Dış Köşe

Bu meselede aciz kaldım, susuyorum – Ümit Kıvanç

0

Müessese olarak birilerinin felaketine sevinmek diye bir hâl varsa, bizim basın herhalde bunun eğitimini almış olmalı. Gazetelerden üzerimize kan fışkırıyor, televizyonlar, linç kokusu alıp toplaşmış kalabalıkları “vatandaşın öfkesi” diye sunarken salyalar odalarımıza yayılıyor.

Ne oldu, doğrusu hiç anlayamadım. Seçimler yapıldı, acayip bir katılımla insanlar gidip oy verdi, şu an için çıkabilecek en mâkûl sonuç çıktı, özellikle BDP 36 sandalyeyle Meclis’e girdiği için, memleketin iyiliğini isteyen herkeste bir iyimserlik, bir “bu iş oldu” havası… derken bir anda ufukta kara bulutlar belirdi, aman demeye kalmadan gelip üstümüze yerleştiler. Şimdi herkes “fırtına yakın” diye homurdanıyor.

Bu koşullarda gazete sütununda ahkâm kesme hakkı, yerine getirilemeyecek sorumlulukların yükü altında ezilmeye, çaresizliğe dönüşüyor.

Eğer “Kürt sorunu” diye sözü edilen ve daha böyle adlandırmakla bile esası ıskalanan meselenin iki tarafı varsa, ancak bunlara söylenebilen sözler anlamlı olacaktır. Hangisi hangimizi dinler ki?

Önce şu esası ıskalama meselesini açıklığa kavuşturayım. Bizim memleketimizdeki temel sorun Kürt sorunu değildir. Çoğu zaman söylenen ama ciddiye alınmayan şey, doğrudur, esas sorunumuz Türk sorunudur. Kürtler, onyıllarca devletin özel zulmüne maruz bırakılmış bir topluluktur. 12 Eylül’ün Diyarbakır Cezaevi, tam da bugünkü gibi bir ortamı yaratmak üzere kurulmuş özel okul gibiydi, amacına da ulaştı. Yetmedi, 1990’ların vahşet politikalarıyla, öfke dolu, kin dolu nesiller yaratıldı. Anababaları, kardeşleri, eşleri, arkadaşları sokak ortalarında vurulmuş, asit kuyularına atılmış, işkencenin her türlüsünden geçirilmiş insanlarla karşı karşıya olunduğu niyeyse hep unutuluyor. Sanki Kürtler iş görüşmesine gelip de masada mızıkçılık yapan bir heyet! Değil. Eşit koşullarda karşı karşıya gelinmediğini Türklerin artık nihayet bir zahmet kavraması lâzım. Bunsuz hiçbir adım atılamayacak. Türkler Kürtlerle eşit haklara sahip olmayı sindiremediği için biz bunca felaketi yaşadık, yaşıyoruz. Durup dururken PKK diye bir şey çıktı da ondan değil. Kürtlere Kürt oldukları için yapılanları birileri Türklere yapsaydı Türkler de dağa çıkardı.

İddiam o ki, Kürtleri manen Türklerden uzaklaştıran, devletin onlara reva gördüğü zulüm de değildir. Bütün o zulüm yılları boyunca –olağan “münafık”ları hariç– Türk toplumunun hiç değilse “ama bu kadar da olmaz ki” manasına gelecek usulcacık bir ses bile çıkarmamış oluşudur.

Ha, ses çıktı çıkmasına. Şehit cenazelerini sömüren faşistlerin sesi. Devlet, medya, faşistler, elbirliğiyle öyle bir ortam yarattılar ki, Kürt olmak başlıbaşına suç, “düşük yoğunluklu savaş” bir cins millî seferberlik haline geldi. PKK asker öldürsün de üstüne atlayıp Türklerin ruhunu ve zihnini biraz daha iğdiş edelim diye el ovuşturanları da mı unuttuk? Unutacak kadar zaman geçmedi ki üzerinden! O kız çocuğu orada kendini yakıyor, Mehmet Ağar cezaevinde Aziz Yıldırım’ı ziyaret ediyor.

Bugün sorun çözme iddiasında olan, ama niyetinde olup olmadıkları bir türlü anlaşılamayan, çapında olmadıklarıysa hepten ortaya çıkmış bulunan Türk politikacıları, PKK’nin cinayetlerini öne sürerek bunca yılın vahşetini yok sayamayacaklarını bir türlü kabullenmek istemiyorlar. Tamam, Kürt siyaseti bugüne kadar toplum çoğunluğuna dönüp de tek söz etmedi. Bir anlayış ve duygudaşlık yaratma politikasını aklından geçirdi mi, şüpheli. Böyle bir politikaya yönelse Türkler arasından da şüphesiz destek bulabilirdi, tercih etmedi. Ama bunlar hep ikincildir. Esas olan, zulmün hesabının görülmemiş oluşudur. Ve bunun için Türklerin Kürt siyasetinin ne yapacağına falan bakmaması gerekirdi.

Hiç değilse bu saatten sonra, herkesin ağız birliği edip duyurduğu, yaklaşan felaketi önleme adına nâçiz bir çaba olarak, bütün yaşananlara bir de Kürtler açısından bakmak gerekmiyor mu, aziz Türk milleti? Bu duygudaşlığı göstermek “PKK’yi savunmak” falan değildir.

Ortada esas olarak muazzam bir duygu, öncelikle de güven sorunu var.

Buna karşılık, memleketin herhangi bir yerinde Kürtlere saldıran linçe susamış kalabalıklardan hâlâ “vatandaş” diye sözediliyor. Sakın Başbakan’ın “ben olsam asardım”ları yüzünden olmasın? Başbakan hotzot tavrına Kürtlerin uzlaşmaz ve anlaşılmaz politikasını gerekçe gösteremez.

“Kürt siyaseti” denen şeyin amacını, yöntemlerini, taktiklerini anlamaktan ben de acizim. Bazı sözler, tavırlar, kararlar, eylemler, kavrama sınırlarımı aşıyor. Hattâ bazıları karşısında nutkum tutuluyor. Yedi kayıp vererek on üç asker öldürme ve aynı gün demokratik özerklik ilân etme gibi, çift yönlü provokasyon dalında dünya literatürüne geçebilecek hadiseler karşısında diyecek laf bulamıyorum. Giderek, “insan hayatı” gibi bir “unsur”un Kürt siyasetince hesaba katılmadığına inanıyorum. (O askerlerin tam da orada mola verip oturmaları gibi bir durumu da anlayamıyorum ama bundan sözetmenin kıymeti yok, biliyorsunuz. Bu memlekette esas devletin marifetleri tamamen unutulmak üzere. Bunlardan sözeden, hükümete yardakçılık yapmakla suçlanır oldu. Aynı sebeple, tam da bu işlerin olacağı günün öncesinde, Öcalan’ın avukatlarının yine saçmasapan bir bahaneyle İmralı’ya götürülmeyişine de takılamıyoruz haliyle. Şemdinli davası falan gibi şeylerle Kürtlerin herhangi bir ilgisi sanırım zaten yok.)

Peki, sen ne diyorsun, diyeceksiniz. Pek bir şey diyemiyorum, gördüğünüz gibi. Dolayısıyla, aczimi kabul edip en azından bir süreliğine bu konuda ağzımı açmamam en doğrusu. Politika artık doğrudan insan hayatı üzerinden yapılıyor. Hep böyle yapılmıyor muydu, diyebilirsiniz. Sanki artık yapılmayacak gibi duruyordu, diye cevap veririm. Ne kadar talihsizmişiz, diyemiyorum artık; ne kadar hevesliymişiz…

Ümit Kıvanç – Taraf

More in Dış Köşe

You may also like

Comments

Comments are closed.