Ana Sayfa Blog Sayfa 890

Tarihi Ankara Garı yerleşkesini özelleştiren planlara iptal

Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin açtığı davada tarihi Ankara Garı yerleşkesini özelleştiren planların iptaline karar verildi.

Cumhuriyet’in simge kamusal alanlarından olan tarihi Ankara Garı yerleşkesi önce ikiye bölünmüş, ardından da Ankara Medipol Üniversitesi’ne tahsis edilerek, plan değişikliği ile “özel üniversite alanı” ilan edilmişti.

Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’nın kurucusu olduğu Türkiye Eğitim Sağlık ve Araştırma Vakfı’na bağlı Ankara Medipol Üniversitesi için Çevre Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylanan imar plan değişikliği ve plan değişikliğini Mimarlar Odası yargıya taşımış, Ankara 9’uncu İdare Mahkemesi ise davayı reddetmişti. Mimarlar mahkemenin verdiği ret kararını Ankara Bölge İdare Mahkemesi‘ne taşıdı. Temyizde, 9’uncu İdare Mahkemesi’nin ret kararını kaldırıldı ve dava esastan görüşülerek planlar iptal edildi.

Karakuş Candan: Kamusal mekanları korumaya devam edeceğiz

Kararı değerlendiren Mimarlar Odası Ankara Şube Başkanı Tezcan Karakuş Candan şunları söyledi: “Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın Ankara Tarihi Tren Garı’nı ikiye bölerek özel üniversite ile birlikte özel hastane yapmak isteyen Sağlık Bakanının kurucu olduğu vakıfın planlarına yargı dur dedi. Kamusal alanı özelleştiren, tarihi dokuyu korumayan, ulaşım sorunu yaratacak plan değişikliğinde yargı bir kez daha, Ankara Garında yapılacak tek şey onun korunmasıdır diyerek planları iptal etti.”

Mahkemenin kararının olumlu olduğunu vurgulayan Candan, “Bu kararda bir kez daha Ankara kentine planlama süreçleri ile yapılan ihanetler, liyakatsizlik, iş bilmezlik, kamusal alanın peşkeş çekilmesi, bilim ve teknik bilmezlik, Cumhuriyet değerlerine düşmanlık ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet değerlerini ve kamusal mekanları korumaya, bilimin rehberliğinde sağlıklı kentleşme mücadelemize devam edeceğiz” diye konuştu.

Bin 134 sanatçıdan ortak açıklama: Müzik susturulamaz, çünkü müzisyenler susmaz

 

Müzisyenlerin ortak açıklaması şöyle:

“Mutluluğu ya da mutsuzluğu yasaklayabilir misiniz? Neşelenmeyi ya da hüzünlenmeyi? Acıyı? Sevinci? Yası, hasreti, öfkeyi, umudu, coşkuyu yasalarla, yasaklarla ya da valilik kararlarıyla yok edebilir, ortadan kaldırabilir misiniz? İşte bu yüzden müziği de sanatı da yasaklayamazsınız. Olsa olsa bir konseri, bir sanat yapıtını ya da etkinliğini yasaklarsınız ve böylece sanata, müziğe, şarkılara, türkülere engel olduğunuzu zannedersiniz. Yanılırsınız. Tarih bu yanılgılarla dolu. Yanılanlar yok olup gitti; yasakladıklarını zannettikleri türküler bin yıldır dillerde. Müziğe saldırı tümden insanlığın ruhuna saldırıdır.  İki yıldır pandemi tedbirleri gerekçe gösterilerek müzisyenlere yönelik yasaklar ve kısıtlamalar, sektörde faaliyet gösteren birçok müzisyeni derin bir yoksulluğa mahkûm etti. Sanatından başka geçim kaynağı olmayan, enstrümanlarını satmak zorunda kalan, müzikle sanatla hiç ilgisi olmayan işlerle hayatta kalmaya çalışan binlerce müzisyenin sorunları, çığlıkları yazık ki bu yasakları koyanların vicdanına ulaşamadı. Tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdi de peş peşe gelen konser yasaklarıyla İktidarın sanat ve sanatçılar üzerindeki baskıları son bir ayda yeni bir boyuta geçti.

‘Kendi yaşam anlayışınızı bütün topluma dayatmaya çalışıyorsunuz’

Bu yasaklara gerekçe olarak “kamu güvenliği”, “toplumun ahlâkî değerleri” gibi ucu açık ifadeler kullanılıyor. Bu kararların ardında talimatı, altında imzası olanlara seslenmek istiyoruz: Bu uydurma gerekçelerin neyi perdelemek için kullanıldığını hepimiz biliyoruz. Bir konser yasaklandığında, sadece müzisyenler değil, o müziğin tüm dinleyenler de cezalandırılıyor. Bu kadarla da kalmıyor, menajerleri, organizatörleri, ses ve ışık teknisyenlerini, doğrudan ya da dolaylı olarak sektörden beslenen herkesi, aileleriyle birlikte cezalandırmış, sofralarındaki ekmeği almış oluyorsunuz. Kendi yaşam anlayışınızı bütün topluma dayatmaya çalışıyorsunuz. İstiyorsunuz ki, koca bir toplum sizin istediğiniz gibi, siz istediğiniz sürece ve sizin izin verdiğiniz kadar yaşasın. Bunun için sanata, sanatçıya, emeğe, şarkılara saldırarak insan ruhuna topyekûn pranga vurmak istiyorsunuz.

Büyük yanılgı içindesiniz. Bu ülkenin tek sahibi değilsiniz. Bu ülkenin sahibi hepimiziz ve bu ‘hepimiz’in içinde sizin kadar biz de varız. Bizler, yaratmak istediğiniz gri dünyayı her zaman şarkılarımızla, türkülerimizle danslarımızla gökkuşağının tüm renklerine boyamaya devam edeceğiz. Dilediğimiz kıyafetle sahneye çıkıp; şarkılarımızı istediğimiz dilde, dilediğimiz gibi söyleyeceğiz.

Sanatçıların koruma altında olduğunu söyleyen yasalar günü gelecek gerçekten uygulanacak. Sanat hepimiz için. Müzik hepimiz için. Gözünüze, kalbinize, vicdanınıza indirilmiş perdeyi kaldırın. Şarkıların, dünü bugüne, bugünü yarına bağladığını; bizleri ayrıştırmadığını, aksine birleştirdiğini göreceksiniz.”

91 Yaşındaki Rüçhan Çamay ilk imzacı 

Sanatçılar tarafından hazırlanan videoda ise açıklama metnini; Rüçhan Çamay, Tolga Sağ, İlkay Akkaya, Edip Akbayram, Belkıs Akkale, Şükrü Erbaş, Kemal Sahir Gürel, Ayşe Tütüncü, Gökhan Şeşen, Mehtap Meral, Saki Çimen, Mercan Erzincan, İrşad Aydın, Deniz Arcak, Serdar Keskin, Melike Demirağ, Erdal Bayrakoğlu, Fuat Talay, Kemal Kahraman, Hüseyin Turan, Yasemin Göksu, Hayko Cepkin, Serap Yağız, Babazula, Ceylan Ertem, Cahit Berkay, Esra Öztürk, Burhan Şeşen, Metin Kahraman ve Alper Bakıner okudu.

 

Küçük modüler nükleer santraller, geleneksel santrallerden daha fazla radyoaktif atık üretiyor

Clifford Maynes‘in bu makalesi Yeşil Gazete‘nin de parçası olduğu küresel bir gazetecilik işbirliği olan Covering Climate Now‘ın (CCNow) partneri olan The Energy Mix‘te yayımlanmıştır.

*

Nükleer endüstrisi tarafından canlanma için bir umut olarak görülen küçük modüler reaktörlere (SMR’lere) dair yeni bir çalışma, bu nükleer güç istasyonlarının, daha büyük ölçekli geleneksel olanlardan daha fazla  radyoaktif atık ürettiğini ortaya koyuyor.

Üretim birimi başına daha yüksek hacimlerde atık çıkaran SMR’lere, nükleer kapasite oluşturmak için daha ucuz ve daha hızlı bir yol umuduyla yatırım yapan ülkeler arasında Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık ve Kanada bulunuyor.

Kanada’da federal hükümet SMR’leri “güvenli, temiz, uygun fiyatlı bir enerji kaynağı, esnek, düşük karbonlu bir gelecek için fırsat ve Kanadalılar için fayda” olarak tanımlayan sektör oyuncularını içeren ‘Kanada Takımı‘nı finanse ediyor.

Ontario‘da Ford hükümeti, Darlington nükleer santral sahasında 2028’de faaliyete başlayacak bir SMR inşa etmesi için GE Hitachi‘yle anlaştı.

Ancak şimdi, New Scientist‘te yayımlanan SMR’lerin ilk bağımsız radyoaktif atık değerlendirmesi, “SMR’ler, kısa ömürlü düşük ve orta düzey atıkların hacmini büyük bir konvansiyonel reaktöre kıyasla 35 kata kadar artırabilir” diyor.

Çalışmada Toshiba, NuScale ve Terrestrial Energy‘den olmak üzere üç farklı SMR tasarımından çıkarılacak atıklar modellendi. Sonuçta, “Uzun ömürlü eşdeğerlerine göre, SMR’lerin 30 kata kadar daha fazla atık üreteceği” kaydedildi.

Çalışma, SMR’lerin  daha az verimli olduğunu, dolayısıyla atığın “daha yüksek hacimlerde ve daha karmaşık” olduğunu söylüyor. Buna göre SMR’ler daha fazla nötron sızdırıyor ve bu da kendi kendini idame ettiren nükleer reaksiyonu bozuyor.

Araştırmayı yöneten Stanford Üniversitesi‘nden Lindsay Krall, “SMR, standart reaktörlere kıyasla neredeyse tüm ölçümlerimizde daha kötü performans gösterdi” dedi. Krall, sektörden gelen bilgilerin “promosyon amaçlı” olduğunu söyleyerek, SMR’lerin ayrıntılı bir mühendislik gerektirmeyen “PowerPoint reaktörleri” olduğu yönündeki eleştirileri dile getirdi.

Stanford News, çalışmaya ilişkin şöyle yazdı:

“Çalışma, genel olarak küçük modüler tasarımların radyoaktif atık üretimi, yönetim gereksinimleri ve bertaraf seçenekleri açısından geleneksel reaktörlerden daha düşük olduğu sonucuna varıyor. Araştırma ekibi, 10 bin yıl sonra, üç çalışma modülünden boşaltılan kullanılmış yakıtlardaki plütonyumun radyotoksisitesinin, çıkarılan birim enerji başına geleneksel kullanılmış yakıttaki plütonyumdan en az yüzde 50 daha yüksek olacağını tahmin ediyordu.”

SMR geliştiricisi NuScale ise “eski bilgilere dayandığını” söyleyerek Stanford bulgularına itiraz etti. Bir başka geliştirici olan Rolls-Royce, “atık oluşumunu azaltacak bazı teknik yenilikler” içereceğini söyledi.

Energy Central‘da, nükleer blog yazarı ve proje yöneticisi Dan Yurman, çalışma deneyiminin olmadığını, sonuçların kalite güvenceli testlerden ziyade modellemeye dayandığını belirterek, “Bu tür bilgiler olmadan, raporun sonuçları varsayımlara ve teoriye dayalı olarak görülecektir.Simülasyon ve modelleme sizi ancak bir yere kadar götürür” diye yazdı. Ayrıca çalışmanın ABD Nükleer Düzenleme Komisyonu, Kanada Nükleer Güvenlik Komisyonu ve SMR geliştiricileri de dahil olmak üzere diğer kaynaklar tarafından yapılan incelemeleri dikkate almadığını ekledi. 

Destekçiler, SMR’lerin “küçük güzeldir” çekiciliğine sahip olacağını ve sera gazı emisyonlarını azaltmaya odaklanacağını umuyor. Ancak eleştirmenler, SMR’lerin küçük olmadığını belirterek, kazalar, atıklar, maliyet ve diğer etkilerle ilgili kamu endişelerini göz ardı ettiklerini söylüyor.

Eleştiri getirenler, SMR’lerin yeni ve kanıtlanmamış olduğu konusunda uyarıyor ve SMR inşaatının, tipik olarak reaktör inşaatını ve genel olarak mega projelerde sorun olan büyük maliyet aşımlarından ve tamamlama gecikmelerinden muaf olacağını düşünmek için hiçbir neden olmadığını söylüyor. Ayrıca bugüne kadar, SMR’lerin zamanında ve bütçeye göre oluşturulabileceğini gösterecek hiçbir gerçek dünya deneyimi olmadığına dikkat çekiyor.

En büyük endişe ise, SMR’lerin, güneş ve rüzgar gibi kanıtlanmış, başarılı yenilenebilir enerji kaynaklarına verilmesi gereken yatırım kapasitesini kendine çekecek olması.

Santralin kurulumundan sonra karbon ayak izinin eksiye düşmesi için geçmesi gereken süre sebebiyle nükleerin, küresel sera gazı emisyonlarını 2030 yılına kadar yüzde 45 oranında azaltmaya yönelikacil küresel hedefin karşılanmasına büyük bir katkı yapması beklenmiyor.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) altıncı raporuna göre küçük ölçekli, rüzgar ve güneş gibi dağıtılmış enerji kaynakları beklentileri karşılarken, nükleer gibi büyük ve merkezi teknolojiler yetersiz kalıyor.

MIT araştırmacısı Kate Brown da “Güneş ve rüzgar tesislerine kıyasla nükleer reaktörleri yerleştirmek ve inşa etmek çok uzun sürüyor” diyor.

 

CHP’li Öztunç: İktidarımızda ‘çevre rantı’ sona erecek

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı Ali Öztunç, AKP döneminde yapılan ekokırımlara ve çevreyi tahribata sürükleyen politikaları eleştirerek olası CHP iktidarında politikalarda ranta değil, çevreye öncelik verileceği yönünde açıklamalarda bulundu. 

Yeşil Gazete’ye konuşan Ali Öztunç, Kanal İstanbul’dan ormansızlaşmaya, Paris İklim Anlaşması‘ndan maden arama ruhsatlarına, İstanbul Havalimanı’ndan kömürlü termik santrallerine kadar birçok konuya değinerek AKP iktidarının ağacın yeşilini değil, doların yeşilini sevdiğini söyledi.

‘Çevrecilik onlarda sadece sözde’

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yirmi yıllık iktidarı boyunca malesef çevre konusunda hassas bir yönetim göstermedi” diyen Öztunç, iktidara şu sözlerle yüklendi:

“Çevre duyarlılığı gerçekten zayıf bir siyasi parti.  Her ne kadar kendilerinin çevreci olduğunu iddia etseler de çevrecilik onlarda sadece sözde. Ağacın yeşilini değil de doların yeşilini seviyorlar.”

Ormanı katlettin, ‘fidelerle Atatürk Havalimanı’nın olduğu bölgeyi ağaçlandıracağım’ diyorsun!’

“AKP iktidara geldiğinden bugüne kadar Türkiye’nin dört bir yanı delik deşik oldu” diyen Öztunç, yurdun dört bir yanında verilen maden ruhsatlarına ise şöyle eleştiri getiriyor:

“Her yere maden arama ruhsatı veriliyor. Ruhsat verildiği anda oralarda her tür maden arama çalışmaları başlıyor. Ağaçlar kesiliyor, toprağın bitki örtüsü kaldırılıyor, kuyular açılıyor, maden çıksa da çıkmasa da o alan adeta talan ediliyor. Son örneklerini verelim: Millet bahçeleri projeleri. Bunları bir çeşit Türkiye’yi ağaçlandırma olarak gösteriyorlar. En basit örneği; Atatürk Havalimanı. Havalimanının olduğu bölgeye ‘Millet Bahçesi yapacağız, ağaçlandıracağız’ diyorlar. İyi de üçüncü havalimanını neden yaptın o zaman oraya? Orası ormandı. Ormanı katlettin, doğal bitki örtüsü olan ormanı kestin, ‘fidelerle Atatürk Havalimanı’nın olduğu bölgeyi ağaçlandıracağım’ diyorsun! Bunlar gerçekten insanların akıllarıyla dalga geçmektir.”

“İktidarları devam ederse; ki bu mümkün değil, Atatürk Havalimanı’ndaki ranta açma projesidir. Orada başka birtakım hesaplar içerisindeler” ifadelerini kullanan CHP’li Öztunç ayrıca Türkiye’deki orman yangınlarına ve THK uçaklarıyla yangın söndürme araçlarına da değindi.

‘Onlarda da yangın başladı, söndürüldü; bizde bir türlü söndürülemedi’

Türkiye’nin Akdeniz çanağında yer alan bir ülke olduğuna vurgu yapan ve buradaki Yunanistan ve İspanya da dahil ülkelerin, özellikle geçen yıl, çok ciddi orman yangınlarıyla karşılaştığını hatırlatan CHP’li Öztunç şunları aktardı:

Yunanistan, İspanya ve Türkiye’de… Saydığım ülkelerde orman yangınları başladı, söndürüldü. Bizde ise bir türlü söndürülemedi. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı var, bu işlerle ilgilenmiyor. Tarım ve Orman Bakanlığı var, hiçbir şekilde ormanları korumakla ilgili çalışma yapmıyor. Orman yangınları ülkesi olan Türkiye’nin uçağı, yangın söndürme helikopteri yok. Türk Hava Kurumu (THK) var olan helikopterleri ve özellikle uçakları hangarlara çekiliyor. Bunların kullanılmasına izin verilmiyor. Niye? Rus firması para kazansın diye. O Rus firmasıyla uçak kiralama aracılığını kim yapmışsa Türkiye’deki orman yangınlarının söndürülememesinin sebeplerinden birisi de odur.”

‘Orman yangınlarıyla ilgili çok ciddi tedbir alınması gerekiyor’

Orman yangınlarının her dönem olacağını, ancak önemli olanın yangını södürebilmek olduğunu vurgulayan CHP’li Ali Öztunç, “Bunun için de yapılabilecekler var. Örneğin bu orman yangınlarından sonra Muğla’da Orman Çalıştayı düzenledik. En azından sorunları tespit ettik, çözüm önerilerimizi dile getirdik. Orman yangınlarıyla ilgili çok ciddi tedbir alınması gerekiyor” dedi ve ekledi:

“Orman bölgelerinde orman köylüsüne fırsat verilmesi gerekiyor. Orman köylüsü görevlendirilmeli. Altı ay geçici işçilik olmaz. Oysa yıl bazında olsa (çalışan) en azından onu mesleği olarak kabul eder ve layıkıyla yapmaya çalışır.”

CHP’den orman sözü

Gelecek süreçte, iktidar değişiminde orman yangınlarına ilişkin çok ciddi çalışmalar yapacaklarını söyleyen CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztunç, partisinin orman koruma konusundaki vaatlerini şöyle anlatıyor:

“Ormanı bir ekolojik sistem, bütün olarak göreceğiz. Sadece ağacıyla değil, çalısıyla çırpısıyla, börtüsüyle böceğiyle orman olarak görülecek ve bu konuda ciddi korumalar alacağız. Asla ormanlık alanlarda ormansızlaşma projelerini sürdürmeyeceğiz. Ormanı asla ağaç, para olarak görmeyeceğiz. Seyrekleştirmek adı altında sadece kendi yandaşlarını zengin etmenin hesabı içerisindeler.

‘Kanal İstanbul’a izin vermeyeceğiz’

Kanal İstanbul diye bir proje getiriyor. Gerçekten yüz yıllardır kimsenin aklına gelmemiş, beyefendinin aklına gelmiş. Saçmasapan ve asla yapılmaması gereken, bizim de çok şiddetle karşı çıktığımız bir projedir. Bunun yapılmasına izin vermeyeceğiz.”

‘Sorunu nasıl çözeceğimizi biliyoruz’

Muhalefet partisi olarak hükümetin çevre konusundaki yanlışlarını, eksiklerini tespit ettiklerini ve bunları her yıl doğa hakları ihlalleri raporlarıyla yaptıklarını belirten CHP’li Öztunç, sözlerine şöyle devam etti:

“Sorunu nasıl çözeceğimizi biliyoruz. Siyanürle altına ayrıştırma işine izin verilmemesi gerektiğini söylüyoruz. Sahil bölgelerinde gördüğünüz her ufacık araziye ağaçları kesip otel, yazlık, villa yapılmaması gerektiğini söylüyoruz. Koylarımızın talan edilmemesi gerektiğini söylüyoruz. Yangınlardan sonra ormanlık alanların rezidanslara açılmaması gerektiğini söylüyoruz. Doğal yaşamın korunması gerektiğini söylüyoruz.”

‘Parayı duyunca getirdi, onaylattı Tayyip Bey’

Türkiye’nin, Paris İklim Anlaşması‘na imza atttığının altını çizen CHP’li Öztunç, şunları aktarıyor:

“Parayı duyunca getirdi, onaylattı Tayyip Bey. Ama onaylandı bu. Vaatlerimiz var: Mesela kömürlü santrallerden çıkmak. Bu vaadi veriyorsunuz, geliyorsunuz Türkiye’de kömürlü termik santralleri artırmak için çaba harcıyorsunuz.”

‘İnsanların tepesinden aşağıya zehir akıyor’

Afşin, Elbistan bölgesindeki santrallere işaret eden CHP’li Öztunç hükümeti çevre tahribatlarını örnek vererek eleştiriyor:

“Afşin, Elbistan yeni santraller açılması için hükümet çaba harcıyor. Eskileri zaten filtresiz çalışıyor. İnsanların tepesinden aşağıya zehir akıyor. Kül yağıyor. Dünyanın hiçbir ülkesinde yoktur ki; kışın kar siyah yağsın. Afşin’de, Elbistan’da kar simsiyah yağıyor. Çevre katliamları devam ediyor. AKP hiç umursamıyor. Halka bakmıyor, ranta bakıyor. Başka hiçbir şeyi gözü görmüyor. Biz çevre politikamızda CHP iktidarında rantı hiçbir şekilde düşünmeyeceğiz, önce ‘çevre’ diyeceğiz. Gidip de şehirlerin en güzel yerlerinde maden ocaklarına izin verilemez. Termik santrallere izin verilemez, o şehirleri bitirir.”

‘CHP iktidarında Türkiye’de çevreye saygılı bir iktidar olacak’

Son olarak CHP’li Ali Öztunç, ülkenin enerji ihtiyacına da değinerek yenilenebilir enerjiye işaret ediyor:

“Şüphesiz ki Türkiye‘nin enerjiye ihtiyacı var. Ama yenilenebilir enerji diye bir enerji var artık. Bunları değerlendirmemiz gerekiyor. JES‘e karşı değiliz ama jeotermal santrallerin re-enjektesinden tutun nasıl çalıştığına kadar yeni düzenleme yapılması gerekiyor. Aydın Germencik‘e gidin, kükürt kokusundan duramazsınız. Biz diyoruz ki olsun ama çevre ihlalleri yapılmadan gerçekleşsin.

CHP iktidarında Türkiye’de çevreye saygılı bir iktidar olacak. Biz ekolojiyi koruyacağız çünkü bu doğa bize atalarımızdan miras bırakıldı.”

ODTÜ Rektörlüğü Onur Yürüyüşü’nü yasakladı

ODTÜ LGBTİQAA+ Dayanışması‘nın 10 Haziran’da gerçekleştirileceğini duyurduğu Onur Yürüyüşü‘ne rektörlükten yasak geldi. ODTÜ Rektörlüğü tarafından bugün sabah saatlerinde öğrenci ve mezunlara atılan mailde yürüyüşe izin verilmeyeceği “Kampüsümüzde planlanan bu izinsiz yürüyüş ısrarının devam etmesi durumunda gerekli her türlü güvenlik önemleri alınacaktır” ifadeleriyle duyuruldu.

ODTÜ LGBTİQAA+ Dayanışması, iki yıl aradan sonra Onur Yürüyüşü düzenleneceğini duyurmuş, #Hatırla sloganı ile tüm öğrencileri 10 Haziran’daki yürüyüşe davet etmişti.

Rektörlüğün ‘başınıza bir şeyler gelir’ iması

ÜniKuir’in duyurduğu yasaklama öncesi Dayanışma’dan aktivistler, rektörlükle yaptıkları temaslarda rektörlüğün açık açık “Yürüyüş yapmayın” dediği aktarmış, üstelik “Başınıza bir şeyler gelir” diye imalarda bulunduğunu ifade etmişlerdi.

Rektörlük Onur Yürüyüşü’ne yönelik çağrıları “Üniversitemiz kampüsünü kendilerinin ülkemizdeki izinsiz yürüyüş merkezi olarak lanse etmeye çalıştığı farklı paylaşımlar” olarak niteledi. Rektörlük, kampüste Onur Yürüyüşü gerçekleşmesi durumunda “her türlü güvenlik önleminin” alınacağını duyurdu.

‘Zararın hep birlikte engellenmesi’ çağrısı

Açıklamada ayrıca Onur Yürüyüşü’nün, ODTÜ’nün kurumsal bütünlüğüne ve imajına zarar vereceği iddia edilerek bu “zararın” hep birlikte engellenebileceğine yönelik çağrıda bulunuluyor.

2019’da yapılan 9. Onur Yürüyüşü öncesinde rektörlük, öğrencilerin işkence ile gözaltına alındığı yürüyüş öncesinde polisi kampüse davet etmişti.

‘Nefret çağrısı’

Açıklamanın üzerine ÜniKuir’e konuşan ODTÜ LGBTİQAA+ Dayanışması’ndan bir aktivist, yürüyüş öncesi temas kurdukları rektörlüğün, açıklamada farklı bir tavır alarak kendilerini tanımıyormuş gibi davrandığını ve “sanki okulu karıştırmaya çalışan bir grup gibi” göstermeye çalıştığını ifade etti. Genç aktivist, metinde yer alan üniversiteye gelecek zararın hep birlikte engellenebileceği vurgusunu işaret ederek bunun bir nefret çağrısı gibi okunabileceğini bildirdi. Dayanışma, her şeye rağmen yürüyüşü yapmaya kararlı olduklarını ve yasağa ilişkin dava açacaklarını duyurdu.

İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için binlerce kadın ikinci defa Ankara’da

Eşitlik İçin Kadın Platformu’nun (EŞİK) çağrısıyla İstanbul Sözleşmesi’nin savunması öncesinde kadınlar Ankara’da bir araya geldiler. Kadınlar geceden Bodrum’dan, Adana’dan, İstanbul’dan ve birçok şehirden savunmaya destek vermek için yola çıktılar.  Sözleşme’nin feshine karşı açılan davaların ikinci duruşması için yurdun dört bir yanından Ankara’ya gelen kadınlar Danıştay önünde saat 9.00’da bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. 

Onlarca kadın ve LGBTİ+ örgütünden avukatların ve hak savunucularının bulunduğu basın açıklamasında, avukatlar ve erkek şiddetine maruz kalarak hayatını kaybeden kadınların yakınları da söz aldı. Avukat Selin Nakıpoğlu’nun yaptığı açıklamada 28 Nisan’da gerçekleştirilen, binlerce kadının doldurduğu duruşma hatırlatılarak şunlar aktarıldı:

“‘İstanbul Sözleşmesi’nden vazgeçmiyoruz’ demek için 28 Nisan’da buradaydık, 650 kişilik konferans salonunda sayımız bini aştı. Bugün yine burada ülkenin dört bir yanından yüzlerce kadın, hukuksuz fesih bildiriminin yargılanmasına tanıklık edecek. İstanbul Sözleşmesi’ni yine birlikte savunacağız.”

‘Bu kavga karanlık ve aydınlığın kavgası’

“Bir tarafta tek kişilik kararlar varsa diğer tarafta biz milyonlarız” diyen Nakıpoğlu,  eşit yurttaşlık kavramına tahammülleri olmayanların yapmış olduğu karalama ve saptırmalarla sözleşmeden imza çekildiğinin altını çizerek “Şimdi ‘ben istedim oldu’ kararına karşı açtığımız davaların duruşmasına katılmaya geldik.  Neden bu kadar emek, bu kadar mücadele? Çünkü bu kavga karanlık ve aydınlığın kavgası, hukukun gücüne, adalete, toplumsal cinsiyet eşitliğine inananların mücadelesi” dedi.

Erdoğan, sürtük ve eril şiddet

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın geçen günlerde Gezi direnişçilerine yönelik söylediği “Sürtük” kelimesine de değinilen açıklamada ayrıca şunlar kaydedildi:

“Kadına yönelik erkek şiddetinin en yaygını, en karşılaşılanı nedir? Küfür, hakarete maruz kalmak ve aşağılanmak. Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı’nın Gezi Direnişi’ne katılan vatandaşlar için sarf ettiği sözü duyunca şaşırmadık. Duyduklarımızın en kötüsüydü belki ama ilk hakaret değildi. Yıllardır dediğimiz gibi siyasal iktidarın şiddet içeren bağırıp çağıran dili erkeklerin cesaretlenmesine yol açıyor.”

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun kapatma davası ve hukuk devleti arayışı

1 Haziran’da ilk duruşması görülen Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Derneği’nin kapatma davasına da değinilen açıklamada “Siyasi iktidar muhalif kesimlere ve özellikler kadın siyasetçilere, kadın ve LGBTİ+ hakları savunucularına, kadın sanatçılara sistematik olarak taciz ve baskı uyguluyor, eril şiddeti bu yönde de teşvik ediyor. Hukuk devleti olma yolundan gittikçe uzaklaşıyoruz” denildi ve şunlar eklendi:

“Sizi dört gün önceye götürmek istiyoruz. Dört gün önce altıncı yargı paketi niteliğindeki 24 maddelik Hakimler ve Savcılar Kanunu ile bazı kanunlarda değişiklik yapılmasına ilişkin kanun teklifi meclis başkanlığına sunuldu. Bu durum neden önemli biliyor musunuz? Yürütmenin anayasaya ve yargı bağımsızlığına çok açık müdahalesi olduğu için.

Danıştay önünde kadın mücadelesini sürdüren yüzlerce kadın İstanbul Sözleşmesi’nden çıkma kararının hukuksuz olduğu için adliye koridorlarında savunmalara destek verirken ayrıca dışarıda da “İstanbul Sözleşmesi yaşatır” sloganları attı.

‘Asıl katil kadınları korumayan devlettir’

Önce Çocuklar ve Kadınlar Derneği‘nden yapılan açıklamada ise Danıştay’daki savunmaya 20 farklı şehirden yirmi ayrı cinayette yakınlarını kaybeden ailelerin geldiğinin altı çizilerek “Bugün biz 20 farklı şehirden, yirmi aileyi getirdik buraya. Kızları, eşleri, çocukları öldürülen 20 aile… Burada fotoğraflarını taşıyorlar kızlarının. Diyarbakır’dan, Mardin’den, İzmir’den, Giresun’dan… Duruşma salonunda birlikte olacağız. İstanbul Sözleşmesi vardı ama bu kadınlar korunmadı. Çünkü İstanbul Sözleşmesi uygulanmadı. Kadınlarımız öldürüldü” denildi ve eklendi:

“Ama şöyle bir gerçek var; İstanbul Sözleşmesi olmasa daha çok kadınlarımız öldürülecek, daha çok şiddet uygulayan olacak. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmaya çalışan, şu an burada bulunan ailelerimizin kızlarını öldüren asıl katil kocaları, babaları, eşleri veya kardeşleri değil asıl katil bu kadınları korumayan devlettir.”

Kürtçe oyun, Adana’dan sonra Mersin’de de yasaklandı

Mersin Büyükşehir Belediyesi Kongre Salonu‘nda dün oynanması planlanan Kürtçe tiyatro oyunu Tartuffe”, Mersin Valiliği tarafından ‘Kamu güvenliği’ gerekçesiyle 20 saat kala iptal edildi.

Gece saat 23.00’te İl Emniyet Müdürlüğü‘nden oyuna izin verilmediği bilgisini aldıklarını paylaşan Amed Şehir Tiyatrosu, sosyal medya hesabından yaptığı aıklamada, “Oyuna 20 saat kala arayıp izin verilmediğini bildirmeleri, bu durumun keyfi bir yasaklama olduğunu apaçık ortaya koymaktır” dedi.

Amed Şehir Tiyatrosu’nun açıklamasına göre, Tartuffe oyununu 5 Haziran’da Adana’da, 6 Haziran’da Mersin’de oynamak için Büyükşehir belediyelerine yapılan başvuruda, yasada olmamasına rağmen valilik izni talep edildi:

“Belediye salonlarının kendi güvenlik görevlilerinin bulunması nedeniyle Valilik izni almamızın doğru olmadığı konusunda belediyelerin kültür bürokratlarını bir türlü ikna edemedik. Buna rağmen Valiliklere bildirimde bulunduk. Oyunumuzun içeriği ile ilgili yasal açıdan hiçbir sorun olmamasına rağmen Adana ve Mersin Valiliği ‘kamu güvenliği’ nedeniyle oyunumuzun gösterimine izin vermedi.”

Asimilasyoncu politikalar karşısında cesaretli davranmadılar

“Son günlerde Kürt ve muhalif sanata yapılan faşizan yasaklamaların hızla devam edeceği kaygısını taşıyoruz” açıklamasını paylaşan ekip, son zamanlarda yaşanan ‘yasaklama’ olaylarına da değinerek CHP’li belediyeleri eleştirdi:

“İktidarın Kürt sanatına, kültürüne, diline, siyasetine ve yaşam alanına uyguladığı faşizan tutumun yanında Adana ve Mersin CHP belediyelerinin de yasal olmayan fiili tutumu kabullenişi ve ısrarla bizden ‘izin belgesi’ istemesi durumu asimilasyoncu politikaların karşısında cesaretli davranmadıklarını göstermektedir. Adana ve Mersin CHP yönetimi ve belediye bürokratları, yaşanan bu durum karşısında tutundukları aciz tavırla, asimilasyoncu bilinçaltı ve korkuyla mı Türkiye’de demokratik bir zemin yaratacak?”

Bingöl termik istemiyor: Para mı, sağlık mı?

Bingöl Karlıova‘da Derinçay Köyü’ne yapılmak istenen Bingöl Karlıova Termik Santrali için bugün tekrar ihaleye çıkılıyor. 

İlk olarak 2008 yılında çıkılan ama katılım olmadığı için ertelenen ihale, daha sonra AKSA firması tarafından alınmış, 2013 yılında firmanın ihaleden çekilmesi ile yeniden boş kalmıştı.

Köylüler ve çevre halkı; yeni verim almaya başladıkları topraklarda organik tarıma, hayvancılığa, kaynak sularına, ormanlara ve halk sağlığına zarar verecek santral inşasına tepki gösteriyor. 

Kiğı Karakoçan Adaklı Yayladere Yedisu İlçeleri Sosyal Yard. Kalk. Kültür Derneği  (KAYY-DER)Doğu ve Güneydoğu Dernekler Platformu (DGD) ve Karakoçan  Dernekleri Federasyonu (KARDEF) ve Adaklı, Kiğı, Sancak ve Yayladere‘den çok sayıda yerel sivil toplum örgütü bir basın açıklamasıyla termik santrale ‘hayır’ dedi.

“Faydası tek, zararları pek olan; Bingöl Karlıova’da yapılması planlanan
Termik Santrali için siz karar verin… Para mı? Sağlık mı?” diye soran örgütler, bölgenin Bingöl’ün içme suyu kaynağı olduğuna dikkat çekti:

“Bingöl ülkenin önemli su havzalarına sahip. Ancak Peri Vadisi üzerinde inşa edilen dokuz, Murat Vadisi üzerinde inşa edilen dört HES barajı ile bölgenin coğrafi dokusu tamamen değiştirilmiştir. Şimdi Göynük Vadisi’ni de Halifan Kömür Termik santrali ve sonrasında HES’lerle kuşatıp yok etmeyi planlamaktadırlar. Para ve rant hırsı ile çocuklarımızın emaneti olan doğamızı korumak ve bu konudaki duyarlılığımızı göstermek için toplandık.”

İktidarın görünür ikiyüzlülüğü

Siyasi iktidar, ısrarla enerji politikaları üzerinden, şirketlere ve sermayeye destek vermeye devam ettiği ifade edilen açıklamada, Türkiye’nin imzaladığı çevre anlaşmaları da hatırlatıldı:

“Bir yandan Avrupa Birliği’nin nin yeşil fonlarından hibe alabilmek için iklim anlaşmalarına imzalar atıyor ve yenilenebilir enerjiler üzerinden desteklerini yürüteceğini, planlamalarını hızlandıracağını söylüyor; diğer taraftan kirli olduğunu kapitalist sistemin dahi kabul ettiği Termik Santrallere aynı hızla yol veriyor. Bu tamamen siyasi iktidarın görünür ikiyüzlülüğüdür.

Asıl amaçları ister Termik Santraller, ister Nükleer santraller, ister yenilenebilir enerji olsun; şirketlere, sermayeye destek için ihaleler, izinler verilmeye devam ediliyor.

Yaşam alanımızıda ekolojik kırım istemiyoruz

İhalenin iptalini talep eden halk, termik santralin;

  • Atmosfere karbon, sülfür, kül gibi zehirli gazların salımından ötürü uzun vadede canlı hayatını olumsuz bir biçimde etkileyeceğine,
  • Farklı kanserojen hastalıkların ortaya çıkmasına ve ölüme dahi neden olabileceğine,
  • Gıda ürünlerinin yetiştirildiği alanların, termik santral dolayısıyla
    azalacağına ve ağır metallerin gıda ürünlerine ve içme suyuna karışacağına,
  • Yanan kömürlerin yarattığı hava kirliliği ile asit yağmurlarının görülme olasılığının artacağına,
  • Bölgede KOAH, astım gibi solunum yolu hastalıklarının yanında kanserin görülme sıklığının artacağına,
  • Soğutma suları için yeraltı sularının kullanılması ile içme suyu kaynaklarını kurutacağına; atık sıcak suların toprak yapısını tahrip ederek canlı yaşamını öldüreceğine,
  • Termik santralin çevresindeki ekosistemin tamamen bozulmasına
    sebep olacağına vurgu yaptı.

Termik santralin tek faydasının, kalitesiz kömürler kullanıldığı için diğerlerine göre daha ucuz elektrik üretilmesini sağlamak olduğunu dile getiren Bingöllüler, “Tarım, su kaynakları, ormanlar, hayvancılık dünyada bu kadar önemliyken dünyamızı karartmayalım” çağrısında bulundu.

Veriler yalan söylemez: Ormansızlaşıyoruz!

Dünya Çevre Günü‘nde okuyucuyla buluşan“Türkiye Ormancılığı 2022: Türkiye’de Ormansızlaşma ve Orman Bozulması rapor- kitabı, resmi verilerle önümüze koyulan ‘orman artışı’nın aslında gerçek olmadığını açıklayan önemli bir kaynak.

Türkiye Ormancılar Derneği’nin (TOD) yayımladığı ve Bartın Üniversitesi Orman Fakültesi‘nden Prof. Dr. Erdoğan Atmış‘ın editörlüğünde toplam 13 uzmanın hazırladığı çalışma, yangınlardan endüstriyel ağaç kesimine, ormanlık alanların her türlü kullanıma açılmasından, yönetimsel eksikliklere Türkiye’nin ormanlarının nasıl yok edildiğini gösteriyor.

Kitabın editörü Erdoğan Atmış durumu şöyle özetliyor:

“İktidar ne kadar ormanlar artıyor dese de bu yalan. Türkiye’de ormanlar artmıyor. Alan olarak da nitelik olarak da artmıyor. Her gün biraz daha geriye gidiyor.”

Türkiye’de orman alanı artışının topluma şeffaf ve doğru bir şekilde aktarılmadığını, konunun bazı yönleri ön plana çıkarılırken bazı yönleri saklı tutularak toplumda gerçeklerle uyumlu olmayan bir algı yaratılmaya çalışıldığını anlatan rapordan bazı bilgiler şöyle:

  • Orman alanı artışı ülkenin tamamında değil, genellikle göç veren, nüfusu azalan bölgelerde yaşanıyor. Bu bölgelerde, terk edilmiş tarım toprakları ile meraların kendiliğinden ormanlaşması orman alanı artışının ana nedeni.
  • Fiilen orman olmayan ve ülke toplam orman alanının yüzde 3,2’sine karşılık gelen alanlar orman varlığı envanterinde halen orman olarak görünmeye devam ediyor.
ORMANLAR HANGİ SEKTÖRLERE ‘TAHSİS’ EDİLİYOR?
  • En önemli konulardan biri de orman alanlarının ormancılık dışı kullanımlara tahsisi: Orman Yasası’nın ilgili maddelerinde sık sık yapılan değişiklikler,  birçok değişik amaç için orman alanlarının ormancılık dışı uygulamalara tahsisi olanaklı hale getirdi.
  • Ormanların en sık tahsis edildiği sektörler ise enerji ve madencilik.

2020 yılı sonu itibarıyla toplam 748 bin hektar orman alanı madencilikten enerjiye, turizmden ulaştırmaya uzanan geniş bir yelpazedeki uygulamalara tahsis edilmiş durumda.

2016-2020 yapılan yıllık ortalama tahsis miktarı ise yaklaşık 39.000 hektar.

  • 2012- 2020 yılları arasındaki dokuz yıllık dönemde yapılan toplam 51 bin 663 tahsis işleminin  yaklaşık yüzde 44’ü madencilik, yaklaşık yüzde 20’si ise enerji sektörüne yapıldı.
  • Veirler, yapılan tahsislerin yalnızca tahsis edilen orman alanını değil aynı zamanda civarındaki orman alanlarını da olumsuz etkilediğini
    ortaya koyuyor.

ANAYASA ÇİĞNENDİ, ORMANLAR ORMAN SINIRI DIŞINA ÇIKARILDI
  • Orman Yasası’na 2018 yılında eklenen Ek 16’ncı madde ile orman sınırları dışarısına çıkarılma işlemi yeni bir boyut kazanarak  üzerinde yerleşim oluşmuş orman alanlarının orman sınırları dışına çıkarılmasını olanaklı hale getirildi:  Anayasa’nın 169’uncu maddesine açıkça aykırı olan söz konusu maddenin iptali için açılan davada Anayasa Mahkemesi başvuruyu reddetmiştir.

Bugüne kadar Ek 16’ncı madde doğrultusunda toplam 928 hektar orman alanı orman sınırları dışarısına çıkarıldı; yani üzerinde kanuna aykırı şekilde yapılaşma gerçekleşen orman alanları, yasa değişikliği ile göz göre göre kaybedildi.

Ağaçlandırma aldatmacası
  • Ağaçlandırma çalışmalarının orman alanı artışındaki payı ise gösterilmeye çalışıldığı kadar yüksek değil: Yapılan ağaçlandırmaların çoğu ise yeni orman alanı kazanmak amacıyla değil, mevcut orman alanlarının niteliğinin yükseltilmesi amacıyla yapılmakta. Endüstriyel ağaçlandırmalar da esasen mevcut orman alanlarında ve yalnızca odun üretimini artırmak amacıyla yapıldığı
    için orman alanı artışına herhangi bir katkı yapmıyor.
  • AKP iktidarı öncesi 19 yıl boyunca (1984-2002), Türkiye’nin toplam ağaçlandırma miktarı 1 milyon 115 bin 367 hektar ve yıllık ortalama ağaçlandırma miktarı ise 59 bin hektar. AKP iktidarındaki 19 yıl boyunca (2003- 2021 yılları arası) yapılan toplam ağaçlandırma miktarı ise 609 bin 90 hektar  ve yıllık ortalama ağaçlandırma miktarı 32 bin hektar. Yani, AKP hükümetlerinin görevde olduğu dönemde, aynı süreye karşılık gelen bir önceki döneme göre daha az ağaçlandırma yapılmış.

  • Son yıllarda endüstriyel ağaçlandırma adıyla gerçekleştirilen ve mevcut orman alanlarının tıraşlama kesilerek yeniden ağaçlandırılması çalışmaları da ağaçlandırma istatistiklerine dâhil edilerek, ağaçlandırma verileri olduğundan daha fazla gösteriliyor.
  • Öte yandan orman alanı artışı son döneme mahsus bir durum değil: Daha öncesine ilişkin güvenilir veriler olmasa da en azından son 50 yıldır Türkiye’de orman alanları artıyor. 1946 yılından günümüze kadar ormanlık alanlarda ağaçlandırılarak kazanılan alanlar toplamın yüzde 3,2’sini oluşturuyor.
‘Korunan’ alanlar korunmuyor
  • Korunan alan sistemi içerisinde yer alan milli parklar, tabiatı koruma alanları, tabiat parkları ve yaban hayatı geliştirme sahaları gibi orman alanlarının yönetiminde yaşanan sorunlar da orman bozulmasına yol açan
    temel nedenlerden biri.

Koruma – kullanma dengesi açısından ağırlıklı korunan alanlar azalmakta ya da sabit kalmakta iken kullanma ağırlıklı kullanılan alanlar hem sayı hem de alan olarak arttı.

Milli parkların, tabiatı koruma alanlarının ve yaban hayatı geliştirme sahalarının sınırları daraltılarak  elde edilen alanlar yoğun insan kullanımına açılıyor.

  • Korunan alanların işletilmesi en fazla kâr etmeyi önceliği haline getirmiş özel sektör kuruluşlarına yaptırıldığı için, bu şekilde yönetilen korunan alanlar korunan alan olmaktan çıkmakta ve adeta bir rant zincirinin halkaları haline geliyor.
  • Bilimsel açıdan tabiat parkı olma niteliği taşımayan orman içi mesire yerlerinin topluca tabiat parkına dönüştürülmesi yoluyla korunan alan miktarı artırılıyormuş gibi gösterilmesine karşın söz  konusu alanlarda koruma amaçlı hiçbir çalışma yapılmıyor.

Rakamlarla oynamayı başarı gibi gören anlayış

Kitabın sunulduğu basın toplantısında Türkiye’nin önde gelen ormancılık uzmanları, ormanlarımızı tehdit eden faktörleri anlattı.

Açılışı yapan Türkiye Ormancılar Derneği Genel Başkanı Ahmet Hüsrev Özkara, Devlet Planlama Teşkilatı‘nın ormancılığı “sektör” olmaktan çıkarıp “çalışma grubu” haline getirdiğinden beri Derneğin, devletin bırakmış olduğu sektör çalışması görevini üstlendiğini vurguladı.

“Tüm çalışma alanlarında rakamlarla oynamayı başarı gibi gören, topluma bunu anlatırken sahte haz duyan bir anlayış var” diyen Özkara, ormanlık alanların rakamsal olarak kağıt üzerinde nasıl artırıdığını ise şöyle anlattı:

“Orman sahası planlamalarında iki taraf belirlenir: Ormanlık ve ormansız alan.

2000′ li yıllarda 20.2 milyon hektar olan ormanlık alan, şu anda 23.1 milyon hektar gözüküyor. AKP dönemindeki buartışla ilgili ise çok çarpıcı bir şey var: Ormansız alan dediğimiz, yani orman alanı olmayan ama adı orman toprağı olan geçen alanları, ormanlık alan statüsünde göstermek için yeni bir sistem geliştirdiler. Buradaki fark 2 milyon 400 dönüm saha, bunlar kağıt üstünde düzenlemeyle ormanlık alan sayıldı. Buna benzar konularda algı yaratma çabası maalesef giderek pekişti. Bunlar bizzat çalıştığımız rakamlar, afaki değil. Tek tek hepsini aktarabiliriz.”

Parçalanarak artan ormanlar

Orman alanı artışında, ormanlık alanların parçalanmasının da etkili olduğunu vurgulayan Erdoğan Atmış, durumu şu sözlerle açıkladı:

“Ormanların sayısı, her şeyin ormanlarda yapılmasına izin verilmesiyle arttı. Ormanlar hızla parçalara ayrıldı bu dönemde. Nasıl arttı ormanlar? Büyük ormanlarımız çok küçük parçalara ayrıldı. Küçüldü ormanlarımız! Yol geçirilmesiyle, enerji tesisi yapılmasıyla; ormanlara yol, otel, hastane, camii yapılmasıyla bölündü.

2020 yılı itibariyle 748 bin hektarlık ormanın maden, turizm gibi faaliyetlere açıldığını, Cumhurbaşkanına verilen yetki ile de alanların kolaylıkla “orman sahası dışına çıkarıldığını anlatan Atmış, “Kalkınma kaynağı olarak görülen ormanları ekonomiye kurban ettiler” dedi.

Sadece 11 yıl içinde ormanlardaki parça sayısındaki artış yüzde 56’yı aştı.

10 hektardan küçük orman alanı sayısı yüzde 118 arttı.

 

Yangınların temel nedeni

Atmış’a göre, orman yangınlarının asıl nedeni de bu parçalanma:

“Oteller yaptınız villalar, yollar elektrik hatları yaptınız. Ormanların içindeki insan etkileşimi arttı. Oysa yaz ayarında orada sadece yaban hayatı vardı. Parçalanma ayrıca yangına müdaheledeki başarısızlığın da ana nedeni.”

Cumhurbaşkanı’nın Ek 16 ile, sadece yapılaşmış alanları değil, her türlü ormanı ormanlık alan sahası dışına çıkarabildiğini söyleyen Atmış, durumu ” Akıl dışı ve anayasaya aykırı bir yetki” olarak tanımladı.

Korunmayan ‘korunan’ alanlar

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Orman Fakültesi Öğretim Üyesi ve Yeşil Gazete yazarı Cihan Erdönmez korunan alanlar sistemine dair yaptığı çalışmayı anlattı.

Erdönmez, korunan alanların yüzde yüz korunduğunun düşünülmemesi gerektiğini belirtti: Korunan alan statüleri, koruma-kullanma dengesi içinde kategorilere ayrılıyor. Korumanın azalıp, kullanımın arttığı bir dereceye göre sıralanıyor.

Tabiatı Koruma Alanları bu sıralamanın üstünde ve en sert korunan alanlar, öte yandan miktarı 64 bin hektardan 46 bin hektara düştü. Daha az sıkı korunan alan statüsünde bulunan Tabiat Parkları ise 69 bin hektardan 107 bin hektara çıktı:

“Ormancılar korunan alan kavramını diğer disiplenlerden 30-40 yıl önce Türkiye’ye getirmiştir. Ama maalesef öncülüğünü yağtığımız şeyi devam ettiremiyoruz. Koruma alanlarının sermaye ve siyasi rant yaratma aracına dönüştürüldüğünü görüyoruz. En sıkı korunan alanlardan olan Tabiat Parkları, adeta lunaparka dönüştürüldü.”

Yangın sezonuna nasıl giriyoruz?

Raporda Türkiye’de yaşanan orman yangınlarının temel nedeninin, uygulanan yanlış ormancılık politikalarında aranması gerektiği vurgulanıyor:

Akdeniz ikliminin etkisi altında olan ve hem bitkilerin biyolojik özellikleri hem de iklimsel özellikler orman yangınlarının çıkışını ve etki alanının büyümesinin kolaylaştığı; ayrıca iklim değişikliği ile bu koşulların daha da güçlü hale geldiği bölgede ormancılık dışı kullanımlara verilen izinler hem ormanların parçalılık durumunu artırarak hem de insan-orman etkileşiminin düzeyini yükselterek orman yangınlarına davetiye çıkarıyor.

Ormancılık teşkilatının hali pür meali

Orman Genel Müdürlüğü’nün (OGM) personel sayısının yetersizliği, atama ve yükseltmelerde liyakatin dikkate alınmaması, zorunlu rotasyon vb. uygulamalar nedeniyle personel motivasyonunun ve iş tatmin duygusunun son derece düşük düzeyde olması, OGM’nin yangınlara karşı önlem alma ve çıkan yangınları söndürme becerisini düşürüyor.

Kitapta ormansızlaşmaya neden olan yönetimsel düzenlemeleri yazan Doç. Dr. Seçil Yurdakul Erol, “Ormancılık teşkilatının günübirlik yaklaşımlarla yapboz gibi değiştiğini” söyledi:

“Ormancılık örgütleri çok önemli çünkü kararları alıyor ve uygulamaya geçiriyor. Fakat örgüt ve çalışanlar üzerinde siyasi baskılar olduğu müddetçe, ne yazık ki bilimsel verileri takip ederek yapılması gerekenleri hayata geçirmek mümkün değil.”

Örgüt yapısının sürekli değiştiğini aktaran Erol, sadece Bakanlık düzeyinde bile 20’den fazla değişimin yaşandığını belirtti:

“Ormancılık bu ülkede en çok desteklenemsi gereken bakanlıklardan biri. Oysa yetki ve çalışma alanı sürekli değiştiriliyor. Taşra teşkilatında bu daha da artıyor. Oysa yerinden yönetim çok önemlidir: O alanı kim yönetiyorsa yetki verilmeli.  Bizde ise yetkiler hep tepede toplanıyor.”

Öte yandan Orman Genel Müdürlüğü çalışanlarının üstünde ciddi siyasi baskı olduğunu ekleyen Erol, “Bu daha atamalarda başlıyor” dedi:

“Mülakatlar ve sınavlarda bir heyet değerlendiriyor ve bu çok göreceli. Buralarda çok hata yapılabiliyor. Uygulayıcı personel seçiminde siyasi müdaheleden arınmış bir yaklaşım söz konusu değil. Kadro güvencesi olmayan, memur sözleşmesinden çok  sözleşmeli ve geçici personel istihdamına gidiliyor. İnsanların kurum aidiyeti performansı, özel yaşamı olumsuz etkileniyor.”

Özkara – yangın

Konuşmasında geçen yaz yangınlardaki önlem eksiklerine dikkat çeken Ahmet Hüsrev Özkara da, Geçen yıl 28 Temmuz  – 13 Ağustos arasında yaşanan büyük orman yangınına dikkat çekti.

Özkara, orman yangınlarında iklim krizinin büyük etkisinin görülmesi gerektiğini şu sözlerle ifade etti:

“Siz tehlikenin farkındaysanız bunun bir anlamı var. Çünkü ona göre tedbirler alırsınız. 6-7 sene önce Yunanistan’da bu olay yaşandığında biz sadece baktık niye? Bizim ülkemizde değildi, yalnızca ‘Vah vah’ dedik. Ama işin özüne baktığınızda bilime inanmazsanız, iklim krizi dendiğinde ‘entel dantel yaklaşımlar’ diye ifade ederseniz, doğal olarak gelecek olan büyük afete herhangi bir hazırlığınız olmaz.”

140 bin hektar 15 günde yandı. Bizim yıllık yangın ortalamamız 8 bin hektardır. Yani 15 yılda yanan saha, 15 günde yandı demek bu.

2021 öncesinde Türkiye Ormancılar Derneği’nin iklim krizinin getireceği tehlikelerle Türkiye de büyük orman yangınlarıyaşanabileceğine dair uyarılar yaptığını belirten Özkara, büyük yangınlar öncesinde meteoroloijinin yaptığı uyarıların da işe yaramadığını anlattı:

“28 Temmuz’un bir hafta öncesinde meteoroloji Türkiye’de yangın çıkabilecek alarm durumu var uyarısı yapmıştı: Ortalama sıcaklık 40 dereceyi aşacak, bağıl nem 20’lerin altına inecek (ki 10’un altına indi), rüzgar çok sert ve düzensiz esecek, saattte 40 kilometreyi geçecek (ki 60- 70’e vardı) demişti. 28’inde yangın çıktı, 30’unda Valilik ormana girişleri yasakladı biz o zaman ‘Günaydın’ dedik.

Eğer meterolojinin açıkladığı gün, geç bile olsa, toplumu bilinçlendirerek hazırlayarak harekete geçseydiniz belki de bu, afet boyutuna ulaşmayacaktı.

Yangın süresince, yerel yönetimde hatalar yapıldığını belirten Özkara “Manavgat yangınını söndürmek için Muğla‘dan destek istediler. geldilr, bu sefer Muğla’da yangın çıktı. Ülkemizde Akdeniz ekosisteminin etkili olduğu yerlerde başat yangın bölgeleri buralardır. Bu sahalardaki ekipleri başka bir yere kanalize edemezsiniz” dedi.

Yetkililerin yangın sonrasında yapılan eleştirilere “Daha ne yapabilirdik her şeyi yaptık” şeklinde cevap verdiğine değinen Özkara bu sene hava araçları ve personel için bütçe artışına gidildiğini kaydetti:

“Demek ki size getirilen eleştiriler doğruymuş. Şimdi beş bin personel alınıyor. Yine yanlış yapılıyor çünkü sezon başladı, siz bu insanları eğiteceksiniz çalışma alanlarına yerleştireceksiniz, normalde şubat ayında bu işin bitmesi,  1 Mayıs-1 Kasım arasında yangın sezonu için bu insanların görev yerlerine verilmesi gerekirdi. Aynı hatalar devam ediyor.”

Orman yangınlarında kara ve hava kuvvetlerinin senkronize olmak zorunda olduğunu fakat her ikisinin görev alanının farklı olduğunu ekleyen Özkara, “Bunlar birbirini tamamlar ama biri diğerinin önüne geçmez. Yangını söndürecek olan kava kuvvetidir” diyerek insan gücü ve kara arçalaırnın önemini de vurguladı.

Ekonomik kriz ormanları da vuruyor

Rapora göre, bütçeye bu sene yangın söndürme araçlarına 20 uçak 55 helikopter ilave edildi.

Türk lirasının değer kaybetmesi ve devlet hizmetlerindeki bütçe kısıtlamalarına değinen Atmış bütçe kısıtanınca yangınlarla mücadelenin de kısıtlandığını aktardı:

“2016 yılında 285 milyon lira ayrılmışken, 2018’de 191 milyona , 2020’de 55 milyona düşüyor. Ayrılan bütçenin nasıl azaldığını, gereken helikopteri, uçağı, orman işçisini, kara müdahelesi araçlarını; tüm organizasyonel yapının nasıl kesintiye uğradığı görülüyor. Niye başarısız olduk sorusuna helikopter yok cevabı verildi. Hayır, o helikopteri kiralayacak para yoktu bütçede. Şimdi 2022 bütçesine 2 milyar 500 milyon lira eklendi. Alındı mı bilinmiyor, eğer alınmadıysa bu seneye de düşük bir bütçeyle giriliyor. Eleman, araç alımı  için yine büyük bir artış yapmadılar.”

Salda Gölü Koruma Derneği: Bakanlığın çalıştayının amacı göldeki tahribatı kamufle etmek

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı tarafından düzenlenen “Dünya’dan Mars’a Bir Pencere: Çalıştay’ı” 05-07 Haziran 2022 tarihleri arasında Burdur’da gerçekleştirilecek. Burdur’da daha önce de Salda Gölüme Dokunma Platformu 26 Ekim 2019’da bir çalıştay gerçekleştirmiş, etkinlikte Salda Gölü‘ne odaklanılmış ve ardından Salda Gölü Koruma Derneği kurulmuştu. Bakanlıkça düzenlenecek çalıştaya davet edilmediklerini duyuran Salda Gölü Koruma Derneği tarafından konuya ilişkin bir açıklama gerçekleştirildi.

Mars’a ışık tutması beklenen Salda Gölü’nde bugüne kadar yapılan ekokırımlara ve plansızlıklara işaret edilen açıklamada “Ankara merkezli himaye altındaki dernek ya da kurumların katılımı ile gerçekleştirilecek çalıştayın amacı Salda Gölü’nde yapılan tahribatı kamufle etmek ve makyajlamaktır” denildi ve şunlar aktarıldı:

‘Çalıştayın amacı gerçekten Salda Gölü’nü korumak değil’

“Yeni yapılacak olan çalıştayın amacı gölü gerçekten korumak olsaydı bu çalıştay aşağıda anlattığımız Salda Gölü’nü tahrip eden faaliyetler gerçekleştirilmeden yapılırdı. Bilim insanlarının Salda Gölü’nü gelecek nesillere doğal haliyle aktarılmasına yönelik çalıştıklarını düşünüyoruz. Bilim insanlarının bu çalıştayda yazımızı dikkate alarak faaliyet göstereceklerine inanıyoruz.”

‘Zehirli gazlar, göldeki endemik canlıları yok ediyor’

Kapalı bir havza olan Salda Gölü’ne giren kirliliğin bir daha dışarıya çıkamayacağının belirtildiği açıklamada “Gelen kirlilik göl içinde biriktirmektedir. Biriken kirlilik göl dibine çökelmekte ve canlılar için zehirli olan; hidrojensülfür, metan ve amonyak oluşturmaktadır. Oluşan bu zehirli gazlar göl içindeki endemik canlıları öldürerek yok eder. Gölde oluşan bu ekolojik değişiklik, göle gelen kuşların gelmemesine, suyundan yararlanan göl dışındaki canlıların ölmesine ve bu özel ekolojik yapıya uyum sağlayan endemik bitkilerin yok olmasına sebep olacaktır” denildi.

Salda’da Millet Bahçesi

2019’da resmi kayıtlara göre bir milyon beş yüz bin kişinin Salda Gölü’ne geldiğinin aktarıldığı açıklamada göle gelenler için zorunlu ihtiyaçlarını karşılayacak bir altyapı olmaması sebebiyle gölün çevresinin kirletildiğine değinildi. Gölde yapılan Millet Bahçesi’nin ise bölgeye daha çok insan gelmesi için yapıldığına dikkat çekildi.

‘Göl plansız programsız kullanıma açıldı’

1989’da 1. Derece sit bölgesi ilan edilen Salda Gölü’nün kısa süre sonra, Yeşilova Belediyesi’ne tahsis edilerek kullanıma açıldığının hatırlatıldığı açıklamada şunlar aktarıldı:

“Plansız, programsız kullanıma açılan Salda Gölü ve çevresi hızla kirlendi. 2019’da devleti yönetenler, kendi yönetimsizliklerini bahane ederek, göl çevresini Ö.Ç.K. bölgesi ilan ederek ve millet bahçesi projesi ile Salda Gölü çevresini yapılaşmaya açtı. İtirazlarımız, açılmış olan davalar ve kamuoyunun baskısıyla yetkililer bizlerin sayamayacağı kadar çok plan değişikliği yaptılar. ‘Çivi çakmayacağız’ dedikleri yere, kepçelerle, kamyonlarla, daldılar. Çivi yerine özel matkaplarla deldikleri hidromanyezitlere çelik kazıklar çakarak ahşap binalar yaptılar. Göl çevresindeki doğal yapı ve yeraltından gelen su yolları bozuldu. Bizler halen millet bahçesi projesinin iptal edilmesini istiyoruz. Çünkü millet bahçesi hidromanyezitlerin ve beyaz kumların üzerine yapıldı.”

Kumsal, plaj ve sahalar

Salda Gölü Koruma Derneğince yapılan açıklamada Salda Gölü’nde bugüne kadar yapılan faaliyetlere şöyle değinildi:

“Daha önce kepçe ve kamyonlarla beyaz adalar bölgesinden onlarca kamyon kumsal içeriği eskiden belediye plajı olarak bilinen yere taşındı. Alındığı yer ve taşındığı yerin doğal yapısı bozuldu, Siyonebakteri fosilleri ezildi. Kumsal içeriği geri götürüldü. Getirilen kumsal içeriği ile yol yapılmak istenen yere, kesme taşlar döşenerek aralarına mermer tozu dökülerek zorlamayla ve kamuflajla yine de yol yapıldı. Millet bahçesi denilen yere futbol ve voleybol sahaları yapıldı. Doğal Sit alanı olan bu yere bölgeye özgü olmayan lavanta ve benzeri bitkiler dikildi.”

Millet Bahçesi’nden sonra bilim merkezi

Salda Gölü’ne yapılacağı belirtilen bilim merkezinin ise millet bahçesi projesiyle beyaz adalar mevkinde yapılan ve beyaz kumsalın ortasında kalan alanın biraz gerisinde olduğu belirtilerek “Yapılan yapılar siyonebakteri fosillerinin üzerine yapılmıştır. Projede belirtilen bilim merkezi göle çok yakındır. Bilim merkezinin göle bu kadar yakın yapılması doğru değildir. Bilim merkezi çevresinde ki Yeşilova merkez, Işıklar, Niyazlar ya da Düden köylerine yapılmalıdır. Göle yakın yapılaşmadan olabildiğince kaçınılmalıdır. Mars’dan numuneler Dünya ya getirilip incelenebiliyorken, Salda gölünden alınan numunelerin de 3-5 kilometre uzaktaki bilim merkezine götürülebileceğine inanıyoruz” denildi ve eklendi:

“10 Temmuz 2019 tarihinde askıya çıkarılan millet bahçesi projesinde ‘arıtma tesisleri yapılmadan hiçbir tesis yapılamaz’ denilmektedir. Yapılan millet bahçesi projesinin arıtma tesisleri yapılmadı. Ama millet bahçesi projesi bitirilerek hizmete açıldı.”

‘Bu görüşleri hangi bilim insanları verdi?’

Bitirilen millet bahçesi projesinin imar planı davasının devam ettiğinin hatırlatıldığı açıklamada Salda Gölü’nde yapılan faaliyetler için iktidara şu soru yöneltildi:

“Millet bahçesi projesinden önce Salda Gölü çevresinde, Değirmendere ve Doğanbaba göletleri vardı. Daha sonra Salda Gölü’ne akmakta olan derelerin önüne iki tane gölet yapımına başlandı. Çevreciler bu göletlerin yapılmaması için davacı oldular. Davalar devam ederken su akmayan derelere yapılan Kayadibi göleti bitirildi. Salda göletinin yapımı devam ederken mahkeme süreçleri göletlerin yapılmaması için karar vererek sonuçlandı. Buralarda yok edilen kamu kaynaklarının hesabı sorulmadı. Yeşilova’nın Kayadibi Mahallesi ile Doğanbaba Köyü arasında Yalı mevki olarak bilinen yerde 1985’te Orman İşletmesince fidan evi olarak yapılan, sonra kullanılmadığı için virane olan ev Özel İdare tarafından kepçeler ve kamyonlar ile tadilat ve çevre düzenlemesi adı altında on dekar yerde beton ve taş duvarlardan oluşan inşaat yapıldı, garaoluk olarak bilinen çeşmenin suyunun bir kısmı buraya alındı. Bütün bu yapılanların bilim insanlarından görüş alınarak yapıldığı söyleniyor. Merak ediyoruz bu görüşleri hangi bilim insanları verdi?”

‘Bakanlık gölü korumak yerine, nasıl ranta çevireceğini düşünüyor’

Bakanlığın millet bahçesini korumadığının ifade edildiği açıklamada “Bakanlık gölü korumak yerine, nasıl ranta çevireceğini düşünmektedir. Bu bağlamda yapmış oldukları millet bahçesi işletmeleri özel şirketlere devredilerek peşkeş çekilmiştir. Bakanlığın amacı gölü korumak olsaydı, millet bahçesinden önce, göl çevresindeki yerleşim yerlerinden göle akmakta olan kanalizasyon sularının, göle gelmesini önlerdi. Göl çevresindeki yerleşim yerlerinden Yeşilova ilçesi ve Doğanbaba Köyü’nün kanalizasyon suları topraktan süzülerek, Salda Köyü’nün kanalizasyonunun suyu da açıktan dereden göle akmaktadır” denildi.

Salda Gölü, Mars ve talepler

Son olarak açıklamada “NASA tarafından Salda Gölünün Mars gezegenindeki Jezero kraterine benzediği söylenmektedir. Dünya dışı yaşamın ayak izleri salda gölünde aranmaktadır. Bu özelliğinden dolayı Salda Gölü dünyada başka eşi, benzeri olmayan özel bir yerdir. Salda Gölü yok olduğunda dünya çok büyük bir değerini kaybedecektir. Salda Gölü, dünya mirasıdır. Mutlak korunmalıdır. Salda Gölü için tam koruma istiyoruz” ifadeleri kullanılarak talepler sıralandı:

  1.  Salda Gölü’nde suya girilmesin, beyaz kumlara basılmasın.
  2. Göl çevresindeki yapılaşma durdurulsun. İmar barışı iptal edilsin.
  3. Millet bahçesi projesi iptal edilsin.
  4. Göl çevresindeki yerleşim yerlerinin kanalizasyon suları göle akıtılmasın.
  5. Salda Gölü bilim insanları için laboratuvar olsun.
  6. Salda Gölü’nden turistik amaçlı yararlanılacaksa, görsel turizm ve fotoğraf turizmi olarak yararlanılsın.
  7. Çiftçilerin zararları karşılanarak derin kuyu sondajları kapatılsın, göletlerin kapakları açılsın, susuz tarım teşvik edilsin.
  8. Salda Gölü UNESCO Dünya miras listesine alınsın.