Ana Sayfa Blog Sayfa 4867

Doğa korumacılara göre 2011’in en önemli 10 çevre olayı

Özellikle yağmur ormanları ile ilgili yayınlarıyla tanınan ve dünyanın en çok ziyaret edilen doğa koruma web sitesi olan MONGABAY.COM’un yazarları Jeremy Hance ve Rhett A. Butler, 2011’in en önemli 10 çevre olayını seçti.

Mongabay’ın listesinde de aktivizm birinci sırada bulunuyor, ama diğer sıraların bu kadar umut verici olduğu söylenemez.

İşte Hance ve Butler’a göre geçen yıla damgasını vuran 10 çevre olayı:

1- Halkın gücü – Aktivizm herşeyi daha iyi yapar: ABD’de yapılan Keystone XL eylemlerinden Myanmar’daki baraj protestolarına kadar büyük protesto eylemleri doğayı tahrip eden eylemlere karşı başarılı oldu.

2- İklim değişikliğinde zaman daralıyor: Geçen yıl sera gazlarının emisyonu rekor kırarak bir önceki yıla göre %6 arttı. Hükümetlerden hala ciddi bir hareket yok.

3- Endonezya yağmur ormanlarında iki adım ileri, bir adım geri: Endoznezya nihayet dünyaca önemli yağmur ormanları yok eden kereste ticaretinin yapıldığı yeni alanlara yönelik bir moratoryumu kabul etti, ama beklenenden çok daha zayıf bir şekilde ve açıklarla dolu olarak.

4- Fukuşima nükleer kazası: 11 Mart’ta Japonya’da meydana gelen 9,0 büyüklüğündeki deprem ve tsunaminin ardından 15 bin kişinin ölmesiyle birlikte Çernobil’den bu yana görülen en büyük nükleer felaket yaşandı. Halen Fukluşima çevresindeki yerleşim yerlerinden boşaltılan ve evlerini terketmek zorunda kalan 90 bin kişi bulunuyor.

5- İki gergedan türünün soyu tükendi: Geçen yıl Vietnam gergedanı (Rhinoceros sondaicus annamiticus) ve Siyah Batı gergedanının (Diceros bicornis longipes) soyunun tamamen tükendiği kesinleşti. Kalan beş gergedan türünden üçünün de soyunun ileri derecede tehlikede olduğu açıklandı. Gergedanların yasadışı avlanması ise sürüyor.

6- Brezilya’dan ormansızlaşmayla ilgili karışık haberler: Brezilya geçen yıl ormansızlaşma düzeyinin 1988’den bu yana en düşük seviyeye indiğini açıkladı. Fakat geçen yıl çıkarılan yeni Orman Yasası ormansızlaşmayı tekrar arttırabileceği için eleştiriliyor.

7- Doğu Afrika’da kuraklık ve açlık: Geçen yıl 5 yaşın altında en az 30.000 çocuğun ölümüne yol açan kuraklık ve açlık iklim değişikliğinin sonuçlarından biri ve her yıl Somali ve Etyopya başta olmak üzere bölgede yaşayan 13 milyon insanı tehdit ediyor.

8- Köpekbalıklarının durumunda iyileşme: Yaban hayatını koruma açısından 2011 köpekbalıklarının yılı oldu. Köpekbalıkları aşırı avlanma ve kirlilik nedeniyle nüfuslarının %90’ını kaybetmiş durumda ve her üç türünden birinin soyu tehdit altında. 2010’da ABD’de kabul edilen av yasağı ve Maldivlerden Honduras’a kadar ilan edilen koruma bölgeleri sayesinde köpekbalıkları ilk kez geçen yıl rahat bir nefes almaya başladı.

9- Aşırı iklim olayları her yerde: Teksas’ta kuraklık, Rusya’da sıcak dalgaları, Pakistan ve Güney Amerika’da seller. İklim değişikliğine bağlı felaketler 2011’de her yerdeydi.

10- Yedi milyar insan: Birleşmiş Milletler’e göre ilk kez geçen yıl 7 milyar insanın yüreği aynı anda atmaya başladı. Bu da 1970’dekinin iki katı insana yiyecek, giyecek, barınacak ye ve eğitim demek.

Mongabay.com’dan alınmıştır.

(Yeşil Gazete)

 

 

 

[Röportaj] Yeni İnsan Yayınevi

Türkiye’de çevre yayıncılığı gelişiyor, çevre ile ilgili telif ve çeviri eserler artıyor. Türkiye’de çevre yayıncılığının belli başlı aktörleri ile bir dizi söyleşi yaparak gelişmeleri daha yakından izlemeyi ve aktarmayı hedefliyoruz. İlk olarak Yeni İnsan Yayınevi’nden Aytaç Timur ile konuştuk.

 

İşsizlik Hakkı

Yeni İnsan Yayınevi nasıl yola çıktı?

Ekoloji mücadelesinin içinde zaten vardık. Önceleri bu mücadelenin belirli kazanımlarla doğru düzgün bir rotaya oturacağını düşünüyorduk. Zamanla meselenin aslında bir paradigma meselesi olduğunu, önümüzde uzanan yeni dönemde, insanın doğayla farklı bir ilişki kurmasının zorunlu olduğu kanısına vardık. Bunu ancak “yeni” bir insan yapabilirdi. Öyle bir yolda ki artık Descartes’in Batı tipi insanının sonuna gelmiştik. Doğayı örnek alarak çokkültürlü, farklılıklara saygılı, egemen değil paydaş, tüketen değil üreten bir insan. Bu mücadele için yayıncılık verimli bir alandı, değerlendirmek istedik. Daha önce böyle bir tecrübemiz yoktu. Birkaç yayıncıyla oturup konuştuk. Hepsi aman bu işe girmeyin tadındaydılar. Ama biz yola koyulduk. Yayıncılıkta başından beri birlikte yol aldığımız Akif Pamuk’a sordum; “Pişman mısın ?” Dedi ki: “Asla, çok mutluyum”. Demek ki doğru bir karar vermişiz.

Bugüne kadar yayınladığınız kitapları seçerken kriterleriniz neydi?

Her zaman kırmızı çizgilerimiz oldu. Örneğin, hiçbir kitabımızda, nükleer enerjiye olur diyen bir satır bulamazsınız. İnanmadığımız, mücadelesini onaylamadığımız hiç bir satır basmadık. Zaten yazarlar, bastığınız kitapları inceledikten sonra sizin kapınızı çalıyorlar. Önceleri iklim değişikliği, GDO mücadelesi, enerji gibi konularda yayın yapıyorduk. Şimdilerde mücadeleyi öne çıkaran kitaplara yöneldik; Kadınlar Ekolojik Dönüşümde, Kışladağ’dan Mektup Var, Rüzgarın Hikayesi gibi. İşin teorik kısmını da hiç bırakmadık. Ivan Illich kitaplığı, Bombalamanın Tarihi kitaplarını bu bağlamda düşünebiliriz.

Şu an tezgahta neler var?

Tam da anayasa tartışmalarının orta yerinde, Ekolojik Anayasa kitabını yayınlıyoruz. Bu tartışmalara katkıda bulunmak ve dikkatleri o yöne çekmek istiyoruz. Doğanın bir hak öznesi olması mümkün mü ? Dünyanın başka yerlerinde neler oluyor ? Anayasa insan merkezli bir metin olmak zorunda mı ? Sorular çok…Kaos Kelam Hijyen Şiddet, bir diğer hazırlık aşamasında kitabımız. Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden epistemoloji üzerine çalışmalar yapan yazarımız, Batı toplumunu Kanada örneği üzerinden yeniden sorguluyor. Bilgi bilim anlamında, nasıl bütün dünya üzerinde tahakküm kuruyorlar büyük sorusunu, günlük hayattan, minik örneklerle, büyük laflar etmeden ve genellemelere girmeden yanıtlıyor yazarımız. Anlayana tabii! Tarih serimizden yayınına hazırladığımız kitabımız ise; Hz. İbrahim. Tarihe derinlemesine Ortadoğu ve etkilediği kültür/din dünyasından baktığınızda, neredeyse bütün dünyayı etkileyen bir kişi Hz. İbrahim. Sanıyorum bir arada barış içinde yaşamanın tarihsel izlerini O’nda bulmak mümkün.

Türkiye’de çevre yayıncılığına bir yöneliş var sanki.

Çevre artık popüler bir konu. Bakıyoruz bütün yayınevlerinin yayınları var. Ama inanmışlık ne kadar? Bunu parayla ölçemezsiniz. NTV’nin bile çevre yayınları var. Bir holding bu konuda niye yayın yapar ki? Ya da bir banka? Konu popüler çünkü, satarız diye bakıyorlar. Çünkü buradan kitabını basarken, öte yandan HES’lere kredi veriyorlar! Biz sokağa değmeyi çok önemsiyoruz. Mücadele oradan yükselmeli, oranın mücadelesini yayına taşımalı. Beylik laflar yerine o ızdırapları yaşayan insanların mücadelesini anlatmalı. Bu inanmışlık bağlamında Sinek Sekiz Yayınevi’ni takdir ediyoruz örneğin.

Çevre politik bir alandır. Başımızı kuma gömmeyelim lütfen. Bunlar “karşı” kitaplar. “Muhalif” kitaplar. Bu duruş olmadan yapılınca liberal bir şey oluyor. Bizim kitaplarımızı okuyanların hepsinin bir duruşu var. Bazı markaları tüketmiyor, tüketim alışkanlıklarını sorguluyor, meydanlarda sokaklarda sesini duyuruyor. Merkez sol ya da sağ, nükleer-kömür lobisi yapıp, karbon ayak izini arttırmaya, fazlasını ona buna “satma” (!), gözünü HES projelerine dikip yani kısaca bütün gezegeni bir “kaynak” olarak görme ve nasıl paraya çevirebilirim derdinde. Öte yandan sosyal sorumluluk projelerine imza atıp, hatıra ormanları kurup, erozyonla mücadele ediyorlar.

E-kitap konusuna nasıl bakıyorsunuz yayınevi olarak?

Bir sonraki kuşak sadece e-kitap okuyacak olabilir. Ulaşilabilir tabii. Ucuz. Bizim hemen bütün kitaplarımızın e-kitabı var. Bu bir karşıtlık değil, tam aksine birbirini besleyen bir süreç. E-kitap ile yeni okurlara ulaşabiliriz. Sonuçta ağaçlar kesilmiyor, koca kamyonlarla oradan oraya taşınıp göğe karbon salınmıyor. Ne güzel!

Yayıncı olarak size umut veren gelişmeler neler?

Sokak hareketli. Her geçen gün etrafında olan bitene duyarlı insanlar çoğalıyor. Kim derdi ki Wall Street’te %99 toplanacak ? Mübarek, Kaddafi devrilecek, hem de halk devirecek. Kim derdi ?

Medya: İnsan ile doğa arasında – Nihan Aytekin

0

Medya: İnsan ile doğa arasındaDoğa ile ilgili kitaplar arasından seçim yapmak ve burada sadece bir tanesini tanıtmak açıkçası, doktora tezini doğa-kültür-iletişim ilişkisi üzerine yazmış bir akademisyen için çok zor. Ancak bu kitaplar arasında biri var ki; doktora tezimin karanlık ormanında fikirlerin yolunu bulmaya çalışırken karşıma çıkarak, hem bir akademisyen hem de bir sinema tutkunu özellikle de bir anime sever olarak bana, kısa ama mutlu bir mola sunmuştur.

Sözünü edeceğim kitap Sean Cubitt’in ECOMEDIA isimli eseri. İnternetteki araştırmamda maalesef henüz Türkçe’ye çevrilmediğini görüyorum. Kitap, Rodopi Yayınevinin “Günümüz Sineması” serisinin birinci kitabı. Bu seri özellikle film kültürü, teorisi, algısı ve yorumuna odaklanan kitaplardan oluşuyor. Kitabın yazarı Cubitt, şu an Southampton Üniversitesi Winchester Sanat Okulu’nda küresel medya ve iletişim profesörü olarak görev yapıyor.

Kitap genel olarak ekolojik ilginin popüler filmler ve TV aracılığıyla nasıl yansıtıldığını göz önüne sermekte. Japon animesi, vahşi yaşam belgeseli, TV draması, Hollywood ve ‘art house’ sineması aracılığıyla Cubitt; küresel ısınma, insanbiçimcilik, kaynakların aşırı kullanımı, eko-terörizm, bio-güvenlik, genetik modifikasyon, çevre etiği ve hayvanlarla olan gergin ilişkimiz üzerine popüler hayalgücünün tartışmalı ürünlerinin izini sürüyor. Habermas, Flusser, Luhmann ve Latour’un fikirlerine dikkat çeken Cubitt’in tezi teknolojik medyanın; gerçeği çarpıtmak veya bizimle çevremiz arasındaki ilişkileri soğutmak yerine, insan ile yeşil dünya arasındaki iletişimin önemli bir parçası olduğunu savunmakta.

Kitap; “Yüzüklerin Efendisi”, “Prenses Mononoke”, “Mavi Gezegen”, “Kusursuz Fırtına”, “Balinanın Sırtında” (Whale Rider), “X-Men”, “Matrix”, “Altıncı His”, “Godzilla”, “Beşinci Element”, “Hulk”, “Örümcek Adam”, “Titanik” gibi 1980 sonrası popüler medyada yer alan pek çok film incelenerek yazılmış. Yazara göre yeşil partiler, bilim adamları, şirketler ve aydınlar insan-doğa ilişkisi üzerine profesyonel anlamda görüş ifade ediyorlar fakat ekoloji ile ilgili konularda sıradan insanın inançları, endişeleri ve dünya üzerinde yaşamdaki etik ikilemler hakkında konuşmak sinema ve TV için içerik yaratanlara kalıyor.

Egemen politik ve iktisadi söylemin çok az dikkate aldığı uzun dönemli kaygılar ve popüler bilginin temsilini ortaya koymak için kitapta popüler medya ürünlerine odaklanılmış. Popüler medya kim olduğumuz, nereye doğru gittiğimiz, dünya üzerinde yaşamakla dünyaya ne borçlu olduğumuz sorularını yüksek sesle sorarak cevap arıyor. Popüler medya aynı zamanda ütopik bir içerik sunuyor bu konuda çoğunlukla. Öyle ki bu ütopik içerik sayesinde yazar, mevcut ekolojik düşünceyi ve çevre politikalarını değerlendirme fırsatını elde ettiğini ifade ediyor.

Sean Cubitt

Bu kitabı yazdığı dönemde Cubitt, Yeni Zelanda’daki Waikato Üniversitesi’nde Ekran ve Medya Çalışmaları dalında profesör olarak çalışıyormuş ve üzerinde yaşadığı Yeni Zelanda topraklarının hem el değmemiş doğal, vahşi yaşama hem de artan şehirleşme ve endüstrileşmenin, iklim değişiminin hissedildiği şehir yaşamına sahip olduğunu belirtiyor. Bu nedenle kitabına, “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesi üzerinden, Yeni Zelanda ve Avustralya için büyük önem taşıdığını düşündüğü bio-güvenlik konusuna odaklanarak başlıyor. İkinci bölüm, “Prenses Mononoke” isimli anime film üzerinden hayvanları çizme konusune odaklanıyor. Üçüncü bölüm, bilim ile ilgili bir popüler iletişim ürünü olarak BBC yapımı “Mavi Gezegen” üzerinden çevre etiği konusunu tartışıyor. Dördüncü bölüm, “Kusursuz Fırtına” ile bizi meteorolojik bir olaydan başlayıp aşırı balık avlamanın sonuçlarına götürerek eko-iktisat’a ilişkin sorular soruyor. Eko-savaşı, savaşçıyı ve doğa uğruna kahramanca davranışı sorguluyor. Aynı bölümün ikinci odak noktası ise kahramanlık kavramına çok farklı bir açıdan yaklaşan “Balinanın Sırtında” (Whale Rider) filmi. “Karanlığın Kıyısında” (Edge of Darkness) filmi ile Cubitt, kitabının beşinci bölümünde çevre politikasına, eko-terörizme, kamusal alan ve ekoloji ilişkisine odaklanıyor. Bio-etik, bio-politik, mutant kimliği konularının “X-Men” örneği üzerinden tartışıldığı altıncı bölüm, genetik modifikasyonun anlamı ve ahlaki sonuçlarını analiz ediyor. Yedinci ve son bölüm ise küresel bağlamda yeşil medyayı, Hollywood ekolojisini, çevrecilik ve imparatorluk ilişkisini “Yarından Sonra” (The Day After Tomorrow) filmi örneğinde değerlendiriyor.

Bunlar arasında ECOMEDIA’da benim için en önemlisi ikinci bölüm olmuştur. “Howl’un Hareketli Şatosu” (Howl’s Moving Castle) filmini izleyerek kendisiyle tanıştığım  anime ustası Hayao Miyazaki’nin “Prenses Mononoke” (Princess Mononoke / Mononoke Hime) isimli animesini “okurken” doğru soruları sormamı sağlamıştır. Cubitt’in belirttiği üzere; “Tavuklar Firarda” (Chicken Run) ve “Kayıp Balık Nemo” (Finding Nemo) gibi ekoloji ile ilgili konulara yönelen diğer animelerden farklı olarak “Prenses Mononoke”; hayvan şeklindeki tanrılar ile iletişim kurmaya dair eski inanışları dile getiriyor. Ekoloji ile felsefenin kesişim noktasındaki mistik eğilime yaklaşıyor. “Hayvan nedir”, “insan nedir” ve “hayvan nerede biter insan nerede başlar” gibi Frued’dan Darwin’e pek çok düşünürün zihnini kurcalayan sorulara cevap arıyor. Ayrıca, ilk insanların belirli bir bio-bölgede rahat/doğru bir biçimde yaşayabilme becerilerine dikkat çekiyor.

Kısacası, medya ve(ya) doğa üzerine okuyorsanız, Cubitt’in Sinema, Ekoloji, Kültür kavramları üzerinden filmlere ve sahnelere doğru yayılan akıcı anlatımıyla bu kitabın ilginizi çekeceğini düşünüyorum. Keyifli okumalar.

Ecomedia
Sean Cubitt
Rodopi
2005

Dr. Nihan AYTEKİN
Celal Bayar Üniversitesi

Yazmasam çıldıracaktım! – Yaprak Vardar

0
Marguerite Duras

Yazarların yazar olma hallerini ve yazıyla ilişkilerini anlattığı kitaplar ilgimi çeker. Tanışıklığımın en eskiye gittiği kitap, Fransız yazar Marguerite Duras’ın “Yazmak”* adlı ince kitabıdır. Romanların salt ilhamla yazıldığını sandığım yirmili yaşlarımdan beri bu kitabı ihtirasla severim. Yıllardır yanımda o evden bu eve taşıdığım, her bir sayfası kopmuş kitabında Duras, yazıyla olan fırtınalı ilişkisini anlatır:

  • “Yazının yalnızlığı, o yalnızlık olmaksızın yazı ediminin gerçekleşmediği ya da yazacak daha başka ne kaldığı araştırılırken ufalanarak dağılıp giden bir yalnızlık.”
  • “İlk yalnızlığımın o döneminde, yapmam gereken şeyin yazmak olduğunu bulgulamıştım bile. Raymon Queneau daha o zaman doğrulamıştı beni. (…) ‘Başka hiçbir şey yapmayın, yazın’.”
  • “İnsanın neden yazdığını ve nasıl olup da yazmadığını hiç bulamayacağım.”
  • “Yazmamış olsaydım, sağaltılamaz bir alkol bağımlısı olurdum.”
  • “Yazının başına oturabilmek için, kendinizden daha güçlü olmanız gerekir, yazdığınız şeyden daha güçlü olmanız gerekir.”

Duras’ın cümlelerini aktarırken dahi ruhumu kamçılayan, garip bir zevk duyuyorum. Onun yazıyla sarsıcı, samimi ve tutkulu ilişkisini anlattığı kitabını baştacı etmeye devam ederken karşıma çıkan diğer “yazı” kitaplarına da kucak açmayı ihmal etmedim.

~~~

Murat Gülsoy

Geç kalmış keşiflerimden olan Murat Gülsoy’un “Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık”** adlı deneme kitabını geçenlerde altını çize çize okudum. (Eskiden kitapların altını çizmeye kıyamazdım. Her bir kitap kutsaldı benim için. Şimdiyse canlarına okuyorum.) Gülsoy’un kendi deneyiminden yola çıkarak biz yazarlığa heveslilere sunduğu “kurmaca yazmak zamanı yönetmektir” ya da “kahramanlarınızın gerçek insanlara benzemesini istiyorsanız öncelikle onlar için birer ‘hayat hikayesi’ yaratmalısınız” gibi pek çok ipucunu aklımın bir köşesine yerleştirdim. Romancının sanatını ortaya çıkarmasını sağlayan unsurun, tıpkı bir zanaatkar gibi sıkı çalışması olduğuna bu kitapla bir kere daha ikna oldum.

~~~

Yazının başına oturmaktan kaytarmak için, yazar olmadan önce mutlaka okunması gerektiği söylenen yerli ve yabancı klasiklerle oyalanma serüvenimi, yazma eylemi üzerine düşünen kitapları okuyarak sürdürdüğüm öne sürülebilir. Belki Fransızca’dan iyi kötü çevirdiğim iki kitap da bu oyalanma sürecinin bir parçasıdır.

~~~

Virginia Woolf

“Dünya tüm gücüyle sizden yazmaya ayırdığınız mesai saatlerini çalmaya (ya da daha fenası, yazmak istediğiniz için kendinizi suçlu hissetmenizi sağlamaya) çalışırken, yazmak çok zorlayıcı olabilir” demiş Virginia Woolf. Edebiyatın yatağını değiştiren yazarlardan biri olan Woolf’un deneme kitapları ve günlüklerinde satır aralarına sıkıştırdığı “yazarlık dersleri”ni Akademisyen Danell Jones kitaplaştırmış ve yedi bölümde özetlemiş***.

Jones, Woolf’un özellikle kadınlar için söylediği o ünlü “yılda beş yüz sterlin ve kendine ait bir oda” koşulunu ileri sürerken şunu söylemek istediğini belirtiyor: “Tam olarak ne düşünüyorsak onu özgürce ve cesurca yazmayı alışkanlık haline getirmeliyiz… Kapı üzerinde bir kilit olması kişinin düşünmesine fırsat veren bir dünyanın garantisiydi, boş sayfalar üzerinde derinlemesine düşünülebilirdi ve bunun için de kendine ait bir odaya ve yılda beş yüz sterline sahip olmak bu kadar önemliydi.”

İş bununla bitmiyordu elbette. Woolf’un düşüncesine göre iyi bir roman yazılabilmek için “o romanı yazmaya başlamadan önce onu yazmanın imkansız olması” gerekiyordu. Woolf, yazılması yazara kolay görünen romanların yazılmaya değmeyeceğini düşünüyordu.

~~~

Rainer Maria Rilke

Yazmanın cilveleri üzerine okumayı, acı bir gülümsemeye benzetiyorum. Yazmayı nasıl varoluşunuzun bir parçası haline getirdiğinizi, ancak bir türlü hakkıyla yazamadığınızı sezdirir bu tür okumalar. Bir yandan da ruhunuzu şahlandırır. Bir gün büyük bir yazar olacağınıza dair inancınızı bileyler. Rainer Maria Rilke’nin “Genç bir Şaire Mektuplar”**** kitabındaki satırları hatırlayalım:

“Mısralarınızın iyi olup olmadığını soruyorsunuz. Bunu bana soruyorsunuz. Benden önce de başkalarına sordunuz. Onları dergilere gönderiyorsunuz. Başka şiirlerle karşılaştırıyorsunuz. Yazı kurulları bu denemelerinizi beğenmeyince de canınız sıkılıyor. Peki öyleyse size yalvarırım, bütün bunlardan vazgeçin. Siz dışa bakıyorsunuz ve işte asıl bunu yapmamalısınız. Size hiç kimse öğüt veremez, hiç kimse de bir yardımda bulunamaz. Yalnız bir tek yol vardır: İçinize dönün. Size yazmanızı buyuran nedeni araştırıp ele geçirmeye bakınız. Yüreğinizin ta en dip köşesinde kök salıp salmadığını araştırınız bu nedenin. Yazmanız diyelim ki yasaklandı, ölür müydünüz o zaman ya da yaşar mıydınız eskisi gibi, bunu açıklayın kendinize. Özellikle şunu yapın; gecelerinizin en sessiz saatinde kendinize şu soruyu yöneltin: İlle de yazmam gerekiyor mu? Deşin içinizi, diplere inin, derinlerden bir yanıt ele geçirmeye çalışın. Ve bu yanıt onaylayıcı nitelik taşıyorsa, sorduğunuz sorunun karşısına ‘Evet yazmam gerekiyor’ gibi güçlü ve yalın bir yanıtla çıkabiliyorsanız, o zaman bu zorunluluğa gore kurun yaşamınızı; en sudan, en değersiz saatine varıncaya dek yaşamınızı bu içsel dürtünün simgesi ve kanıtı yapın.”

~~~

Tanpınar da Rilke’yle aynı görüşte. Murat Gülsoy’un bahsettiğim kitabını okuduğunuzda, son paragrafta Tanpınar’ın bir yazarın ne yazması gerektiğine dair şu sözlerini bulacaksınız: “Sen tek başına bir realitesin, bize bu realiteyi anlat. Yaşadığın saati, duyduğun günü, her gün içini parçalayan sızıları ve her akşam sana yaşamak aşkını veren ümitleri anlat. (…) Söyleyeceğin yalan bile bizim için kıymettir.”

Yazmaya dair okumayı sürdüreceğim. Bu konuda yazılmış, bana önerebileceğiniz başka kitaplar olursa seve seve alır okurum. Tavsiyelerinizi bekliyorum.

Yaprak Vardar

  1. * “Yazmak”, Marguerite Duras, Can Yayınları
  2. ** “Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık”, Murat Gülsoy, Can Yayınları
  3. *** “Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri, Yedi Derste Yazma Sanatı”, Danell Jones, Timaş Yayınları
  4. **** “Genç bir Şaire Mektuplar”, Rainer Maria Rilke, Aralık Yayınları

Yürümeye Övgü – Deniz Aytekin

Yürümeye Övgü - David Le BretonÜniversite için İstanbul’a yerleştiğim 2003 yılında, plansız programsız şehir sokaklarını keşfederken önüme çıkan bir kitapçının ‘yeni çıkanlar’ rafında görmüştüm Breton’un Yürümeye Övgü’sünü. Sonradan, o gün hoş bir tesadüf olduğunu düşünüp edindiğim bu kitabın sayfaları arasında kaybolacak, kayboldukça daha sık sokaklara atacaktım kendimi.

Sel Yayıncılık’tan çıkan ve iki baskı yapan Yürümeye Övgü’de tarih boyunca insanlığa ilham kaynağı olmuş onlarca düşünürün yürüyüş üzerine söylediklerini kendi hikayesinin arasına serpiştirir Breton. Birkaç sayfayı geçmeyen bölümlerin her birinde farklı bir yönünü ele alır yürümenin. Acelesi olmayan, varacağı yeri değil de yürümenin kendisini amaçlayan yürüyüşçüyü ‘aylak’ olarak anlatır. Rousseau’nun, Rimbaud’nun, Kazancakis’in bu eyleme atfettiği değerden dem vurur. Kitabın başında tarih boyunca yapılmış uzun keşif yürüyüşlerinin, yürüyüşçünün kendini yeniden tanı(mla)masındaki etkisini anlatırken, ortalardan itibaren gözü bugüne, şehirliye kayar. Modernitenin duvar diplerine ittiği yürüyüşçüyü, modernliğin kendisine “nanik yapan” bir başkaldıran olarak gösterir.

Kitabı benim için bu kadar özel kılan da Breton’un bu tavrı, bu bakışıdır. Modernitenin kişinin hareket özgürlüğüne koyduğu engellerin farkındadır yazar ama odağını yürüyüşçeye çevirmiştir, şikayet etmektense bakışını değiştirir betona boyalı kentlere. Şehirde, sınırları kaldırımlarla çizilmiş yürüyüş alanlarını katederken kendi bedeninden; fakirlik, iş problemleri gibi gündelik hayatın dayattığı temel sorunlardan uzaklaşıp kafası açılan, yürürken karşısına çıkan herhangi bir nesne üzerine düşünen, yol kenarlarındaki detayları keşfeden bireyi hayranlıkla anlatır. Yürüyüş esnasında maruz kaldığımız koku, görüntü ve seslerle tekrar yarattığımız mekânlar büyüler onu. Kaldırımları kemiren sokakları, ansızın ortaya çıkıp şehirlinin maskesini düşüren, onu saçak altlarına ittiren yağmuru anlatır. Gecenin sildiği sınırları, getirdiği bilinmezliği. Bakanın gözleriyle öznelleşen kentleri…

Çıktığım tek bir yürüyüşün bir başkasına benzeyeceğini bilsem ben de soğurdum yürümekten. Ama durmadan değişiyor şehrin dokusu. Sokakta attığım her adım yaşamın sonsuzluğundan rastgele bir kare sunuyor önüme. Kitaplardan öğrendiklerimi bazen özümsüyor, bazen yenileriyle değiştiriyorum adım attıkça. Farkına masa başında asla varamayacağım yüzlerce detay şekillenip ait olduğu yere yerleşiyor zihnimde. Bazen kaldırımsız bir sokakta duvar kenarında durmuş, önüme çıkan arabanın geçmesini beklerken Breton geliyor yine aklıma: “Yol yere kazınmış bellektir.”

Yürümeye Övgü
David Le Breton
Sel Yayıncılık
2003-2010

Deniz Aytekin
Yeşilist

Ayva

Hayatını anlattığı kitapta, “yaşadığımı itiraf ediyorum”da bahseder Pablo dayı
Daha ortaokul talebesidir
Kızlar, ilişkiler, gönüller vesair
Bir arkadaşı da sınıftan bir kıza yanık
Pablo zaten o zamandan şiirleri ile maruf
Lan oğlum ne var sanki benim ağzımdan şu kıza şiir yazsan der
Bir iki ıhh mıhh der ama üçletmez pablo
Gider evde bir koşu döktürür iki üç beyt
Pablo dayım bu, yazdı mıydı yavukluyu yüreğinin çatından vurur
Dayımın arkadaşı çeler gönlünü sınıftaki kızın
Ne varki başka bir hikaye de dönenmektedir bu sevda meselinde
Pablo dayı ilk şiiri arkadaşına teslim ettikten bir gün sonra
Sınıfta kalem kağıt bir şeyler ile meşgulken sınıftaki kız dayıma yaklaşır
Pablo dayıma gülümser
Bir şey söylemeden dayımın avcuna bir ayva bırakıp uzaklaşır
Hiç sekmez bu dönence
Pablo dayım şiir yazar, arkadaşına teslim eder, bir gün sonra kız çıkagelir; şiirin ve asıl şairin hediyesi ayvayı, sahibine, pablo dayıma, gülümsemesini de katık ederek teslim eder

Kelebek etkisi mi dersin hocam
Peki şu beyte ne buyrulur İstanbul’lu bir serdengeçtinin, Orhan dayımın yazdığı

“istanbul’dan ayva gelir, nar gelir
dondum baktim, bir edalı yar gelir,
gelir desen dar gelir;
gun aşırı alacaklılar gelir.
anam anam
dayanamam
bu iş bana zor gelir.”

Santiago
İstanbul
Şiir
ve
Ayva
Ayvayı yemek
aynı zamanda sevdalı olmakta değil midir sahi?

Pablo dayım ortaokulu bitirir, çok bayramlar görür, politikaya atılır, ülkesinden atılır, dünyalar tanır, deryalar yazar.
Pablo dayım hayatını yazmaya yeltenince aklına ortaokul gelir, arkadaşı gelir, sınıftaki kız gelir, gülümsemesi ile katık ona sunduğu ayva gelir
Pablo dayım (buna adım gibi eminim) gülümseyerek sepetten bir ayva alır, siler, koklar ve yer
Ayva çiçek açmış hocam
Yoksa yaz mı gelecek ?

Yaşadığımı itiraf ediyorum
(Confieso que he vivido)

Pablo Neruda
Alan Yayıncılık
1976
Çeviri: Ahmet Arpad

Orhan Veli- Bütün Şiirleri
Orhan Veli Kanık
YKY
2011

Alper Tolga Akkuş

Ama…

Otuz beş gencecik canın gözlerindeki ışığın sonsuza dek söndürülmesiyle her daim dört bir yanı kaplamış ağıtlara bir kez daha en sertinden çarptığımız, her türlü acı ve nedenli-nedensiz öfkelerin kararmış vicdanlarla karşılaştıkça büyüdüğü, adaletsizliğin bir hukuk normu haline geldiği ve nefret tohumlarının her zamankinden hızlı filiz verdiği böyle zamanlarda ekoloji yazmak, sözü doğaya, ekolojik bilgeliğe getirmek zor, çok zor hem de.

Ve bir o kadar da gerekli, her zamankinden daha önemli hatta.

Gerçek bir ekolojik bilgeliğin sarmaladığı birey ve toplumlarda insanlara karşı da ayrımcılık olmaz, zira. Öyle bünyelerde ne kör ve kibirli “o kötü-bu iyi” ezberlerine rastlayabilirsiniz, ne insanı kendini paramparça etme isteğiyle yakıp kavuran adaletsizliklere tanık olursunuz, ne de her şeyden önce kendi vicdanını rahatlatmak için söylenen “ama” larla karşılaşırsınız.

“Ama” çünkü, iyi ihtimalle kendine bile dürüst olamamamın, kötü ihtimalle ise kocaman bir yalanın ifadesidir. “Ama”  masumiyetini kaybetmiş toplumlara hastır, doğada yoktur, ve bizim gibilerin hayalini kurduğu dünya da her şeyden önce ve her hayalimizin bir kısa özeti niyetine esasında, “’ama’ların olmadığı bir dünya”dır.

Doğmamış oğlumun, onlu yaşlarında aşık olacağı kızlardan “sen çok iyi bir insansın…” diye başlayıp “ama” yla bağlanan cevaplar alacağı bir kibarlık dünyasının sahte avuntularında yaşamasını istemiyorum ben. Ağlamaktan korkmasını, kendisini ciddiliğin gülünçlüğüne hapsetmesini istemiyorum. Kızımın korkular ve ayıplar ve gururculukların bahanesi olacak “ama”larla kısıtlanıp tahakküm altına alınmasını ve kendi kendini sınırlamasını;  söylemek isteyip de söyleyemediği her laftan, atmak isteyip de atamadığı her adımdan ve  etmek isteyip de edemediği her danstan sonra gönlünü güya rahatlatan ve aslında bir gün acısını fazlasıyla çıkartacak “ama”lı cümleler kurmaya mahkum olacağı bir yaşam istemiyorum.

Kimsenin kimseye tepeden bakmaya ihtiyaç bile duymadığı, kırdığı her kalp ve yaptığı her zulüm ve aldığı her ah’dan sonra kendisini “ama”lı bahanelerle rahatlatmadığı bir gelecek istiyorum.

Ben istiyorum ki, “ama”yı hiç bilmesinler benden sonra gelecekler. En kalpsiz ve hatta merhametsiz insanın bile içinde pek duyulmasa da haykıran, hatta arada bir kulaklarımıza hayatın anlamını dahi fısıldayan sesleri “ama”lara boğmasını hiç bilmemiş, kimselerden öğrenmemiş, hayatları boyunca akıl edememiş olsunlar.

Yüzleşmesi zor gerçekleri “ama”lara bulamadan da selamlayabilelim istiyorum; kabulleriyle, kimliklerimizin artık birer parçası haline gelen ezeli inkarlar tuzla buz olacak, bi’ şeylere armağan ede ede eksilttiğimiz varoluşlarımız yaralanacak olsa bile. On milyonu aşmış şehirlerin yalnızlaştırıcı kalabalıklarında, saatler uzunluğunda ve saniyeler hassasiyetindeki telaşların nefes nefeseliğinde ve ruhların içini boşaltıcı, bedenleri de birer simülasyon kanepesine hapseden konforların kucağında, herkesin payından almalarla birike birike dağlar gibi dikelen iktidarların ve dayatmaların ve “kutsal” yalanların kör edici ışığında yapılan zulümlerin kahredici gölgelerinde ne kadar mümkün bu; o apayrı bir soru.

Tam da sorulması gereken, işte bu apayrı soru.

Zihnimde bir tersten, bir düzden sorup duruyorum: Her türlü ekolojik tahayyülün nihayetinde ortak noktası ve ilkesi ve en temeli olan doğanın içindelik, gönüllü sadelik ve toprağın yaşam veren ya da denizin hülya katan kokusuna her daim yanıbaşındalığın esas olduğu toplum misal; ayrımcılık ve adaletsizlik ve aymazlıklarla, daha da kötüsü bu ayrımcılık ve adaletsizlik ve aymazlıkları “ama”larla sıvayarak alkışlayanlarla dolu olabilir mi? Tersinden: Ayrımcılık ve adaletsizlik ve aymazlıklardan arındırabilir miyiz yaşamlarımızı, ve can sıkıntısından; doğanın içindeliğe, gönüllü sadeliğe ve toprağın yaşam veren ya da denizin hülya katan kokusuna her daim yanıbaşındalıkla içkin ve bundandır ki huzur ve mutluluğa doygun olmadan?

Ben öyle bir toplum istiyorum ki, hiç bir çocuk büyüyünce Yılmaz Özdil olabilecek kadar uzak kalmasın iç barışından, huzurdan ve sevgiden ve hayatını anlamlandırabilme umudundan. Hiç bir çocuk polis ya da asker edilmesin; zalimleri zalim ve zulümlerini ebedi kılan “ama”larla sarmalanmış yalanların devamlarını getirirken kutsal ve güzel ve iyi ve ulvi bi’ iş yaptığını sanmak kadar kötü bir şekli yoktur zira muhtemelen, şu ömrü yaşamadan tüketmenin.

Göz göre göre ve haince masum insanları öldürenlerin kahraman ilan edilebileceği kadar kopmasın insanlar birbirinden; ve tam da bunun için birbirlerini herkesin payından almalarla birike birike dağlar gibi dikelen iktidarların ve sahte kutsaliyetlerin yalanları aracılığıyla duyan ve gören ve hissedemeyen tutsak insanların kocaman kalabalıkları yerine bire bir insani ilişki içinde ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak birbirini anlama, sevinci ve acıyı paylaşma, haksızlık karşısında ortak dayanışma hisseden hür insanlardan müteşekkil ufak topluluklarda yaşayalım.

Ekoköyler misal, kırsal komünler, şehirlerde mahalleler ve dernekler ve birlikler. Aynı Coca-Cola reklamlarında dedikleri ve gösterdikleri gibi; ama sahte ve samimiyetsizce temiz değil, icabında kirli ve ne olursa olsun gerçek ve samimi olanları, onların.

Tam ve bütün politik tahayyüllerdir söz konusu olan; bunları romantik birer serzeniş ve sıkkın canların gerçeklerden kopuk hülyaları sanarak “ama”larla streçlemek de zulüm değilse ayıp, ayıp değilse yanlıştır. Daha düne kadar (neredeyse) her türlü görüşün ve ideolojinin ortak noktası olan, en büyük ve güçlü “ama”lara sahip olmakla ünlü kalkınmacılığın sonuçlarıdır bugün gölgesinde kıvrandığımız herkesin payından almalarla birike birike dağlar gibi dikelen iktidarlar ve sahte kutsaliyetler. Burada devlettir, orada Wall Street’tir, başka yerde Şeriya, nah şurada teknokratlar, oracıkta muhafazakar şuracıkta da tektipleştirici dayatmalardır. GDO’dur, nükleerdir, sanayiciliktir, daha çok çalışmayı kabul etmektir, konfortizmdir, yağmurdan kaçmak ve çamurdan uzak durmaktır, ruh bencilliğin tavanındayken ağızdan “canım”ı, “hayatım”ı eksik etmemektir.

O “ama”lılık halidir , seni günde 10 saat çalıştırıp bol para ve yok zamana boğarken, diğerine iş yüzü göstermeyip bol zaman ve yok paraya mahkum eder. Sende olmayanı “ama”lı bahanelerinin tam merkezine oturtur, her daim haykırışta olan iç seslerinin uyandırıcı tokatlarını müzikçalarlardan yükselen şarkıların anlamı çekip alınmış gürültüsüne boğar. Boğarsın.

Çalıştığında ayrı zevk alacağın, dinlendiğinde ayrı huzur duyacağın, zaman ırmağında bata çıka değil oynaya zıplaya gitmeyi becerebileceğin, şenlikli bir varoluşu toplumsal bir zenginlik ve dikey kurumlara muhtaç olmayacak kadar büyük ve hissederek iletişebileceğin toplumlarda hürce yaşayacağın bir hayat dururken üç cesur adım mesafede, kendini insan doğasına aykırı büyüklükte kalabalıkların hayatın anlamını sorgulatacak kadar bunaltıcı tektipleştiriciliğine hapsetmek…

Hiç gerek yok.

Hazır ulus-devlet projeleri de çökmüşken dört bir yanda ve modern toplumların verebileceği her türlü olumlu ders kaydedilmişken toplumsal hafızalara, ekolojik bilgelik eski ve yeninin yepyeni ve bir o kadar da eski bir bütünü olarak yerini almışken bazılarımızın deneyiminde ve hepimizin “bi’ şeylerde sorun var”lıklı sorgulamalara verdiği içgüdüsel cevaplarda, toplumsal devingenlik zaman ve mekan ve iletişime apayrı bir anlam katıveriyorken…

Ve yıkılacaksa herkesin payından almalarla birike birike dağlar gibi dikelen iktidarlar ve sahte kutsaliyetlerin temel direkleri, kalabalıkta yaşayan insanlar bile gördükçe bu yeni mini-toplumların şenlikli mutluluğunu…

Ve en önemlisi, ben ve sen, ve yani bu kadar çok insan “Evet!” diyorken birbirimizden bazen haberli ama ekseriyetle habersiz: “Gitmek lazım, bi’ balıkçı teknesi, bi’ şömine, bi’ samandan ev ve bir gitar. Ve muhabbet”…

Hiç gerek yok artık “ama”lara.

Bu yazı da önce kendime, sonra sana.

[Haftanın Yemeği] Havuçlu, mantarlı bezelye

Bu hafta sizlere önereceğimiz yemek Havuçlu, mantarlı bezelye. vejetaryenyemek.com sitesiyle ortak seçtiğimiz yemeğin tarifi şu şekilde:

Yarım çay bardağı zeytin yağı

1 soğan

2 orta boy havuç

300 gr mantar

1 kg bezelye

1 su bardağı sıcak su

Dereotu

Tuz

Hazırlanışı:

İlk olarak doğradığınız soğanı yağda soteleyin. Soğanlar hafif pembeleşmeye başlayınca önceden küp küp doğradığınız havuçları da tencereye atın ve sotelemeye devam edin. Havuçlarda hafifçe yumuşadıktan sonra mantarları ilave edin. Mantarı da havuç ve soğanla birlikte bir süre pişirin ve son olarak bezelyeleri ilave edin. Hepsini bir iki kere karıştırdıktan sonra 1 su bardağı sıcak su ve dilediğiniz kadar tuz ekleyin. Bezelyeler yumuşayana kadar pişirin. Yemeğinizi ocaktan aldıktan sonra doğradığınız dereotunu (çok küçük doğranmaması tavsiye edilir) yemeğinin üstüne serpin ve tencerenin kapağını kapatarak 3 – 4 dakika bekletin. (Böylelikle hem dereotu daha diri kalıyor hem de yemeğe çok güzel lezzetini veriyor). Afiyet olsun.

COP17 Durban zirvesinin ardından – Levent Kurnaz

[COP17 Durban zirvesinin ardından dünya kamuoyu ne aşamaya geldi, Türkiye bu konunun neresinde?]

Dünyada iklimin değişmekte olduğu tartışılmaz bir gerçek. Günümüzde bilimciler artık bu değişikliğin varlığını değil büyüklüğünü ya da bu değişikliği durdurmak için neler yapılması gerektiğini tartışıyorlar. Ülkemizde ise iklim değişikliği bizi değil, Pasifik Okyanusu’ndaki Tuvalu devletini ilgilendiren bir sorunmuş gibi davranılıyor. Oysa dünyanın neredeyse tüm ülkeleri bu sorunun varlığını kabul etmiş durumdalar ve çözüm yolları araştırıyorlar. Bu yoldaki çabaların ilk adımı olarak 1992 yılında Rio’da düzenlenen zirveye katılan ve içinde bizim de bulunduğumuz 194 ülke Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ni imzadılar. Bu sözleşmeyi imzalayan ülkeler iklim değişikliğinin ve yaratacağı kötü sonuçların öngörüldüğünü ve bu sonuçların engellenmesi için kanuni bağlayıcılığı olan protokoller yapılacağını kabul ediyorlardı.

Bu sözleşmenin şartlarına göre her sene yapılan iklim değişikliği değerlendirme toplantılarının üçüncüsünde, Kyoto Protokolü kabul edildi. Bu protokol 2007-2012 yılları arasında atmosferdeki sera gazlarının miktarını sınırlamayı amaçlayan bir anlaşmadır. Bu anlaşma kapsamında dünya ülkeleri temelde iki gruba ayrılmışlardır. Birinci gruptaki ülkeler gelişmiş ülkelerdir ve bu ülkeler karbondioksit salımlarını 2012 yılının sonunda 1990 salım seviyesinin %5 altına çekmeyi taahhüt ederler. İkinci gruptaki ülkeler de gelişmekte olan ülkelerdir ve bu ülkelerin bir azaltma sorumluluğu yoktur.

Gelişmiş ülkeler grubundaki ABD bu anlaşmayı kabul etmemiştir. Çin, Hindistan ve Brezilya da azaltma sorumluluğu olmayan ikinci grup ülkeler arasındadır. Ülkemiz de bu anlaşmayı yürürlüğe girme tarihinden sonra kabul ettiği için herhangi bir sorumluluk almamıştır.

Son üç senedir Avrupa Birliği öncülüğündeki dünya ülkeleri 2012’de geçerlilik süresi dolacak olan Kyoto Protokolü’nün devamı niteliğinde bir anlaşma üzerinde çalışmaktalar, ancak bu anlaşma iki temel sebepten başarıya ulaşamıyor. İlk olarak gelişmiş ülkeler kendileriyle birlikte gelişmekte olan ülkeler de bir sorumluluk almadan ellerini taşın altına koymak istemiyorlar. İkincisi de, gelişmekte olan ülkeler, bugün atmosferdeki karbondioksit miktarının sorumlusu olarak gelişmiş ülkeleri gördükleri için önce onların büyük kısıntılar yapması gerektiğini söylüyorlar.

Bu hava içerisinde Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Durban şehrinde düzenlenen senelik BM İklim Değişikliği toplantısı sürpriz bir anlaşma ile sonuçlandı. Uzun süren pazarlıklar sonucu varılan bu anlaşmanın iki önemli özelliği var. Birincisi, ABD dahil tüm ülkelerin bu anlaşmanın kanuni bir bağlayıcılığı olmasını kabul etmeleri. İkincisi ise bu anlaşmanın hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin sera gazı salımlarına kısıtlama getirmesi. Taraflar 2015 yılına kadar kimin ne kadar azaltma yapacağına karar verecekler, sonrasında bu anlaşma tarafların meclislerinde kabul edilecek ve 2020 yılında uygulamaya başlanacak.

Bu anlaşmaya taraf olan tüm devletler bunu bir başarı olarak sunarken dünyadaki tüm çevre örgütleri bir bozgun havası içerisindeler. Bu bozgun hissinin sebeplerini anlayabilmek için bu anlaşmanın sağlanmasında en fazla kimlerin çıkarı olduğuna bakmalıyız.

Yeni iklim anlaşmasının en büyük çıkar sahibi Avrupa Birliği’dir çünkü bu anlaşma olsun ya da olmasın kendi kamuoyu baskısıyla AB sera gazı salımlarında bir azaltmaya gitmek zorundaydı. Ancak AB bu azaltmaya kendi başına gittiği zaman diğer ülkelere göre ciddi bir ekonomik zararla karşı karşıya kalacaktı. Bu anlaşmanın varlığı AB’yi bir yanda sera gazlarının salımını azaltma yolunda karşılaşacak ekonomik sorunlar diğer yanda da kamuoyu baskısı ile uğraşmaktan kurtardı.

İkinci kazanan ABD’dir. Çünkü artık dünya kamuoyu karşısında uzlaşmaz ülke görüntüsünden çıkacaktır. Dünya ülkelerinin aksine Amerikan kamuoyu iklim değişikliğini bir sorun olarak görmediğinden Başkan Obama üzerinde ciddi bir iç baskı unsuru bulunmamaktadır. Dışarıdan gelen baskıları da bu şekilde engellemiş oldular.

Üçüncü kazanan grup da da Çin ve Hindistan gibi gelişmekte olan ekonomilerdir, çünkü bu ülkelerin ekonomileri dışarıya sattıkları ürün ve hizmetlere dayalıdır. Bu durumda bu ülkelerin ürünlerini satın alan gelişmiş ülke tüketicileri her geçen gün bu ürünlerin sebep olduğu sera gazı salımlarını sorgulayarak yakın gelecekte bu ülke ekonomileri için ciddi bir sorun haline gelebilirdi.

Peki çevre örgütleri bu anlaşmayı neden yeterli bulmuyorlar?

  • Çünkü, 2020 yılını beklemeden hemen büyük bir kesintiye gitmemiz gerekiyordu. Bilimsel açıdan 2020 yılını beklemek dünyanın ortalama sıcaklığının 2oC’den fazla artacağını kabullenmek demektir. 2oC’lik bir artış iklim değişikliğini durdurabilmek için konulmuş bir hedeftir. Çünkü 2oC üzerine çıkan bir sıcaklık artışı geri besleme mekanizmalarının devreye girmesiyle artık ilerlemesi durdurulmaz bir hal alacaktır.
  • Çünkü bu toplantıda kesin sayılara dayalı bir anlaşmaya varılmamış olması yakın gelecekte tüm ülkelerin bir tür koyun pazarlığı seviyesinde sera gazlarını azaltma konusunu masaya yatırıp sonuçta kimsenin ekonomik açıdan canının yanmayacağı bir anlaşmaya varacaklarının bir göstergesidir. Her ülke kendi ekonomik çıkarlarını önde tutacağı için üzerinde anlaşılacak indirim miktarı gereken miktarın çok altında kalacaktır. Yeni anlaşma üzerinde ne kadar uzun süren bir pazarlık olursa aslında bu anlaşmaya varmak istemeyen ülkelerin de hiçbir şey yapmadan yola devam etmek için o kadar uzun süreleri olacaktır.

Ülkemizin bu toplantıya Çevre Bakanı yerine Kalkınma Bakanı ile katılması bile iklim değişikliğini bir çevre sorunu olarak değil de bir kalkınma sorunu olarak gördüğümüzün bir göstergesidir. Toplantı sırasında ülkemiz sera gazı salımlarında hiçbir indirime gitmeden büyümeye odaklanarak gelişmiş ülkelerden para ve teknoloji yardımı alma stratejimiz bizi ileride oluşacak çevre sorunlarıyla mücadelede de yalnızlığa mahkum edecektir.

Levent Kurnaz

twitter.com/#!/leventkurnaz

Yılmaz Özdil’e beddua

Yılmaz Özdil’e ve özellikle Sayın Kaçakçı başlıklı yazısına ithaf olunur. Bu yüzden, yazımda mantık, vicdan veya herhangi bir başka perspektif aramaya gerek yoktur.

Başla!

Yılmaz Özdil. Sen insan olamazsın, “insan müsvettesi” ne menem bir şey ise, ondan da olamazsın. Biliyor musun, aslında senin can taşıdığını sanmıyorum. Acaba bir nesin, nasıl ifade edilirsin? “Şeytan parçacığı” gibisin.

Eşekten, attan, kaçakçıdan söz ederek “makul ve insan” saydığın kendini, birileri daha yüklüce ezilsin diye, yukarılara sakın çekmeye çalışma. Asla onlar kadar onurlu değilsin. Evrenin tüm sakinlerine paylaştırdığı değerden kendi payına düşeni sevgisizliğinle tükettin. Sen, hayatın girebileceği, şiddetin bürünebileceği en korkunç hallerden birisin. Maddenin nefret halisin. Keşke inancım olsaydı da, seni, zamanın geldiğinde cehennemde hayal edip biraz olsun çaresizliğimi yendiğimi hissedebilseydim. Oysa sana ve peşine taktığın azgın cehalete karşı öyle bitkin buluyorum ki kendimi, korkuyorum.

Seni düşündükçe sana benzediğimi biliyorum.

Sözlerinin ışığı bile felç eden şiddetinden, vurdumduymazlığının konforlu bulaşıcılığından, yok saydığımız duyguların yerine koyduğun zorba karanlıktan korkuyorum; çünkü böylesine vicdanlar, sadece kendi üzerlerine titrerken kırılmış narsist hayaller ile sevişir. Senin gibi “markalar” büyütüldükçe, ortak akıl ve vicdan, karabasan bir sonsuzluğun içine mıhlanıyor. Ülkenin bilinmez geleceğine kadar yapışmış aymazlık ve utanmazlık birliğinden; onun bunun zihni ile apış arasına egemenlik kurmak dışında bir ahlak üretmeyip, insancıllığını biz-merkezci çıkarlar ile çarçur eden ikiyüzlü maneviyatçılıktan korkuyorum.

“İnançsızım” dedim ya, varlığın bunu bayağı bir pekiştiriyor.  Mutlak kötülüğe niyetlenmiş fırsatçı bir karadelik gibisin. Sen insani değerleri, anlayışı, diyalogu parçalayıp yuttukça; şiddetsizliğe, bunun başarılabileceğine olan sabırsız imanımı, kendime karşı dürüstlüğümü kaybediyorum. Kötülüğün öyle güçlü ki, beni kendi dehlizlerime çekiyorsun; insanlığımdan endişeleniyorum.

Senin gibi birine başka ne söylenir, ne yapılır, inan bilmiyorum. Öyle ya da böyle beddua etmek dışında. Kabına sığamaz nefret karşısında, tarihin başından beri tüm dünyayı saran ahların kaynağını; canavarların, iblislerin, en kötü felaket masallarının nereden geldiğini şimdi biliyorum: Senin gibilerden geliyor Özdil, senin. Sadece nefret reytingi ile beslenmekle kalmıyor; kan ve gözyaşıyla haddinden fazla semiren varlığından dışarıya cehennemi kusuyorsun. Vahşetten, sömürdüğün acılardan bizlere düşen de “senin cici egon” ile yaşamak oluyor, değil mi?

Sen, insana, yaşama, barış içinde ölüme, belki günün birinde geri gelecek çocuksu günlere olan umudumuzu yok ediyorsun. Çünkü o umudu iştahla tüketerek hayatta kalıyor, bunu da çok iyi biliyorsun. Cehennemde buluşmak dileğiyle Yılmaz Özdil. Zaten tam da oradayız ya.