Ana Sayfa Blog Sayfa 4866

Gümüşhane’de HES’e tepki

Gümüşhane'nin Gülaçar köyünden geçen Artabel deresinin doğduğu yer

Gümüşhane’de Kuzey Hidroelektrik Santrali (HES) projesi kapsamında Artabel Deresi ve Nivene Deresi’ne özel bir firma tarafından yapılacak olan 3 HES için bilgilendirme toplantısı düzenlendi. Toplantı salonda sürerken Atatürk Kültür Merkezi önünde toplanan yöre sakinleri ise toplantı salonuna girmediler.

Toplantı salonuna giren Gülaçar Köyü Muhtarı Yüksel Yalçın, ”Biz yöre halkı olarak toplantıya katılmıyoruz. Sizler boş salona açıklama yapıyorsunuz. Yöre halkı olarak bu projeye karşıyız. Biz dışarıdayız, siz salonda bilgilendirme toplantısı yapıyorsunuz” diyerek tepki gösterdi, ardından salonu terk etti.

Şirket boş salonu bilgilendirdi

Atatürk Kültür Merkezi’nde Gümüşhane Çevre Yönetimi ve ÇED Şube Müdürü Cemil Köksal başkanlığında yapılan toplantıya, Çevre ve Şehircilik Müdürlüğü görevlileri ve firma yetkilileri katıldı. Toplantıyı protesto eden yöre sakinleri ise toplantıya katılmadı.

Firma yetkilileri, Kuzey HES Projesi kapsamında yapılacak 3 HES ile ilgili açıklamada bulundu. Her bir HES için inşaat süresinin bir sene olmasının beklendiğini belirten firma yetkilileri, Artabel Deresi üzerine yapılacak olan Kuzey 1 ve Kuzey 2 HES’lerinin ana su kaynağının Artabel Deresi, Kuzey 3 HES’in de Nivene Deresi’nin su kaynağının kullanılacağını ifade ettiler.

Arazinin hazırlanması aşamasında, kazıdan çıkan kazı fazlası malzemenin uygun nitelikte olması durumunda, ünitelerin inşasında dolgu işlemlerinde, servis yolu yapım çalışmasında, çalışma alanı çevresi ve çevre düzenlemesi çalışmalarında kullanılmasının planlandığını kaydeden yetkililer, Kuzey HES’in 18 MWm kurulu güce sahip olacağını ve yılda ortalama 46.52 GWh enerji üretmesinin öngörüldüğünü söylediler.

Halk salona girmedi

Toplantı salonda sürerken Atatürk Kültür Merkezi önünde toplanan yöre sakinleri ise toplantı salonuna girmediler.

Yöre halkı adına basın açıklaması yapan İkisu Tarsun Artabel Köyleri Derneği Başkanı Nihat Olgun, bölge halkı olarak projede olumsuzluklar tespit ettiklerini savunarak, şunları söyledi:  ”İçme, sulama, kullanma ve doğal hayatı korumak için vadiye su bırakılacağı taahhüt edilmektedir. Ancak bırakılan su miktarı mevcut suya göre azalacağından nitelik bakımından önemli değişiklikler meydana gelecektir. Aşırı soğuklarda buzlanma, aşırı sıcaklarda ısınma, atıklardan dolayı dere yatağının kirlenmesi olacağından olumsuz sonuçların olacağı aşikardır. Faydadan çok zarar getireceğinden yöre halkımız tarafından kesinlikle kabul görmemektedir. HES’lerin yapılacağı saha kırmızı benekli alabalığın üreme alanı olup yapılacak HES’ler bu türün neslinin tükenmesine neden olacaktır. Ülkemizde elektrik üretimine ihtiyaç olduğunu bilmekteyiz. Ancak proje alanları seçiminde olumlu ve olumsuz etkilerin birlikte değerlendirilmesi gerekmektedir. Biz, Artabel ve Nivene Dereleri’ne yapılacak olan HES’leri kabul etmiyor ve ‘hayır’ diyoruz.”

Toplantı salonuna giren Gülaçar Köyü Muhtarı Yüksel Yalçın, ”Biz yöre halkı olarak toplantıya katılmıyoruz. Sizler boş salona açıklama yapıyorsunuz. Yöre halkı olarak bu projeye karşıyız. Biz dışarıdayız, siz salonda bilgilendirme toplantısı yapıyorsunuz” diyerek tepki gösterdi, ardından salonu terk etti.

Toplantıyı yöneten Çevre Yönetimi ve ÇED Şube Müdürü Cemil Köksal, ”Firma gerekli bilgilendirme toplantısını yapmıştır. Biz raporumuzu ‘bilgilendirme toplantısı yapıldı’ şeklinde tutacağız. Ancak, bilgilendirme toplantısına yöre halkının katılmadığını belirteceğiz” dedi.

Atatürk kültür Merkezi önüne toplanan yöre sakinleri ise ”HES’lere hayır” şeklinde slogan attıktan sonra olaysız olarak dağıldı.

(Karadeniz’den Günebakış)

İspanya’da ETA mahkumları için sessiz yürüyüş

İspanya’nın kuzeydoğusundaki Bask bölgesinin Bilbao kentinde, ETA örgütü mahkumlarının Bask bölgesindeki cezaevlerine transfer edilmesi talebiyle yürüyüş düzenlendi.

Bask’taki ayrılıkçı siyasi partiler ile sivil toplum örgütlerinin organize ettiği ve Madrid’deki Ulusal Mahkemenin izin verdiği gösteriye, binlerce kişi katıldı.

“Herkesin hakkı var, Basklı mahkumlar Bask’a” yazılı bir pankart altında yapılan şehir merkezindeki sessiz yürüyüşte, ETA yanlısı herhangi bir slogan atılmamasına özen gösterildi.

Basklı siyasiye göre Madrid bu mesajı almalı:

“Dileriz Bilbao’yu dolduran bu sessiz kalabalığın mesajı, Bask Bölgesi’nden çıkarak Madrid’e kadar ulaşır. Popular Parti’nin bu durumu gündemine alıp politik normalleşme adına bir karar vermsini istiyoruz. Sorumluluk alarak iktidar gücünü kullanmalı ve daha öncekilerin yaptığı gibi meseleye yaklaşmamalı.”

Gösteriye katılanlar, ağır hasta olan ETA mahkumlarının serbest bırakılmasını, İspanya’daki ceza evlerine dağıtılmış olan ETA mahkumlarının Bask bölgesindeki ceza evlerine transfer edilmesini, af yasası çıkartılmasını talep ettiler.

ABD’de Cumhuriyetçiler ikinci sınava hazırlanıyor

Amerika Birleşik Devletleri’nde Cumhuriyetçi Parti adayları arasındaki seçim yarışı iyice kızışıyor. Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimlerinin ilk sandık sınavı olan Iowa eyaletinde yapılan Cumhuriyetçi Parti ön seçimlerini, sadece 8 oy farkla Mitt Romney kazandı.

Şimdi New Hampshire’daki ikinci sınava hazırlanan Cumhuriyetçiler, televizyonlarda yapılan tartışma programlarına katılıp, seçmeni ikna etmeye çalışıyor. Önceki akşam ABC televizyon kanalında yapılan tartışma programı da Cumhuriyetçilerin ateşli tartışmalarına sahne oldu.

Programda, son yapılan anketlerde New Hampshire’da da önde görülen Mitt Romney’nin yanı sıra koyu Katolik Rick Santorum da vardı. Santorum muhafazakarların oylarını almayı hedefliyor.

Ön seçimi beşinci sırada bitirerek hayal kırıklığına uğrayan Texas Valisi Rick Perry, tartışmada özellikle Irak’ta yaşananlara dikkat çekti. “Ben olsam şimdi ABD Ordusu’nu tekrar Irak’a gönderirdim” dedi.

Başkan adayları Ağustos ayında kesinleşecek olan Cumhuriyetçilerin New Hampshire ön seçimi ise 10 Ocak tarihinde yapılacak.

Metin Göktepe anıldı

Gazeteci Metin Göktepe, öldürülüşünün 16. yıldönümünde Esenler’de bulunan Kemer Mezarlığı’ndaki kabri başında anıldı.

Metin Göktepe için düzenlenen anma törenine Emek Partisi Genel Başkanı Selma Gürkan, CHP İstanbul İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı, OdaTV Davası’nda tutuklu yargılanan Ahmet Şık’ın eşi Yonca Şık ile Göktepe’nin annesi Fadime Göktepe, yakınları ve arkadaşları katıldı.

“ÖZGÜR BASIN SUSTURULAMAZ”
Anma için Atışalanı’nda bir araya gelen Evrensel Gazetesi çalışanları buradan Kemer Mezarlığına yürüdü. Yürüyüş sırasında “Basın özgürlüğü engellenmez” pankartı taşıyan grup, “Evrensel yazıyor, Metin yaşıyor” ve “Özgür basın susturulamaz” şeklinde sloganlar attı. Bu sırada grubun, Ahmet Şık’ın, Göktepe’nin annesi Fadime Göktepe ile çekildiği fotoğrafı da taşıdıkları görüldü.

“METİNLER ÖLMEZ”
Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İhsan Çaralan‘ın 16. kez Metin Göktepe’nin mezarının başında bulunduklarını belirterek, “1996 yılından beri her yıl iktidarda olanlar hep basın özgürlüğünü genişlettiklerinden, demokrasinin geliştiğinden bahsetmişlerdir. Ancak dönüp baktığımızda bugün gazetecilerin baskı altında olduğunu görüyoruz” dedi. Çaralan,”Daha çok Metin olma zamanıdır” diyerek sözlerini tamamladı. Anmada konuşan Göktepe’nin annesi Fadime Göktepe, “Metinler ölmez. Metinler dolu” dedi. Fadime Göktepe, tutuklu gazetecilerin serbest bırakılmasını istedi.

“GERÇEK FAİLLERİ ORTAYA ÇIKARIN”
Toplumsal Bellek Platformu aileleri adına konuşan Canan Kaftancıoğlu, “Sevgili Metin, geniş ailen olarak bugun bir kez daha buradayız. Sana güzel haberler vermek isterdik ama geçen bir yılda ne yazık ki sana verebileceğimiz güzel bir haberimiz olmadı. Metin Göktepe ve benzeri cinayetler insanlığa karşı işlenmiş suçlardır. Bu suçlarda zaman aşımı olmaz. Bu suçların arkasındaki tetikçileri değil gerçek failleri ortaya çıkarın” diye konuştu.

Cinayeti gördük – Yasemin Göksu

Daha giderken, yolda, biliyorum yazmam gerektiğini bunları. Gel gör ki ne zaman, yazmam gerektiğini bilsem; yazmanın içimi biraz olsun serinleteceğini… Nereden başlayacağımı hiç bilmem!

Bitmeyecek gibi gelen… Bittiğinde bizi karşılayacak kederi düşününce, yüreğimi sıkan korkunun “bitmese” diye düşündürdüğü uzun yol… Minibüsün her sarsıntısında ensemden sırtıma, kafatasıma ve koluma yayılan sancıyı düşünmemeye çalışarak bakıyorum camdan.

Botan…

Arkasında beş bin yılı sürükleyen bir halkın, yüzyıllardır sırtında taşıdığı, bir türlü silkip atamadığı “keder”, bu coğrafyanın taşına, suyuna, toprağına, her santimine sinmiş… Bu nasıl anlatılır ki, neresinden başlanır? Ve bu toprakları ilk gördüğüm günden bu yana, yıllardır, nerde saklar kendini de, her geldiğimde gelip yüreğime yapışır bilmem…

Öyle çıplak görünüyor ki her yer… Öyle ağaçsız, çiçeksiz, kokusuz… Bir zamanlar binlerce koyunun gezindiği, beslendiği bu topraklarda ot yok şimdi. Yüzlerce kilometre yol giderken, altı üstü iki sürücük görüp seviniyoruz gene de. Anlatılır bir yoksulluk değil. Üstelik yaklaştıkça karşımıza çıkan, dünyanın en verimsiz o korkunç kömür yatakları, içimize iyice kasvet bastırıyor. Ve yol boyu karakollar… “Kara kol…” Etrafından korktukça, etrafına korku salan “kara kol’lar”. Öyle tuhaf ki… Yol boyu rastladığımız insanların gözündeki tedirginlik ve korku, yol boyu rastladığımız askerlerin gözündeki tedirginlik ve korkuyla neredeyse birebir örtüşüyor. Birbirlerinden aynı endişelerle çekinen, korkan insanlar… Siviller ve askerler. O ortak korku üzerine kurulmuş bir hayat… Bir mucize oluverse, birden bire gökyüzüne yükselip buhar olsa o korku, birbirlerinin, o siviller ve askerler değil, sadece “insan” olduklarını görüverecekler. Ama öyle kolay değil… O “korku” yüzyıllardır büyük bir emekle oldurulmuş. Tıpkı gölge oyunundaki gibi… Ne küçük insanlar, ne büyük oyunlar oynayıp devleştirmiş, devletleştirmişler o korkuyu. “Batıdan” gelmiş üç minibüs insanın empatik bir güdüyle iliklerine kadar hissettiği “o korku” içimize işlemesin diye şakalar yapmaya çalışıyoruz.

Nihayet vardığımız ilk köye girerken, meydanda toplanmış kalabalığı görünce, bu yolculukları bilmem kaç kez paylaştığım, canımın içi arkadaşıma, İlkay’a (Akkaya) bakıyorum. Biraz sonra, arkasındaki korkunç ve acımasız gerçekliğiyle, bir duvar gibi çarpacak yüzümüze ölüm kederi… Yüreğimden dizlerime doğru akan şey, göğsümü acıtarak inerken, sevgili arkadaşımın kabanına dokunuyorum hissettirmeden. Tamam, o var… Birlikteyiz…

Meydanda kalabalık bir erkek grubu dizilmiş.

Ellerini, gözlerinin içine bakarak sıkmak cesaret istiyor. Zehir zıkkım bir acının ve öfkenin arasından, bir tepsi şeker uzanıyor önümüze, hoş geldiniz şekeri… Ahhh… Zehir, zıkkım…

Buz gibi soğuk alev alev yakıyor… Oraya gidene kadar, karşılaşma anı geldiğinde ne yapacağını bilemeyen üç minibüs insan, taziye sırasına girip, acıya dokunuyoruz sonunda. İnsanların gözlerinin anlattıklarını anlamak değil ama anlatmak çok zor. Ne diyeceğimizi bilemez bir halde dikilirken, neyse ki yaşlıca bir adam Kürtçe bir şeyler söyleyip, “el fatiha” diyor ve kurtarıcı bir duaya başlıyoruz.

Kendilerine ekmek parası diye sunulan çaresizliği, bilmem kaçıncı yüz kere yaptıktan sonra, bir gece yarısı düşürüldükleri bir tuzakta bombalarla parçalanarak öldürülen 35 insan… Başlarına ne geldiğini belki de anlamadan, korkudan taş kesilerek, belki saklanmaya fırsat bile bulamadan, toza toprağa karışarak… Birbirlerinden, katırlarından, belki de kendilerini vuranlardan medet umarak…

İşte burada, bu buz gibi kesen soğukta dikilmiş bizi karşılayan, bize bir tepsi şeker uzatan, bu telâfisiz kaybı ve acıyı neden yaşadıklarını bilmeyen insanların evlatları… Ne yazık ki cevabı bizde değil. Onlara ne söyleyebiliriz ki… Keder, boyumuzca…

Vaktin hızla akıp geçmesi sebebiyle, diğer iki köye gidişi çabuklaştırmak gereğine sığınıp, öbür köye geçiyoruz ve öbür köye… Ortasu, Gülyazı… Aslında Roboski ve Bêjuh!

Gülyazı… İsmiyle müsemma olamamaktan utanan Gülyazı… Mezarlar orada işte… Beş bin nüfuslu köyün gencecik öğretmenleri… Çoğu Kürt değil. Öğrencilerini anlatıp, ağlıyorlar. 12-13 yaşlarındaki çocuklar… Medyadan bazı omurgasızların kaçakçı ya da terörist diye yazdığı küçücük, yoksul, el kadar çocuklar… Öğretmenlerin yanında gencecik bir kız…

–        “Nişanlım…” diyor, “Gözlerini ne anası ne de babası kapatabilmiş. Gözü açık gömmüşler, ben yetişemedim ki kapatayım…”

Vuruluyoruz!

Meydana doğru yürüyüp, bir kez daha taziye sırasına giriyoruz. Biri beni durduruyor. Kafamı çevirip, iki elimi tutan küçük elin sahibine bakıyorum. Yüzü tamamen yanmış…

–       “Ne oldu sana” diyebiliyorum, anlatıyor. Yürek kaldırır gibi değil…

–       “Sonra peki… “

–       “İki abim, benim yüzümü ameliyat ettireceklerdi, para biriktiriyorlardı… öldüler şimdi…”

Allahım… Gözyaşlarımı tutmaya çalışmak faydasız…

En çok da gittiğimiz için teşekkür etmelerine yaralanıyor, utanıyorum, utanıyoruz! Buraya gelen bizler, dönerken ne kadar “biz” olacağız, bilmiyorum.

Meydandaki ateşler, anaların yüreği gibi… Son “el Fatiha”nın ardından yan yana oturuyoruz. Dermanı olanlar, son gayret çıkıp bir şeyler söylüyorlar. İlkay bir şarkı söyleme gücü buluyor ve hepimizi darmadağın ediyor.

“Heveslik eyledim, yavru yetirdim. O da hayalinen düşümüş meğer…”

Kavruluyoruz…

Aynur (Doğan) birkaç cümleden sonra devam edemiyor. Ferhat’ın (Tunç) Daye’si boğazına düğümleniyor. Ben yerimden bile kalkamıyorum. Yanı başımdaki delikanlı, o geceyi anlatıyor. Neden onlarla gidemediğini, sonra gecenin yarısı kopan kıyameti… Kaybettiği akrabalarını, arkadaşlarını… Sonra dönüp,

–        “Abla” diyor… “Bak bu dağın başında yaşıyoruz. Aha gökyüzü, aha karakol, aha Allah… Bir ot yok bizi gizlesin. Her şey gerçektir. Allah da gördü bize kim, ne yaptı… Ama bizi korumadı!”

Hepsinin soruları var… Para, tazminat isteyen yok. Sorumluları arıyorlar!

–        “Türkler neden yaptılar bunu bize?”

–        “Biz devlete hizmet ediyorduk. Karakol bilir; burada başka geçim kaynağımız yoktur. Getirdiğimiz ne ki? Çay, sigara, şeker, mazot… Geçerken onlara da veririz çaydan, sigaradan…“

–       “Benim kardeşim okula gidecekti, harçlığı yoktu… ayakabısı yoktu…”

–       “Ben babamı istiyorum. Ben başka hiçbir şey… Ben babamı…”

Mezarlığa çıkarken köyden biri bize bir kucak karanfil uzatıyor, tökezliyorum… Ruhi Karadağ koluma yapışıyor. Gece karanlığında fenerlerin ve kameraların ışıkları tül perdeler gibi… İçinde kadın, çoluk, çocuk… Yani ölenlerden arta kalan çocuklar… Mezarların üstünde okul defterleri, kalemleri… Üzerleri güllerle dolu taze mezarlar. Taze ve mezar kelimelerinin yan yana kullanılması ne tuhaf…

Dün bulunan küçük bir el, bu mezarlardan biri açılarak içine konmuş! Bugün çıkıp gelen bir katıra sarılmış bir anne, evlâdını ondan soruyor… Birbirimize bakacak ne cesaretimiz ne yüzümüz var. Ağladığımızı da saklamıyoruz artık… Acı, soğuk kadar kesici ve yoğun. Öfke, elle tutuluyor… Mezarlık, bu çocukların daha birkaç gün önce yaşadıkları evlerin hemen üstünde…

Bu zulûm nedir, bu insanların başına gelen? Kim getirdi? Neden? Hem kurutup ocaklarını, hem “bundan sonra işiniz bu” deyip, hem bombalarla parça parça ettiniz… Hem bizi bize düşman… Neden???

Kulaklarımda çınlayan bu dizeler de bir Kürdün… Hem zalim, hem korkak olana yazılmış… Hem kıyıp, hem itiraf edemeyene… Hem inkâr edip, hem kibirlenene…

Dostum!
Postumun düşmanı…
Ahir zaman beyi…
Seni yere indiren zembil,
Artık inmeyecek gökten.
İpleri çürüyerek
Ve yolun yarısında koparak,
Düştü…

Düştü Kızıldeniz’e,
Kızıldeniz oldu mezarı onun… (Kadri Can)

Ama… Biz, gördük bu cinayeti… Artık yeter…

Yeter artık… Edi bese…

 

Yasemin Göksu

twitter.com/#!/yasgoksu

Sessizliğin Sesi: Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor!

0

Türkiye’de en tabu olan konuların biri de Ermeni olmak. Ülkemizde kalan Ermeniler de “öteki olmanın” verdiği bir hal ile sessiz kalmayı, konuşmamayı tercih ediyorlar.

Oysa ki onlara  ses vermek, öteki algısının normalleşmesi ve Türkiye’de demokrasi süreci için çok önemli adımlardan biri geliyor. Milliyetçilikten, ırkçılıktan ayrışmış bir tarih, bir bellek oluşturmamız, geçmişte olanlar ve şu anda aramızda yaşayanlara dair hafıza kaybını gidermemiz gerekiyor.

Hrant Dink Vakfı, bu sessizliğe ses vermek, Türkiye’deki Ermenilerin sesini duyurmak için önemli bir çalışma yaptı. Çalışma, Türkiye’de yaşayan Ermenileri ve Ermeni toplumunun taşıdığı siyasi ve kültürel belleğin izlerini bulmak, kültürel varoluşun sürekliliğini ortaya çıkarmak ve Ermeni kimliğine mensup kişilerin kendilerini ve “öteki”ni nasıl algıladığını bulmak amacını taşıyor.

Bu amaçla İstanbul ve Anadolu’nun değişik kentlerinde yaşayan Ermenilere ulaşıldı, 40 kişiyle sözlü tarih mülakatı yapıldı. Daha sonrasında ise 15 mülakatın toplandığı bir yayın hazırlandı.

Sessizliğin Sesi: Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor! adı ile kitapçılarda bulabileceğiniz değerli çalışmayı okurken, anlatılan hikayelerin bu kişilerin yalnızca tarihle ilgili hafızalarını değil, aynı zamanda bugün yaşadıklarını da içerdiğini görebiliyorsunuz.

Kitap 30 Aralık 2011 itibari ile tüm kitapçılarda.

Hrant Dink Vakfı’nın bu ve benzeri çalışmalarını ise www.hrantdink.org adresinden takip edebilirsiniz.

(Yeşil Gazete)

 

Çikolataya en benzeyen şey! – Leyla İpekçi

Mahallemizde gösterişli bir çikolata dükkânı var. Vitrininde birbirinden farklı çeşitte sergilenen çikolatalar göz kamaştırır. Önünden geçerken pek merakımı cezbetmez. 

 

Binlerce ‘şey’den biridir bu dünyada. Ama bu kez bir komşumun tavsiyesiyle, gideceğim davete oradan çikolata almaya karar verdim, içeri girdim. Girer girmez burnuma birbirinden egzantrik kokular çarptı. Her çikolata parçacığı bir başka ‘imalat harikası’ydı. Kimi sahanda yumurta biçiminde, kimi üzüm salkımı. Bir diğeri çiçek. Her birinin ayrı bir adı vardı. İştah, haz ve zevki çağrıştıran onlarca ad. Neyi alacağımı şaşırdım.

Benim gibi sadece ihtiyaç hâsıl olduğunda bir şey satın alan biri, kapitalizmin zirvesindeki sektörler için, müşteri dahi sayılamaz. Acelem vardı, sabredeyim dedim. Ve yeni nesil çeşitler arasında kendi zevkime uygun, dümdüz, yalın, gösterişsiz, yekpare bir ‘şey’ bulmaya çalıştım. Çikolataya en benzeyen şeyi! Mahallemizdeki vitrinlerde sergilenen o kadar ama o kadar fazla ‘şey’ vardır ki. Hediyelik eşyanın sayısız çeşidi. Bu yıl mesela nar biblolar revaçta. Bazen vitrinlere gözüm takılıyor geçerken. Kırmızı porselen nar, cam nar, plastik nar. Alıyorsun, koyuyorsun mesela masana. Ya da birkaç tane birden alıp bir kâsenin içine koyuyorsun, gerçeğine benzetme niyetiyle. Dekoratif dursun, göz doldursun. Boşlukları kapatsın.

Sonra nar biçimli çikolata, nar görünümlü şekerleme, nar desenli bebek eşyaları, nar rengi elbise, narlı bebek önlükleri. Bebek mağazaları ise bu kapitalist çeşitliliğin nasıl sektöre dönüştüğünün en sağlam örneklerinden biridir. Soft emilimli emzikler, sert emilimli emzikler, renkli emzikler, şeffaf emzikler. Bir iki haftadan fazla giyilmeyecek bebe tulumların onlarca farklı versiyonu. Bir başka bereketli alan da örtü sektörü kuşkusuz. Leke tutmayan örtüler, işlemeli örtüler, kolay ütülenen örtüler, çeyizlik örtüler. Kelebek desenli yemek takımı, laleli, kuşlu takımlar, promosyon ürünlü yemek takımları, indirimdeki takımlar… Derken soğuk algınlığı için bitki çayı, öksürük için bitki çayı, tıksırık için bitki çayı, hapşuruk için…

Çikolata dükkânından çıktığımda elimde mütevazı bir kutu vardı. Ama epey terlemiştim karar verene kadar. Fiyatı, miktarı, süsü, kokusu, içine konulacağı kutusu, kurdelası… derken, müşterileri özgür seçimler yaptığına ikna eden bu sistemin bizi her seferinde ne kadar tutsak ettiğini bir kez daha deneyimlemiştim.

Bugünün genç kuşakları bu çeşitliliğin içine doğdular. Bütçesi yetmeyenler dahi benden daha iyi biliyorlar, neyin nerede kaç çeşit olduğunu. Değişim hızlandıkça yeni nesillerle bir öncekiler arasındaki uçurum hızla açılıyor. Saatlerle çağ atlıyoruz artık. Nesnelerden nesneler devşiriyor, şeylerden şeyciklere göçüyoruz durmadan. Çikolataları binbir parçaya böldüğümüz gibi, vücudu, vakti, aklı, ahlakı, mekânı, insanı, insanlığı da bitimsiz parçalara bölüyor ve giderek her bir parçayı ayrı ayrı tanımlayıp birbirimize pazarlıyoruz. Büyük bir haz ve hevesle. Ne kadar tüketici!

Buna bir de zamanın ruhu olan başka ‘paramparçalıklar’ı ekleyelim: Kimliklerimizi mesela. Etnik kökenimizle, mezhebimizle, memleketimizle, köyümüzle, kasabamızla, hatta mahallemizle edindiğimiz kimliklerle bakıyoruz diğerimize, dünyaya, hayata. Paramparça bir algıyla. Eskaza birinin bir kimliğini beğenmiyorsak, o kişiyi de sevmiyoruz otomatik olarak. Ne kadar alçaltıcı, insanlıktan çıkarıcı bir bakış. Fark etmiyoruz. Kadın olmanın, anne olmanın bile farklı alt kimlikleri var artık. Özgür kadın, kariyer kadını, güçlü kadın, aile kadını, ev kadını, aptal kadın, akıllı kadın. Bunların çoğu ataerkil bir söylemle dilimize yapışsa da, kadınlar da birbirine böyle bakıyor. Modern anne, muhafazakâr anne, liberal anne, neo anne…

Sosyoloji topluma bakarken her şeyi kategorize etmek zorunda, analiz edebilmek için. Ama iç içeliği, şeyler arası geçişkenliği göz ardı ediyor ister istemez. Gecenin gündüzü içermesini, aydınlığın karanlığa dönmesinin hakikatini kavrayamıyor şablon yöntemlere uyarlayarak. Eşlerin birbirine dünyada ‘libas’ olmasına dair bir algısı olmadığı için, eşlerin gündelik hayatta birbirine ‘partner’ olmasını hakikatin bütünü olarak ele alıyor.

Peki, irili ufaklı onlarca fabrikasyon tanımla hayata başlayan bugünkü kuşaklar istedikleri çeşitteki çikolatayı yeme özgürlüğüne ulaşmaya yönlendirilirken ne oluyor? Sonsuzluk da bu dünyaya hapsediliyor, bütün versiyonlarıyla. Ölüm algımızı ise ne yaparsak yapalım parçalayamıyoruz. Daima orada duruyor. Ne kimlik dinliyor, ne çeşit, ne versiyon! O yüzden bu sistemin tek çaresi onu bize unutturmak. Bize yetişemeyen saatlere, bunca yorgun düşmüş yıllara bir de böyle bakalım. Ölümü sık sık hatırlayarak. Böylesine bölünmüş, parçalanmış hayatı ölüm ile yeniden bütünleyebilir, hakikatin birliğine dönebiliriz belki.

 

Leyla İpekçi – Zaman

 

Haftasonu ve Kitap

Yeşil Gazete bundan böyle hafta sonlarını Haftasonu ve Kitap gazetesine ayırıyor.

Böylece Cumartesi ve Pazar günleri, önemli gelişmeler ve son dakika haberleri dışında Yeşil Gazete’nin günlük yayını yerini kitap tanıtımlarına, özel röportajlara ve hafta sonuna özel haber ve yorum yazılarına bırakacak. Elbette gazetenin tüm diğer yazıları, Türkiye ve dünya, ekoloji haberleri gibi bölümlerine logomuzun altındaki menüden ve ilgili alanlardan erişmeye devam edebilirsiniz.

Haftasonu ve Kitap gazetemizin en önemli yanlarından biri “yeşil kitap” ekinin ilk adımlarını atmamız olacak. Türkiye’de bugüne dek yeşil bir kitap gazetesi yayımlanmamıştı. Haftasonu ve Kitap‘ın, Barış Gencer Baykan’ın editörlüğünde hazırlanan Kitap bölümü, yeşil kitapların tanıtıldığı ve tartışıldığı bir gazete olacak.

Haftasonu yazılarını ise bütün Yeşil Gazete ekibi birlikte hazırlıyor. Yeşil listeler, kültür-sanat haberleri ve “yeşil aktüalite”den oluşan Haftasonu ve Kitap‘a yazılarınızı ve katkılarınızı bekliyoruz.

Adresimiz aynı: [email protected]

Yeşil Gazete

[Yeşil Listeler] En iyi 10 yeşil film

Herhangi bir kategoride tüm zamanların en iyi 10 filmini seçmeye kalkışmak kolay bir iş değil. Zaten bu tür listeler yapıldığında en başta listenin subjektif olduğunu söylemek adettendir. Benim ilk 10 listemle, sizin ilk 10 listenizde tek bir filmin/kitabın/şarkının bile kesişmemesi mümkündür. Bu listeleri eğlenceli hale getiren de bu değil mi zaten?

Üstüne bir de “yeşil liste” yapınca işler iyice karışıyor. En iyi çevre fimlerini ya da en iyi doğa filmlerini seçmek daha kolay bir iş olabilirdi. Ama “yeşil” deyince işin içine bir sürü başka değer, ilke, anlayış ve bambaşka bir kültür anlayışı giriyor. Bu anlayışlar da kişiler arasında değişiklik gösterebiliyor. Derin ekolojist bir bakış mı, daha sol bir bakış mı, daha anarşist bir bakış mı? Bu liste bunların hepsinin olduğu, saf yeşil bir liste mi olsa yoksa? Neyse…

Bir kez en iyi 10 yeşil film deyince, ben de işe bazı kurallar koyarak başladım. Öncelikle bu liste sadece kurgusal filmlerin listesi, belgeseller yok. Yeşil belgesellerle ilgili ayrı bir liste yapabiliriz, çok da iyi olur. Ekolojik felaket filmleri de, başka bir listenin konusu olabilir. Elbette yeşil deyince ekolojik krizi, ekolojik kriz deyince ekolojik felaketleri görmezden gelemeyiz. Ama bu listeyi, özellikle elemeye çalışmasak da, felaket filmleriyle doldurmak istemedik. Yeşil bilim kurgu filmler de, yine özellikle elemeye çalışmasak da, aynı şekilde başka bir listenin konusu olacakmış gibi görünüyor.

Öte yandan en iyi filmler deyince, filmin konusundan da önce, iyi bir film olması ön plana geçiyor. Anlatımı, sinema dili, sinema tarihindeki yeri, hepsi göz önüne alınmak durumunda. Bu filmlerin hepsi “iyi filmler” olmak zorunda.

En iyi ilk 10 seçmenin en zor yanlarından biri de çok sayıda iyi filmi elemek zorunda kalmamız. Nasıl olup da bu listede olmaz dediğiniz filmler, iyi olmadıkları için burada yok demek değil yani. Bize göre en iyiler arasına girememiş, ya da belki yeşil olma kriterlerimize tam uymamış demek.

Listeyi oluştururken Yeşil Gazete ekibi olarak aramızda epeyce tartıştık. Ama sonuçta bu liste Yeşil Gazete ekibinin önerileriyle şekillenen benim listem oldu. Tamamen farklı bir en iyi 10 yapmak her zaman mümkündür, kapılarımız da açıktır. Gelecek haftalarda bambaşka temalarda, bambaşka listeler de gelecek.

Listeye geçmeden bir de istatistiksel not ekleyelim: Listedeki filmler içinde 5 Amerikan, 2 Japon, 1 Alman, 1 Fransız ve 1 Türk filmi var. Listede bir animasyon filmi ve bir müzikal var, ama özellikle yeşil animasyon filmlerinin bir listeyi hakedecek kadar çok sayılabileceğini ekleyelim. Listedeki filmlerin üçü nükleer ile ilgili, ikisi şiddet karşıtı, biri komedi. Filmlerin arasında altmışlı yıllardan 1, yetmişli yıllardan 3, seksenlerden 3, 2000 sonrasından da 3 film var. Yeni filmlerin çokluğunda (ki tüm zamanlar iddiası taşıyan bir liste için 2000 sonrası 3 film bence çok), hafıza ve seyredilebilirlik faktörünün etkisini küçümsememek gerekir. Ama klasik dönemden bir film bile olmaması bence de garip. Belki kriterler biraz daha zorlansa klasik filmlerden de listeye girenler olabilirdi. (Örneğin John Ford klasiklerinden “Vadim O Kadar Yeşildi Ki” bu listeye yakışırdı, ama filmin ana temasını biraz zorlamak gerekirdi.)

Son bir söz: Elbette bu listeyi yaparken izlediğimiz filmlerle sınırlı düşünmek zorundaydık. Bilmediğimiz veya bilsek de izlemediğimiz filmler liste dışında kaldı. Bu eksiği de siz kapatabilirsiniz. Lütfen listeyle ilgili yorumlarınızı, itiraz ve önerilerinizi aşağıda, yorum bölümünde bizimle paylaşın. Böylece liste genişlesin, zenginleşsin, yeni filmler öğrenmiş olalım. Listeciliğin en eğlenceli yanını unutmayalım: Tartışalım.

İşte tüm zamanların en iyi 10 yeşil filmi. 10’dan geriye doğru sayıyoruz:

10- Silkwood – Mike Nichols (1982) – Meryl Streep, Kurt Russell, Cher

Bu biyografik film bir nükleer karşıtı klasik. Filmde Oklahoma’da, teknisyen olarak çalıştığı Kerr-McGee Cimarron plütonyum yakıt fabrikasında hatalı üretilen plütonyum-uranyum yakıt çubuklarının, nasıl hatasızmış gibi gösterilerek nükleer santrallere gönderildiğini saptayan Karen Silkwood’un, nasıl şirket tarafından “bir kazaya kurban” gitmiş gibi gösterilerek ortadan kaldırıldığının hikayesi anlatılıyor. Karen Silkwood işçi sendikasındaki faaliyetleri ve gerçeğin peşinden koşma cesaretini hayatıyla ödüyor. Gerçek bir hikayenin anlatıldığı film radyasyonun ne olduğunu, yakıt fabrikasında çalışan işçilerin nasıl bile bile kanser olmaya sürüklendiğini, nükleer endüstrinin mafyöz yapısını yansıtıyor. Meryl Streep’in Karen Silkwood performansı da akıldan çıkacak gibi değil.

9- Hair – Bırak Güneşi İçeri Girsin – Milos Forman (1979) – John Savage, Treat Williams, Beverly D’Angelo

Bir Broadway müzikali olan Hair’in bu mükemmel sinema uyarlaması, 1968 hareketi ve çiçek çocukları üzerine. Vietnam savaşına karşı, şiddete karşı, muhafazakar değerlere ve burjuva ikiyüzlülüğüne karşı müthiş bir eleştiri. Galt MacDermot’un Soul, Motown, Rock melezi müziği harika. Finaldeki ‘Let the sunshine in’i her dinlediğimde hala tüylerim ürperir. Şiddet karşıtı, şenlikli hippi kültürü yeşil hareketin ayak seslerini yansıtıyor. (Film 1979’da yapılsa da, müzikalin Broadway’da ilk sahneye konduğu tarihin 1968 olduğunu hatırlatalım). Bence dört dörtlük bir yeşil film bu.

8- Into the Wild – Sean Penn (2007) (John Krauker’in aynı adlı romanından) – Emile Hirsch, Marcia Gay Harden, William Hurt

[Durukan Dudu anlatıyor] Sean Penn’in yönetmeliğini yaptığı film, Christopher McCandless’in gerçek “yolculuk” hikayesini kimi kah ağlatıp kah gülümseterek, ama her daim imrendirerek anlatıyor. “Genç bir adamın sahip olduğu her şeyi ve herkesi bırakarak yollara düşmesini, doğada ve gönüllü sadelikle sarılı komünlerde yaşayarak hayatını anlamlandırma serüvenini adımlamasını anlatıyor ve mutluluğun ne olduğunu sorguluyor bu film” desek, yeterli olmayacak aslında.Toplumun, özellikle de gelişmiş ya da gelişmekte olan toplumların bireylere dayattığı ahlak kodları ve “yaşanması gereken yaşam” şablonlarını reddederek Christopher’un iyi bir üniversiteyi iyi bir dereceyle bitirmiş ve gayet renkli bir sosyal hayatı olması “Canım onun zaten sorunları vardı, ondan kaçtı toplumdan” bahanelerine sığınmasını da engelliyor seyircinin. Eddie Vedder’ın muhteşem müzikleriyle bezeli film, izleyicide yaşadığı hayatı temelden sorgulama, muhtemelen uzun zamandır kopuk yaşadığı hayallerine yeniden sarılma, radikal değişim planları yapma gibi etkiler göstermesiyle ve özellikle melankolik, “insanlar neden bu kadar saçma?” sorgulamasının yapıldığı gecelerde tekrar tekrar izlenmek istenmesiyle ünlü. Bir son not olarak şunu da geçelim: Filmde, oldukça iştah açıcı ve “gitmek lazım abi!” dedirtici doğal yaşam görüntülerinden de bolca var.

7- Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb (Dr. Garipaşk: Kaygılanmayı Bırakıp Bombayı Sevmeyi Nasıl Öğrendim?) Stanley Kubrick (1964) – Peter Sellers, George C. Scott, Sterling Hayden

Stanley Kubrick’in 1962 Küba füze krizinde dünyanın nükleer savaşın eşiğinden son anda dönmesinin ardından yaptığı bu müthiş nükleer karşıtı kara komedi, çılgın bir Amerikalı generalin, bir atom bombasını Sovyetler Birliği’ne doğru yola çıkarmasının ardından yaşananları anlatıyor. Soğruk savaş ve hala süren nükleer tehdit üzerine bir klasik olan filmde özellikle üç ayrı karakteri canlandıran Peter Sellers olağanüstü. Nükleer caydırıcılık denen şeyin saçmalığını bundan daha güzel anlatan başka bir eser yaratılmış olduğunu sanmıyorum. Film Amerikan Film Enstitüsü’nün yüzyılın en iyi filmleri listesinde 26., en iyi komedi filmleri listesinde 3. sırada. Yeşil hareketin aslen nükleer savaş karşıtı hareketin içinden doğduğunu unutmamak gerek. Bu nedenle Dr. Strangelove da en iyi yeşil filmlerden biri.

6- L’Ours (Ayı) – Jean-Jacques Annaud (1988) – Ayı Bart, Yavru Ayı Douce, Tchéky Karyo

Başrollerini bir yetişkin ve bir yavru ayının paylaştığı olağanüstü bir doğa filmi. James Oliver Curwood’un The Grizzly King adlı 1916 tarihli romanından uyarlanan film hemen tamamen sözsüz bir doğa güzellemesi sayılabilir. Annesi ölen bir yavru ayının, avcıların elinden zor kurtulan yaralı bir erkek ayıyla geliştirdiği dostluğu anlatan filmin neden yeşil olduğunu anlatmaya gerek olmadığı sanırım ortadadır. Hem başrollerini iki boz ayının oynadığı bir film de en iyi 10 yeşil film listesine girmeyecek de, ne girecek?

5- Bal – Semih Kaplanoğlu (2010) – Bora Altaş, Erdal Beşikçioğlu, Tülin Özen

Listenin en yeni filmi, Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi’nin son filmi olan Bal. Aralarında 60. Uluslararası Berlin Film Festivali En İyi Film Altın Ayı Ödülü’nün de olduğu sayısız ödül kazanan film, Kaçkar dağlarında çekilmiş. Üçlemedeki Yusuf karakterinin çocukluğunu anlatan filmde Karadeniz’in dağ köylerinde, doğanın içinde geçiyor. Derin ve sessiz ormanlar, doğanın ortasında, yaylaların, dağ kıvrımlarının, ormanların doğal bir uzantısı olan yayla evlerinde yavaş, ama doğayla mücadele içinde süren bir yaşam. Filmde beni en çok etkileyenin şenlikli alet kullanımı olduğunu eklemeliyim. Türk sinemasında yeşil bir film olarak nitelendirilebilecek nadir filmlerden biri olan Bal, kesinlikle son yılların en iyi eserlerinden biri.

4- China Syndrome (Çin Sendromu) – James Bridges (1979) Jane Fonda, Jack Lemmon, Michael Douglas

Aynı zamanda bugüne dek yapılmış en iyi gazetecilik filmlerinden biri de olan China Syndrome, bir nükleer santralda örtbas edilmeye çalışılan bir nükleer kazanın gazeteciler ve namuslu bir bilim insanı tarafından ortaya çıkarılmasının hikayesi. Tam bir gerilim filmi. Özellikle de benim gibi nükleer felaketlerden ödü kopan biriyseniz, son sahneye kadar diken üzerinde izleyebilirsiniz. Film nükleer endüstrinin (ve yardakçısı olan medya yöneticilerinin) yalancılığını, sahtekarlığını ve nükleer enerji denen şeyin güvensizliğini müthiş anlatıyor. Jack Lemmon başta olmak üzere, oyuncular çok iyi. Filmin en ilginç yanı, vizyona girdikten 12 gün sonra, ABD’nin en büyük nükleer kazası olan Three Mile Island kazasının yaşanması. Yani film daha değil Çernobil, TMI bile yaşanmadan olacakları göstermeyi başarmış. “Nükleer lobi de ne, ben hiç görmedim” diyen nükleerci profesörleri oturtup bu filmi seyrettirmeyi çok isterdim. O zaman da “ama bu film” diyeceklerdir. Tabi, tabi…

3- Dersu Uzala – Akira Kurosawa (1975) – Maxim Munzuk, Yury Solomin

Kuşkusuz Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın Düşler’i de bu listeye girebilirdi. Dersu Uzala, Kurosawa’nın yeşil bakış açısının olağanüstü bir ürünü. Bir Japon-Sovyet ortak yapımı olan filmde, Sibirya’nın uçsuz bucaksız yaban düzlüklerinde ve kalkınma adına yok edilen ormanlarında yaşayan, doğanın dilini konuşan, doğanın içinde, doğayla uyum içinde yaşayan bir yerel bilgenin, Dersu Uzala’nın hikayesi. Yaban hayatının benzersiz görüntülerinin yanısıra “ekolojik bilgeliğin” ne olduğunu en yalın biçimde anlatan unutulmaz bir klasik. Yönetmen de, film de tartışmasız bir şekilde yeşil düşüncenin ne olduğunu tanımlıyor.

2- Spirited Away (Ruhların Kaçışı) – Hayao Miyazaki (2001) – Rumi Hiiragi, Miyu Irino, Mari Natsuki

Listenin tek animasyon filmi Ruhların Kaçışı, Japon animasyon film ustası Hayao Miyazaki’nin en iyi filmlerinden biri. Miyazaki’nin bütün eserlerine sinmiş yeşil bakış açısının en iyi örneği. Chihiro’nun hikayesi sanayi uygarlığının doğayı yok etmesini ve direnen ormanın ruhunu anlatan bir masal. Derin ekolojist temaların sinema tarihindeki en güçlü örneği olan Ruhların Kaçışı, Miyazaki’nin dünyasına girmek için de en uygun bfilmlerden biri. Film Berlin’de Altın Ayı ödülü almış ve en iyi animasyon Oskar’ını kazanmıştı.

1- Fitzcarraldo – Werner Herzog (1982) – Klaus Kinski, Claudia Cardinale, José Lewgoy

Geldik tüm zamanların en iyi yeşil filmine. Alman yönetmen Werner Herzog’un Fitzcarraldo’sunu İstanbul Film Festivali’nde (sanırım 2004’te) ilk kez seyrettiğimde, çıkışta filmi birlikte izlediğimiz Süleyman’la (Yılmaz) birbirimize bakıp, “yeşil düşünce dersleri vermeye gerek yok, sadece bu filmi gösterip bırakmak lazım” diye konuştuğumuzu hatırlıyorum. Film Peru’da, 20. yüzyılın başlarında kauçuk işine girmeye çalışan bir çılgın sömürgecinin, balta girmemiş ormanlarda direnen kabilelerle karşılaşmasını ve nehirlerin tanrısının gazabını anlatıyor. Ekolojik kriz, sömürgecilik, kapitalizm, yok edilen Amazon ormanları, yok edilen yerli halklar… Fitzcarraldo’ya sadece yeşil bir film demek bile az gelir. Alman Krautrock grubu Popol Vuh’un müziği de müthiştir. Werner Herzog’un Aguirre, Yeşil Karıncaların Düş Gördüğü Yer gibi başka birçok filmi de yeşil filmler arasında mutlaka anılmalı.

İşte Yeşil Gazete’ye göre en iyi 10 yeşil film böyle… Yorumlarınızı ve önerilerinizi bekliyoruz. İyi seyirler.

[Gezi] En uzun süre direnen kıta: Antarktika

Yazılışının üzerinden 7 yıl geçen bu yazıyı, Haftasonu ve Kitap için Yeşil Gazete okurlarıyla paylaşıyorum. Antartika yolculuğunun dönüş yolunda, 23 Şubat 2005’de yazdığım yazı ilk kez  Pandül Sıradışı Sporlar Topluluğu internet sitesinde yayımlanmıştır.(Fotoğraf: Ümit Şahin)

Antartika yolculuğumuz 16 Şubat 2005 günü Arjantin’in en güney eyaleti olan Tierra del Fuego’nun (Ateş Ülkesi) en güney uçtaki limanından, Ushuaia’dan başladı. Tierra del Fuego Macellan Boğazının ana kıtadan ayırdığı bir ada. Ushuaia ise Darwin ünlü yolculuğunda buradan geçtiği için Darwin’in gemisi Beagle’in adını alan Beagle kanalının kuzey kıyısında bulunuyor. Yolculuk yaptığımız geminin adı Explorer II, 175 mürettebat ve 198 yolcusu var. Ben ne mürettebat, ne yolcu sayılan, “supernumerrarry” denen ekstralar arasında bulunuyorum. Bir ekspedisyon seferi olduğu için gemide ornitologlar, jeologlar, tarihçiler, balinacılar, fokçular ve zodyak sürücülerinden oluşan (hepsine kısaca “naturalist” diyorlar) 15-16 kişilik geniş bir ekspedisyon ekibi bulunuyor. Yolculuğun ilk üç günü Drake geçidi denen, Güney Amerika ile Antartika yarımadasını ayıran geçitte, yani güney okyanusunun açık sularında geçti. Dalgalı ve bu nedenle yorucu bir yolculuktu. Ardından dört günümüzü Antartika’da geçirdik. Toplam 6 kez ekspedisyon yaptık, birinde botla dolaştık, beşinde karaya çıktık. Biri hariç tüm kara çıkışlarında penguen ve fok kolonileri gördük, sayısız buz dağı ve buzula rastladık. Antartika’daki ikinci günümüzde asıl kıtaya ayak bastığımızda müthiş bir kar yağışı vardı. Denizin üzeri bile buz ve karla kaplıydı ve Antartika kışının neye benzeyebileceği konusunda az da olsa fikir sahibi olduk. Ertesi gün Güney Shetland adalarında en son 35 yıl önce patlamış bir volkanın kraterine girdik, lavlar neredeyde hala sıcaktı. Dünden beri Antartika’dan ayrıldık ve kuzeydoğuya doğru, Atlantik Okyanusunun ortalarındaki Güney Georgia adasına gidiyoruz. Bu denemeyi Antartika günleri sona ererken, henüz Antartika sularında, sisler arasında ilerlerken yazıyorum.

Yeryüzünde Uzay YolculuğuBir gemiyle Antartika’ya gitmekle, bir uzay gemisiyle başka bir gezegene gitmek arasında pek çok benzerlik var. Bunlardan en önemlisi, bu kıtanın da diğer gezegenler gibi insanların yerleşmesine ve yaşamasına elverişli olmaması. Ne var ki uzayda insan dışındaki yaşam biçimlerine de pek rastlanmamasının tersine burada çok zengin bir canlı yaşam var. Ancak bu canlı yaşam aynı ölçüde de kırılgan. Antartika’nın (alışık olduğumuza kıyasla) aşırılıklardan oluşan coğrafi, jeolojik ve iklimsel yapısı, uyum gücü çok yüksek canlıların oluşturduğu bir biyotaya sahip olmasını sağlamış. Burada görülen kara-deniz geçişliliği (kalıcı buzullar, bir donan, bir eriyen deniz yüzeyi ve benzeri durumlar) diğer yerlerde çok daha az rastlanan tipte amfibik bir yaşamı mümkün kılmış. Penguenlerin yaz aylarını karada ve buzulların üzerinde geçirmeleri, buralarda üremeleri ve yetişkin oluncaya kadar bir kıyı kuşu rolü oynamaları, kışın yüzlerce kilometre yüzerek göç edecek, avlanmak için gerekirse denizin 500 metre derinliklerine dalabilecek kadar iyi yüzücüler ve dalıcılar olmalarını engellememiş. Aynı şey foklar ve dünyanın en büyük memelisi olmasına rağmen denizde yaşamayı tercih eden balinalar için de geçerli. Bütün bu hayvanlar, normalde çok büyük bir nüfusa sahip olmalarına izin verecek zenginlikte bir besin zincirini mümkün kılan bir habitatta milyonlarca yıl karınları tok, sırtları pek ve muhtemelen mutlu yaşamışlar. Buzul çağları ve sıcak dönemlerin birbirini izlediği jeolojik çağlar boyunca uyum güçlerini geliştirmiş ve evrimleşmişler. Bugün burada, yaşadıkları enleme ve iklimsel ve coğrafi yapıya göre farklılık gösteren bir sürü değişik çeşit penguene, hatta insandan çok daha büyük (zincirin son halkasındaki) canlılar olmalarına rağmen büyük bir tür çeşitliliği gösteren foklara ve balinalara rastlayabiliyoruz.

Ama bu durum, yani bu büyük biyolojik çeşitlilik ve uyum kapasitesi, büyük ölçekli insan müdahalesinin başladığı son birkaç yüzyıla kadar ne kadar gelişebilmişse o kadar olabilmiş gibi görünüyor. Sadece burada, güney yarımkürede, yirminci yüzyılın ilk seksen yılında Batı uygarlığının azimli temsilcileri tarafından katledilen (ve kaydedilmiş) balina sayısı 2 milyonun üzerinde. Buna onsekizinci-ondokuzuncu yüzyıl balina avcılığını ve kayıt dışı avcılığı eklerseniz, katledilen balina sayısının 10 milyona ulaşabileceğini hesaplamak güç değil. Bugün ispermeçet balinası, mavi balina gibi en büyük (ve tabii ekonomik açıdan en değerli) balinaların toplam sayısı yüzlerle, en iyi ihtimalle bir kaç binle ifade edilebilecek kadar numunelik bir düzeye inmiş durumda. Bu durum tam bir soy (ve tür) kırımı yaşandığını gösteriyor. Bugün güney denizlerinde balina görmek büyük bir ayrıcalık ve zevk haline gelmiş. Bu zevki de balina ve fok avcılarının pahalı gemilerde seyahat etme ayrıcalığına sahip olan torunları yaşıyor daha çok. Batı uygarlığı, sokak lambalarını yakmak ve kadınları güzel gösterecek korselerin destek elemanlarını (balen) sağlamak için yok ettiği balinaların, derilerini kürk ve ayakkabı yapımında ya da tur kayaklarının tek yönde kayan alt yüzeyini yapmakta kullandığı deniz ayılarının, deniz leoparlarının ve deniz fillerinin (yani genel anlamda değişik türlerde fokların) ülkesine, artık neyse ki sadece soykırımdan arta kalanları seyretmek ve dijital makinelerle fotoğraflamak için geri dönüyor. Buna da şükür.

Antartika’da Olmak

Tarihe, yaşananlara ve endüstriyalist uygarlığımızın tarihinin nasıl bu yörelerin canlılarının (da) kanıyla yazılmış olduğuna bakınca, hüzün ve kızgınlık burada bulunmanın heyecanına ağır basabiliyor. Antartika’da insan yapımı (dolayısıyla tarihsel öneme sahip) yapıların askeri (ve bir kısmı bilimsel) üsler ve balina avcılarının kurduğu “sanayi sitelerinden” ibaret olduğunu görmek de oldukça öğretici elbette. Evet, Antartika gibi insan yerleşiminin (dolayısıyla kültürün) olmadığı, hiçbir ülkenin egemenliğinde olmayan, dolayısıyla “ıssızlığın” büyük ölçüde geçersiz kılındığı bir dünyada tam bir istisna haline gelmiş bir kıtada bulunmak gerçekten son derece ilginç. Doğal yaşamı gözlemlemek heyecan verici. Ama insan buradaki kendi varlığını sorgulamadan da edemiyor. Antartika’ya ilk ayak basanların fok avcıları olması, Antartika yarımadasındaki ve çevredeki adalarda bulunan coğrafi yerlerin adlandırılmasını bile balina avcıları ve zamanının “majestelerinin” donanmaları tarafından yapılmış olması örneğin, bu “uygarlık karşıtı” ekolojist değerlendirmelerin çok da abartılı olmadığını göstermiyor mu?

Bu noktada Batılıların “kahramanlık çağı” diye adlandırmakta ısrar ettikleri, benimse “sömürgeci hırsı ve tutkusu” olarak görmekte direndiğim döneme göz atmak gerekiyor. Antartika, ilginç bir şekilde çok eski çağlarda varlığı tahmin edilen (daha doğrusu hipotetik olarak var olması gerektiği düşünülen) bir kıta olmuş. Eski Dünya’nın filozofları Amerika ve Avustralya’nın tersine Antartika’nın varlığı konusunda doğru tahminde bulunmayı başarmışlar. Gerçi bunun nedeni bugün bizim tuhaf karşılayabileceğimiz bir düşünceymiş. Aristoteles’in de katıldığı bu hipoteze göre dünya yuvarlaksa eğer, güney yarımkürede de kuzey yarımküredeki kara parçalarını ve yerleşimleri dengeleyecek kıtaların olması gerektiği sonucuna varılmış. Yoksa maazallah dünya yörüngesinden çıkabilirmiş. Kuzey yarımküreden izlenen Arktos takımyıldızının tersi olarak bu hipotetik kıtaya Anti-Arktos adı verilmiş. Eski Yunan uygarlığından beri süregelen bu inanışa rağmen iki yarımküreyi ayıran bölgedeki alevler ve canavarlar diyarı (yani ekvator) bu kadar güneye uzanan yolculukların pek akla uygun bulunmamasına neden olmuş. Antartika’ya yaklaşan ilk yolculuklar kolonyalizmin başlamasıyla mümkün hale gelmeye başlamış. Portekizliler Afrika ve Güney Amerika’nın güney uçlarını dolaştıklarında bu kıtaların bir yerde bittiğini, dolayısıyla daha güneyin uçsuz bucaksız deniz olduğunu da saptamış bulunmuşlar. Ama hipotetik kıtayı arayan daha maceracı ve azimli denizciler hep olmuş. Önce James Cook, sonra sayısız “kaşif” Antartika’ya yakın adalara yaklaşmayı başarmışlar. Kıtaya ayak basmak ise ilk olarak fok ve balina avcılarına nasip olmuş. Antartika’nın varlığı kanıtlandıktan ve bulunan her adaya, körfeze, geçide kaşiflerin ve kralların adı verildikten sonra sıra Güney Kutbuna ulaşmaya gelmiş. Herkesin bildiği meşhur Scott-Amundsen rekabeti güçlü Norveçli’nin romantik (!) İngilizi yenmesiyle ve Scott’un güney kutbuna ulaşan ikinci insan olduktan sonra dönüş yolunda ölümüyle sonuçlanmış.

Ama benim asıl anlatmak istediğim hikaye bu çok bilinen keşif rekabeti değil, bir başka asil Britanyalı’nın, Sir Ernest Shackleton’un hikayesi.

Hep Yenil!

Scott’un 1902’deki başarısız ilk ekspedisyonununa da katılan, kendi 1908 denemesinde de başarısız olan İrlandalı Sir Ernest Shackeleton, güney kutbuna kendinden önce ulaşılınca hedef değiştirip kıtayı bir ucundan öbürüne dek geçen ilk uygar insan olmaya karar verir. Ne var ki 1914’ün 5 Aralık günü (yani güney yarımküre yazının ortalarında) “Endurence (Dayanıklılık)” isimli bir buharlı tekneyi dolduran 28 erkek ve 50 civarında köpekle Güney Georga adasından başlayan ekspedisyon, 1915’in Ocak ayının 19’unda geminin kıtanın batısındaki Weddell denizinde buzlar arasında sıkışıp kalmasıyla bir felakete dönüşür. Bundan sonrası tam bir hayatta kalma ve dayanıklılık hikayesi, tıpkı geminin ismi gibi.

1915 Şubat’ından 1916 Nisan’ına kadar, yani bir Antartika kışı da dahil yaklaşık bir buçuk sene, boyunca gemi ve adamlar mahsur kaldıkları buzlar arasında yaşamlarını sürdürmeyi başarırlar. Ama önce gemileri kışın hareketlenen buzlar arasında sıkışıp batar, ardından denizin ortasında, üzerinde kamp kurdukları bir buz kabuğuyla sürüklenirler, en sonunda da kurtardıkları üç filika sandalıyla haftalarca yol alıp Fil adasına ulaşmayı başarırlar. Ama erzak depolarının yanı sıra fok ve penguenleri de yiyerek geçirdikleri bu yaklaşık 15 ay sonunda gemilerini de kaybedip kendi imkanlarıyla kurtulma ihtimalleri kalmayınca, ekspedisyonun lideri Shackleton yanına kaptan Worsley dahil dört kişi alıp, geri kalan 23 kişiyi ikinci adam Frank Wild’ın liderliğinde ıssız Fil adasında bırakıp tek bir filika sandalıyla denize açılır. Bu beş adam Fil adasıyla Güney Georgia adası arasındaki yaklaşık 1300 km’lik mesafeyi kürekleriyle 17 günde aşarlar (ki ben bu satırları hızlı bir gemiyle iki buçuk günde alacağımız aynı Elephant Island – South Georgia rotasında, Atlantik Okyanusunun dalgalı sularında giderken yazıyorum). Shackleton ve adamları Güney Georgia’da da adanın yanlış tarafına çıkınca yüksek dağlar ve buzullarla kaplı bu adayı 36 saat durmaksızın yürüyerek ve tırmanarak aşmak zorunda kalırlar. Neyse ki en sonunda adanın balina avcılarının yaşadığı köyüne gelip Fil adasında mahsur kalan arkadaşlarını kurtarmak için son maceralarına da başlama şansına erişirler. Fil adasına geri dönmeleri de uzun sürer, ancak buradaki 23 denizcinin tümü de kurtarılır ve ekspedisyon 2 yıllık bir felaketler silsilesinin sonunda 28 adamın tamamının (tabii köpekleri yedikleri için onların değil) İngiltere’ye geri dönüşüyle sonuçlanır.

Bu hikayenin bu kadar iyi bilinmesinin bir nedeni de (diğeri elbette hayatta kalmaları) yanlarında bir kamereman ve fotoğrafçı bulundurmaları, bir gün bile aksatmadan günlük tutmaları ve her şeyi belgelemeleridir. Bir anlamda postmodern çağın ilk felaket hikayesini filme çekmiş sayılabilirler mi? Shackleton bu cesaret ve dayanıklılık destanından dolayı Antartika sevdalıları (ve tabii özellikle Britanyalılar tarafından) gerçekten çok seviliyor ve belki bunu da hak ediyor. Ama yine de hiçbir hedefini gerçekleştirememiş, hiçbir denemesinde başarıya ulaşamamış bir “kaşif” olarak son seferine hazırlanırken 1922’de Güney Georgia adasında kalp krizinden ölen bu adam, acaba bir anti-kahraman olduğu için mi bu kadar çok seviliyor diye sormamak da zor.

Canlılar – Ama Neyse ki İnsan Değil!

Antartika’da hala sürmekte olan canlı yaşamın en çok görünen yüzü penguenler. Daha güneyde yaşayan, boyu bir metreyi geçen imparator penguenleri görmedim. Bu kuşlar kışları da bu kıtada geçiren ender hayvanlar arasında. En küçük tür olan Adelie penguenleri de çoktan kış göçlerine başlamışlardı. Ama Antartika yarımadasında ve çevreleyen adalarda çok sayıda Gentoo ve Boynu Çizgili penguen kolonisi görme şansım oldu. Kral penguenleri de iki gün sonra Güney Georgia adasında görebileceğiz. Penguenler yanlarında tüylerini dökmekte olan “ergen” yavrularıyla denize dönmeyi ve kışı geçirecekleri, henüz insanlar tarafından keşfedilememiş diyarlara göç etmeyi bekliyorlardı. Penguenlerin insanlarla olan ilişkilerini görmek de oldukça eğlenceliydi. Genelde sizi takmayan, ayakta uyuyan, buzun üstünde yürümeye çalışırken sendeleyip düşen bu sevimli ve komik hayvanların denizde nasıl yüzdüklerini görünce, aslında bunların komik hayvanlar olduğu fikrinizi değiştiriyorsunuz. Şu çok açık ki bu kıtada yaşayan hayvanların yeteneklerini insanın kendi acizliğine iyice acımasına neden oluyor. Aşağılık kompleksinden mi bu kadar acımasız olmuşuz nedir?

Antartika’da bir aralar soyu tükenmek üzere olsa da bugün nüfusları artmakta olan bir deniz memelisi ailesi de var: Foklar. Şimdiye dek 4-5 değişik çeşit fok gördüm. Bunlar Weddel foku (ki oldukça büyük ve tembeldi), Leopar foku (saldırgan bir tür olduğu söyleniyor), Kürklü Fok dedikleri, bizim deniz ayısı olarak bildiğimiz fok (en çok bu arkadaşı görüyorsunuz, biraz sinirli bir hayvan) ve Yengeçyiyen Fok idi (benim gördüğümün cildi bir leopar fokuyla yaptığı ölümcül kavga nedeniyle yara izleriyle doluydu). En büyük fok cinsi olan deniz filini de Güney Georgia adasında görebileceğiz.

Penguenler ve foklar dışında hayatımda gördüğüm en alımlı kuş olan albatroslar ve değişik denizkuşları sık sık yolumuza çıktı. Balinalar ise en heyecan verici canlılar olsa da Kaptan Ahab’lar sayılarını o kadar azaltmış ki, sadece iki kez su püskürten ve gemiye yaklaşan balinalara rastlayabildik.

Antartika’daki canlı yaşamı gözlemek, muhtemelen bir safaride olandan büyük farklar gösteriyor. En önemlisi burada yerli kabileler yok. Bu hayvanlar belki de o nedenle bize uzaylılarmışız gibi biraz kayıtsızlıkla davranıyorlar. Bu hayvanlar herhangi bir kültürün parçası da sayılmazlar, en azından diğer hayvanlar kadar. Her ne kadar Japonlar ve Norveçliler hala balina eti yemeyi kültürel bir hak olarak görüyorlarsa da, gerçek anlamda balina endüstriyel kültürün bir parçası. Foklar da öyle. O nedenle buradaki hayvanlar nispeten daha özerk bir yaşam alanına sahip olarak kalabilmişler. Hala da direnmeye çalışıyorlar.

Buz

Antartika’da en çok gördüğünüz şey elbette kar ve buz. Buz dağları, dağlardaki ve deniz kıyısındaki buzullar, karlı ve buzlu yamaçlar setyretmeye doyamayacağınız bir görüntüye neden oluyorlar. En tuhaf olan da normalde yüksek dağlarda karşınıza çıkacak bu kayalık yamaç, buzul ve kar manzaralarına deniz kıyısında, en fazla 500 metrelik masiflerde rastlıyor oluşunuz. Ama buzulların görünen kalınlığı bile dehşet verici (kimi zaman yüzlerce metre yükseklikteki buz dağları ya da buzul yarlarına rastlanabiliyor), ki kıtanın içlerinde buzul kalınlığının 4000 metreyi geçtiğini düşünmek gerçekten ürkütücü. Tüm bu buzların hapsettiği tatlı su miktarı dünyadaki bütün tatlı su deposunun %98’i imiş. Küresel ısınma bir gün bu buzulları eritirse okyanusların tuz miktarının ne kadar azalacağını, akıntıların nasıl değişeceğini ve kıyıların nasıl sular altında kalacağını düşünün artık.

Sonuç: Hepimiz Çevreciyiz!

Antartika’nın en önemli yanlarından biri bir uluslararası anlaşmayla korunuyor olması (Antarctic Treaty). Antartika’daki bilimsel araştırmalar elbette önce daha fazla avcılık, daha fazla sömürgecilik için başlamış. Coğrafi keşiflerin bu bölgede daha fazla cesaret gerektirmesi, bunların diğerlerinden daha az sömürgeci amaçlara sahip olmasını gerektirmiyor. Bu anlamda Batı’nın, özelikle de Britanyalıların şu anda takındıkları çevreci maske mide bulandırıcı geliyor bana. Ama sonuçta evet, artık hepimiz çevreciyiz. Turistik gemilerden motorlu botlarla alınıp sırayla (aynı anda 100 kişiyi geçmeyecek şekilde) karaya çıkarılıyoruz. Penguen ve foklara yaklaşmamız yasak (her ne kadar penguenlerin bu yasaktan haberi olmasa ve onlar size yaklaşsa da). Gemiden çıkarken çizmelerimiz dezenfekte edikliyor (Antartika’ya bakteri taşımayalım diye). Tüm bunlar, balina avını ve Antartika’da maden aramayı askıya alan anlaşmalarla birlikte insana yine de şükür dedirtiyor.

Antartika’da bulunmak, evet, bir ayrıcalık. Ama bence yine de asıl ayrıcalık, koskoca bir Batı uygarlığının, inandırmaya çalıştıkları gibi gözüpeklik, bilimsel düşünce ve kahramanlıkla değil, sömürgeci ruhuna sahip olmakla ve doğanın acımasızca sömürülmesiyle mümkün olduğunun açık izlerini bu en uzak, en soğuk, en ıssız ve en uzun süre direnmeyi başarmış kıtada da görebilmek. Tabii bir de balinaların, fokların, penguenlerin ve albatrosların tarafında olabilmek, sadece bugün değil, geçmişe bakarken de.

23 Şubat 2005
Güney Okyanusu