Bugün Actuaries Institute tarafından yayınlanan bir rapora göre, artan iklim tehditlerinin primleri yükseltmesi ve potansiyel olarak milyarlarca dolarlık mortgagekredisini riske atması nedeniyle ev sigortası giderek artan sayıda Avustralyalı ev sahibi için karşılanamaz hale geliyor.
Reuters’in aktardığına göre; hızla artan ev sigortası primlerinin 1,6 milyon haneyi alım gücü stresine soktuğu, kasırga ve sele eğilimli bölgelerde yaşayanların maliyetlerde önemli artışlarla karşı karşıya olduğu konusunda uyarıda bulunuldu. Bu rakam geçtiğimiz yıla göre yüzde 30’luk bir artışa işaret ediyor ve enstitü, doğal afetlerin sıklığı ve yoğunluğu arttıkça bu durumun daha da kötüleşeceğini tahmin ediyor.
Artan sigorta maliyetleri Avustralya’da enflasyonu körükledi. Öte yandan bazı ev sahiplerinin iklimle ilgili riskler ve yüksek inşaat maliyetleri nedeniyle artık evlerini koruyamayacaklarına dair de yoğun işaretler bulunuyor.
Fotoğraf: Sandra Sanders/Reuters
Raporun başyazarı Sharanjit Paddam, “Ne yazık ki, iklim değişikliğiyle bağlantılı doğal afet riskinin genel olarak artması nedeniyle bu durumun devam edeceğini ve bunun da primler üzerinde yukarı yönlü baskı yaratmaya devam edeceğini düşünüyoruz” dedi.
Rapor, konut kredisi olan Avustralyalı hanelerin yüzde 5’inin aşırı baskılar yaşadığını ve sigorta primlerinin yılda ortalama 5 bin 216 Avustralya doları (120 bin 379 TL) ile ortalama 2 bin 124 Avustralya dolarının (49 bin TL) iki katından fazla olduğunu tahmin ediyor.
En aşırı ödeme gücü stresiyle karşı karşıya olan hanelerin Mart ayı itibariyle ödenmemiş ipotek kredilerinin yaklaşık 57 milyar A$ olduğu ve bunun da tüm konut kredisi varlıklarının yüzde 3’ünü temsil ettiği belirtildi.
Paddam, “Evleri doğal bir afetten zarar görürse ve sigortaları yoksa ya da eksik sigortalıysalar, kendilerini stresli bir mali durum içinde bulabilirler” dedi ve ekledi:
“Yani bu potansiyel olarak sigortadan daha büyük bir sorun. Aynı zamanda kredi verenler, düzenleyiciler ve hükümetler için de bir sorun.”
Raporda, artan sel ve kasırga riskleri nedeniyle, güneybatı Queensland,Yeni Güney Galler‘in Kuzey Nehirleri bölgesi ve bölgesel Batı Avustralya‘daki hanelerin yarısının bir aylık gelirden daha pahalıya mal olan primlerle karşı karşıya olduğu tahminine yer veriliyor.
İklim krizinin etkisiyle her geçen gün biraz daha artan su stresi, ülke içi ve dışında gerginliklere yol açıyor. Özelikle birden fazla ülkenin sınırları içinde yer alan su kaynaklarında yaşanan değişimler bölgesel gerginliklerin artışına sebep olabiliyor.
ABD merkezli Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün verilerine göre, dünya üzerindeki 25 ülke tüm yıl boyunca aşırı derecede yüksek su stresiyle mücadele ediyor ve bu ülkelerin nüfusu dünyanın toplam nüfusunun dörtte birini oluşturuyor. Dünya nüfusunun yarısına denk gelen 4 milyar insan yılın en az bir ayında yüksek seviyede su stresi yaşıyor. Ortaya çıkan bu tablo insanların çalışma hayatını, gıda ihtiyaçlarını ve enerji güvenliğini doğrudan etkiliyor.
AA’dan Yeter Ada Şeko’nun aktardığına göre; su stresinin en çok yaşandığı beş ülke Bahreyn, Kıbrıs, Lübnan, Umman ve Katar olarak sıralanıyor. Su kaynaklarının az olmasına karşın evsel, tarımsal ve endüstriyel kullanımdan kaynaklanan talebin yüksek olması, bu ülkelerdeki su stresinin temel nedeni olarak gösteriliyor.
Su stresinin en çok yaşandığı bölgelerin başında Orta Doğu ve Kuzey Afrika ile Güney Asya geliyor. Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da nüfusun yüzde 83’ü, Güney Asya’da da nüfusun yüzde 74’ü su stresine maruz kalıyor.
Kaynak: Water.org
‘2050’de 1 milyar kişi daha aşırı derecede yüksek su stresiyle mücadele edecek’
Bununla birlikte küresel su talebinin yüzde 20 ila yüzde 25 artmasının beklendiği 2050 yılına gelindiğinde 1 milyar kişinin daha aşırı derecede yüksek su stresiyle mücadele edeceği, Orta Doğu ve Kuzey Afrika nüfusunun tamamının son derece yüksek su stresi altında yaşayacağı tahmin ediliyor.
2050’ye kadar su talebindeki en büyük değişikliğin Sahra Altı Afrika‘da yaşanacağı ve bölgedeki ülkelerde su talebinin yüzde 163 artacağı öngörülüyor. Bu bölgeyi yüzde 43 oranında bir artış beklentisiyle Latin Amerika takip ediyor.
Birleşmiş Milletler (BM) tarafından bu yıl yayımlanan Dünya Su Kalkınma Raporu‘na göre, sınırları aşan nehirler, göller ve akiferler dünya tatlı su akışının yüzde 60’ını oluşturuyor. 310’dan fazla nehir ve 468 su akiferi, iki ya da daha fazla ülke tarafından paylaşılırken 153 ülke paylaşımlı nehir, göl ve akiferlerden gelen suyu kullanıyor.
Küresel su stresi artarken özelikle sınır aşan su kaynakları dünyanın çeşitli yerlerinde gerginliklere yol açıyor. Suyun korunması amacıyla kurulan ABD merkezli PasifikEnstitüsünün çalışmalarına göre, sadece 2020’den 2023’e kadar dünya genelinde su kaynaklı, farklı ölçeklerde 400’den fazla anlaşmazlık kayda geçerken, bir kısmı ülkeler arasında bir kısmı da ülke içinde yaşanan bu anlaşmazlıkların bazıları çatışmalara dönüşerek yaralanmalar ve ölümlerle sonuçlandı.
Bu çatışmaların 6’sı Orta Asya bölgesinde, Kırgızistan-Tacikistan ve Kırgızistan-Özbekistan arasında meydana geldi.
Kırgızistan ve Tacikistan arasında 2021’de yaşanan su ihtilafının neden olduğu çatışmalarda en az 31 kişi hayatını kaybetti, 150 kişi yaralandı ve yaklaşık 10 bin kişi yaşadıkları bölgelerden tahliye edildi.
Toplam 97 vakanın kayıtlara geçtiği Güney Asya’da Hindistan, Pakistan, Afganistan, Bangladeş, İran ve Nepal su kaynaklı çatışmalara sahne olurken gerginliklerin çoğuna tarımda kullanılan suyun paylaşımında çıkan anlaşmazlıklar neden oldu.
Güney Doğu Asya‘da çoğu Myanmar ve Endonezya arasında olmak üzere 15 ayrı su krizi yaşanırken bölgede çeşitli silahlı gruplar, su kaynaklarına saldırılar düzenledi.
Orta Doğu’da yaşanan 156 çatışmanın büyük bir kısmını, İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarındaki su varlıklarına yönelik saldırıları ile Suriye ve Yemen’de devam eden iç savaşta su kaynaklarının hedef alınması oluşturdu. Bunun dışında İran, Lübnan ve Irak’ta da su kaynaklı gerginlikler görüldü.
Doğu Avrupa’da büyük bir çoğunluğu, Ukrayna ve Rusya arasındaki savaşta çeşitli su varlıklarının ya da depolama alanlarının hedef alınmasıyla meydana gelen 62 çatışma gerçekleşti.
Fotoğraf: Eduardo Munoz/Reuters
Ülkeler arası çatışma riskleri
Avrupa Birliği (AB) Ortak Araştırma Merkezi (JRS) tarafından 2018’de hazırlanan bir çalışmaya göre, özellikle su kıtlığı, yüksek nüfus oranı, güç dengesizliği ve iklim kaynaklı baskıların olduğu bölgelerde, sınır aşan su kaynakları daha fazla gerginlik oluşturma potansiyeli taşıyor.
JRS’ye göre özellikle Kuzey Afrika’daki Nil Nehri, Güney Doğu Asya’daki Brahmaputra Nehri, Asya‘daki İndus Nehri, Batı Asya’daki Dicle- Fırat nehirleri ve Kuzey Amerika‘daki Colorado Nehri birkaç ülkenin sınırları içerisinde olmaları ve su konusunda hassas bölgelerde yer almaları nedeniyle su kaynaklı çatışmaların yaşanabileceği sıcak noktalar arasında yer alıyor.
Çalışmada, Afrika’da Nil Nehri boyunca Eritre, Etiyopya, Ruanda ve Uganda; Juba Nehri boyunca Etiyopya, Kenya ve Somali; Nijer nehri boyunca Burkina Faso, Nijer ve Moritanya; Zambezi Nehri boyunca Mozambik ve Malawi;Volta Nehri boyunca Benin ve Togo; Turkana Gölü etrafında ise Etiyopya,Güney Sudan ve Uganda arasındaki çatışma risklerinden bahsedildi.
Asya’da ise en çok Afganistan ve Pakistan’ı etkileyebilecek şekilde Indus, Hari, Helmend nehirleri ve Aral Gölü olası çatışma noktaları olarak gösterildi. Çalışmada Dicle-Fırat Havzası, Güney Amerika’daki Orinoco Nehri, Güney Doğu Asya‘daki Ganj ve Brahmaputra nehirleri de riskli noktalar başlığı altında sıralandı.
Güney Afrika
‘Savaş su kaynaklarına daha olumsuz etkilerde bulunacak’
Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi ve Bolu Teknokent bünyesinde faaliyet gösteren İklim Değişikliği ve Enerji Çalışmaları Merkezi Başkanı Doç. Dr. İlhan Sağsen nüfus artışı, iklim değişikliği ve yanlış sulama ile aşırı kullanımın, su varlıklarının miktarını ve kalitesini azalttığını söyledi.
Sağsen, “Haliyle zaten kıt olan ve dünyanın her yerine eşit olarak dağılmayan su kaynaklarının paylaşılması, kullanılması ya da erişim sorunu son derece kritik bir noktaya geliyor” ifadelerini kullandı.
Gelecekte su savaşları yaşanacağına çok fazla ihtimal vermediğini dile getiren Sağsen, şu değerlendirmeleri paylaştı:
“Genel anlamda kıyıdaş ülkeler arasında kapasite ve güç farklılıkları oluyor. Dahası, savaş su kaynaklarına daha olumsuz etkilerde bulunacak. Yani zaten kıt, kirli ve azalan su kaynakları üzerinde yeni bir baskı ortaya çıkaracaksınız. Dolayısıyla bu ekonomik olarak da çevresel olarak da mantıki olarak da anlamlı değil. İklim değişikliğiyle alakalı, çevreyle alakalı, suyla alakalı önlem almazsak doğa bize belli süre sonra bunu mecburen aldıracak. O yüzden de ben suyla ilgili meselelerin masada diplomasiyle, ortak projelerle, işbirliğiyle, fayda paylaşımıyla çözülmesi gerektiğini düşünüyorum.”
İstanbul, Sultangazi‘ye bağlı Cebeci mahallesinde bölge sakinlerinin sağlıklarının yanısıra konutlarını tehdit eden taş ocağına karşı basın açıklaması yapıldı. Bölge sakinleri “İstanbul’un nefesini kesen, Kuzey Ormanları’nı ve su havzalarımızı tahrip eden taş ocaklarına karşıyız. Şirketler servet yığsın diye çocuklarımızın astım, KOAH olmasını istemiyoruz. Dinamit patlattıkları yerde Kuzey Marmara Otoyolu Tüneli var. Her patlamada evlerimiz ve o tünel sarsılıyor” dedi.
Basın açıklamasının ardından yurttaşlar madene doğru yürüyüşe geçti. “Tozdan ölmek istemiyoruz” diye slogan atan semt sakinleri taş ocağı için çalışan hafriyat kamyonlarının önünü kesmeye çalıştı. Polis bu aşamada vatandaşlara müdahale ederken, arbede yaşandı, bazı kişiler gözaltına alındı. Kuzey Ormanları Sözcüsü avukat Esmanur Çağlak, beş kişinin gözaltına alındığını açıkladı.
Cebeci Köyümüz taş ocağı yağmasına karşı direniyor
Basın açıklaması yapan yurttaşlar "Kuzey Ormanları’nı ve su havzalarımızı tahrip eden taş ocaklarına karşıyız. Şirketler servet yığsın diye çocuklarımızın astım KOAH olmasını istemiyoruz." dedi.https://t.co/HV6EBvPkz2pic.twitter.com/29CVzLHHrc
— Kuzey Ormanları Savunması (@kuzeyormanlari) August 26, 2024
‘İstanbul’un son suyunu, nefesini savunuyoruz’
Anka’nın haberine göre; Kuzey Ormanları Sözcüsü avukat Esmanur Çağlak da “Cebeci Köyümüzü uzun yıllardır ağır tahrip eden taş ocaklarının kapatılmasını istiyoruz. AlibeyBarajı’nın 50 metre yakınına yaklaşan bu taş ocakları su kaynaklarımızdan birini daha yok ediyor. Etmesin. Sesimiz olun komşular, daha güçlü savunalım. İstanbul’un son suyunu, nefesini savunuyoruz. Yaşamımızı betona boğmak için Kuzey Ormanları’nı cehennem çukuruna çevirenlere boyun eğmeyeceğiz. Rant için halkın sağlığına kast edenlerin peşini bırakmayacağız” dedi.
Malatya‘nın Darende ilçesine bağlı Hacılar köyü eski muhtarının dikkat çekmesi sonrası bölgedeki tarihi taş köprünün yıkılmaması için çağrı yapıldı. Malatya Çevre Platformu Yürütme Kurulu Üyesi Kenan Saraç da bölgeye giderek tarihi taş köprünün yıkımının durdurulması için yardım çağrısını yineledi.
Daha önce Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Müdürlüğü tarafından tescil edilen tarihi taş köprünün bir ayağı hasar gördü.
Bunun sonucunda köprünün tamamen yıkıp yerine yeni bir köprü yapılması gündeme alındı. Ancak köprünün yılları aşan tarihi nedeniyle söz konusu yıkıma karşı yurttaşlar tepkili.
‘Cinayetle eşdeğer’
Tarihi taş köprünün yıkılması yerinde, uygun bir restorasyonla yenilenmesini talep eden yurttaşlar köprünün tarihi yapısının yok edilmesine karşı çıkıyor. Konuya ilişkin Malatya Çevre Platformu‘ndan yapılan açıklamada da şu ifadelere yer veriliyor:
“Tarihi miras olan taş köprünün yıkılması tarihi dokusu yok edilerek yeni bir köprünün yapılması cinayetle eşdeğerdir. Köprünün tarihi dokusu korunarak aslına uygun restorasyon yapılabilir. Aksi taktirde geri dönüşü olmayan bir tarihi köprünün dokusu yok olacak. Kültür Varlıklarını Koruma Kurullarını göreve davet ediyoruz.”
İZMİR- Karaburun‘nun Küçükbahçe mahallesindeki Çullubağ mevkiinde Nano Yenilenebilir Enerji Yatırımları A.Ş tarafından yapılması planlanan KaraburunDepolamalı Güneş Enerji Santrali, bölge sakinleri tarafından ‘hayvancılık’, ‘tarım faaliyetleri’ ve bölgedeki ‘biyoçeşitliliğin’ korunması için istenmiyor.
Çullubağ’da 518 ada, 100, 101 ve 102 parsellerde hayata geçirilmesi planlanan Karaburun DGES’in alanı toplam 24,46 hektar. Santralde üretilmesi planlanan elektrik ise 24 MWm (mekanik kurulu güç, santralin elektrik üreteçlerinin üretebileceği elektrik miktarı) ve 16 megawatt elektrik (MWe, çıkış gücü).
DGES ve Elektrik Depolama Tesisi (16MWe/16MWh) Projesi’nin ÇED raporu ise 3 Eylül’de saat 13.30’da Küçükbahçe Kahvesi önünde halkın katılımı toplantısı yapılarak bölgedeki sakinlerin görüşüne sunulacak.
‘Özel Çevre Koruma Bölgesi ilanından bu yana 18 proje için ÇED süreci başladı’
Karaburun Yerel Fok Komitesi ve Karaburun Sivil İnisiyatif tarafından DGES projesine ilişkin yapılan açıklamada “15 Mart 2019’da Karaburun – Ildır Körfezi Özel Çevre Koruma Bölgesiilanı sonrası geçen beş yıl içinde 18 yatırım projesinin ÇED süreci başlamıştır. Yarımadada Küçükbahçe sınırları içinde kurulan Sevtur Turizm ve Ticaret A.Ş’nin Karaburun GES projesi dışında 8 GES projesinin ÇED süreci ise devam ediyor” denildi.
Söz konusu DGES projesinin Natura 2000 statüsündeki Karaburun – Ildırı Körfezi Özel Çevre Koruma Bölgesi (ÖÇKB) içinde olduğunun belirtildiği açıklamada, “Proje alanına en yakını 100-110 metre olmak üzere, bir ve 1.6 km uzaklıkta yerleşim yerleri varken, diğer yandan proje alanı ve çevresi tahsisli mera ve tarım alanıyken, bölgede varlığını devam ettirdiği bilinen uluslararası anlaşmalarca (BERN, CITIES, IUCN gibi) korunan türler, flora ve fauna varlığı mevcut iken ÇED Raporu’nda hangi bilgiler halkın görüşlerine sunulacaktır?” diye soruldu.
Ekonomik ömrünün 50 yıl olduğu belirtilen projenin ÇED raporunda; AvrupaBirliği ve UICN çalışmalarına göre sadece Natura 2000 koruma alanlarında değil, habitat direktifine dahil türlerin yaşadığı bölgelerde rüzgar ve güneş enerji santrallerinin de dahil olduğu enerji yatırımlarından kaçınılması şartına uymadığının belirtildiği açıklamanın devamında şunlar aktarıldı:
“Güneş enerji santrallerinin ışık yansıması ve termal değişime sebep olması nedeni ile habitat ve özellikle göç eden kuşlar üzerinde oluşturduğu olumsuz etkileri bilinmesine rağmen, ısrarla yarımadada yerelde yapılan itirazlar görmezden gelinerek projenin kabulü yönünde adımlar atılmaya devam edilmektedir. Karaburun – Ildır Körfezi Özel Çevre Koruma Bölgesi’ne ilişkin karasal ve denizel biyoçeşitlilik araştırmaları yeni tamamlanmış ve bölgenin yönetim planı henüz hazırlanmamıştır. Ayrıca, koruma alanına ilişkin iptal edilen 1/25.000 ölçekli nazım imar planı bulunmaktadır. Bu sebeple Karaburun İlçesi’nde proje ve plan yapılamayacağına ilişkin Tabiat Varlıkları Koruma Genel Müdürlüğü’nce verilen görüşler de mevcut iken Koruma bölgesinde binlerce yılda oluşan bitki örtüsü ve habitat alanlarının tahribatına izin verilmemeli, DGES projesi geri çekilmelidir.”
Küçükbahçe Mahalle Muhtarı Gizem Tezel Dağdelen ise bu projenin bölgedeki hayvancılık ve tarımsal faaliyetleri bitme noktasına getireceğini vurguladı.
‘Küçükbahçeliler olarak DGES projesine razı değiliz’
Dağdelen, “Bölgede yeni öneri ve ÇED aşamasında olan GES ve RES projeleri Küçükbahçe Mahallesi ekolojisi üzerinde telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açacak. Küçükbahçe mahallemizin değerli habitatı, meraları, zeytin ve naranciye ağaçları kısaca tarım alanları ve su kaynakları etrafımızı devasa aynalar gibi çevreleyen GES ve RES projeleri ile tehdit altında” diyerek şunları ifade etti:
“Küçükbahçe sınırları içinde ÇED aşamasında olan GES ve RES projelerinin sonlandırılmasını ve Karaburun-Ildırı Körfezi Öncelikli Çevre Koruma Bölgesi ilan kararlarının gereklerinin yerine getirilmesini talep ediyoruz. Küçükbahçeliler olarak DGES projesine razı değiliz.Bu kararımızı topladığımız imzalarlailgili birimlere ilettik. Sesimizin duyulmasını ve DGES projesinin iptal edilmesini istiyoruz.”
Ne olmuştu?
Karaburun DGES projesinin ÇED süreci 19 Şubat 2024 tarihinde başlamıştı.
Projeyle ilgili Karaburun Yerel Fok Komitesi tarafından ÇED raporuna ilişkin Yarımada’da çalışmalar, yürüten farklı disiplinlerden uzmanların görüşleri alınarak hazırlanan değerlendirme ve itiraz raporu ilgili birimlerle paylaşılmıştı.
Öte yandan Küçükbahçe Muhtarlığı tarafından projeye itirazlar imza toplanarak ilgili birimlere gönderilmişti.
Yeni bir araştırma, Avrupa‘da sıcaktan kaynaklanan ölümlerin yüzyılın sonuna doğru üç katına çıkabileceği, İtalya, Yunanistan ve İspanya gibi güney Avrupa ülkelerinde ise bu sayının orantısız bir şekilde artacağı ortaya konuldu.
Soğuk, Avrupa’da sıcaktan daha fazla insanı öldürüyor ve bazıları iklim değişikliğinin bu ölümleri azaltarak topluma fayda sağlayacağını savunuyor. Ancak Lancet Public Health‘de yayımlanan çalışma, ölüm oranının ısınan havaya yavaş tepki vereceğini, hatta insanların yaşlanıp tehlikeli sıcaklıklara karşı daha savunmasız hale gelmesiyle artabileceğini buldu.
Küresel ısınmanın felaket boyutlarına (3 veya 4 derece) ulaşması halinde, sıcaktan kaynaklanan ölümlerdeki artışın, soğuktan kaynaklanan ölümlerdeki düşüşü büyük ölçüde geride bırakacağı sonucuna varan araştırmacılar, sonuçların iklim değişikliğinin özellikle sıcak dalgaları sırasında halk sağlığı sistemlerine “benzeri görülmemiş zorluklar” getirebileceğini gösterdiğini söyledi.
Çalışmanın ortak yazarlarından Avrupa Komisyonu Ortak Araştırma Merkezi‘nden David García-León, “İklim ısındıkça ve nüfus yaşlandıkça sıcaklıkla ilgili çok daha fazla ölümün gerçekleşmesi bekleniyor, soğuktan kaynaklanan ölümler ise yalnızca küçük bir düşüş gösteriyor” diye yazdı.
Çalışmaya göre, sıcaklıklar sanayi öncesi seviyelerin 3C üzerine çıkarsa, sıcak hava yılda 129.000 kişiyi öldürebilir. Bugün, Avrupa’da sıcaklık kaynaklı ölümler yılda ortalama 44.000 civarında. Ancak, dünya liderleri 1,5C’lik küresel ısınma hedefini karşılasa bile, Avrupa’da soğuk ve sıcaktan kaynaklanan yıllık ölüm sayısı bugünkü 407.000 kişiden 2100’de 450.000’e çıkabilir.
Çalışmaya dahil olmayan sağlık araştırmaları yardım kuruluşu Wellcome’un iklim etkileri ve adaptasyon başkanı Madeleine Thomson, “Bu araştırma, iklim değişikliğine karşı yeterince hızlı hareket etmezsek riske attığımız hayat sayısının çarpıcı bir hatırlatıcısı” dedi.
‘Aşırı sıcaklığın dolaylı etkileri domino etkisi yaratacak’
Avrupa’da doğrudan ısı kaynaklı ölümlerin üç katına çıkmasının tahmin edilmesinin “tam resmin kendisi bile olmadığını” ekleler Thomson, aşırı sıcaklığa bağlı düşükler ve kötüleşen ruh sağlığına neden olduğuna dikkat çeken araştırmalara da işaret etti: “Ve sonra dolaylı etkiler var. Aşırı ısı olaylarının mahsulün bozulmasına, orman yangını tahribatına, kritik altyapıya zarar vermesine ve ekonomiyi nasıl vurabileceğini zaten gördük – bunların hepsi hayatlarımızda domino etkisi yaratacak.”
Araştırmacılar, kıta genelinde sıcak ve soğuklardan kaynaklanan ölümleri tahmin etmek için 854 şehrin verilerini modelledi. Sıcaklığın Avrupa’nın her yerinde daha fazla insanı öldüreceğini ancak en ağır yükün İspanya, İtalya ve Yunanistan gibi güney Avrupa ülkeleri ile Fransa’nın bazı bölgelerine düşeceği bulundu.
Gezegenin 3C ısınması durumunda (iklim politikalarının neden olacağı beklenenden biraz daha yüksek bir iklim bozulması seviyesi) rahatsız edici sıcaklıklardan kaynaklanan ölüm oranının yüzde 13,5 artacağını ve bunun da 55.000 ek ölüme yol açacağını öngörülen çalışmanın verilerin göre, ölenlerin çoğu 85 yaşından büyük olacak.
Araştırmaya katılmayan MRC Çevre ve Sağlık Merkezi’nden epidemiyolog Gary Konstantinoudis, çalışmanın yüksek kalitede olduğunu ve değerli bilgiler sağladığını söyledi, ancak sıcaklıkla ilişkili ölümleri tahmin etmenin karmaşık olduğunu ve her zaman belirsizlik içereceği konusunda uyardı.
‘Artan sıcaklıklara uyum sağlama giderek daha önemli hale geliyor’
Çalışmada ayrıca şehirlerden, ısı stresi daha az olan kırsal bölgelere kadar ısı kaynaklı ölüm verileri de genelleştirildi.
Avrupa’da sıcaklık kaynaklı ölüm oranlarını inceleyen ISGlobal‘de çevre epidemiyoloğu olan Elisa Gallo, artan sıcaklıklara uyum sağlamanın giderek daha da önemli hale geldiğini söyledi.
Hükümetleri hastanelere yatırım yapmak, eylem planları oluşturmak ve binaları yalıtmak gibi ölüm oranlarını azaltacak politikaları değerlendirmeye teşvik eden araştırmacılar, ölümlerdeki öngörülen artışın Avrupa’nın nüfus yapısı ve iklimindeki değişikliklerden kaynaklandığını vurguladı.
Uyum sağlama çabalarının yüksek işsizlik, yoksulluk, yapısal ekonomik değişiklikler, göç ve yaşlanan nüfusa sahip bölgelere odaklanması gerektiği sonucuna varan uzmanlar, bu tür bölgelerin iklim hasarlarına uyum sağlama konusunda daha az yetenekli olduğunu ve ayrıca ısı ölümlerindeki artıştan daha fazla etkilendiğini belirtti.
Gallo, “En kötü senaryoya ulaşmaktan kaçınmak istiyorsak, sorunun kökenine inerek sera gazı emisyonlarını ele almamız gerekiyor” dedi.
Geleneksel politika araçları insanların çevre yanlısı davranışlarını iyileştirmiyor! Çünkü bireyin davranışa dair motivasyonları bilinmiyor ya da çevre yanlısı olmayı engelleyen bilişsel kısıtlar tanımlanmıyor.
Peki bu standart düzenlemeler ve politikalar neye yol açıyor? Çoğu zaman bilimsel kanıtlardan uzak ve kısa vadeli çözümler için alınan önleyici tedbirler sistematik bir şekilde uygulanmakla kalıyor: Çöplerimiz geri dönüştürülmek yerine çöp sahalarında ya gömülüyor ya da yakılıyor! Bu da çevresel felaketlerin yaşanma ihtimalini artırıyor…
Atık yönetimi mi, atık çıkarmamak mı?
Öncelikle Türkiye’deki atık yönetimi sorunundan biraz bahsetmek gerekir. Ülkemizde atık yönetimi Ulusal Atık Yönetimi ve Eylem Planı (2016-2023) olarak hazırlanmış. Atık yönetimi planlaması kapsamında hazırlanan bu eylem planı, geri dönüşüm oranlarının artırılmasına yönelik genişletilmekte.
Türkiye’de belediye atıkları düzenli depolama tesisleri, 2022 yılı itibariyle 93 tesis ile 1241 belediyede hizmet veriyor. Belediye atıkları, yerleşim alanlarında oluşan atıkların yine belediyeler tarafından toplanan geri dönüşüm ve bertaraf sorumluluğunun alındığı atıkları temsil ediyor. Mevcut atık yönetim planının “sıfır atık yönetimi ile uyumlu ve atıkların kaynağında artırıldığı stratejik hedefler” doğrultusunda hazırlandığı belirtiliyor. Ancak atık yönetim hiyerarşisinin gerçekleştirilmesi için atıkların düzenli depolama tesislerine gönderilmeden ön işlem ve geri kazanım esaslarının arzu edilen şekilde uygulanması gerekiyor. Aksi taktirde atıklardan elde edilmek istenen çevresel ve ekonomik faydalar gerçekleştirilmemiş oluyor.
Bu noktada ilkesel olarak belirtilmesi gereken şey; düzenli depolamaya gönderilen atıkların azaltılması ve geri dönüştürülebilir malzemelerin depolama sahasına gelen oranın azaltılması gerektiğidir. Türkiye 2035 yılına kadar geri dönüştürülebilir malzemelerin depolamaya gelen oranının yüzde 40’a düşürülmesini hedeflerken bu oran AB ülkelerinde yüzde 10’dur. Hedeflerdeki bu büyük farklılığın en yaygın sebepleri arasında ülkemizdeki atık toplama yönetmeliği ile uygulamadaki yetersizlikler ve kapasite eksiklikleri gösterilmekte. Bu durumun sebebi de ön işlem ve geri kazanım tesislerinin kapasitesinin yetersiz olmasıdır. Doğru yöntemler ile ayrıştırılan atıkların geri kazanımının sağlanması için bu tesislerin hem sayılarının hem de kapasite kullanımlarının artırılması şarttır.
Türkiye’de en çok atığı hane halkı üretiyor!
Diğer taraftan atık üretimi ve geri dönüşüm sorununun kaynağına oransal olarak bakıldığında (Euronews, 2020);
Toplam atık üretiminin kaynağı AB’de inşaat (% 37) Türkiye’de hane halkı (% 26,5)
Belediye atıklarının geri dönüşüm oranı AB’de % 49,6 Türkiye’de %12,3
Avrupa’da en çok atık üreten ülke 401 milyon ton ile Almanya iken Türkiye 108 milyon ton ile 11. sırada yer alıyor.
AB Türkiye’ye 14,7 milyon ton atık ihraç ediyor (2021)
Görülüyor ki Türkiye’nin atık yönetim karnesi ciddi anlamda endişe verici. Henüz kendi atıklarımızla ne yapacağımızı yönetemiyorken, Avrupa’nın atıklarının yarısının ülkemize gönderilmesi bu endişeyi daha da derinleştiriyor. Hal böyle iken, atık ayırma sorunu için kapsayıcı ve tamamlayıcı çevre politikalarının ivedilikle uygulamaya konması gerekliliği kaçınılmaz.
Neden çevresel felaketlere karşı eylemsiz kalıyoruz?
Geri dönüşüme davranışsal ekonomi merceğinden baktığım bu yazı dizisinde, istenilen davranışın gerçekleşebilmesi için öncelikle bilişsel kısıtların tespit edilmesi gerektiğini yazmıştım. Söz konusu psikolojik faktörlerin belirlenmesi ve çevre yanlısı davranışların iyileştirilmesi için öncelikle şu soru sorulmalıdır: İnsanlar çevresel değişikliklere hatta çevresel felaketlere karşı neden eylemsizdir?
Statüko Bağımlılığı: İnsanlar mevcuttaki davranışlarını değiştirmede çoğu zaman direnç gösterir çünkü değişim, konfor alanına müdahale eder. Bu sebeple otomatik davranır, alışkanlıklarımızı koruruz. Bireylerin, toplumların ve kurumların geri dönüşüm davranışının gelişememesinin önündeki en büyük engellerden biri statüko bağımlılığıdır. Atıkların nasıl ayrıştırılacağı ve hangi maddelerin geri dönüştürülebildiğini düşünmek zihinsel bir sürecin çıktısını ifade eder ve çoğu zaman bu yükten kaçarız.
Kayıptan Kaçınma: İklim krizi ve çevresel felaketler ile ilgili değişimler yakın gelecekte belirsiz olarak algılanır ve bu belirsizlik için fazladan bir çaba göstermenin aciliyeti yok diye düşünülür. Yani atıkları ayrıştırmanın ya da sürdürülebilir tüketim kalıplarını tercih etmenin henüz somut bir faydasını görmüyorsak neden çevre yanlısı davranalım ki? Bu psikolojik eğilim çevre yanlısı davranışların; maddi yük oluşturabileceği, yeni davranışın öğrenilmesinin konforsuz olması ve somut faydalarının yakın zamanda görülmemesi gibi nedenler ile iyileştirilemediğini açıklar.
Uyum Sağlama Eğilimi: Davranışsal iklim politikacıları, bireylerin mevcut davranışını sürdürmedeki direncinin bulunduğu ortama ya da kişilere uyum sağlama eğiliminden kaynaklı olabileceğini belirtiyor. Bu duruma çokça örnek verebiliriz zira hepimizin her gün sürdürdüğü bir davranış kalıbı bu: Eylemsizlik! İş yerinde, okulda, hastanede, parkta aslında soluduğumuz her ortamda davranışlarımız diğer insanlara ya da statükoya göre şekilleniyor. Eğer bir kamu kurumunda çalışıyorsanız ve ofisinizdeki arkadaşlarınız çöplerini ayrıştırmıyor ya da kağıt tüketimini azaltmıyorsa sizin de grup içi davranışlarınız benzer eğilimler gösteriyor. Ya da bir işçisiniz ve bulunduğunuz şehirde toplu taşıma imkanları sizin için konforlu değil bu durumda sürdürülebilir opsiyonları değerlendirmekle ilgili bir önceliğiniz olmuyor. “Zaten herkes işe araba ile gidiyor ya da toplu taşıma opsiyonları yeterli değil” diye düşünmek sosyal normların ne kadar belirleyici olduğunu gösteriyor.
Çevre yanlısı davranışlara uygun politikalar tasarlanması için bu bilişsel kısıtların tanımlanması ve tespit edilmesi oldukça önemli. Hangi çevre yanlısı davranış değiştirilmek isteniyorsa bu davranışın önündeki engellerin belirlenmesi ona uygun davranışsal müdahale geliştirilmesini sağlıyor. Bu noktada davranışsal iktisat, optimal çevre politikalarının geliştirilebilmesi için şu önerilerde bulunuyor:
İklim politikalarının etkili bir biçimde uygulanmasını engelleyen siyasi ve sosyal bariyerlerin ortadan kaldırılması,
İstenilen davranış değişikliğini hedefleyen davranışsal müdahaleler geliştirmek ve yaygın hale gelmesini sağlamak,
Yerel, ulusal ve uzlaşmacı karar alma süreçlerini kolaylaştıracak davranışsal dürtüleri sonuçlandırmak.
Davranış değişikliklerinin kanıtlanmasına bağlı olarak önemli derecede politika desteği sağlayan davranışsal iktisadın araçları birçok ülkede kullanılmakta. Farklı katılımcı profilleri ile yapılan çalışmalar gösteriyor ki bireylerin çevre yanlısı davranışları doğru davranışsal müdahaleler ile iyileştirilebilir. Almanya, İsveç ve Hollanda gibi ülkelerde politika aracı olarak kullanılan dürtmeler, geri dönüşüm davranışının iyileştirilmesinde örnek teşkil edecek ülkeler arasında sayılabilir.
Avrupa’da çevresel sorunlarının önlenmesi için atık azaltma ve geri dönüşümü artırma stratejileri eş anlı uygulanıyor.
Bu durumu somutlaştırmak için Norveç’te yapılan doğal bir saha deneyinden bahsetmek isterim. Doğal saha deneyi diyorum çünkü bu deney, gerçek davranışın tespit edilip sonrasında uygulanan dürtmelerin davranışı değiştirip değiştirmediğini ortaya koyuyor. Toplamda 6 bin hane ile yapılan bu deney, 2 tedavi grubu ve 1 kontrol grubundan oluşuyor. İlk 7 ay tüm grupların hane bazında atık miktarı ve geri dönüşüm miktarı kg olarak ölçülüyor. Sonrasında bir tedavi grubuna kendi atık miktarları hakkında bilgilendirme dürtmesi diğer tedavi grubuna ise sosyal karşılaştırmalı geri bildirim dürtmesi uygulanıyor. Kontrol grubundaki hanelere ise herhangi bir geri bildirim ya da bilgilendirme mektubu gönderilmiyor. Sonraki 7 ay kendi atık ve geri dönüşüm miktarları hakkında bilgilendirilen hanelerin atık miktarının ayda 1,1 kg azaldığı tespit edilmiş. “Kristiansand‘daki diğer hanelerden daha az atık mı üretiyorsunuz?” gibi sosyal karşılaştırmalı geri bildirim alan hanelerde benzer etkiler gözlemleniyor (geri dönüşüm miktarı artıyor) ve bu etkinin deney bittikten sonra da devam ettiği tespit edilmiş. Yani uygulanan dürtmeler, hane halkının atık ayırma ve geri dönüşüm davranışını kontrol grubuna artırdığı anlamına geliyor.
Dürtmelerin davranış değişikliğine yol açtığı çalışmaları örneklendirmek oldukça mümkün ancak davranışın değiştirmediği bulgularına da rastlanıyor. Bu durumda atık azaltmanın ve geri dönüşümün artırılmasında politika yapıcılar tarafından geleneksel politikaların yetersiz olduğunun kanıksanması ve davranışsal iktisadın araçlarının tamamlayıcı politikalarla desteklenmesi gerektiği kanaatindeyim. Atıkların kaynağında ayrıştırılarak geri dönüşüm oranın artırılma çabası elbette kurum kültürü ve paydaşlar arasındaki iş birliği ile mümkün. Bu noktada en belirleyici faktör olan yerelden merkeze koordineli bir sistemin varlığından söz etmek gerekir. Ancak mevcut durumda hane halkının hala atıklarını ayrıştırmadığını ayrıştıranların ise sokağında ayrı konteynerler olmadığı için o atıklarında çöp olduğu biliniyor.
Sonuç olarak iklim krizi ile mücadelenin kümülatif faydalardan ibaret olduğunu söylemek mümkündür. Bu krizi yavaşlatacak, azaltacak ya da bir dönüşüm sağlayacak faydaların azımsanmaması ve birey-toplum-devlet nezdindeki her türlü çabanın sistematik hale getirilmesi gerekiyor. Dolayısıyla bu ortamın oluşabilmesi için çevre konularıyla ilgilenen akademisyenlerin, sivil toplum kuruluşlarının, gazetecilerin ve araştırmacıların çalışmaları resmi makamlarca şeffaf bir şekilde takip edilmeli.
Şirketlerin görünürlükleri, güçleri ve etkileri yanısıra ekonomik sistemden aldıkları pay sürekli artarken sorumluklarının sadece “kar etmek”le sınırlı kalması mümkün değil. Dünyadaki ve ülkemizdeki gelişmeler ışığında Türk şirketlerinin daha çoğunun toplumsal sorumluluklarının farkına varmaları ve bu yönde ciddi adımlar atmaları gerekiyor. Bu adımlar o kadar samimi ve gerçek olmalı ki, bunları duyurmak için yapacakları reklam ve PR giderleri bunlara yapılan giderlerden daha fazla olmasın!
1980’lerde dünyanın birçok ülkesinde izlenen neo-liberal politikalar sonucunda kamunun ekonomiden çekilmeye başlaması ve şirketlerin ön plana çıkması, 1990’lardan itibaren ise küreselleşmenin yaygınlaşması ve teknolojik gelişmelerin çeşitlenerek artması sonucunda şirketler ve dolayısıyla bunların sahipleri ve yöneticileri dünya çapında önemli oyuncular haline geldi.
Artık birçok kişi devlet veya hükümet başkanlarının adını bilmezken özellikle küresel şirketlerin sahip ve yöneticilerinin ismini ezbere biliyor. İnternet ve ardından sosyal medyanın yaygın kullanımının bu sonucun ortaya çıkmasında etkisi büyük. Dolayısıyla bu durum, kabaca son 20 yılın getirdiği bir olgu.
Şirketler küresel ölçekte bir yandan bu kadar önemli bir konuma gelir, faaliyetlerini birçok ülkeyi kapsar hale getirir ve diğer yandan özellikle teknoloji şirketlerinin ortakları inanılmaz gelir ve servet düzeylerine ulaşırken bireylerin ve toplumların şirketlerden beklentileri de arttı. Artık sadece üreten veya hizmet veren ve kar etmesi beklenen kurumlar değiller. Toplum içerisinde önem ve etkileri artarken şirketlerden beklentiler de arttı. Günümüzde daha çok KSS (Kurumsal Sosyal Sorumluluk) ve Sürdürülebilirlik çerçevesinde biraz “soyut” bir şekilde ifade edilen ve ilk yazılarımda oldukça detaylı anlattığım bu sorumlulukları biraz daha “somutlaşmış” bir biçimde yakından incelemekte fayda var. Ayrıca, bu sorumlulukların sadece çevreyi korumaktan ibaret olmadığının altını çizmek gerekiyor. Ama bundan önce şirketlerin evrimine kısaca bakalım.
Şirketlerin ve beklentilerin evrimi
Yeşil Gazete’de daha önce yayımlanmış bir yazımdan alıntılıyorum:
“Şirketlerin asıl faaliyet amacı, müşterileri için mal ve hizmet üretmek, bunu yaparken de para kazanmak. Bu nedenle, yaklaşık 50 sene öncesine kadar şirketlerin dikkate aldıkları tek grup tüketici, yani müşteri grubu olmuş. Hatırlarsınız, ‘müşteri velinimetimizdir’ ilkesi ülkemizde epey yaygın kabul görmüş bir söz. 1980’li yıllardan itibaren, öncelikle halka açık şirketlerin yoğun olduğu ABD ve İngiltere gibi ülkelerde, ardından şirketlerin halka açılmaya başladığı diğer gelişmiş ekonomilerde tüketici yanı sıra şirket ortakları da önem kazandı. Bunun sonucunda şirket yönetimleri, ortakların beklentilerini (yani “kar”!) karşılamayı da önemsedi. Bu ortamda özellikle şirketlerde büyük paylara sahip olan dev kurumsal yatırımcılar yönetim üzerinde ciddi etkiler yaratıp şirketlerin daha kısa vadeli düşünmelerine ve kar motifinin ön plana çıkmasına yol açtı. 1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği’nin çökmesi, ardından küreselleşmenin ve teknolojik gelişmelerin derinleşmeye başlamasıyla birlikte 1990’lı yıllardan itibaren müşteri ve ortaklar yanı sıra diğer paydaşlar da şirketlerin radar ekranına girmeye başladı. Kimdi bu paydaşlar? Şirketin personeli, tedarikçileri, muhatabı olan düzenleyici ve kamu kurumları, STK’lar, içinde faaliyet gösterdikleri şehirler ve ülkeler ve buralarda yaşayan insanlar…Liste uzayıp gidiyor.
Şirketler cephesinde bunlar olurken, diğer yanda dijital çağın başlamasıyla birlikte bilgiye ulaşma kolaylaştı ve insanlar araştırmaya, soru sormaya ve talep etmeye başladı. Bireyler, tüketici, hisse sahibi veya çalışan olarak gücünün farkına vardı. Vatandaşlar, güçleri ve saygınlıkları gittikçe azalan kamu kurumları yanı sıra şirketlerden de bazı adımlar atmalarını beklemeye başladı. Örneğin çevre, cinsiyet eşitsizliği, eğitim, sağlık, çalışma koşulları gibi alanlarda şirketlerin de sorumluluk almalarını talep ettiler. Talep etmekle kalmayıp, yeni farkına vardıkları güçlerini kullanmayı akıllarına getirdiler. Sesini çıkarmak, tüketmemek, beğenmek veya beğenmemek, gösteri yapmak yaygınlaştı. Aynı süreçte siyasal partiler, sendikalar ve kooperatifler gibi kolektif hareket eden kurumlar gözden düştü ama insanlar sosyal medya aracılığıyla bireysel bir güce kavuştu.”
Bunun da şirketler üzerinde görünür etkileri ortaya çıkmaya başladı.
Türkiye’de durum
Türkiye’de toplumun beklentilerinin birincil adresi doğal olarak kamu kesimi. Tarihsel olarak güçlü merkezi devlet kültürüne sahip birçok toplumda olduğu gibi Türkiye’de de beklentiler öncelikle kamu kesimine yönelik. Kamunun özel sektör üzerindeki kontrolünü yeni yasalar veya daha sıkı bir denetim ve yaptırım yoluyla artırması ve bu yolla şirketlerin belli konularda daha etkin çalışmasının sağlanması beklentisi var. Bunların elbette haklı ve anlaşılabilir bir yönü var. Ama bu yazıda konumuz kamudan beklentiler değil. Ayrıca, KSS ve sürdürülebilirlikle ilgili ilkeler yasal zorunlulukları değil, yasalarla düzenlenmemiş olan “gönüllü” alanları içeriyor. O nedenle şirketler üzerine odaklanmak istiyorum.
Türk şirketleri, bu konuda henüz gelişmiş ülke şirketlerinin yaşadıkları kamuoyu baskısını üzerlerinde hissetmiyor. Yukarıda belirttiğim neden yanı sıra işsizlik oranının yüksekliği ve iş bulmanın güçlüğü de bu baskıyı törpülüyor. Buna rağmen, Türk şirketlerinin bu konulardaki farkındalığı oldukça yüksek. Mesela dünya çapındaki şirketlerin stratejilerini ve operasyonlarını insan hakları, çalışma standartları, çevre ve yolsuzlukla mücadele alanlarında belirlenmiş 10 ilkeye uyumlu hale getirerek şirketlerin sosyal sorumluluk almalarını amaçlayan ve çok olumlu bir girişim olan UN Global Compact (UNGC)’ın listesine bakıldığında Ağustos 2024 itibarıyla 955 irili ufaklı Türk şirketinin bu ilkeleri kabul ederek UNGC’a üye olduğunu görüyoruz.
Aynı dönemde bütün dünyada 20 bin civarında UNGC üyesi şirket olduğu düşünülürse bunun yaklaşık yüzde 5’inin Türkiye’de olduğu söylenebilir. Bu yüksek oran ilk anda oldukça büyük bir başarı gibi görünebilir ama resme biraz daha yakından bakıp, bu firmaların söz konusu ilkeleri ne kadar içselleştirip uyguladığını gözlemlediğiniz ve araştırdığınızda büyük çoğunluğunun PR amaçlı olarak bu listede yer aldığını fark ediyorsunuz. Elbette olumlu istisnaları da olmakla birlikte şirketlerin önemli bir kısmı kamuoyunu pozitif yönde etkilemek ve bu “moda” akımın dışında olmadıkları mesajını vermek için bunu yapıyor. Ama gerçekte bu ilkelerin yaşama geçirilmesi için samimi ve kalıcı adımlar atmıyorlar. Buna uluslararası terminolojide “greenwashing” deniyor. Türkçe karşılığı “yeşil aklama ya da yeşil badana” olarak ifade ediliyor. Kabaca, bir şirketin çevresel açıdan sürdürülebilir ve gerçekte olduğundan daha çevre dostu görünmeye çalışması ve bu amaçla reklam ve PR faaliyetlerine girmesi anlamına geliyor.
Diğer yandan, Türk şirketlerinin KSS ve sürdürülebilirlik uygulamalarında Batılı şirketler kadar başarılı olmadığını söylerken, sorunun sadece şirketlerden kaynaklanmadığını da vurgulamak gerek. Sürekli olarak makro-ekonomik ve siyasi belirsizlik ortamında faaliyet gösteren şirketlerin, temel firma kararlarını verirken ve ana faaliyetlerini yürütürken çok ciddi bir öngörülemezlik ortamında olmalarının da KSS ve sürdürülebilirlik alanlarındaki uygulamalarını olumsuz etkilediği kabul edilmeli. Şirketlerin, daha istikrarlı bir makro ekonomik ve siyasi ortamda bu yazının konusu olan alanlardaki faaliyetlerini daha fazla geliştirmeleri beklenmelidir. Ama bu olumsuzluğun şirketlerin bu alanlardaki eksikliklerinin tek nedeni olduğunu düşünmek de doğru değil. İşin içerisinde kültürel unsurların yanı sıra gerekli toplumsal baskıyı hissetmemeleri gerçeği de var.
Ancak, Türk şirketleri üzerinde Batı’dakine benzer beklenti ve baskıların artacağı bir dönemin de çok uzakta olmadığını düşünüyorum. Özellikle Z kuşağı gibi belli değer ve ilkelere önem veren ve çalıştıkları ve/veya ürün/hizmetlerini tükettikleri şirketleri çok yakından izleyen bir kuşağın toplumdaki ağırlığı arttığında ve şu anda yaşadığımız gibi nüfus artış hızı hızla düşüp işgücü fazlalığı sona erdiğinde şirketlerin bu sorumluluklarına sahip çıkması çok önem kazanacak. Bu baskı öncelikle doğrudan tüketiciyle muhatap olan şirketlerde hissedilecek.
Şirketlerden beklenen
Yazının başında ifade ettiğim gibi, KSS ve sürdürülebilirlik gibi kavramlar konuyu ortalama bir vatandaş nezdinde biraz bulanıklaştırıyor ve anlaşılmaz kılıyor. Fakat, bu kavramların ifade ettiği ve uygulanması için önerdiği birçok somut ilke ve beklenti var. Eğer bu ilkeler üzerine odaklanırsak konunun netleşeceğini ve daha anlaşılır hale geleceğini düşünüyorum. Bunların en temel olanlarını olabildiğince somut ve açık bir şekilde aşağıda listelemek istiyorum:
Şirketin, ülkenin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmayı ve çalışanlarının, içinde faaliyet gösterdiği bölgenin ve toplumun yaşam kalitesini iyileştirmeyi içeren KSS ilkelerini kabul ettiğini ilan etmesi,
Şirketin bu kapsamda benimsediği sosyal, çevresel ve paydaşlara yönelik ilke ve hedeflerin açıkça ilan edilmesi; bu hedeflere ulaşmak için şirket bünyesinde atılan somut adımların açıklanması; bütün paydaşlara bu ilke ve hedeflerle ilgili gerekli eğitimlerin verilmesi, periyodik bilgilendirmelerle gelişmelerin bildirilmesi,
Müşterilere güvenli ve kaliteli mal ve hizmetlerin istikrarlı bir şekilde sunulması, yanıltıcı reklam ve uygulamalardan kaçınılması, müşteri şikayet ve taleplerine duyarlı olması,
Çalışanlar açısından temel insan haklarına uymak, güvenli bir çalışma ortamı sunmak, ayrımcılık yapmamak, liyakata saygı göstermek ve çalışanların gelişmesine katkıda bulunmak,
Ortaklar için şirketin orta-uzun vadede değerini artırıcı yönde adımlar atılması,
Paydaşlar açısından öngörülebilir, istikrarlı ve tarafların hak ve menfaatlerini gözeten bir ortam sağlanması,
Çevreye saygı, doğanın ve doğal kaynakların korunmasına azami özen gösterilmesi,
Kullandığı ve tükettiği girdi ve materyali en verimli şekilde kullanmak, geri dönüşüme özen göstermek, çevreye verilen zararı en aza indirecek önlemleri almak,
Şirketin içerisinde faaliyet gösterdiği bölgeye ve orada yaşayan insanların yaşamına olumlu katkıda bulunması,
Şirketin yürürlükte olan yasa ve kurallara tamamen uyması, ilgili uluslararası kural ve ilkeleri takip etmesi, ayrıca Kamu ile ilişkilerinde tarafsız ve adil olması, rüşvet ve haraç dahil her türlü yolsuzlukla mücadele etmesi.
Bu listede olabildiğince somutlaştırmaya çalıştığım her başlığın altına onlarca, hatta yüzlerce daha somut ilke ve hedef eklenebilir. Zaten bu konuda kararlı ve başarılı şirketler de böyle yapıyorlar. Dolayısıyla, yukarıda listelediğim başlıkları yeterince somutlaşmış olarak düşünmemek gerek. Şirketin sektörüne, önceliklerine, hedeflerine vb bağlı olarak bunların her birisi çok daha detaylandırılabilir. Detaylandırma arttıkça ölçüm de kolaylaşacak, şirketin bu alanlardaki performansı daha net ortaya çıkacaktır.
(Önemli not: Yazıyı TÜİK’inNüfus İstatistikleri Portalı‘ndaki, “göç” alt başlığı bulunan haritalarla birlikte okumak yararlı olacaktır.)
*
Geçen hafta, Türkiye’de iller arası göç oranın yüzyılın başından beri ilk defa yüzde 4’ün üzerine çıkmış olması üzerinde durmuş ve bunun anlamı, olası nedenleri ve yaratacağı etkileri tartışmıştık. Nüfustaki bu hareketliliğe daha çok geldiğimiz durum açısından bakmış, bu gelişmenin yaklaşık yüzyılın başından (tam olarak 2008’den ) beri nasıl bir değişim örüntüsü oluşturduğu üzerinde düşünmeyi bu haftaya bırakmıştık.
Ülkede nüfus artış hızının giderek düşüyor olmasını ve nüfusun sürekli olarak yer değiştirme eğiliminin giderek artmasını, yani ülke nüfusunun gösterdiği davranış değişikliklerini birlikte değerlendirilmek gerekiyor. Çünkü bu davranış, nüfusun bir anlamda içinde bulunduğu ekonomik-toplumsal ve politik değişimlerin, kültürel-ideolojik atmosferin, afetlerin ve ekolojik olayların, iklim değişikliğinin vb. bütününe verdiği toplam (kompozit) bir yanıt gibi okunabilir.
Bu yanıtın elbette sosyolojik, ekonomik, politik vb. okumaları olacaktır, ancak biz şimdilik bu sentez yanıta ekolojik açıdan bakalım ve nüfusun kendi arasında ne sadece politik veya sosyal-ekonomik ya da ideolojik açılardan bir tartışma-anlaşma yapmaksızın verdikleri bireysel kararlar sentezini anlatan göstergelerin zaman içinde nasıl değişmekte olduğunu yorumlamaya çalışalım.
Yaşadığı yerde ‘tutunamayanların’ sayısı artıyor
İç göç, bir anlamda “nüfusun daha iyi (ekonomik-toplumsal-ekolojik ya da kültürel) bir uyum sağlayabilme arayışının göstergelerinden biridir” diyebiliriz. Göç (bu yazı için sadece iç göç) kabaca bulunduğu ve yerleşiklik düzeneklerini kurmuş olduğu yerde daha fazla barınmayacağını ve başka bir yerde (ilde) daha elverişli koşullar aranabileceğini/ olabileceğini düşünme davranışının sonucudur.
Temel güdü, “bulunduğu yerde bulamadığını düşündüğü olanakları (iş-girişim-istihdam, konut, eğitim-sağlık altyapısı, ucuz gıda vb.) bir başka yerde (il düzeyinde bir coğrafyada) aramak ve bulmaya çalışmak ve burada yerleşmeyi denemektir” diyebiliriz. Ancak bu da nihai bir yerleşme olmayabilir, değişen koşullara göre tekrar yeni bir uyum arama gereği doğabilir. Ve bu arama-deneme ve tekrar arama hızı da giderek artan veya azalan bir eğilimde olabilir. Türkiye’nin mevcut durumu bu arayış hızının da artmakta olduğunu, yani bulunduğu yerde daha fazla kalamayacağını düşünen nüfusun giderek artmakta olduğunu gösteriyor.
TÜİK’in yayınladığı 2023 iç göç istatistikleri iller düzeyinde, “aldığı göç”, “verdiği göç”, “net göç” ve “net göç hızı” üzerinden veriliyor. “Aldığı göç”, “verdiği göç” ve “net göç”, her yerinil düzeyinde, yerinden ayrılmış (aldığı veya verdiği) kişi sayısını gösteriyor. “Net göç” göstergesi için pozitif sayılar nüfus kazanımlarını, negatif sayılar da nüfus kayıplarını ifade ediyor.
Ancak “net göç hızı” kavramı bir oran ve yerin mevcut nüfusuyla karşılaştırmalı biçimde hareket halindeki nüfusunun birlikte değerlendirilmesini sağlayan bir gösterge. Bu nedenle oldukça küçük bir göç miktarı, yerin mevcut nüfusu da zaten oldukça küçükse oransal olarak büyük bir etkinin oluştuğunu gösterebilir.
Yanıt arayacağımız soru şu: Bütün bu nüfus hareketliliğinin belirli bir örüntüsü var mı ve varsa bu neye işaret ediyor veya nasıl bir geleceğe hazırlanmamızı gerektiriyor? Bu kadar kapsamlı bir soruya, bu kadar küçük bir yazıyla tam bir yanıt oluşturamayız elbette, ancak belki bazı ana eğilimleri görebiliriz?
Bu dört göstergeye göre, illerde 2008-2023 arasındaki değişime bakalım:
İllerin aldığı göçün büyüklüğü, 2023. Kaynak: TÜİK
ALDIĞI GÖÇ:
Göç alma da bir dalgalanma olsa bile son yıllara doğru, her yer göç almaya başlıyor (Uşak, Bartın, Artvin, Kars, Bayburt, Tunceli, Ağrı, Hakkari hariç). Batıdaki (Antalya’dan başlayarak) denize kıyısı olan kentlere her zaman göç belli bir yoğunlukta var. Orta Anadolu’da Ankara her zaman göç almaya devam ediyor. Ama son yıllarda, batı kıyı kentleri dışında Konya ve Mersin de göç alma yoğunluğu artan iller.
İllerin verdiği göçün büyüklüğü, 2023. Kaynak: TÜİK
VERDİĞİ GÖÇ:
2008’de göç vermeyen il öbekleri var: Orta Anadolu, Orta Doğu Anadolu ve Karadeniz kıyısında Kastamonu ve çevresiyle Rize-Kars çevresi. Bunun dışında tekil kentler var. Bu göç vermeme davranışı 2019’da parçalanıyor ve tekil iller türü bir örüntüye dönüşüyor. Bu örüntü 2023’e kadar sürüyorsa da, Orta Anadolu ve Orta Doğu Anadolu’da, göç vermeyen küçük kümeler hala var.
Göç verme yoğunluğu İstanbul, Ankara ve İzmir gibi iller için her zaman yüksek. Bu illerin, yeni gelenlere önerebileceklerinin çok olduğu gibi veremediklerinin de çok olduğunu düşündürüyor. Son dönemlerde Bursa ve Antalya da beklenenlerin karşılanamadığı illere katılıyor.
Ayrıca deprem sonrasında, Hatay başta olmak üzere deprem illerinde (Antep ve Adıyaman hariç)cçok yoğun bir boşalma görülüyor.
‘NET GÖÇ’
2023 yılında deprem illeri (Diyarbakır, Van dahil) yoğun bir biçimde nüfus kaybederken ve Doğu illeri de (Erzurum, Kars, Ağrı, Muş, Bitlis) daha az sayıda da olsa nüfus kaybediyorlar. Bu iller göç alsa da net göç veriyorlar. Benzer bir durum, batıda sadece Kütahya için söz konusu.
2023’e gelene kadar, yoğun göç verme davranışı çok genel bir olgu. Göç veren illerin coğrafi örüntüsü; Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu, Antep odağı ve tekil iller dışında, her zaman geçerli. Bu örüntü daha sonraki yıllarda Batı Anadolu iç illerine doğru ilerliyor. Bazen Anadolu içinde Kayseri gibi ya da daha sonraki yıllarda Konya, Eskişehir gibi nüfus çekmeyi başaran iller oluyor, ama genel örüntü iç kesimlerden Batı kıyı illerine ve Antalya’ya doğru bir nüfus kaybetme eğilimi.
Yaş grubuna göre iller arası göç eden nüfus oranı, 2023. Kaynak: TÜİK
2023’te neredeyse bütün illerin net göç alıyor durumda olması ancak metropollerdeki boşalmanın hız kazanmasıyla açıklanabilir. 2020 ve öncesinde, Batı ve Güney kıyı illeri (Antep-Hatay odağı hariç) bütün iller net göç vermekteyken, bütün illerin net göç almaya başlaması (net ve radikal göç dönüşümü), İstanbul’un net göç vermeye başlamasıyla açıklanabilir. 2020 yılıyla birlikte Ankara, İzmir gibi metropolleri barındıran illerin net göç yoğunluğunda dalgalanmalar görülüyor. Ancak 2023’te yeniden en çok net göç alan iller oluyorlar ve bu eğilime son yıllarda (depremin de etkisiyle olabilir) Muğla ve Antalya da katılıyor.
‘NET GÖÇ HIZI’
2023 net göç hızı tablosuna/ haritasına baktığımızda, geçmişten gelen eğilimler de dikkate alınarak en fazla etkilenen bölgenin Niğde-Bartın-Artvin arasındaki üçgeni kapsayan iller olduğunu görüyoruz. Karadeniz’ kıyısı olan illerin büyük bir kısmı da göçten şiddetle etkileniyor. 2023 yılında göç hızının, ülkenin giderek daha geniş bir alanı etkileyecek biçimde yayılmış olduğunu söyleyebiliriz.
Metropoller ise, zaten çok büyük bir nüfusa sahip oldukları için net göç ne kadar büyük olsa da göçün etkisini daha az hissediyorlar. Deprem bölgesi ise negatif bir göç hızına sahip ancak bu hız, bölge deprem öncesinde, gelişmiş ve oldukça yoğun bir nüfusa sahip olduğu için, toplam nüfus içinde çok fazla hissedilmiyor.
Cinsiyete ve göç etme nedenine göre iller arası göç eden nüfus oranı, 2023. Kaynak: TÜİK
Sonuç olarak;
İç göç olgusunu, geleceği ile ilgili derin kaygılar duymakta olan nüfus kesimlerinin, Türkiye’nin her yerinde giderek artmakta olduğu bir ortamdayız. İklim değişikliği, olası doğal afetler veya kuraklıklar, tarım-orman-doğa politikaları nedeniyle azalan su kaynakları, verimsizleşen kirlenen ya da tarımsal topraklar, orman yangınları, madencilik politikaları ve tarımdaki mülkiyet düzeni kırdaki nüfusu sarsıyor.
Kentlerde ise giderek pahalılaşan gıda, konut, ulaşım ve eğitim-sağlık hizmetleri, gelir bölüşümündeki bozulmalar kentlerin yoksullar için göreli olarak daha da pahalılaşması, çalışma koşullarındaki güvensizliğin/ güvencesizliğin giderek artması, kirlenmeler/ ekolojik sorunların/ iklim değişikliğinin ele alınış biçimindeki savsaklamalar toplumda adı konulmamış bir belirsizlik ve sakınma ortamı/ sosyal psikolojisi yaratıyor.
İller arası göç eden nüfus oranı, 2007-2023. Kaynak: TÜİK
Ne kent nüfusu kentte kalabilecek uzun erimli bir gelecek görüyor, ne de kır nüfusu kırda kalabilecek bir durum algılıyor. Bunu toplam olarak ülkenin nüfusundaki bir “deprem” olarak görebiliriz. Türkiye’de fay hatları kırılıyor ve toprak sarsılıyor. Ama nüfus da ekolojik, toplumsal-ekonomik-politik vb. göstergelerde olağanüstü gelişmeler oldukça, sarsılıyor ve savruluyor. Ne bulunduğu yerde kalabiliyor, ne de gittiği yer bakımından bir garanti görüyor. Bu nedenle sürekli yer değiştiriyor ve küçülüyor. Ancak bunu, bilinçli/ planlı bir seçim veya yeğleme olmaktan çok, panik biçiminde bir tepki olarak okumak da mümkün.
Altı Oscar ödüllü Forrest Gump filminin önemli sahnelerinden birinde, Vietnam’dan bir savaş kahramanı olarak dönen Forrest, (Tom Hanks), çocukluk aşkı Jenny (Robin Wright) ile Washington’da buluşur ama onu sadece birkaç saat görebilecektir. Jenny, aktivist arkadaşlarıyla savaş karşıtı gösterilere katılmak için Forrest ile vedalaşırken, arka planda filmin soundtrack’inin en güzel melodilerinden biri çalmaktadır: “San Francisco ( Be Sure to Wear Flowers in Your Hair)”
Scott McKenzie’nin 13 Mayıs 1967 yılında “San Francisco (Saçınıza Çiçek Taktığınızdan Emin Olun)” adıyla yayınlanan ve Hippi kültürü ve karşı kültürle ilişkilendirilen bu parçası, Beatles’ın “All You Need is Love”ı ile beraber, “Summer of Love” ın (Aşk Yazı) belirleyici şarkılarından biri olarak kabul edilmektedir.
1960’larda, San Francisco’da bir bölge olan Haight-Ashbury, kiraların ucuzluğu ve otoyol projesi nedeniyle elden çıkarılan mülklerin bolluğu sayesinde, hippiler için bir cennet olmuştu. Burada gelişen ve kök salan alternatif kültür, bir ölçüde günümüze kadar da varlığını sürdürdü.
Summer of Love San Francisco, 1967. Fotoğraf: Robert Altman
1966 yılında bölgede, hippilere Marijuana ve LSD satan mağazalar açılmıştı. Hippi toplumunun birleştirici unsuru olarak görülen her tür uyuşturucuya, Haight-Ashbury’de ulaşmak çok kolaydı.
İlçede hippiler dışında farklı gruplar da vardı.1966-1968 yılları arasında faaliyet gösteren ve sol eğilimli radikal bir grup olan “The Diggers”ın merkezi de Haight-Ashbury’ deydi. The Diggers’ın temel ilkesi para ve kapitalizmden arınmış bir toplum yaratmaya çalışmaktı. Bağışlarla faaliyetlerini sürdüren ve gönüllülerden oluşan bu aktivist grup, ücretsiz yemek dağıtıyor, ücretsiz klinik hizmetleri veriyordu.
San Francisco’ya karşı Los Angeles
Haight-Ashbury, psychedelic rock sanatçıları ve gruplarının da sığınağı haline gelmişti.1967, “Summer of Love” döneminde, psychedelic rock müziği giderek daha fazla dinleyiciye ulaşıyordu ve ana akım müzik türlerinden biri olmaya başlamıştı. Bu akımın Grateful Dead, Big Brother and the Holding Company ve Jefferson Airplane gibi önemli grupları, bölgedeki kulüplerde müzik yapıyorlar ve çevrede yaşıyordu.
San Francisco, psychedelic rock’un merkezi olma yolunda ilerlerken aynı yıllarda Los Angeles theMamas & the Papas, the Monkees, the Beach Boys gibi pop grupları ile ön plana çıkıyordu.
The Mamas & The Papas’ın kurucusu John Phillips ve grubun prodüktörü Lou Adler, 1967 yılının Haziran ayında San Francisco’nun yakınında Monterey’de bir Pop müzik festivali düzenlemeye karar vermişti. Ancak, Monterey’ deki yerel yetkililer kasabalarının hippiler tarafından istila edilmesinden korkmaya başlamıştı. İşleri düzeltmek için Phillips, festivali tanıtacak bir şarkı yazmaya karar verdi. Şarkıyı yazarken yanında, TheJourneyman grubunda beraber çaldıkları eski grup arkadaşı Scoott McKenzie de vardı. Phillips şarkıyı 20 dakikada bitirmişti.
If you’re going to San Francisco
Be sure to wear some flowers in your hair
If you’re going to San Francisco
You’re gonna meet some gentle people there
Eğer San Francisco’ya gidiyorsan, Saçına birkaç çiçek taktığından emin ol Eğer San Francisco’ya gidiyorsan, Orada birçok nazik insanla tanışacaksın.
“San Francisco (Be Sure to Wear Flowers in Your Hair)”, Haight-Ashbury’deki psyhceledic rock’çılara nazire yaparcasına Los Angeles modunda bir pop şarkısı olmuştu. The Diggers gibi aktivistler şarkı sözlerinin sahte olmasa da en iyi ihtimalle “sorumsuz” olduğu kanısındaydı: “Saçlarında çiçekler olan nazik insanlar” sözleri gerçeği yansıtmıyordu.
Öte yandan “There’s a whole generation with a new explanation” mısrası ise,1967 yılında San Francisco’da ortaya çıkan yeni müzik akımlarını ve Haight-Ashbury’deki değişimi çok güzel tarif ediyordu.
John Phillips, yazdığı şarkıyı Scott McKenzie’ye verdi. Los Angeles’ta yapılan kayıt sırasında McKenzie’nin kulağında çiçekler vardı, Phillips ise gitarının başındaydı.
Lou Adler’in prodüktörlüğünü yaptığı single, 13 Mayıs 1967’de yayınlandı. Kısa sürede Bilboard Hot 100’de 4.sıraya kadar yükseldi ve dört hafta boyunca yerini korudu. İngiltere’de ve birçok Avrupa ülkesinde ise liste başında idi. Single’ın dünya genelinde 7 milyon kopya sattığı tahmin ediliyor.
1967 yazının en önemli Hippi hiti olan parça, sadece Monterey Festivali‘ni tanıtmakla kalmayıp, 1960’ların sonlarında binlerce gencin San Francisco’ya gitmesine neden olmuştu.
Jimmy Hendrix, The Who ve Ravi Shankar Amerika’daki ilk konserlerini Monterey Festivali’nde verdi. Janis Joplin, bu denli büyük bir kalabalık dinleyici kitlesinin karşısına ilk defa bu festivalde çıkmıştı.
The Animals, Simon & Garfunkel, Jefferson Airplane, The Byrds, Steve Miller Band,The Mamas & The Papas gibi dönemin en önemli grup ve sanatçılarının sahne aldığı Monterey festivali, iki sene sonra yapılacak olan Woodstock başta olmak üzere, birçok müzik festivaline ilhan kaynağı olması ile müzik tarihinin kilometre taşlarından biri sayılmaktadır.
Kaynakça
Savage J., Scott McKenzie’s San Francisco was a hippy anthem with a life of its own, 20.08.2012
The Story Behind ”San Franscisco (Be Sure to Weat Flowers in Your Hair)” by Scott McKenzie, Song Stories Matter, 16.10.2023
Wikipedia, San Francisco (Be Sure to Weat Flowers in Your Hair), John Phillips, Haight-Ashbury, The Diggers, Monterey International Pop Festival
Songfacts, San Francisco (Be Sure to Weat Flowers in Your Hair),