katılma oranı yüzde 57,3 ile TR21 (Tekirdağ, Edirne, Kırklareli) Bölgesi’nde gerçekleşti. En düşük işgücüne katılma oranı ise yüzde 40,6 ile TRC2 (Şanlıurfa, Diyarbakır) Bölgesi’nde oldu.
Rusya‘nın Ukrayna‘yı işgalini görüşmek üzere planlanan NATO zirvesi yarın Brüksel’de gerçekleşecek. Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenski toplantıya video konferans yöntemiyle katılarak liderlere hitap edecek.
ABD Başkanı Joe Biden da zirve için bugün Brüksel’e gidiyor.
Biden, Perşembe günü Avrupa Birliği, NATO ve G7 ülkelerinin liderleriyle görüşmesinin ardından cuma günü Polonya‘nın başkenti Varşova‘ya geçecek. Biden’a ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin de eşlik edecek.
ABD ve müttefiklerinin zirvede, Rus milletvekillerine yönelik yeni yaptırımları açıklaması bekleniyor.
ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, “Biden Avrupa ziyaretiyle Ukrayna’ya askeri desteğin bir sonraki aşamasını liderlerle görüşme fırsatı bulacak” dedi. Sullivan, Biden’ın Rusya’ya daha fazla yaptırım uygulama konusunda da görüşeceğini ve mevcut yaptırımların sıkılaştırılacağını açıkladı.
Ukrayna Devlet Başkan Zelenski, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin‘i bir kez daha yüze yüze müzakerelere çağırmış, bu görüşmede Donestk ve Luhansk‘ın yanı sıra Kırım‘ın da statüsünün tartışılabileceğini ifade etmişti.
Rusya, Ukrayna’nın NATO üyeliği arayışını işgal için bir gerekçe olarak kullanıyor. Zelenski, Ukrayna’nın üye olmayacağını kamuoyu önünde kabul etti.
Zelenski’nin kabulü uzlaşma kapısını açarken, Rusya’nın talepleri NATO üyeliğinin ötesine geçerek Ukrayna’nın bir bütün olarak silahsızlanmasına kadar gidiyor. Zelenski’nin son yorumları ise iki tarafın anlaşmadan uzak olabileceğini gösterdi.
Pazartesi günü yaptığı bir röportajda Zelenski, NATO’nun Ukrayna’yı kabul etmeyeceğini bir kez daha kabul etti ancak, ülkesinin “başka güvenlik garantilerine” ihtiyacı olduğunu ve Ukrayna’nın resmi olarak katılmasa bile NATO üyeliğinin avantajlarından yararlanabileceğini söyledi.
Kremlin: Rusya’nın varoluşuna bir tehdit durumunda nükleer silah kullanır
Kremlin sözcüsü Dmitri Peskov, dün CNN‘den Christiane Amanpour ile gerçekleştirdiği televizyon röportajında, Rusya’nın “ülke için varoluşsal bir tehdit olduğunu hissetmesi halinde nükleer silahlarını kullanmayı düşüneceğini” söyledi.
Amanpour, Peskov‘a birkaç kez Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin‘in nükleer silah kullanmayı planlayıp amaçlamadığını sordu. Peskov başlangıçta Ukrayna’nın işgaliniRusya’yı korumak için bir savunma hamlesi olarak nitelendirerek yanıt verdi:
“Putin, dünyanın bizim endişelerimizi dinlemesini ve anlamasını sağlamayı amaçlıyor. Ukrayna,Rusya karşıtı Batılı ülkeler tarafından yaratıldı.”
Amanpour, Putin’in nükleer silah kullanma potansiyelini tekrar sorduğunda, Peskov, Rusya’nın “iç güvenlik kavramına” atıfta bulunarak “Nükleer silahların kullanılmasının tüm nedenlerini okuyabilirsiniz. Buna göre ülkemiz için varoluşsal bir tehditse, endişemize uygun olarak kullanılabilir” dedi.
Amanpour, Peskov’un kasten konuyu belirsiz bıraktığını söyleyerek “Sizden tam bir yanıt alıp almadığımı hala bilmiyorum. Başkan Putin’in dünyayı korkutmak ve diken üstünde tutmak istediğini varsayıyorum” diyerek röportajın bu kısmını sonlandırdı.
Röportaj, Rusya’nın konuyla ilgili nerede durduğuna dair tartışmaları yeniden açtı. CNN, haberi “Peskov nükleer silah kullanımını ekarte etmeyi reddetti” diyerek verirken Reuters, “Kremlin: Rusya, yalnızca varlığı tehdit edildiğinde nükleer silah kullanır” manşetini attı.
Putin’in olası nükleer silah kullanımı, Rusya ile çatışmayı tırmandırmadan Ukrayna’yı nasıl savunacaklarını düşünen ABD ve NATO üyeleri için bir süredir endişe kaynağı.
24 Şubat’ta Ukrayna’nın işgalinden günler sonra Putin, nükleer kuvvetlerini Soğuk Savaş’ın en tehlikeli anlarında yapılan yüksek bir alarm durumu olan “özel savaşa hazır duruma” getirdiğini duyurmuştu.
Biden: Putin köşeye sıkıştı, kimyasal silah kullanabilir
ABD’nin başkenti Washington‘da konuşan Joe Biden, Rusya’nın yeni sahte operasyonlara hazırlandığını söyleyerek, Putin’inaskeri zorluklar ve yaptırımlardan kaynaklanan artan ekonomik baskıya nasıl yanıt vereceği konusunda endişeleri artıran açıkalmalarda bulundu
Peskov’un , CNN’deki açıklamasına atıf yapan Biden, “Aynı zamanda Ukrayna’da biyolojik ve kimyasal silahlar olduğunu söylüyorlar. Bu, her ikisini de kullanmayı düşündüklerine yönelik net bir işaret” dedi.
Rusya bir süredir ABD’yi Ukrayna’da biyolojik silah labaratuvarı kurmakla suçluyor.
ABD ve müttefikleri, Rusya’nın bu tür silahları kendi kullanmadan önce sahte kimyasal silah iddialarını dile getirebileceğini birçok kez söylemişti.
Zelenski’den Papa’ya arabuluculuk teklifi
Ukrayna’nın Vatikan Büyükelçisi Andrii Yurash, Zelenski’nin Papa’yı Ukrayna’ya davet ettiğini açıkladı.
Buna göre Zelenski, Katolik Kilisesi lideri ve Vatikan devlet başkanı Papa Francesco ile telefonda görüşerek “Vatikan’ın insan ıstırabına son vermedeki arabuluculuk rolü memnuniyetle karşılanacaktır” dedi.
İtalyaParlamentosu‘na yaptığı konuşmada Zelenski, Rusya’yı barışa zorlayan yaptırımlar uygulanmasını talep etti ve “Ukrayna, Avrupa’ya girmek isteyen Rus ordusunu durduran kapıdır. Bu savaş yalnızca Ukrayna’ya değil, Avrupa değerlerine, demokrasi ve özgürlüğe karşı açılmış bir savaş.” dedi.
Zelenski ayrıca, Ukrayna mısırına, yağına ve buğdayına bağlı olan birkaç ülke için kıtlığın yaklaştığını söyledi.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesinin ardından 27 gün geçti. Birleşmiş Milletler (BM) BM, Rusya-Ukrayna savaşında Ukrayna’da en az 925 sivilin hayatını kaybettiğini, 1496 sivilin yaralandığını, saldırıların ardından 3 milyon 489 bin 644 mültecinin komşu ülkelere geçtiğini bildirdi.
BM genel sekreteri António Guterres, Ukrayna’daki savaşın kazanılamaz olduğunu ve Ukraynalıların “cehenneme katlandıklarını” söyledi. “Bu kazanılabilecek bir savaş değil, barış masasına dönüş kaçınılmaz” diyen Guterres, küresel bir açlık krizine dönüşme ihtimali olan hızla yükselen gıda, enerji ve gübre fiyatlarının yankılarının dünya çapında hissedildiğini de belirtti.
10 milyon Ukraynalının yerinden edildiğini belirten Guterres, Rusya’nın savaşı durdurması yönündeki çağrısını yineledi ve masada ciddi şekilde müzakere etmeye yetecek kadar şey olduğunu söyledi.
Ukrayna Başsavcılığı, Rus işgalinin başladığı 24 Şubat’tan beri en az 117 çocuğun öldüğünü, 155 çocuğun da yaralandığını açıkladı. Hala bazı kentlerdeki bilgilere erişimin zor olduğu, bu yüzden rakamların daha yüksek olabileceği belirtilen açıklamaya göre, 58 çocuk başkent Kiev‘de, 40 çocuk ise Harkov kentinde Rus saldırılarında öldü.
Rus güçleriyle çatışmaların yakınlaştığı Ukrayna’nın başkenti Kiev’in yakınlarındaki Borispil kentinin sakinlerine bölgeyi derhal boşaltmaları çağrısı yapıldı.
Belediye Başkanı Volodimir Borisenko yayımladığı video mesajda, “Sivillerin çağrı merkezimize ulaşmaları ve fırsat bulur bulmaz kenti terk etmeleri çağrısında bulunuyorum” dedi.
Ukrayna Devlet Acil Durum Hizmetleri, Rus ordusunun iki gün önce başkent Kiev’deki alışveriş merkezine düzenlediği saldırıda 4 kişinin hayatını kaybettiğini, bir kişinin de yaralandığını bildirmişti.
Kiev çevresinde çatışmalar devam ederken, Ukraynalı askeri yetkililer, güçlerinin şehre batı yaklaşımlarında önemli bir kavşak olan Makariv’de galip geldiğini, ülkenin güneyinde ise Herson bölgesini geri almaya çalıştıklarını söyledi.
Çernigiv ve Herson’da da insani durum kötüleşiyor
Ukrayna’nın insan hakları ombudsmanı Lyudmila Denisova‘ya göre, Ukrayna’nın kuzeyindeki Çernigiv şehri giderek daha vahim bir insani duruma geliyor. Hasarlı altyapı ile şehir su kaynağını sürdürmekte zorlanıyor. Denisova, elektrik arızaları nedeniyle ışıklarının söndüğünü ve gaz arzının düzensiz olduğunu söyledi ve “Sürekli bombardıman nedeniyle bunu düzeltmek imkansız” dedi.
Ukrayna Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Oleg Nikolenko, Rus ordusunun abluka altına aldığı Herson şehrinin insani felaketle karşı karşıya olduğunu bildirdi.
Sosyal medya üzerinden açıklamalarda bulunan ve Rus askeri güçlerinin Herson’u kuşattığına dikkati çeken Nikolenko, şu ifadeleri kullandı:
‘300 bin Herson sakini, Rus ordusunun ablukası nedeniyle insani felaketle karşı karşıya. Herson’daki gıda ve ilaç stokları neredeyse tükenmek üzere. Ancak Rusya, sivillerin tahliyesi için insani yardım koridorlarını açmayı reddediyor.’
DSÖ: 30 bin mülteci ağır psikolojik sorunlar yaşıyor
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Rusya işgali başladığından bu yana Ukrayna’da sağlık birimlerine 62 ayrı saldırı yapıldığını doğruladığını, saldırılarda 15 kişinin öldürüldüğünü ve en az 37 yaralı olduğu bildirdi.
Ayrıca Polonya‘daki DSÖ yetkilileri yaptıkları hızlı bir değerlendirmeye göre, oraya gelen yaklaşık yarım milyon mültecide, özellikle travma nedeniyle ruh sağlığı sorunları görüldüğünü söyledi. DSÖ, bu kişilerden 30 bininin durumunun ağır olduğunu belirtti.
Öte yandan, sınırlardaki sağlık çalışanları, bölgeye ulaşan anne ve çocukların yorgunluk ve susuzluk çektiğini; birçok yaşlının diyabet ve yüksek tansiyon gibi hastalıklarına rağmen günlerce ilaçsız seyahat etmek zorunda kaldığını aktarıyor.
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle Ukrayna dışında yaşayan ve taşıyıcı annelik yöntemine başvuran çok sayıda ebeveyn savaş yüzünden bebeklerini alamıyor. Bebekler ise zorlu savaş koşullarında dünyaya geliyor.
Rusya bombardımanı altındaki Mariupol‘deki son duruma dair bilgi veren Ukrayna Devlet BaşkanıVolodymir Zelenski, tahliyelerin ardından kuşatma altındaki şehirde halen 100 bine yakın kişinin bulunduğunu söyleyerek “Bu insanlar insanlık dışı koşullarda, tamamen kuşatma altındalar. Yiyecek, su, ilaç yok. Sürekli bombardıman altındalar” dedi.
Savaştan önce şehirde 400.000’den fazla insan yaşıyordu.
Zelenski, insani koridorlardan sivillerin tahliyesinin de Rusya tarafından engellendiğini; Salı günü bu koridorlardan birinden geçen bir otobüs şoförünün Rusya tarafından rehin alındığını belirterek “Tüm zorluklara rağmen salı günü Mariupol’den 7 bin 26 kişi kurtarıldı. Ukrayna, son iki haftada da 100 bin tonun üzerinde insani yardım malzemesi aldı.”
Rus güçleri, Rusya sınırına 50 kilometre uzaklıktaki stratejik liman kentini üç haftadan uzun süredir bombalıyor.
Nazilerin toplama kampından kurtulan kişi, Rus bombardımanında öldürüldü
Ukrayna Acil Durumlar Hizmetleri (SES) Rus bombardımanı sonucu Harkov kentinde büyük çoğunluğu sivil yerleşim olan neredeyse 1000 binanın yıkıldığını duyurdu.
Buchenwald Toplama Kampı Vakfı, İkinci Dünya Savaşı’nda birden fazla toplama kampında tutulmasına rağmen hayatta kalan 96 yaşındaki Boris Romantşenko’nun, Rusya’nın Harkov bombardımanında hayatını kaybettiğini duyurdu.
Romantşenko‘nun evinin bombalanması sonucu hayatını kaybettiği bildirildi.
Ukrayna’da hapishaneler de hasar gördü
Ukrayna Adalet Bakanlığı‘na göre, Ukrayna’nın işgalinin başlamasından bu yana en az beş hapishane Rus birlikleri tarafından saldırıya uğradı. Bakanlık, Çernigiv ve Harkov bölgelerindeki hapishane tesislerinin hasar gördüğünü söylediği fotoğrafları Facebook’ta paylaştı.
Ukrayna hükümeti, içme suyu, ısınma ve elektrik temininin zor olması, telefon hatları ve internet bağlantılarının kesilmesi nedeniyle çatışmalara en yakın hapishanelerin krizde olduğunu söyledi.
Yerel yetkililer, Ukrayna’da aktif çatışma bölgelerinde 33 hapishane bulunduğunu, savaşa en yakın cezaevlerine içme suyu, ısı ve elektrik ulaştırmanın zor olduğunu söyledi.
Yetkililer, ülke genelindeki tesislere yiyecek ve ilaç ulaştırmada sorun yaşadıklarını ve bazı bölgelerde ısınma için malzeme temin etmenin zor olduğunu söylüyorlar.
Adalet Bakanlığı‘na göre, ülkede aktif çatışma bölgelerinde bulunan 33 cezaevi var. Hapishanelerde tam olarak kaç kişinin tutulduğu belli değil.
Pazar günü teslimatların görüntülerini paylaşan Ukrayna Cezaevi Teşkilatı‘na göre, Polonya cezaevi servisinden insani yardım malzemeleri g bağışları geldi.
Rusya’nın işgali başlamadan kısa bir süre önce, Ukrayna İnsan Hakları Gözlemcileri Derneği‘nden Vadym Pyvovarov, mahkumların insan haklarını koruyan bir tahliye planına duyulan ihtiyaç hakkındaki endişelerini yazmıştı.
Pyvovarov, konuyu yerel cezaevi yetkililerine ilettiklerini, ancak erken önlemler aınmadığını, yeterli korumanın bulunmadığını söyledi.
Pyvovarov, şöyle dedi:
“Personelin çoğu, acil durum tahliyesi gerektiğinde ne yapacağını bilmiyor. Mahkumlar için ulaşım sağlanması; devlet çalışanlarının ve ailelerinin ve sivil nüfusun tahliyesinde olduğu gibi yerel yetkililerin sorumluluğundadır. Diğer herhangi bir vatandaş gibi barış zamanlarında olduğu gibi askeri acil durumlarda da devletin korumasına hakları var.”
AKP’nin geçen hafta Meclis’e sunduğu kadına ve sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin önlenmesine ilişkin yasa teklifi, dün TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu’nda (KEFEK) görüşülmeye başlandı. Muhalif partilerden KEFEK’in Türk Ceza Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’ni asli değil, tali komisyon olarak görüşmesine tepki geldi.
AKP Edirne Milletvekili Fatma Aksal başkanlığında toplanan komisyonda Akyol, şiddetin bireyleri, toplumları ve hatta tüm canlıları doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen karmaşık ve çok yönlü bir olgu olduğunu belirtti.
Fatma Aksal, “Sadece ülkemizin değil, bütün ülkelerin çözmesi gereken ortak bir sorundur. Şiddetin yaygın biçimlerinden biri olan kadına yönelik şiddet ise cumhurbaşkanımızın ifadesiyle ‘bir insanlık suçudur’ ve amasız, fakatsız, lakinsiz topyekun bir mücadele gerektirir” diye konuştu.
Şiddetle mücadelede süreklilik ve devamlılığın esas olduğunu vurgulayan Aksal, KEFEK tali komisyon olduğu için maddelere geçilmeden teklifin sadece geneli üzerinde görüşülmesini oylatmak isterken muhalefet milletvekilleri itiraz ederek usul tartışması açılmasını talebinde bulundu.
Teklif sahibi olarak komisyona bilgi veren AKP Ankara Milletvekili Lütfiye Selva Çam, kadına yönelik şiddet fiillerinin engellenmesinin, başta devletler olmak üzere tüm toplumların ortak vazifesi olduğunu vurguladı.
‘Aslında sorun uygulamadaki eksiklikler’
CHP Eskişehir Milletvekili Jale Nur Süllü, özellikle kadına yönelik işlenen suçlarla mücadelede sadece cezaların artırılmasının, suçun bedelinin ağırlaştırılmasının tek başına yeterli çözüm olmayacağını bildiklerini ifade ederek, “Aslında bakıldığında da kadına yönelik suçların hepsinin ceza kanununda cezai yaptırımlarının olduğunu biliyoruz ve yıllardır söylediğimiz üzere aslında sorun uygulamadaki eksiklikler yani esas sorunumuzun uygulamada olduğunu biliyoruz. Tabii bundan da daha önemlisi anlayış ve bakış açısında çünkü kadına yönelik suçları bütüncül politikalar halinde ele almazsak önleyemeyeceğimizi her şeyden önce kabul etmemiz gerekiyor” dedi. Süllü, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Erkeğin kadından üstün görüldüğü toplumsal cinsiyet düzeninde, erkeğin kadın üzerindeki iktidarını sürdürmesinin aracı olan şiddet de mevcut düzenin sürdürülmesinde bir aracı. Dolayısıyla, biz, kadına yönelik şiddeti oluşturan dinamikleri, mevcut, toplumsal, ekonomik, geleneksel, siyasal ve eğitimsel yapı içindeki ayrımcı ve kadını erkeğe bağımlı kılan mekanizmalardan ayrı düşünemeyiz, bu mümkün değil. Dolayısıyla, kadına yönelik şiddetten söz ederken de mevcut egemen iktidarın mevcut bakış açısını da görmezden gelemeyiz burada.”
‘Merkezi yönetimin şiddet artışındaki rolü görmezden gelinemez’
‘Toplumsal cinsiyet eşitliği’ tamlamasını kullanmaktan ısrarla kaçınan, kadını bir birey olarak görmeyip sürekli iyi anne, iyi eş düzleminde konumlandıran merkezi yönetim anlayışının 19 yıldır şekillendirdiği dinamiklerin şiddetin artışında oynadığı rolün de görmezden gelinemeyeceğini söyleyen Jale Nur Süllü, “Dolayısıyla, sadece ceza düzenlemeleriyle suçu önleyemeyeceğimizi de kabul etmeliyiz” dedi.
Sunat: Cezaların caydırıcı olabilmelerinin tek yolu etkin infaz
İYİ Parti Ankara Milletvekili Şenol Sunat, kanun teklifinin kadına yönelik şiddeti önlemenin felsefesine çok uygun olmadığının ortada olduğunu belirterek, “Kadına, hekimlere ve sağlık çalışanlarına yönelik işlenen şiddet suçlarının cezaları artırılıyor. Burada şunun tespitini hepimizin çok iyi yapması gerek: Kadına veya sağlık çalışanlarına şiddet uygulayanlar cezaların azlığına güvenerek mi bu suçları işliyorlar? Hayır. Bu cezaların etkin infazları olmadığı için daha çok bu suçların caydırıcı olmadığını görüyoruz yani bu cezaların caydırıcı olabilmelerinin tek yolu etkin infaz olmalıdır” ifadesini kullandı.
‘Faile yönelik bir açıklama getirilmiyor’
Kanun teklifinde, kadına karşı işlendiğinde nitelikli hale gelen suçların failine yönelik bir açıklama getirilmediğini vurgulayan Sunat, şöyle devam etti:
“Kasten adam öldürme ve yaralama suçunun failinin ve mağdurunun kadın olması halinde bu suçlar kadına karşı şiddet suçunu oluşturmayacaktır. Güçlendirilmiş parlamenter sisteminde biz şunu ortaya koyduk, inşallah da gelecek süreçlerde uygulayacağız: Türk Ceza Kanunu’nda ‘kadına karşı şiddet’ adı altında yeni bir suç olarak düzenlenecektir. Bir kez daha söylüyorum, sahadaki STK deneyimlerinin hiçe sayılarak, ‘ben yaptım oldu’ mantığıyla karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bu yapılan kaçıncı hata? Ve yapmaya da devam ederek dersler çıkarmayan bir iktidarın ülkeyi götürdüğü durumu hep birlikte yaşıyoruz.”
‘İstanbul Sözleşmesi konu edilmeyecek bir şey değil’
HDP Ankara Milletvekili Filiz Kerestecioğlu, İstanbul Sözleşmesi‘nin “artık bunu konu etmeyin” denilebilecek bir şey olmadığını belirterek, “Umuyorum, bu sözleşmeyi tekrar kazanacağız yani Danıştay savcılarının mütalaası gerçekten önemli ve bu sözleşme yerli yerine oturacak. Çünkü elimizdeki kanun teklifi sadece kadına yönelik şiddetle ilgili bir ceza kanununda değişiklik teklifi ama İstanbul Sözleşmesi bütün kurumlara yükümlülük getiren, aynı zamanda bütün kurumların denetimini zorunlu kılan ve önlemeyi aslında hedefleyen bir sözleşmeydi” dedi.
‘Karma bir komisyon olabilirdi, neden tali kaldık?’
Komisyonun kanun teklifini tali komisyon olarak görüşmesini de eleştiren Kerestecioğlu, “Bu komisyon asli komisyon olmalıydı ya da karma komisyon kurulabilirdi yani sağlık ve adaletle birlikte bir karma komisyon olabilirdi. Ama neden biz tali kaldık? Bu da aslında ayrımcılığın bir türü diye düşünmekte fayda var diyorum ben. Yani bunu hakikaten herkesin bir tekrardan değerlendirmesi lazım” ifadesini kullandı.
Kerestecioğlu tepkisini şu sözlerle dile getirdi:
“Biz bunu KEFEK olarak doğru dürüst tartışmak ve eleştirmek zorundayız. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin yıldönümünde bunu getiriyorsunuz. Bu komisyondan beklenen şudur: Adalet Komisyonu’na dönüp ‘Kardeşim, biz daha istişare etmeliyiz. Bizim için çok önemli bu kanun. Onun için siz de toplantınızı erteleyin, biz de size doğru dürüst tartıştığımız teklifi sunabilelim.’ Biz KEFEK’te uzlaşamadan mı bunu çıkartacağız, bu Türkiye için ayıp değil mi? ‘Şiddete karşıyız’ derken bu maddeleri niye görüşemeyeceğiz? İktidarın yetiştirmesi gereken bir şey olduğu için mi?”
Görüşmelerin ardından yapılan oylamayla Türk Ceza Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi komisyonda benimsendi.
Teklif komisyonlardan geçerken kadına yönelik şiddet ve fail indirimleri devam ediyor
Yasa teklifi Meclis komisyonlarından geçirilmeye çalışılırken kadına yönelik şiddet haberleri de gelmeye devam ediyor.
Konya’nın Çumra ilçesinde Ali Rıza Yüzer, Sadife Yüzer’i “hamile olduğunu bildiği eşini kasten öldürme” suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet cezasına çarptırılmış ancak ceza “iyi hal” gerekçesiyle müebbet hapis cezasına indirilmişti.
Konya Bölge Adliye Mahkemesi 1. Ceza Dairesi, ilk derece mahkemesinin kararını bozdu. Bozma kararında, Yüzer hakkında “iyi hal indirimi uygulanması gerektiği” değerlendirmesi yapıldı. Yüzer hakkındaki yargılama, bozma kararının ardından Konya 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yeniden başlayacak.
Sadife Yüzer’in kardeşi Rıfat Yıldız, sanığın ağırlaştırılmış müebbet cezası ile yargılanmasını talep ettiklerini belirterek ANKA Haber Ajansı’na açıklamalarda bulundu. Yıldız şunları söyledi:
“Herkes şaşırıyor. ‘Nasıl böyle bir şey olabilir, 2 can var’ diyorlar. Ailecek olay bir daha olmuş gibi üzüldük. Ağırlaştırılmış müebbet istiyoruz. Mahkeme Başkanı’na karşı tarafın avukatı, ‘Anne babasını dinleyin’ dedi. Başkan reddetti, anne babasının davaya yenilik katmayacağını belirterek dinlemedi. Başkana, ‘Ben bu raddeye akrabalarımın kışkırtmasından dolayı geldim. Çocuk benden değil, namus’ dedi. Normalde attığı bu iftiradan da ceza alması lazım. Ambulans aramış, tampon yapmış deniliyor da yara bacağında olsa dersin ki, ‘Hakikaten gözetmemiş’ ama komple göğüs bölgesine, taşma. Yani milyonda bir yaşama şansı bile yok. Annem olay olduktan sonra bir hafta sonra ablamın mezarına gitti. Kriz geçirdi, iki saat hastanede bekledik. Olay olalı 15 ay oldu ama mezara gidemiyor. ‘Gitsem ölürüm’ diyor. Acımız çok büyük. Üç tane yeğenimiz var yurtta. Devletin velayeti sonuçlandırmasını bekliyoruz. Çok mücadele ediyoruz çok darbe aldık. Sürecin sonuçlanmaması olay yeniden olmuş, kardeşim yeniden ölmüş gibi hissettiriyor”
Kadıköy Belediyesi ve Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Birliği (ICLEI) tarafından organize edilen ‘Kadıköy Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Zirvesi‘ne katılan CHP Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Seyit Torun “Maalesef hükümet şu anda özellikle yurt dışından uzun vadeli ve ucuz bulduğumuz önemli fonları imzalamadığı için bunlara ulaşamıyoruz. Yurt içinde de kamu bankaları ve bakanlıklar hiçbir projemizi onaylamıyor” dedi. Diğer yandan CHP’li belediye başkanları iklim krizi ile ilgili mücadelede finans kaynaklarına ulaşmada yaşadıkları zorlukları anlattı.
Kadıköy Belediyesi ev sahipliğinde 18 Mart Cuma günü Kozyatağı Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen Kadıköy Uluslararası Sürdürülebilir Kentler Zirvesi’ne İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, Edirne Belediye Başkanı Recep Gürkan, İstanbul Kartal Belediye Başkanı Gökhan Yüksel, Ankara Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen, İzmit Belediye Başkanı Fatma Hürriyet Kaplan, Burdur Belediye Başkanı Ali Orkun Ercengiz, Denizli Bozkurt Belediye Başkanı Birsen Çelik ve Kadıköy Belediye Başkanı Şerdil Dara Odabaşı konuşmacı olarak katıldı.
‘Kaynak çok kıt’
Zirveye katılan CHP’nin Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Seyit Torun, “Sürekli doğayı tüketiyoruz. Sürekli çözümleri tüketirken de bazı sorunları da beraberinde artırıyoruz. Bunların eğer uzun süreçli stratejik planlarını yapmazsak bizi bekleyen çok daha önemli konular olacak. Artık kaynak çok kıt. Kaynakları iyi kullanmak zorundayız. Dünyada bir finans krizi başlamak üzere. Yaşanılabilir çevre için attığımız her adımı buna göre planlamalıyız. Her yatırımı çevreci ve gelecek nesillere bırakabileceğimiz bir hizmet olarak düşünmeliyiz” dedi.
“Sosyal demokrat belediyeler hükümetin uygulamaları nedeniyle çeşitli zorluklarla karşılaşıyor” diye sözlerini sürdüren Torun şu ifadeleri kullandı:
“Maalesef hükümet şu anda özellikle yurt dışından uzun vadeli ve ucuz bulduğumuz önemli fonları imzalamadığı için bunlara ulaşamıyoruz. Yurt içinde de kamu bankaları ve bakanlıklar hiçbir projemizi onaylamıyor. Hatta İller Bankası, belediyelerin bankası teminat mektubu bile vermiyor. Bugün Muğla Büyükşehir Belediyemiz, Mersin Büyükşehir Belediyemiz ya da diğer büyükşehir belediyelerimiz altyapı projeleri için kaynaklar buluyorlar. Çevreci projeler, yenilenebilir enerji için fonlar buluyorlar ama maalesef bunlar hükümetin onayından geçmediği için kullanılamıyor ve vatandaşlarımız da bu hizmetlere ulaşamıyor. Ama biz her şeye rağmen bir şekilde öz kaynaklarımızı kullanarak, her türlü zorluğa rağmen bazı fırsatları değerlendirerek bu projeleri de hayata geçirmeye çalışıyoruz.”
Çelik: Siyaset gözetmeden çevreci politikalar hayata geçirilmeli
“Yerel yöneticiler olarak sadece bugünümüzü değil geleceğimizi de düşündüğümüz için buradayız” diyen Denizli Bozkurt Belediye Başkanı Birsen Çelik, “Biz Bozkurt Belediyesi olarak bütün projelerimizi doğaya uyumlu yapmaya çalışıyoruz. Yenilenebilir enerjiden tarımsal alanlara, sokak aydınlatmasından ulaşıma kadar yaptığımız bütün projelerde, çevre dostu, karbon salımını önemseyen, sürdürülebilir kalkınma modelini benimseyen projeler yapmaya çalışıyoruz” dedi.
‘Beş kat efor sarfediyoruz’
Yaşadığı bürokratik engellere dikkat çeken Çelik, “Öncelikle siyasi bir zorluk yaşıyoruz. Pek çok mevkidaşımız bakanlıklardaki, genel müdürlüklerdeki problemlerin çözümünü masa başında bir telefonla hallederken, bizler beş kat efor sarf ederek yapıyoruz. İklim krizi herkesi etkiliyor. Tüm dünyayı, tüm bölgeyi, siyaset gözetmeden etkiliyor. O nedenle bizim siyaset gözetmeden çevreci politikaları hayata geçirmemiz lazım. Bu nedenle de bütün bakanlıklarımızın, bütün genel müdürlüklerimizin de siyaset gözetmeden bizlere yolları açması lazım. İlk oturumda yerel yönetimlerin finans çözümünün nasıl olacağı ile ilgili finans uzmanları buradaydı. Dilerim ki ‘-mış gibi’ yapmazlar ve bizim de finans çözümü ile ilgili de yollarımızı açarlar” diye konuştu.
Yüksel: Yerel yönetimlerin bütçesi güçlendirilmeli
Zirveye katılan Kartal Belediye Başkanı Gökhan Yüksel de “Kimimiz güneş enerjisi panellerini kuruyoruz, kimimiz kendi binalarımızı akıllı bina yapıyoruz. Fakat bunları kentin tamamında sergileyebilmenin çok maliyeti var. Dolayısıyla eğer yeşil kent, sürdürülebilir kent diyorsak bununla alakalı proje bazlı finansman ihtiyacının karşılanması noktasında daha reel adımlara ihtiyaç var” dedi.
Belediye olarak yaşanan zorluklara dikkat çeken Yüksel, “Sosyal demokrat belediye başkanları yaşadığı bazı zorluklar oluyor tabi. Maalesef işin içerisine siyaset girebiliyor. Nedir bu? Bazen ortaya çıkan fonlar ya da yararlanılması gereken eşit koşullarda her birimizin faydalanması gereken bazı kredi unsurlarından bazen haberdar olamıyoruz. Bazen başvurularımız gerçekleşemiyor. Bu anlamda siyaset üstü bakmayı öğrenebilmeliyiz” dedi. Gökhan Yüksel sözlerini şöyle sürdürdü:
“Mesela deprem konusunda siyaset üstü bakmaya gayret gösteriyor bütün yöneticiler. Aslında sürdürülebilir kent de yeşil kente ulaşmak da aynen böyle siyaset üstü bir kavram çünkü hep beraber yaşıyoruz bu kentte. Bu konuda fon sağlayıcıların, kredi sağlayıcıların dünyaya yaydıkları bu fondan adil bir şekilde Türkiye’deki belediyelerin de faydalanması gerekiyor. Yaşadıklarımız zorlukların en başında maalesef finans geliyor. Yerel yönetimlerin bütçesinin daha da güçlendirilmesi gerekiyor. Geldiğimiz şu noktada birçok belediyemiz vergi, SGK borçları ile mücadele ediyor ve klasik alt yapı hizmetlerini tamamlamaya çalışıyor. Ama biz yeşil kente ulaşmak için mücadele ediyoruz. Klasik hizmetlerle boğuşurken bile yetmeyen bir bütçe var. En yoğun yaşadığımız zorluklardan biri gelir elde etme. Bazı bonuslardan bizde faydalanamıyoruz.”
Birleşmiş Milletler (BM), dünyadaki su krizi ve temel bir insan hakkı olan temiz suya erişim konusunda yaşanan sıkıntılara dikkat çekmek için 22 Mart’ı 1993 yılında Dünya Su Günü ilan etti. Bu etkinliğin temel odak noktalarından biri, 2030 yılına kadar Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi (SDG) 6‘ya yönelik eylem planına ilham vermek: Dünyadaki herkes için suya erişim ve sanitasyon.
BM Su Örgütü (UN Water) tarafından bu sene için belirlenen tema ise “Yeraltı suları: Görünmeyeni görünür kılmak.”
Dünya Su Günü ile ilgili dün yayımlanan yazısında Yeşil Gazete yazarı Boğaziçi Üniversitesiİklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulundan Prof Dr. Murat Türkeş şöyle diyor:
“Yeraltı suyu görünmez, ancak etkisi her yerde görülebilir. Gözümüzün önünde, ayaklarımızın altında, yer altı suları hayatımızı zenginleştiren gizli bir hazinedir. Yeraltı suyu, Dünya’nın en kurak bölgelerinde, insanların sahip olduğu tek su olabilir.”
Her yıl 22 Mart öncesi açıkladığı Dünya Su Geliştirme Raporu’nda (WWDR) 2022 yılı için yeraltı sularını ele alan Birleşmiş Milletler de, “Yeryüzündeki tüm sıvı tatlı suyun yaklaşık %99’unu oluşturan ve eşitsiz de olsa tüm dünyaya dağılmış olan yeraltı suyu; toplumlara iklim değişikliğine uyum da dahil olmak üzere muazzam sosyal, ekonomik ve çevresel faydalar sağlama potansiyeline sahiptir” açıklamasını yapıyor.
Rapora göre yeraltı suyu, küresel nüfus tarafından evsel kullanım için çekilen suyun hacminin yarısını ve sulama için çekilen tüm suyun yaklaşık %25’ini sağlıyor ve dünyanın sulanan arazisinin %38’ine hizmet ediyor.
Yine de muazzam önemine rağmen, bu doğal kaynak çoğu zaman yeterince anlaşılmıyor ve sonuç olarak, değersizleştirilip yanlış yönetiliyor ve hatta suistimal ediliyor.
Yeraltı suları iklim değişikliğinden korunmalı
Yeraltı suyu, yoksullukla mücadelede, gıda ve su güvenliğinde, sosyo-ekonomik kalkınmada ve toplumların ve ekonomilerin iklim değişikliğine karşı direncinin merkezinde yer alıyor. BM Raporu’na göre yeraltı suyuna olan bağımlılık, tüm sektörlerin artan su talebi ile birlikte yağış modellerindeki artan çeşitlilik nedeniyle artacak.
Rapor, dünya çapında yeraltı suyunun geliştirilmesi, yönetimi ve yönetişimi ile ilgili zorlukları ve fırsatları tanımlıyor. Yeraltı suyunun günlük hayatta oynadığı rolün, insanlarla olan etkileşimlerinin ve büyük ölçüde mevcut ancak kırılgan olan bu kaynağın uzun vadeli sürdürülebilirliğini sağlamak için kullanımını optimize etme fırsatlarının net bir şekilde anlaşılmasını amaçlıyor.
İklim değişikliği, yağışlar üzerindeki etkisi sebebiyle akarsuları, sulak alanları ve gölleri; dolayısıyla da yüzey sularından sızıntılarla beslenen yeraltı suyunu doğrudan etkiliyor – fakat bu etkilerin büyüklüğüne ilişkin küresel tahminlerde önemli bir belirsizlik var.
İklim değişikliğinin yeraltı suyunun yenilenmesini etkileyen yaygın bir etkisi de yağışların yoğunlaşması. Fakat sanitasyon koşullarının yetersiz olduğu bölgelerde, yoğun yağış olayları görüldüğünde mikrobiyal patojenler ve kimyasallar, sığ topraklardan yeraltındaki su havzalarına taşınabilir.
Prof. Dr. Türkeş, yazısında ‘Yeraltı suları için neler yapılabilir’ sorusuna şu cevabı veriyor:
“Yeraltı suyunu kirlilikten korumalı ve sürdürülebilir bir şekilde kullanmalıyız, insanların, diğer canlıların ve gezegenin gereksinimlerini dengelemeliyiz. Bu amaçla, başta kaçaklar gelmek koşuluyla yeraltı su kuyularını denetlemek, yeni kaçak kuyu açılmasını ve aşırı su çekilmesini önlemek vahşi ve aşırı sulama gibi akılcı ve sürdürülebilir olmayan su kullanımını sınırlamak ya da önlemek amacıyla yeraltı suyunu çiftçilerin ödeyebileceği düzeyde fiyatlandırmak, yer altı sularına olan talebi azaltmak ve yer altı sularını korumak için alınabilecek başlıca önlemlerdendir.
En önemlisi, Dünya’nın tüm ülkelerinde, yeraltı suyunun su ve sanitasyon sistemleri, tarım, sanayi, ekosistemler ve iklim değişikliğine uyumdaki yaşamsal rolü, sürdürülebilir kalkınma ve tarım politikalarının oluşturulmasına yansıtılmalıdır.”
Yeraltı suyu Afrika için bir hazine olabilir
BM’nin raporunda, “Yeraltı suyunun gelişimi, hem insanın hayatta kalması hem de ekonomik kalkınmayı teşvik etmek için Sahra Altı Afrika‘da hızla artan su arzı ihtiyacını karşılamak için büyük bir potansiyele sahiptir” deniyor. Büyük yeraltı suyu kaynaklarına sahip olan Afrika‘daki bu kaynakları tamamı çıkarılmaya müsait olmasa da hacminin bölgenin tatlı su kaynaklarının 100 katından fazla olduğu tahmin ediliyor.
Sahra Altı Afrika’da yaklaşık 400 milyon insan hala temel su hizmetlerine bile erişemiyor. Batı ve Orta Afrika‘daki çoğu ülkede çok az yeraltı suyu deposu olmasına rağmen yıllık yağış miktarı yüksek olduğundan düzenli yeniden şarj oluyor. Doğu ve Güney Afrika‘daki birçok ülke ise tam aksine çok düşük şarj seviyelerine rağmen önemli miktarda yeraltı suyu deposuna sahip.Sahra Altı Afrika’daki toplam ekili arazinin sadece %3’ü sulanıyor ve bunun sadece %5’inde yeraltı suyu kullanılıyor.
Fotoğraf: OXFAM/Samuel Turpin
Raporda Sahra Altı Afrika’daki yeraltı suyunun az kullanılmasının temel sebebi olarak yeraltı suyu eksikliğinden ziyade özellikle altyapı, kurumlar, eğitimli profesyoneller ve kaynak bilgisine yönelik yatırım eksikliği sayılıyor.
Yeraltı suyunun gelişimi, sulanan alanların kapsamını artırarak ve dolayısıyla tarımsal verimi ve ürün çeşitliliğini geliştirerek ekonomik büyüme için bir katalizör görevi görebilir. Bununla birlikte, mevcut yeraltı suyunu pompalamak nihayetinde gelecek nesillerin zararına olacak.
Raporda, “İklim değişikliğine dayanıklı su kaynaklarının geliştirilmesi, dünyanın birçok yerinde yeraltı suyunun nehirler, göller ve diğer yüzey suyu rezervuarlarıyla birlikte kullanımını içerecektir” açıklaması da yer alıyor.
Madencilik ve kömür yeraltı suyunu da kirletiyor
Yüzey suyu mevcudiyetinin miktar olarak sınırlı olduğu yerlerde veya kalitenin önemli olduğu durumlarda yeraltı suyu kaynaklarını kullanan madencilik, petrol ve gaz, enerji üretimi, mühendislik ve inşaat sektörlerinin yanı sıra; giyim, yiyecek ve içecek sektörleri de tedarik zincirleri için yeraltı suyuna bağımlı.
Fakat arıtılmamış veya sadece kısmen arıtılmış endüstriyel atıkların toprağa verilmesi yeraltı suyunu kirletiyor. Yine mühendisliği yapılmamış eski endüstriyel çöpler ve eski madenlerden toprağa sızan kalıntılar da insan sağlığı ve çevre için önemli riskler oluşturuyor.
Raporda, madenlerin çalıştırılması için gereken suyun kullanımının, içme suyu kaynağı olabilecek yerel bir akiferi kirletme riski olduğu belirtiliyor ve madencilik faaliyetleri nedeniyle kirlenmiş suyun arırıtılmasının zorluğuna dikkat çekiliyor.
Ayrıca elektrik üretiminde kullanılan kömürün atık dökümlerinden sızmanın, yeraltı suyu kalitesini önemli ölçüde etkileyebileceği ve özellikle sığ akiferlerde doğal gaz için parçalama çalışmalarının, yeraltı suyunu kontamine edebileceği belirtiliyor.
Bununla birlikte raporda, petrol, gaz ve madencilik endüstrilerinin sahip olduğu akiferlerin kapsamı ve özellikleri hakkındaki kurum içi verilerin; hidrojeologlar, hükümetler ve su temini için çalışan hizmet örgütleri için çok faydalı olabileceğine de işaret ediliyor: Finans sektörü şu anda sürdürülebilir yatırım üzerinde hatırı sayılır bir etki yapıyor ve bunun zincirleme bir etkisi olacak, sanayi ve enerji sektörlerindeki yeraltı suyunu sürdürülebilir şekilde kullanan müşterileri destekleyecek ve diğerlerini de bunu yapmaya teşvik edecek.
Türkiye’deki yeraltı sularını kirleten faaliyetlere ilişkin örnekler veren Prof. Dr. Türkeş ise, Lapseki Şahinli’deki TÜMAD Madencilik A.Ş.’nin projesine değiniyor:
“İşletme ruhsatı alırken suyu yoktu. Yani 1 ton cevher için kirleterek yok edeceği yaklaşık 4 ton su mevcut değildi. Suyu olmayan şirkete işletme ruhsatı verilemezdi, ama verildi! Peki bu nasıl gerçekleşti? Lapseki Belediyesi’nin uzun yıllardır kullandığı, Lapseki halkının kötü günlerde kullanılabileceği yaşamsal bir yedeği olması gereken su kuyuları sembolik bir ücretle şirkete kiraya verilerek! Böylece şirket, Lapseki Altın ve Gümüş Madeni kapsamındaki madencilik etkinlikleri için gereksindiği suya kavuşmuş oldu.”
Yine Konya Havzası’ndaki kaçak kuyulara dair bilgiler veren Türkeş, havzadaki yeraltı sularına ilişkin tehlikeyi şöyle anlatıyor:
“Konya Jeoloji Mühendisleri Odası Başkanı Fethullah Arık’ın 24 Ocak 2019’ta yaptığı bir açıklamaya göre, Konya Kapalı Havzası’nda şu an varlığı bilinen 135,000 su kuyusu bulunmakta, bu kuyuların yaklaşık 35,000 adeti ruhsatlı ve geriye kalan 100 bin kuyu ise kaçaktır.
Kaçak kuyu artışı en çok İmar Barışı sürecinde yaşanmıştır. Arık, Devlet Su İşleri’nin (DSİ) geçmiş yıllarda açıklamış olduğu resmi rakamlara göreyse, Konya Havzası’nda 98,000 kuyu vardır ve bunların 65,000 bini kaçaktır. Türkiye’nin özellikle İç Anadolu, Ege, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki pek çok ilde ve tarım arazilerinde gözlenen benzer olumsuzluklar ve kötü örnekler (ör. denetimsiz-izinsiz kuyu açılması, yeraltı su kuyularından aşırı su çekilmesine ve bu suyla vahşi sulama yapılmasına göz yumulması, vb.) önlem alınmaz, var olan yasal düzenlemeler-yaptırımlar uygulanmaz ve gerekli denetimler yapılmazsa, ruhsatsız kaçak kuyuların sayısının her geçen yıl daha hızlı artacağını gösteriyor.”
Yeraltı suyuna bağlı ekosistemler
Yeraltı suyuna bağlı ekosistemler (YSBE), yüksek dağ vadilerinden okyanusun dibine ve hatta çöllere kadar uzanabilir. Karasal ekosistemler, bitkilerin erişebildiği dünyadaki tüm biyomlarda yer altı suyuna bağlıdır ve kurak ortamlardaki su, genellikle tamamen yeraltı suyuyla beslenir. Bu nedenle, savanlar gibi kurak arazilerin karmaşık besin ağlarını sürdürmek için yeraltı suyu çok önemli. Nehir kıyısı bölgeleri, sulak alanlar ve diğer yüzey su kütleleri de genellikle yeraltı suyuna bağlı.
Kritik ekosistem faaliyetlerin sürmesindeki rolü büyük olan YSBE’ler rapora göre hayvanlara habitat sağlıyor, biyoçeşitliliği destekliyor, sel ve kuraklıklar için tampon bölge oluşturuyor.
Bu ekosistemler ayrıca, fiziksel ayırma sağlayarak, filtrasyon, biyolojik bozunma ve kirleticilerin emilmesi gibi biyofiziksel süreçleri etkinleştirerek ve doğal yeniden şarjı kolaylaştırarak akiferleri kirlenmeden koruyor.
Raporda yeraltı suyu yönetiminin genellikle yeraltı suyuna veya akiferlerin kendilerine odaklandığı belirtiliyor ve kritik ekosistemlerin sürdürülebilirliği için yeraltı suyu ve ekosistemlerin birlikte yönetilmesi gerektiğinin altı çiziliyor:
Yeraltı suyunun, ekosistemlerin ve insanların ortak refahı; birleşik su ve arazi yönetimi, doğaya dayalı çözümler ve iyileştirilmiş ekosistem koruması ile geliştirilebilir.”
Raporun sonunda, güvenli ve temiz içme suyuna ve sanitasyona eşit erişimin temel insan hakları olduğunun altı çizilerek, BM üye devletlerin, güvenli içme suyu ve sanitasyon stratejilerine yeraltı suyunun korunması ve akiferlerin yeniden şarjına yönelik çalışmalar eklemesi isteniyor.
Dünya Su Gelişimi Raporu (World Water Development Report – WWRD) nedir?
BM Su Koordinasyonu’nun (UN Water) su ve sanitasyon konularında her yıl farklı bir temaya odaklanan baş raporu, BM-Su adına UNESCO tarafından yayınlanıyor ve UNESCO Dünya Su Değerlendirme Programı tarafından koordine ediliyor. Rapor, BM Su Koordinasyonu üyeleri ve ortakları tarafından yapılan çalışmalara dayanarak, tatlı su ve sanitasyonun durumu, kullanımı ve yönetimi ile ilgili ana eğilimler hakkında fikir vermeyi amaçlıyor.
Dünya Su Günü ile birlikte başlatılan rapor, karar vericilere sürdürülebilir su politikalarını formüle etmek ve uygulamak için bilgi ve araçlar sağlıyor. Ayrıca su sektöründe ve ötesinde daha iyi yönetim için fikir ve eylemleri teşvik etmek için en iyi uygulamaları ve derinlemesine analizleri sunuyor.
22 Mart Dünya Su Günü’nde Manisa Salihli’de Ege Belediyeler Birliği’nin çağrısıyla bir araya gelen çevreciler, Manisa’daki Marmara Gölü’nün kurumasına dikkat çekti. Buluşma, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Ege Belediyeler Birliği başkanı Tunç Soyer’in çağrısıyla gerçekleşti. Uluslararası öneme sahip olan ancak %98 oranında kuruyan göl için ‘Marmara Gölü Yaşasın’ etkinliği gerçekleştirildi.
Tekelioğlu Köyü’nde gerçekleştirilen etkinliğe İzmir, Manisa ve çevre illerden yüzlerce kişi katıldı.
Gölü kurtarma çalışmasının saha araştırmaları 2021 yazından beri sürüyordu. Gölün geçen yazın tamamen kuruması üzerine Başkan Soyer, DSİ’den göle su bırakılmasını talep etmişti. 22 Mart Dünya Su Günü’nde de Soyer, gölün ana besleme kaynağı olan Gördes Barajı’ndan göle su bırakılması talebini yineledi.
Tunç Soyer şunları söyledi:
“Gölümüz, Manisa’nın göz bebeğiydi. Yazık ki büyük bir planlama hatası nedeniyle susuz kaldı ve kurudu. Fakat biliyoruz ki Marmara Gölü’nün kuruması bir kader değil. Asla böyle bir doğa yıkımına izin veremeyiz. Çünkü daha önce kuruyan göllerimizde yaşananlar, bize başımıza gelecekleri çok iyi anlatıyor. Bir göl kuruduğunda orayı önce balıklar ve kuşlar terk eder… Sonra, o gölden ekmeğini çıkaranlar ve balıkçılar gider. Ardından yeraltı suları çekilir. Tarımsal sulama zorlaşır, toprak ve iklim kuraklaşır. Nihayetinde bölgedeki tarımsal üretim durur ve çiftçiler de köylerini bırakmak zorunda kalır. Göl, çöl olur. Köy boşalır, göç olur.
Biz bu felaketi ilk kez burada görmüyoruz. Biz bu felaketi Konya’da, Ereğli’de, Hotamış’ta, Cihanbeyli’de, Burdur’da ve daha nice yerde yaşadık. Fakat bu sefer bir çaremiz, bir çözümümüz var. Manisa’da henüz sona ulaşmadık. Manisa’nın, Ege’nin tam ortasında bir çölün oluşmasını engelleyebiliriz”
Köy halkı göç ediyor
Marmara Gölü’ne su verilmemesi on binlerce kuşun yaşam alanlarından olmalarına neden oluyor. Ayrıca balıkçılıkla geçinen köy halkı ise göl kuruduğundan dolayı göç etmek zorunda kalıyor.
Başkan Soyer, göl ve çevresinde yaşayan vatandaşlar hakları olan suyu alana kadar bu mücadeleden vazgeçmeyeceklerini söyledi:
“Biz bu gölün çığlığını duyuyoruz. Tekelioğlu’nun ve bu gölden ekmek yiyen tüm köylerin çığlığını duyuyoruz. Göreceksiniz, bu çığlığı tüm dünyaya duyuracağız.”
Sınırlı Sorumlu Gölmarmara ve Çevresi Su Ürünleri Kooperatifi Yönetim Kurulu Üyesi Rafet Kers ise çok geç kalınmadan seslerinin duyulmasını istedi: “Gölümüze su verilmeli. Köyümüzü, evimizi bırakıp gitmek zorunda kalmayalım. Buradaki balıkçılık kültürü devam etsin. Gölü paylaştığımız kuşlar geri gelsin. Torunlarımız gölümüzü görebilsin. Gölün yaşamaya devam etmesi için Gördes Barajı’ndan göle su verilmeli. Gölümüz eski haline gelsin ve hep birlikte koruyalım.”
Doğa Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Dicle Tuba Kılıç ise şöyle konuştu:
“Anadolu’nun sulak alanları yıllardır yanlış tarım ve su politikalarıyla yok ediliyor. Kurumakta olan Marmara Gölü için 22 Mart Dünya Su Günü’nde bir araya geldik. Gördes Barajı’ndan Marmara Gölü’nün hakkı olan su verilmeli. Marmara Gölü’nün tam olarak restore olması için tarımsal su tüketiminin azalması gerekiyor. Marmara Gölü, bir sulak alandır, tarım alanı değildir. Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği’ne aykırı olmasına rağmen gölün tabanı sürülmüş ekin ekilmiş. Göl tabanında tarımsal faaliyetlere göz yumanlar gölün kurumasını isteyenlerdir.”
Marmara Gölü’ne su verilmesi halinde bunun Türkiye’de su hakkı için bekleyen diğer alanlar için örnek bir adım olacağına dikkat çeken Kılıç, “Türkiye’nin su politikalarını ivedilikle güncellemesi ve iklim değişikliğini de göz önünde tutarak sulak alanlarını restore etmesi gerekiyor” dedi.
Buluşmanın sonunda etkinliğe katılan yüzlerce çevre aktivisti, Marmara Gölü’nün tabanına gövdeleriyle “Su!” yazdı.
22 Mart Dünya Su Günü‘nde, Halk Sağlığı Uzmanları Derneği (HASUDER) ve Türk Tabipleri Birliği (TTB) temiz suya erişimin önemini vurgulayan açıklamalar paylaştılar.
Güvenli suya erişimin sağlık için vazgeçilmez olduğunu belirten HASUDER açıklamasında devletleri su kirletici faaliyetleri önlemeye çağırırken, TTB açıklamasında da “Suyumuzu koruyan ormanlarımız sürekli gerçekleştirilen yasal düzenlemeler ile yağmalanmakta; doğal SİT alanlarımız, havzalarımız koruma amacı ile yapıldığı söylenen planlama ve düzenlemeler ile ranta açılmaktadır” denildi. Açıklamada Türkiye‘nin en önemli su havzaları olan Ergene, Gediz, Küçük Menderes, Büyük Menderes‘teki su kalitesinin en düşük seviye olan dördüncü kalitede olduğunu altı çizilerek, “Suyun yaşamsal bir insan hakkı olduğunu ve insanımızın ücretsiz olarak temiz ve sağlıklı suya erişim hakkını savunacağımızı bir kez daha kamuoyu ile paylaşırız” ifadeleri kullanıldı.
HASUDER: Ülkemiz sanılanın aksine su zengini değil
Güvenli içme suyu ve sanitasyona erişim 2010’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edildiği gibi insan sağlının korunması için temel insan hakkı olduğuna değinilen HASUDER açıklamasında şunlara yer verildi:
“Birleşmiş Milletler Alma-Ata Bildirgesi’nde en az bakım kavramını (minimal care) oluşturan sekiz faaliyetten birisi temiz su sağlanması ve sanitasyondur. Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi 6’da, 2030’a kadar herkes için su ve sanitasyonun varlığının ve sürdürülebilir yönetiminin sağlaması yer almaktadır. Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi 6, Dünya Su Günü’nün temel odak noktalarından birisini oluşturmaktadır. Bununla birlikte Birleşmiş Milletler tarafından yapılan değerlendirmede dünya ülkelerinin 2030’da Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi 6’ya ulaşmaktan uzak olduğu ifade edilmektedir.”
‘Her yıl kirli sular kaynaklı 485 bin ölüm’
Mikrobiyolojik açıdan kirli suların neden olduğu ishalli hastalıklar nedeniyle her yıl 485 bin ölüm gerçekleştiğine de değinilen açıklamada “İshalli hastalıklar küresel hastalık yükünün yaklaşık yüzde 3,6’sını oluşturmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde hastalıkların yüzde 80’inden fazlası yetersiz içme suyu ve sanitasyon ile ilişkilidir9. Hastalıkları önlemek ve kontrol altına almak için güvenli suya ve sanitasyona erişimin ne kadar önemli olduğu COVID-19 pandemisinde bir kez daha gözler önüne serilmiştir” denildi.
Su kaynaklarının artan nüfus, kentleşme, sanayi, madencilik ve tarım faaliyetleri sonucu ortaya çıkan kirleticilerden korunması gerektiğine dikkat çekilen açıklamada şu ifadelere yer verildi:
“Ülkemizde kişi başına düşen su miktarı 2020 itibariyle 1346 m3’tür. Buna göre ülkemiz sanılanın aksine su zengini değil, su azlığı çeken ülkeler arasında yer almaktadır. Bu değerin 2050’de 1120 m3’e düşeceği ve su kıtlığı için sınır değer olan bin m3’e çok yaklaşacağı tahmin edilmektedir. NASA 2021 başı itibariyle ülkemizin büyük bölümünde şiddetli kuraklık yaşandığını, İstanbul çevresindeki çok sayıda rezervuarda depolanan su miktarının 15 yılın en düşük seviyesinde olduğunu açıklamıştır.”
‘İklim krizi su kirliliğini şiddetlendiriyor’
Açıklamada ekonomik gelişme ve nüfus artışının, tarım ve sanayi alanındaki su ihtiyacının artmasına neden olduğu belirtilerek kişi başına düşen su miktarının azaldığı, diğer taraftan artan kirleticiler su kaynaklarını kirlettiği ifade edilerek şu sözlere yer verildi:
“İnsanlar tarafından kullanılan suyun tümü, eklenen kirleticilerle birlikte çevreye geri dönmektedir1. Bu nedenle yaşam için vazgeçilmez olan su kaynaklarının kirleticilerden korunması son derece önemlidir. Çevreyi ve özelde de su kaynaklarını korumaktan uzak politika ve uygulamalar su kaynaklarının kirlenmesine neden olurken, yaşanan iklim krizi de durumu şiddetlendirmektedir.”
Güvenli içme suyuna erişim açısından bakıldığında; Türkiye nüfusunun yüzde 97,6’sının içme-kullanma suyunu iyileştirilmiş su kaynağından sağladığının görüldüğünün belirtildiği açıklamada “Ancak bunun içinde şebekenin payı yüzde 56,6 iken, şişe suyu ve damacananın sahip olduğu yüzde 28,2 pay düşündürücüdür. Toplumun temel içme-kullanma suyu kaynağı şebeke suyu olması gerekirken ambalajlı suların bu kadar fazla kullanılıyor olması belediyelerin temel görevlerini yerine getirmesi noktasında bir sorun olduğunu düşündürmektedir. Bu konu üzerinde önemle durulmalıdır” denildi.
TTB: Yetersiz su kaynakları madenciliğe feda ediliyor
TTB tarafından yapılan açıklamada ise “Ülkemizin zaten yetersiz olan yerüstü ve yeraltı su kaynakları gerektiği gibi korunmamakta, madenciliğe, endüstrileşmeye ve çarpık kentleşmeye feda edilmektedir” denilerek şu ifadeler kullanıldı:
“Çok sayıda bölgemizde içme suyu havzalarının üzerinde; siyanür liçi yöntemiyle altın madenleri başta olmak üzere maden ruhsatları verilmiş, endüstriyel tesislerin kurulmasına göz yumulmuş; hatta büyük kentlerimizin gereksinimini karşılayan içme suyu havzaları imara bile açılmıştır. Yeraltı su kaynaklarımız da bu talandan payını almaktadır.”
‘Doğal SİT alanları planlama ve düzenlemeler ile ranta açılıyor’
“Suyumuzu koruyan ormanlarımız sürekli gerçekleştirilen yasal düzenlemeler ile yağmalanmakta; doğal SİT alanlarımız, havzalarımız koruma amacı ile yapıldığı söylenen planlama ve düzenlemeler ile ranta açılmaktadır” ifadelerinin yer aldığı açıklamada sürekli olarak yapılan yönetmelik değişiklikleri ile gözden çıkarılan yüzey sularının, yeraltı sularının, denizlerin, kıyı alanlarının, havzaların, ormanların, sulak alanlarının, korunan alanların, biyolojik çeşitliliğinin, doğal ve kültürel varlıkların, yaşam alanlarının rant uğruna yok edilmeye de devam edildiği vurgulandı. 2022 Yılı Dünya Su Günü teması ile ‘Yeraltı Suyunu Görünür Kılma’nın hedeflendiğine değinilen açıklamada şunlar aktarıldı:
“Oysa ülkemizde sadece yeraltı su kaynaklarımız değil, tüm su kaynaklarımız rant uğruna saldırı altında. Bizler bir kez daha suyun temel bir sağlık hakkı olduğunu, hiçbir şekilde ranta kurban edilemeyeceğini ve ticari bir meta haline getirilemeyeceğini haykırıyoruz. Türk Tabipleri Birliği olarak tüm canlılara ait olan su, toprak, doğal varlıklarımızın özelleştirilmesi; çok uluslu şirketlerin eline geçmesi süreçlerine karşı mücadeleyi dün olduğu gibi bugün de kararlılıkla sürdüreceğimizi belirtiriz.”
Yeterli, nitelikli, erişilebilir ve ücretsiz su
Yaşam ve ekosistemin vazgeçilmez bir parçası olan suyun; tüm canlılar için yeterli, nitelikli, erişilebilir ve ücretsiz olması gerektiğinin belirtildiği TTB açıklamasında son olarak şu sözlere yer verildi:
“TTB olarak ülkemizde suya erişimdeki eşitsizlikleri bertaraf edecek, su kaynaklarının korunmasını ve gelecek nesillere aktarılmasını sağlayacak, tarımsal su kullanımını daha verimli hale getirecek, su havzalarımızın kirlilik riski taşıyan konut, sanayi, enerji, madencilik sektörlerine karşı çok daha hassas korunmasını sağlayacak, yeraltı sularımızın kontrolsüz çekimini ve kirlenmesini önleyecek su politikalarının geliştirilmesinin ve uygulanmasının takipçisi olacağız.”