Ana Sayfa Blog Sayfa 4677

Sesler – Ahmet Altan

Kandil’de PKK’lı yöneticilerle konuşurken, onlara “Siz Kürtler arasında bir efsanesiniz ama ne zaman duracağınızı bilmezseniz kendi efsanenizi kendiniz bitirirsiniz” demiştim.

Herhalde aldırmamışlardı.

“Güç sahibi”
olan insanlar, onların güçlerini yok edecek bir imkâna sahip olmayanların laflarını duymazlar.

Onlar, ancak iktidarlarını sarsabilecek olanlara kulak verirler.

Hatta bazen onlara bile kulak vermedikleri olur.

Bugün AKP’ye ve Başbakan Erdoğan’a laf anlatmak nasıl mümkün değilse, onların gerçekleri görmesi için yakınlarından birilerinin konuşması gerekiyorsa, PKK yöneticilerine de bizim gibilerin laf anlatması mümkün değildir.

Ama şimdi Kandil’dekilerin duyacağı bir ses usulca da olsa konuşmaya başladı.

Duygular, sadece kelimelerle anlatılmaz, kelimelerden önce konuşanın sesindeki tonlamalar, iniş çıkışlar, vurgular değişmeye başlar.

Dikkatsiz olanlar, duygusal bir değişimin başladığını, bazen ancak o duyguların bittiğini kesin bir sesle ifade eden cümleleri duyduklarında anlarlar.

Ve, çok gecikmiş olurlar.

Kürt siyaseti, bedel ödemiş, acı çekmiş, hayatını ortaya koymuş insanlardan oluşan bir akım.

Genellikle, PKK’dan büyük bir saygıyla, onların fedakârlıklarına duydukları hayranlığın yansıdığı bir ses tonuyla bahsederler.

PKK’lıların silahın ve ölümün önünde durmalarının bu saygıyı hak ettiğine inanırlar.

Son zamanlarda Kürt siyasetçilerin “ses tonu” değişiyor, daha doğrusu ses tonları daha önceden değişmeye başladı, bu değişim şimdi yavaşça kelimelere dönüşüyor.

Leyla Zana, bütün Türkiye’nin dikkatini çeken açıklamalar yaptı Hürriyet gazetesine.

“Bağımsızlık”
talebinden vazgeçildiğine göre “silahlı mücadelenin” de artık gereksiz olduğunu söyledi.

Silvan saldırısından sorumlu “esrarengiz beş kişiden” söz etti.

Dağlıca saldırısı olduğu gün BDP Eşbaşkanı Demirtaş, ordunun operasyonlarının durmasını isterken, “PKK’nın da her türlü silahlı faaliyete son vermesini” talep etti.

Demirtaş dün daha da çarpıcı bir açıklama yaptı.

“Türkler AKP’den, Kürtler PKK’dan ateşkes beklemesin”
dedi.

BDP’lilerin AKP’den ümitlerini kesmelerini, en azından böyle söylemelerini anlamak mümkün, AKP bir yandan sorunu çözebilmek için mütereddit adımlar atmaya çalışıyor ama bir yandan da Uludere’de olduğu gibi öyle işler yapıyor, öyle laflar ediyor ki Kürtlere “lanet olsun senin barışına” dedirtebiliyor.

Ama bir BDP yöneticisinin “Kürtler PKK’dan ateşkes beklemesin” dediğini galiba ilk kez duyuyoruz.

Kürtlerin önemli bir kısmının artık ateşkes istediğini, silahların susacağı günü beklediklerini, bu isteğin yüksek sesle ve “mücadele” çizgisindeki insanlar tarafından da dile getirildiğini düşünürsek, Kürtlere “ateşkesin adresinin PKK olmadığını” söylemek, onlara artık Kürtler arasında başka bir adres aramaları gerektiğini söylemek anlamına geliyor.

Bu “adresin” neresi olduğunu Demirtaş belirtmedi.

Eğer Demirtaş’ın sözlerini yanlış yorumlamıyorsam, BDP, Kürt halkı adına “konuşmaya”, inisiyatif almaya hazırlanıyor.

AKP’yi ve PKK’yı “ateşkes” için adres olmaktan çıkardığına göre sanırım BDP doğrudan Kürt ve Türk halkına seslenecek.

Böyle yapacaksa, halkların desteğini sağlayacağı bir “çözüm önerisi” de ortaya koyacak demektir.

BDP kendine yeni bir siyasi çizgi çiziyor gibi gözüküyor.

PKK yönetimi bu sözleri nasıl algılıyor, nasıl sonuçlar çıkartıyor bilemiyoruz.

Karayılan’ın hem Oslo sürecine dönmek isteyip hem de karakol baskını düzenlemesi ya da böyle bir baskını engelleyememesi, herhalde barışa çok yardımcı olmayacak.

Baskında, son açıklamalara göre 32 gerillanın kaybedilmesi, PKK sempatizanları için de bu baskını “büyük bir sevinç kaynağına” çevirmiyor.

Geçici bir karakola saldırıp sekiz askeri öldürmek için 32 gerilla kaybetmenin askerî açıdan da çok başarılı bir iş olduğunu söyleyebilecek birilerinin çıkacağını pek sanmam.

Hem barışı zora sokar, hem askerî bir başarı sağlayamaz, hem de çok sayıda insan kaybedersen Kürtler “ne yapıyor bu PKK yöneticileri” diye sormaya başlarlar.

Çünkü bu yapılan hiçbir “mantıki” ölçüyle açıklanamaz.

PKK eskiden yaptıklarının Kürtler tarafından “mantıklı mı, mantıksız mı” diye sorgulanmadığı büyük bir özgürlük yaşıyordu, şimdi bu özgürlük bitiyor, yaptıklarını, amaçlarını Kürtlere anlatmak zorunda kalıyor.

Türkiye, her “yapının” sorgulandığı bir dönemden geçiyor, bütün tabuların kırıldığı, kutsallıkların kabuklarının soyulduğu bir zaman bu, bundan PKK da payını alıyor.

İşleri iyice çıkmaza sokmadan PKK yönetimi Kürtlere, Kürt siyasetçilere kulak versin bence.

“Silahsız ve ölümsüz”
bir çözüme inanan Kürtlerle Türklerin sayısı artıyor.

Çağ bunu gerektiriyor çünkü.

Buna direnmeye kalkmak ölümleri arttırır ama emin olun bir sonuç alamaz.

Boş yere insanları öldürdüğüyle kalır.

Ahmet Altan – Taraf

 

Rio’da yerli halktan “Rios para a vida” (Yaşam için nehirler) haykırışı

Brezilya hükümeti tarafından Amazon nehri üzerinde yapılması planlanan 60 baraja karşı, halen Yeryüzü Zirvesi’ne ev sahipliği yapan Rio’da dev bir gösteri gerçekleştirildi. Rio’da bir plajda toplanan 1500 kişi, bir insan zinciri oluşturarak baraj istemediklerinin bir kez daha altını çizdiler.

İnsan zinciri tarafından plajda oluşturulan ve havadan görüntülenen “resim”de güneşe uzanan bir yerli halk mensubu ve “yaşam için nehirler” (Rios para a vida) ifadesi yer aldı. Organizatörler, gösterinin yerli halkların bilgeliğini ve enerji ihtiyaçlarının güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları tarafından karşılanması yönündeki tercihi gösterdiğini belirttiler.

Eylemle ilgili bir açıklama yapan yerli lider Sheyla Juruna, nehirlerin, halkların ve gezegenin kurtarılması gerektiğine dikkat çekmek istediklerini ve oluşturulan görüntü ile yeryüzünün halklarına saygılı ve daha sürdürülebilir bir yaşamın mümkün olduğu mesajını vermek istediklerini ifade etti. Juruna’nın ait olduğu topluluk, Amazon nehri üzerinde inşa edilen Belo Monte barajı faaliyete geçtiğinde yerinden edilecek. Yerinden olacak binlerce insana ek olarak barajın önemli balık göç yollarını tıkayacağı ve binlerce ton metan gazının atmosfere salınmasına yol açarak küresel ısınmayı hızlandıracağı yönünde eleştiriler de getiriliyor. Rio’da geçtiğimiz günlerde yapılan bir gösteride Ilısu barajı da protesto edilmişti.

(Yeşil Gazete, news.mongabay.com)

Rio’dan Gençler, Evo Morales ve Tayyip Erdoğan Geçti

Rio+20 tüm hızı ile devam ediyor. Bugün gerçekten çok hareketli bir gündü. Belki de en hareketli günlerden biri. Öncelikle yoğun eylemler ve tartışmalar vardı. Bir taraftan ortalık gazeteci ve fotoğrafçıdan da geçilmiyordu; Hillary Clinton, Evo Morales, Raul Castro, Tayyip Erdoğan ve niceleri aramızdaydı.

Sabah yoğunluğu görmeye değerdi, servis beklerken önümüzden geçen eskortlu araç sayısı bile ne kadar yoğun bir gün olacağını gösteriyordu.  Zaten toplantı salonunda da her beş dakikada bir lidere çarpıyordunuz.

Liderler yağmurla geldi. Genellikle berekettir yağmur ama bu sefer biraz romantik olacak ama doğa,  Rio+20’deki zayıf, niteliksiz tartışmalara ve her yanından beceriksizlik akan taslak metne ağlıyor, liderlere harekete geçin diyor gibiydi.

Aslında özetle tüm gün, bir şekilde, gelişmiş ülkelere ve çok uluslu şirketlere tepkiler ile başladı ve bitti.

Şirketler: Geleceği Bize Sattığınız için Teşekkür Ederiz


Bir taraftan doğa ağlarken, bir taraftan da genç aktivistler de yaratıcı eylemlerine sahne oluyordu. Bugün, yine ne varsa gençlikte var dedik hep beraber. Rio+20’nin temel mottosu olan “The Future We Want – İstediğimiz Gelecek” sözünden yola çıkan gençler şirketleri ve hükümetleri topa tuttu.

Shell, BP, Coca Cola gibi çok uluslu şirketlerin ağzından konuşan gençler, şirketler adına Hükümet liderlerine teşekkür etti. Şirketlerin ağzından “We Future We Bought- Satın Aldığımız Gelecek” deklarasyonu yayınlayan gençler, topluca yine şirketlerin ağzından liderlere geleceğimizi sattıkları için teşekkür etti.

Gerçekten de, geleceğin satıldığını, doğanın kaynak olarak şirketlere pay edildiğini, şirketlerin devletler üzerinde oy veren haklardan daha etkili olduğunu Rio+20 de yine bir kez daha net bir biçimde görüyorsunuz.

Ana toplantı salonunda yaklaşık 200 gencin yaptığı bu eyleme, hükümet delegeleri dahil olmak üzere bir çok kişi destek verdi.

Evo Morales: Kamulaştırma tek Sürdürülebilir Çözüm

Konuşmalara geçersek; bence yine en ilginç konuşma Bolivya Başkanı Evo Morales’e aitti.

Evo Morales yine etkili bir konuşma yaptı: Doğal Kaynakları Kamulaştırmak tek sürdürülebilir çözüm diyen Morales; ülkesinde sadece birkaç yıl önce yaptığı kamulaştırmaların ekonomik anlama kısa sürede neler kattığını açıkladı:

Ülkedeki kamulaştırma ile Bolivya’nın 2005’te 600 milyon dolar olan kamu hizmet yatırımları kamulaştırma ile gelen para ile 2012’de 5 milyar dolar seviyesine çıkmış.

Ayrıca yine Morales, sivil alanın toplantı salonunda sesi olmayı da başardı: Yeşil ekonomiyi gelişmiş ülkelerin ve çok uluslu şirketlerin yeni baskı unsuru olarak tanımlayan Morales’in sorduğu sorular da manidardı: Yeşil Ekonomi ile ne diyoruz? Çevrecilik mi yoksa kapitalistlerin halklar üzerindeki baskısının yeni rengi mi? Yeni bir sömürgecilik stratejisi mi?

Bu konuşma dışında diğer liderlerin yaptığı konuşmalar hep birbirinin aynısıydı. Gelişmekte olan ülkeler zengin ülkeleri suçlarken gelişmiş ülkeler de gelişmekte olanların isteksizliğinden yakınıyordu.

Tayyip Erdoğan: Bencillik Ekonomisi

Bugün, aynı zamanda Başbakan Tayyip Erdoğan, BM Genel Sekreteri Ban ki Mun, BM Yöneticisi Helen Clark, Bhutan Başbakanı Jigme Thinley, Bakanlar Ali Babacan ve Cevdet Yılmaz ile beraber, Türkiye’nin düzenlediği, Sürdürülebilir Kalkınma: İnsani Boyut konulu etkinlikte konuştu.

Başbakan’ın konuşmasını dinlerken, eğer, Türkiye Hükümetinin ülkede yaptığı ekolojik yıkımı, hesleri, petrol ve nükleer sevdasını, altın madeni vakalarını, Hasankeyf’i, Munzuru, GDOları, Ağır Kirli Sanayi yatırımlarının teşviğini, sosyal adaletsizlikleri, kısaca, doğadan ve fakirden al, muhafazakar zengine ver politikasını bilmiyor olsanız, kim bilir gurur bile duyabilirdiniz:

İşte söylediklerinden bazıları ve bu görüşlere (yorumlarım):

Kalkınma paradikmasının değişmeye mecbur olduğu çok kritik bir süreçten geçiyoruz! (Eğer Türkiye kalkınma paradigmasını değiştirdiyse biz niye görmedik, yoksa niye değiştirmiyorsunuz?)

Dünyanın belli bir bölümü fosil yakıtları müspet bir biçimde kullanıyor. Lüks yüksek motorlu arabalar …. (Türkiye elektrikli araba ve toplu ulaşım cenneti ya, İstanbul ve diğer büyük şehirler jeep çöplüğü değil ya, o yüzden diğerlerini rahatlıkla eleştiririz biz)

Dünyanın bir kesim tarafından kirletilmesi eşitsizlik adaletsizlik ve huzursuzluğu körüklüyor (Sayın Başbakan, Bergamanın, Kütahya’nın, Dilovanın halini bilmiyoruz ya orada adaletsizlik, eşitsizlik ve huzursuzluk yok! )

Bencillik küresel ekonomide etkin. bu, sürdürülebilir kalkınmanın önündeki en büyük engel (Katılıyorum, Türkiye’de de etken değil mi ama, HESler bencillik değil mi, fakirleri kentsel dönüşüm diye evlerinden etmek vs. vs. bencillik ekonomisi değil mi?)

İnsani büyüme alanında çok ciddi başarılar sağladık, bu konuda deneyimlerimizi diğer ülkelere destek veriyoruz! HADİ BAHALIM HADİ BAHALIM ….

Devin Bahçeci

Yeşil Gazete

Önce translar öldü sustum, sonra kadınlar…

Trans Onur Haftası etkinliklerinin ikinci günü, tartışma, film gösterimi ve şiir atölyesi çalışmalarıyla devam etti. Etkinler kapsamında “İstanbul LGBTT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transseksüel, Travesti) Dayanışma Derneği” tarafından Beyoğlu Çıplak Ayaklar Stüdyosu’nda “Artan Şiddet ve Mücadele Perspektifleri” başlığı altında bir panel düzenlendi. Panelde konuşan Sosyolog Eylem Çağdaş, “trans bireylerin sorunlarını tartışmaya açmak” konusunda medyanın önemine dikkat çekti.

Çağdaş, “devletin medya üzerinden nefreti örgütlediğini” söyleyerek “nefretin azar azar enjekte edildiği”nin altını çizdi. Transların nefret kültürünün açık hedefi haline geldiğini söyleyen Çağdaş, özellikle trans kadınların, trans erkeklere göre şiddetten daha fazla etkilendiğini söyledi. Transların kültürel alanda mücadele vermesi gerektiğini, bunun yolunun ise medyadan geçtiğini söyleyen trans sosyolog, sözlerini şöyle sürdürdü:

Trans cinayetlerini yok saydık, transların kafasını kopartıp çöpe attılar; bugün artık kadın cinayetlerini durduramıyoruz. Devlet 3-5 senede bir, belli kapıları açarak çeşitli kesimleri hedef gösteriyor. Özellikle trans kadınlar, trans erkeklere göre şiddetten daha fazla etkileniyor. Trans erkekler, toplumda nispeten kabul edilebiliyor. Örneğin Malatya’da minibüs şoförlüğü yapmakta olan bir trans erkek için etraftan insanlar, ameliyat parası toplamışlar.

Solcular kendi derdine düştü

Solcuların kendi derdine düştüğünü ve transları biraz yalnız bıraktığını söyleyen Eylem Çağdaş, bunun anlaşılır nedenleri olduğunu, sol siyasetin “Uludere Katliamı” gibi ciddi sorunlarla boğuştuğunu, her şeye rağmen LGBTT’lerin solcularla flört etmek zorunda olduğu yorumunu yaptı.

Mısır’da “Domates hristiyandır” fetvası

Mısır’da radikal İslamcı görüşleriyle bilinen Selefilerden bir grup, domatesin Hıristiyan olduğunu ve Müslümanlar için haram olduğunu öne sürdü.

Now Lebanon sitesinin haberine göre, Mısır Halk İslam Birliği olarak bilinen grubun Facebook sayfasında yayımlanan bir fotoğrafta domatesin Hıristiyan olduğu, bunun en büyük kanıtının da yatay kesilen domatesin içinde görülen haç benzeri şekil olduğu ifade edildi.

Fotoğrafın altındaki yorum yazısında, “Domates yemek haramdır çünkü domates Hıristiyandır. Domates Allah yerine haça hamdeder ve Allah’ın bir değil üç olduğunu ifade eder. Allah bize yardım etsin. Filistin’de yaşayan bir kız kardeşimize Allah’ın peygamberi Hz. Muhammed görünmüş. Hz. Muhammed ağlıyormuş ve ümmetini domates yememeleri gerektiği konusunda uyarıyormuş. Eğer bu mesajı yaymazsanız bilin ki sizi durduran Şeytan’dır” denildi.

Sosyal medyada hızla yayılan fotoğrafın altına 2 bin 800’den fazla yorum gelmesi üzerine grubun yöneticileri geri adım atarak, “Biz size domates yemeyin demedik. Domatesi içindeki haç çıkacak şekilde kesmeyin dedik” şeklinde bir daha mesaj yayımladı.

Kemaliye’de doğa sporları olimpiyatı başlıyor

Erzincan Valisi Recep Yazıcıoğlu anısına ithaf edilen 8. Kemaliye Uluslararası Kültür ve Doğa Sporları Şenliği, bu haftasonu başlıyor, şenlik 26 Haziran’a kadar devam edecek.Kemaliye Şenlikleri 2008 yılında 30 senedir süren Kemaliye Kültür Şenlikleri ile birleştirilerek uluslararası boyuta taşındı.

Kemaliye Uluslararası Kültür ve Doğa Sporları Şenliği’nde spor anlamında ne istersiniz var. Kaya Tırmanışı, Canyoning, Kano, Rafting, Su Kayağı, Kürek, Dağ Bisikleti, Yürüyüş, Yamaç Paraşütü, Bot Safari ve hatta Cirit.

Doğa ile barışık çevreye saygılı ve en önemlisi bizim dışımızdaki canlılara da yaşam hakkı tanıyan doğa sporcusu örneği Kemaliye’de yapılan Uluslararası Kültür ve Doğa Sporları Şenliği’nin ana hedeflerinden biri.

Kemaliye ilçesinin benzersiz doğal güzellikleri ve hemen her türlü doğa sporuna elverişli coğrafi yapısı başta eko turizm olmak üzere ilçe için ekonomik ve kültürel gelişim açısından gelecek vaadediyor.

Yer yer 600 metreyi bulan sarp kaya duvarlar el değmemiş ve en zor parkurları içermesiyle kaya tırmanışçıları için çok cazip. Yine nehir vadisi tabanına dik inen kanyonlar canyoning sporu için son derece iddialı kulvarlar sunuyor. Akarsu sporlarından özellikle durağan suda yapılabilen türleri için kano, rafting, su kayağı gibi geniş bir yelpazede güvenli ve keyifli parkurlar mevcut. İlçe Fırat Nehri’nin Keban baraj Gölü’ne dönüştüğü noktada. Bu nedenle göl sporları içinde başta kürek disiplininin değişik branşları olmak üzere görkemli dağlar arasında sınırsız imkanlar sunuyor.

Özellikle dağ bisikleti için ilki 2004 yılında yapılan Ulusal federasyon faaliyetleri esnasında yurdun değişik yerlerinden gelen hemen tüm bisikletçilerin ortak görüşü Kemaliye’nin dağ bisikleti parkurları arasında birçok özgün güzergaha sahip olduğu yönündedir.

Geleneksel sporlar arasında yer alan cirit, ata sporlarının doğada da yapılabilen yöreye özgün ulusal ve etnik sporlarımızdan.

Antik kervan yolları ve yüksek dağ geçitleri her yaşta yerli yabancı ziyaretçiler için sağlıklı yürüyüşler yanında keyifli görsel zenginlikler de sunuyor.

Yamaç paraşütü, delta kanat ve ultralight uçuş sporu disiplinleri de yine yörede yapılabilir doğa sporu etkinlikleri arasındadır.

İlçe civarında Fırat nehri baraj gölü haline geldiğinden rafting botları ile yapılan akarsu sporları daha çok Karanlık Kanyon vadisi boyunca Gümüşçeşme köyünden Çevlik gölüne kadar benzersiz bir parkurda “bot safari” şeklinde gerçekleşiyor.

Yüksek yaylalarındaki köy ve mezralar off-road ve enduro motor kullanıcılarına görkemli güzergahlar üzerinde farklı lezzetler sunuyor. Bir yanda 2000 metre üzerindeki Sarıçiçek yaylasının zengin bitki örtüsünü katederken nehrin karşı yamacında Munzur eteklerinde delişmen derelerin kenarında vahşi bir coğrafyada yolculuk imkanı tanıyor.

Suriye: Bu görülen yağmurun ilk damlalarıdır – Gazihan Çağlar

Suriye’de son bir yılda yaşananlardan sonra başlangıçtaki karmaşık durum biraz olsun aydınlanmaya başladı. Geçen yıldan beri çatışmalarda binlerce insan öldü. Şam bu şiddetin sorumlularının yabancı güçlerce desteklenen ölüm mangaları olduğunu iddia ediyor. Batı medyasına göre ise Esad katliamcı bir diktatör, Özgür Suriye Ordusu ise cici çocuklar. Hadi bakalım seçin pozisyonunuzu!

Her zaman olduğu gibi gerçekler gri alanda gizleniyor. Bulup çıkarmak ise gazetecilerin, araştırmacıların, aydınların işi. Ancak bu konuda bir tembellik, umursamazlık almış başını gidiyor. Sanki sorun Ay’ın karanlık yüzünde. Ya da nasıl olsa ‘’özgür basın yazıyo’’.

Evet yazıyor ama pek doğru yazmıyor. Önceden hazırlanmış senaryoya ancak ‘kapak’ olabiliyor basın. Geçen yıldan beri aşamalı olarak başlatılan  tipik ’batılı’ bir kampanya ile karşı karşıya olduğumuz açık. Bu yaygın bilgilendirme sonucu fikirlerimiz ve düşmanlarımız olgunlaştı. Önceden hazırlanan etiketler alelacele yapıştırıldı. Angelina ablamız hemen çadırkentte gözyaşlarıyla göründü. El Cezire çoktan yayına başlamıştı zaten. CopyPaste basınımız da kaçırmazdı böyle pişmiş armutları. Bize düşen bu hapı susuz yutmaktı. Hazırlanan şema zihnimize yerleştirilerek  ‘minority report’ filmi günlük hayatımıza yeni versiyonuyla uyarlandı. Ne de olsa bir diktatöre karşı özgürlük mücadelesi başlamıştı ve demokratik toplumlar böyle şeyleri severdi. Hele ‘sol’ bu devrimi desteklemeliydi.

Ama kazın ayağı topallamaya başladı bir süredir. Yalancı mum yatsıya bile kalamadı. El Cezire’den istifa eden muhabirler bazı şeyler anlatıyorlardı. Lübnan’dan giren silah ve militanların haberlerinin nasıl hasıraltı edildiğini öğrendik. Türkiye’nin gündüz katliam yapıp gece kampa dönen cihatçı, selefi militanlara  nasıl kucak açtığını gördük. Sokaklarda insan asıp, araçlara bağlayıp yerlerde sürüklüyorlardı. Şam’ın orta yerini bombalarla havaya uçurup çoğu çocuk 55 kişiyi öldürüp 400’ünü yaraladılar. İnsanları kaçırıp kaçırıp işkence ediyorlar, kolunu bacağını kesiyorlardı. Antakya ve Adana’da yapılan mitingler küçümsendi. Suriye’de yapılan seçimler önemsenmedi. Halka düşen rol sadece bu cici çocukları  desteklemekti.

Oysa görmek isteyen gözlere açıktı tüm bunlar. Gazetelerde kullanılan haberlerin, geçmişte çokça olayda gördüğümüz o kurmaca tek tip dille nasıl verildiğini okuduk. Suudi-Katar-Türkiye üçgeninde Batı ve İsrail desteğiyle kurulan komplo uzaydan bile duyuldu. Bölge artık bir barut fıçısıdır. Türkiye bir savaş oyununa girerek halkını, hepimizi riske ediyor.

Aptal ıslatan yağmurda yürüyoruz. Bir Arap atasözünde der ki ‘bu görülen yağmurun ilk damlalarıdır’.

Ama neyse ki Antakya halkı bu atasözünü iyi biliyor.

 

Gazihan Çağlar

twitter.com/#!/gazihanca

Sanat Maratonu’nda son 24 saat

(İstanbul) Kadıköy Selamiçeşme Özgürlük Parkı’nda, 16 Haziran 2012 Cumartesi günü,saat 17:00 de okunan basın bildirisinin ardından başlayan ve 24 saat durmadan gerçekleşen tiyatro gösterileri, konserler ve diğer etkinliklerle devam eden Sanat Maratonunda son 24 saatin heyecanı yaşanıyor.

16-22 Haziran tarihleri arasını kapsayan ve ilk olarak bu sene düzenlenen Sanat Maratonu;  tiyatro, dans, müzik, şiir dinletileri, söyleşiler, kısa film gösterileri gibi, sanatın pek çok dalından gönüllü katılımlarla oluşturuluyor. Gece gündüz devamlılığı nedeniyle de bu konuda bir ilk olma niteliği taşıyor.

1. Sanat Maratonunda Genco Erkal, Tülay Günal, Vedat Sakman, Grup Gündoğarken, Levent Kırca, Çiğdem Erken, Güvenç Dağüstün, Fırat Tanış, Ufuk Karakoç ve daha pek çok sanat meslek örgütünün, Şehir Tiyatrosu, Devlet Tiyatrosu, Özel Tiyatrolar, Üniversite topluluklarından sanatçıların katılımıyla gerçekleştirilecek bu benzersiz “Sanat Maratonu”Guınness gözlemcilerince de takip edilecek. Halk ile sanatın ve sanatçıların buluşması ve dayanışması için tasarlanan, dünyada bir benzeri daha bulunmadığı ifade edilen Sanat Maratonu’na herkes ücretsiz olarak katılabilir.

Sanat Maratonu’nu İstanbul’da ikamet etmeyenler ya da Özgürlük Parkı’na gidemeyecek olanlarda  ustream.tv/channel/sehrintiyatrosu linki üzerinden canlı olarak izleyebilir.

Ayrıntılı bilgi için sanatmaratonu.com/

Antalya NKP: “Bıraksak fay hattına santral kuracaklar”

Nükleer Karşıtı Platform’un Antalya başta olmak üzere bazı bileşenleri yayınladıkları bir basın açıklamasıyla Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı konuşmayı eleştirdi.

Bileşenlerin yaptığı açıklamada “Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın dün fay hatlarıyla ilgili yaptığı açıklamayı şaşkınlıkla karşıladık. Bakan Yıldız’ın açıklaması hükümetin nükleer enerji konusundaki bilgisinin oldukça sınırlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Taner Yıldız nükleer santrallerde meydana gelen kaza ve sızıntıların sadece deprem kaynaklı olmadığını bilmiyor mu?Tarihin en büyük nükleer felaketlerinden birinin yaşandığı Fukuşima nükleer santralinin fay hattı üzerinde olamadığından haberi yok mu? Bir nükleer santralin depremden etkilenmesi için mutlaka fay hattı üzerine yapılmış olması gerektiğini mi düşünüyor? Bıraksak herhalde onu da yapacaklar.” denildi.

Açıklamada, nükleer enerji santralleri hakkındaki kaygı ve endişeler şöyle sıralandı:

  • 1999 depreminde İstanbul’da da diri fay yoktu ama kentte çok sayıda ev yıkıldı ve insanlar öldü. Depremler sadece fay hattı üzerindeki yapılarda hasara neden olmaz.
  • Zemin etütleri yeni başlamış bir yer için “fay hattı üzerinde değil” yorumunun yapılması işlerin aceleye getirildiğinin bir başka kanıtıdır.
  • Kıbrıs dalma batma alanında oluşacak büyük bir depremin, buraya etkisi ve oluşturabileceği tsunaminin yol açacağı tehlikeler hakkında hükümetin bir çalışması var mı, merak ediyoruz.
  • Bazı bilim insanların ölçümlerinde, Anadolu’nun hemen dibinde bir ters fayın varlığı saptanmıştı. Akkuyu’ya çok yakın olan bu hattan neden hiç söz edilmiyor?
  • Bakan Yıldız’ın nükleer santrali 9 büyüklüğünde depreme dayanıklı yapacağız sözü hiçbir şey ifade etmiyor. Bu nasıl ispatlanacak, hangi bağımsız kuruluşlar inşaatı denetleyecek? Halk nükleer enerjiyi savunmayı kendine iş edinen bu hükümete nasıl güvenecek?

“Türkiye’nin enerji talebini karşılamak için nükleer santrale ihtiyaç duyulmadığının” da belirtildiği metinde “Enerji verimliğinden, doğaya zarar vermeyen enerji üretim biçimlerine kadar onlarca farklı üretim seçeneği olduğunu biliyoruz. Fukuşima kazası, nükleer santrallerin tehlikeleri konusunda yaptığımız uyarıların ne kadar yerinde olduğunu ne yazık ki acı bir örnekle herkese gösterdi. Nükleer enerjinin ucuz olduğunu artık hükümet bile iddia edemiyor.” denildi. Nükleer enerjinin güvenliği konusunda da “Güvenlik kültürünün yerleşmemesi nedeniyle metrobüslerin bile kaza yaptığı Türkiye’de, nükleer santralde ısrar etmek ateşle oynamaya benziyor.” denildi.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, 19 Haziran salı günü Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü’nde yaptığı konuşmada “Akkuyu’da kurulacak nükleer santral herhangi bir fay hattı üzerinde bulunmuyor. Allah vermesin Türkiye’de 9 büyüklüğünde deprem olmamıştır ama Akkuyu, 9 büyüklüğünde bir deprem olacakmış gibi dizayn edilecektir” demişti.

(Yeşil Gazete)

Siyaseti geri almak ya da EDP-Yeşiller (3- Şenlikli siyaset nedir?)

Yeşiller-EDP birleşmesinin ilan edildiği salondaki pankartlardan birinde “şenlikli” yazıyordu. Diğer pankartlarla birlikte okunduğunda yeni partinin demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi, barışçı, doğayla uyumlu, emekten yana ve şenlikli olacağı ilan ediliyordu yani… Dikkatli gözlerden kaçmamış olabileceği gibi bizim gazetenin sol üstte yazan tanımlarından biri de “şenlikli”. Yani biz şenlikli bir gazeteyiz, yeni parti de öyle olmayı vadediyor. İyi ama nedir bu şenlikli? Şenlikli siyaset ne demek? Acaba bu konuda herkes aynı şeyi mi anlıyor?

İlk bakışta “şenlikli” kelimesinin sıkıcı olmayan, klişelerden uzak, eğlenmeyi de ihmal etmeyen, güleryüzlü bir siyaseti ima ettiği düşünülebilir. İklim değişikliğiyle ilgili yaptığımız eylemlere genellikle “eylemce” ismini veriyoruz. Sıkıcı ve tekdüze olmayan, renkli, danslı, müzikli bir eylem tarzını uygulamaya çalışıyoruz. Bizim gazete de asık yüzlü olmamaya gayret ediyor. Sadece siyasetten bahsetmiyor. Kişisel olanı ihmal etmiyor. Eğlenceli olanı yasak saymıyor. Tabulara eyvallah demiyor, falan. Dolayısıyla şenlikli olmak gerçekten de böyle anlaşılabilir.

Ama bu yeter mi? Şenlikli olmak, sadece güleryüzlü ve eğlenceli olmak mıdır?

Şenlikli siyasetin ne olduğunu kavramın çıkış noktasına doğru ufak bir yolculuk yaparak açıklamaya çalışacağım. Ama bundan önce yukarıdaki çağrışımların eksik olsa da yanlış olmadığını vurgulamalıyım. Yanlış değil, ama eksik… Yani nasıl demokratik olmak sadece oylama yapmaktan ibaret değilse (hatta çok fazla oylama yapmak demokrasiyi tahrip bile edebiliyorsa), tıpkı öyle. Şenlikli olmak, bir “değer” olarak ve toplumsal olana dair bir tanımlama olarak, çok daha fazla (hatta bir açıdan bambaşka) bir şeyi ima ediyor: Şenlikli olan, aslında endüstriyel olanın tam tersi.

***

Kavram Türkçeye Ivan Illich’in en ünlü kitaplarından biri olan “Tools for Conviviality”nin Ayrıntı Yayınları tarafından “Şenlikli Toplum” adıyla yayımlanmasıyla girdi. Kitap, doksanlı yıllar boyunca özgürlükçü sol ve yeşil hareketler için önemli esin kaynakları yayımlayan Ayrıntı’nın ilk kitabıydı. Çevirmen Ahmet Kot (ve herhalde yayınevi) “convivial” sözcüğünün Türkçesi olarak “şenlikli”yi icat etmişlerdi. İcat etmekte de haklıydılar, çünkü “convivial” sözcüğü de Illich’in icadı sayılırdı. Daha doğrusu İngilizce’de böyle bir sözcük vardı, ama siyaset dilinde bu tür bir kullanımı yoktu.

Illich’in bambaşka bir anlama büründürdüğü convivial sözcüğü için Webster sözlüğü “yiyip içmekle, hoşça vakit geçirmekle ilgili olan” gibi bir tanım yapıyor. Tanımda kullanılan “feast” sözcüğü Türkçeye şölen veya şenlik olarak çevrilebilir. Convivial’ın şenlikli olarak tercümesi de buradan kaynaklanıyor. Sözcüğün Latince kökü olan convivalis, convivere kökünden geliyor: -con ve -vivere. Vivere, yaşamak demek. Convivere, birlikte yaşamak olarak çevrilebilir. Sözcüğün kökeni 17. yüzyıla dayanıyor ve 18. yüzyıldan sonra (Latince’de) birlikte yaşamak, sosyalleşmek gibi anlamlarda kullanılmaya başlanmış.  Yine 17. yüzyılda Fransızcada convive (Latincede conviva) sözcüğü başkalarıyla birlikte şenlik yapan kişileri anlatan bir sıfat olarak kullanılmış.

Illich, sözcüğü ilk olarak 1969’da yayımlanan ve en tanınmış yapıtı olan Okulsuz Toplum’da kullandı. Okulsuz Toplum, sadece okulun ve zorunlu eğitimin eleştirildiği bir kitap olmakla kalmaz. Kitap aynı zamanda Illich’in endüstriyalizm eleştirisini derli toplu yaptığı ilk eseridir. Kitapta endüstriyel toplumdaki araçları kurumlar yelpazesi metaforuyla tanımlarken, okul, hastane, otoyollar (ve motorlu taşıtlar) gibi yelpazenin sağında yer alan, manipüle edici, tepeden inmeci, hiyerarşiye yol açan, uzmanlığı ve endüstriyel yaşam biçimini dayatan araç ve kurumları “endüstriyel” olarak; bunun karşısında yelpazenin solunda yer alır dediği bisiklet, posta, telefon (tabii cep telefonu değil, postanedeki telefon), içme suyu şebekeleri, metro hatları, semt pazarları gibi bireysel özerkliği güçlendiren, rekabetçi değil dayanışmacı araçları ise “convivial” olarak tanımlar. Okulsuz Toplum’un 1985’de Bedirhan Üstün tarafından yapılan ilk çevirisinde, kavram “canlı” olarak tercüme edilmişti. Sözcüğün Latince kökündeki “vivere”nin yaşamak anlamına gelmesi nedeniyle convivial için canlı veya yaşayan da denebilir.

Ama Illich sözcüğü conviviality diye isim şeklinde bir sonraki kitabının başlığına çıkaracak kadar merkezi bir kavram haline getirince, canlı diye tercümesi yetersiz kalacaktı elbette. Bunun için sözcüğün kökenindeki “feast- şölen, şenlik” anlamına gönderme yapan “şenlikli” sözcüğünün bulunması güzel oldu, hızla benimsendi. Ama nasıl benimsendi?

“Şenlikli” sözcüğünü sadece yiyip içmek, gülüp eğlenmek ile olan bağlantısı üzerinden anlamak, “convivial”ı hala Webster sözlüğündeki anlamıyla anlamak olur ve eksik kalır. Çünkü sözcüğün bizim bugün kullandığımız anlamı Ivan Illich’in icad ettiği anlamıdır.

Illich, Şenlikli Toplum’un girişinde şöyle diyor:

“Araçların (burada araçtan kasıt sadece aletler, makineler vb. değil, aynı zamanda bunların toplumsal örgütlenişidir – ÜŞ) sorumlu biçimde sınırlandığı modern bir toplumu adlandırmak için teknik bir terim olarak ‘şenlikli’yi seçtim. (…) İngilizce’de ‘şenlikli’nin çakırkeyif neşeliliğe yakın bir anlam taşıdığının farkındayım. (…) ‘Şenlikli’ terimini kişilere değil de, araçlara uygulamakla karışıklığı önleyeceğimi umuyorum.”

Ivan Illich, endüstriyalizmi fabrika üretimiyle, teknoloji-yoğun mal üretimiyle, ya da enerji kullanım biçimiyle değil, üretimin ve tüketimin toplumsal örgütlenişiyle ilgili bir şekilde tanımlar. Sadece mal üretiminin değil, hizmet üretiminin de (aslında özellikle hizmet ve bilgi üretiminin) endüstrileştiği tüketim toplumunun analizini yapar. Illich, yine Şenlikli Toplum’da

“herhangi bir hizmet kuruluşunun endüstrileşmesi, aşırı mal üretiminin tanıdık ikincil sonuçlarına benzeyen zararlı yan etkilere yol açıyor”

der. Şenlikli Toplum’dan bir başka alıntıyla şenlikli olanın tersini (endüstriyel olanı) daha iyi açıklayabiliriz:

“Seri üretimin daha fazla büyümesi düşmanca bir ortam yarattığında, toplum üyelerinin doğal yeteneklerini özgürce kullanmalarını engellediğinde, kişileri birbirinden koparıp yapay bir kabuğa hapsettiği, aşırı toplumsal kutuplaşmayı ve gitgide çeşitlenen uzmanlaşmayı artırarak toplum dokusunu zayıflattığında veya toplumsal değişime kanserli bir ivmeyle, mevcut davranışlara biçimsel olarak yön veren yasal, kültürel ve siyasal alışkanlıkları ortadan kaldıracak bir hıza zorladığında, toplum yok olabilir. Toplumu böylesine yok eden kurumsallaşmış çabalar hoşgörülemez. Bu noktada, bir girişime görünüşte bireylerin, şirketlerin ya da devletin sahip olmasının önemi yoktur, çünkü hiçbir işletme biçimi, böylesine köklü bir yıkımın toplumsal bir amaca hizmet etmesini sağlayamaz.”

Illich’in şenlikli kavramını tanımlarken söylediği gibi, modern öncesi dönemlerden ya da modernitenin (kısmen de olsa) etki alanı dışında kalmış bir toplum biçiminden söz etmiyoruz. Şenlikli olan, doğrudan modern topluma dairdir, ama endüstriyel yıkıcılığın sınırlanması becerisinin gösterildiği anlamına gelir. Illich şöyle diyor:

“Hem çok modern olan, hem de endüstrinin egemenliği altında olmayan, gelecekteki topluma ilişkin bir kuram formüle edebilmek için, doğal ölçek ve sınırları tanımak gerekir. Makinelerin, ancak belli sınırlar içinde kölelerin yerini alabildiğini, bu sınırların ötesindeyse yeni bir köleliğe yol açacağını kabul etmemiz gerek. Eğitim, ancak belli sınırlar içinde kişilerin insan ürünü bir çevreye uymasını sağlayabilir; bu sınırların ötesinde evrensel okul binası, hastane koğuşu ya da hapishane vardır. Siyasetin, enerji ya da bilgi girdilerinin eşitliğinden çok, azami endüstriyel verimin dağıtımıyla ilgilenmesi de, ancak belli sınırlar içinde gerçekleşebilir. Bu sınırlar bir kez tanınınca, kişiler, araçlar ve yeni bir ortak yaşam arasındaki üçlü ilişkiyi eklemlendirmek mümkündür. Modern teknolojilerin, yöneticilerden çok siyasal açıdan birbiriyle ilişkili bireylere hizmet ettiği böyle bir topluma ben ‘şenlikli’ diyeceğim.”

Illich’in sonraki yapıtlarında derinleştirdiği kuramında, toplumsal kutuplaşma, bürokratik ve teknokratik hegamonya, büyük ve karmaşık araçların kuşattığı bir toplumda bireysel özerkliğin kaybedilmesi gibi endüstriyel sistemin belirleyici yanları ve yan etkileri eleştirilir. Aşırı planlanmış, aşırı programlanmış, her şeyin seri ve tek tip üretildiği, teknolojinin bağımlılık halini aldığı, tüketim köleleştirdiği ve tek tipleştirdiği için birbirinden ayırdedilemeyen bireylerden müteşekkil bir toplum bugün bize hiç yabancı gelmiyor. Illich bu eleştiriyi 40 yıl önce yaptığında, hala bir geri dönüş şansı olduğunu söylüyor ve bunun için de ‘öngörülemez’ olana bel bağlıyordu:

“Endüstriyel yenilikler planlı, anlamsız ve muhafazakardır. Şenlikli araçların yenilenmesi ise, onları kullanan kişiler kadar yaratıcı, canlı ve öngörülemez olacaktır.”

***

Şenlikli bir siyasetten bahsedeceksek, önce aynen bu şekilde “yaratıcı, canlı ve öngörülemez” olanı benimseyerek yola çıkmamız gerekiyor. Şenlikli siyaset için her şeyin kontrol atında olduğu, planlandığı, iplerin gevşetilmediği, liderlerin, bir bilenlerin, her şeyi bilenlerin, siyaset bürokrasisinin ve suyuna gidilmesi gereken bir kitle fikrinin hakim olduğu klasik siyaset anlayışına karşı çıkmak, bireysel özerkliğin kolektif heyecanla birleştiği, insanların kendi toplumsal varoluşlarıyla bağlantılı bir şekilde politik süreçlere katıldığı, denediği, yanıldığı, tartışarak, öğrenerek, sorgulayarak siyasetin ne olduğunu keşfettiği türden, öngörülemez olana açık, şenlikli bir politikanın arayışı içinde olmak gerekiyor.

Şenlikli politika, tıpkı Ivan Illich’in şenlikli araçları gibi öncelikle “tek”, vazgeçilmez ve alternatifsiz olmayı reddeder. Kendisinin (örgütün, partinin, politikanın…) en doğruyu bilen, yekpare bir özne olmadığını bilir. Çoğulculuğun bir eklemlenmeden çok, bir birlikte varoluş olduğunu, bunun da canlılığı artırdığını kabul eder. Şenlikli siyaset, klasik politikanın donuk profesyonelizmi karşısında, canlı bir aktivizmdir. Bu tür bir canlı aktivizm tek başına yapılamaz. Uzmanlığı yücelterek, birilerini idolleştirerek, icazet arayarak, öndekini takip ederek, kendine bir bürokrasi yaratarak başarılamaz. Ancak hep birlikte düşünerek, yaratarak, kutlayarak, topluma yukarıdan dayatılan beklentileri değil, hep birlikte yeşertilen umudu besleyerek hayal edilebilir. Bu da bürokratizmin ölçen, biçen, planlayan, eksiğin ve fazlanın hoş görülmediği asık suratlı sıkıcılığının karşısına, aynen doğadaki gibi kendi kendini yaratan ve tam da bu sayede gülümseyen, eğlenen, paylaşan ve dayanışan bir yaratıcılık çıkarır.

Şenlik işte budur.

Kendini şenlikli bir siyaset içinde hayal edebilenlerle de, bana sorarsanız, her yere gidilir.

 

Notlar: Ivan Illich’den alıntılar Şenlikli Toplum’un Ayrıntı yayınlarından 1989’da yayımlanan 2. baskısından alınmıştır. Sözcüğün kökenine dair etimolojik bilgiler için bkz. Online Etymology Dictionary. Ivan Illich’in hayatı ve düşünceleri hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler, Ivan Illich hakkında yazdığım bazı yazılara bloğumdaki Ivan Illich bölümünden ulaşabilirler.