Ana Sayfa Blog Sayfa 4384

Yeşiller/Sol’un Dört Adalet kampanyası başladı

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi, çevre/iklim, katılım, tanınma ve iktisadi adalet bileşenlerinden oluşan“Yaşam için 4 Adalet” sloganıyla 4 A kampanyasını 16 Mart’ta Cezayir Toplantı Salonunda yapılan toplantı ve forumla kamuoyuna duyurdu. Toplantı sırasında mevcut sistemin analizi yapıldı, forumda katılımcılarla birlikte 4 A’nın ekmek, su, söz ve kimlik olarak ifadesiyle nasıl bir yol izleneceği tartışıldı.

Toplantının moderatörlüğünü  yapan Bülent Aydın, partilerin isimlerinde en çok yer alan kelimenin adalet olduğuna dikkat çekerek, toplumsal adaletin ancak, iktisadi, çevre, katılım ve tanınma adaletinin bütünsel olarak ele alınmasıyla  sağlanabileceğinden bahsetti.

Gürcistan çiftlikleri Hint ‘istilasıyla’ karşı karşıya

Felix Gaedtke ve Gayatri Parameswaran imzasıyla Aljazeera’da yayımlanan yazıyı, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Hakan Gözlüklü‘nün çevirisiyle sunuyoruz.

***

Binlerce Pencap çiftçisi ucuz fiyatların etkisiyle taa Gürcistan’dan toprak aldılar. Bu durum yerli halkı kızdırıyor.

Samgori, Gürcistan – Larisa Maisuradze Gürcistan’ın başkenti Tiflis’in 25 km. güneyindeki sakin kasabalarında çiftlik araçları kullanan, sayıları aniden artan yabancıları görünce çok şaşırmış.

Maisuradze’nin evi, bir yanda küçük Samgori kasabasının içinden geçen ıssız bir yol, diğer yanda yeterince verimli kullanılmamış geniş bir tarım arazisi arasında bulunuyor.

‘Ne olduğunu bilmiyordum, çok şaşırmıştım.’ diye tekrarladı Maisuradze geçenlerde bir öğlen. ‘Buralarda traktör süren bütün bu Hintliler vardı.’

Maisuradze bu görüntünün kafasına aylar önce kazındığını, çünkü bu uzak ülkeden bu kadar çok komşusunun olabileceğini hiç düşünmediğini söylüyor.

Maisuradze’nin o gün karşılaştığı Hintliler, Gürcistan’ın Kafkasya bölgesine çiftlik işletmeye gelenlerin çoğunun ilk dalgasıydı.

Hükümet Gürcistan’ın kendine yeterli besin üretimi olması için tarımsal üretimi canlandırmaya çalışıyor. Çoğu Gürcü pazara sürmek üzere değil de, kendilerine yetecek kadar üretim yaptıkları az miktar toprağı işliyor.

Tarımsal üretimin yurtiçi hasıladaki oranı 2006’da yüzde 12.8 iken, şimdi yüzde 8.3’e gerilemiş durumda.

Gürcistan, yerli insanların bol ve tarıma elverişli arazileri yeteri kadar değerlendirememelerinden dolayı, tarımsal üretim konusunda bilgili insanların göçünü ve yabancılara tarımsal alanların satışını arttırdı.

Diğer yanda birçok Gürcü yabancı çiftçilerin ülkeye girişlerini ‘istila’ olarak değerlendiriyor. 2012’den beri çoğunlukla Hindistan’ın kuzey eyaleti Pencap’tan olmak üzere binlerce Hintli’nin Gürcistan’a göç ettiği tahmin ediliyor.

Maisuradze yeni gelenlerle ilişki kurmanın zor olduğunu itiraf ediyor, ancak onların ‘iyi insan’ olduklarını fark etmesinin de uzun sürmediğini ekliyor.

‘Tarlalarında içme suyu yok, o yüzden su içmeye hep buraya geliyorlar. Onlara su veriyorum, karşılığında da çiftliklerinden domates, patates veya başka yiyecekler veriyorlar. Onlar iyi, çalışkan ve sakin insanlar.’ diyor Maisuradze.

 

 

”]”

 

Hasat imkanı

Pencap’tan Sikh çiftçi Ramandeep Singh Pahlan, Maisuradze’nin evini de aşan yaklaşık 30 hektarlık çiftlik arazisine sahip.

Palhan’ın Gürcistan’ı seçmesinin nedenlerinden biri burada arazinin çok ucuz olması.

‘Bir hektar araziyi 1.000 ile 1.500 dolar dolar arasında bir fiyata alabiliyorum. Pencap’ta bu kadar ucuza arazi bulabileceğimi hayal bile edemem.’ diyor sakallı çiftçi.’ Fiyatları karşılaştıramazsınız. Pencap’ta bir hektar arazimi sattım ve o parayla Gürcistan’da 200 hektar arazi alabiliyordum.’

Palhan buğday, patates, sarımsak,soğan ve çeşitli sebze-meyve üretiyor. Arazisinin üstündeki sabah sisinin içinde yürüyen 42 yaşındaki çiftçi, bir avuç toprağı almak için eğiliyor. ‘Toprağın yapısına bakın, harika. Üretmek istediklerimiz için çok uygun. Hindistan’da sahip olduğumuz topraktan hiçte farklı değil.’ diyor.

Başındaki örtüyü düzelterek esprili bir şekilde, ‘Kalpten söylüyorum.Ben gerçek bir Pencaplı’yım. Bizim miras aldığımız daha çok toprağa açlığımız var. Tek bir Pencaplı yoktur ki, sahip olduğu toprakla tatmin olsun.’ diyor.

Gürcü yaşam şekline alışmaya çalışırken bazı zorluklar yaşıyor Pulhan. Kültür ve dil farklı ve yemek ‘baharatlı’ değil.

Elbette ailesi ve arkadaşlarını özlediğini, ama en önemlisi mısır ekmeği ve hardal baharatlı köri’yi (makki di roti aur sarso da saag) özlediğini söylüyor özlemle.

Pahlan Gürcistan’daki tarım arazisi yatırım olanağını bir göçmen ajansının gazeteye verdiği ilandan görmüş.

Göçmenleri karşılayan posterler Tiflis’in banliyosundaki bir alış-veriş merkezinin en üst katındaki Crown Göçmen Danışma Servisinin ofis duvarlarında asılı duruyor.

Ajansın yöneticisi bir başka Pencap’lı Dharamjit Singh Saini, ajansın geçen seneden beri 2.000 civarında çiftçinin göç işlemlerini gerçekleştirdiğini belirtiyor.

Pencaplı çiftçiler Gürcistan’ı çekici buluyorlar çünkü bürokratik engeller yok. ‘ Her şey şeffaf ve burada rüşvet yok. Her şey yolunda giderse, daha fazla Hintli gelecektir.’ diyor Saini.

Ajans ayrıca çiftçileri yeni yurtlarına hazırlamak için Pencap Jalandhar’da Gürcüce-Rusça dil okulu açmayı planlıyor.

 

Mutsuz Gürcüler”]

Gürcistan’da son gelişmelerden memnun olmayanlarda var. Hükümet tarımda yabancı yatırımını kolaylaştırırken, küçük ve orta büyüklükteki arazi sahipleri bundan şikayet ediyorlar, çünkü bu yerli çiftçilerin cesaretini kırıyor.

Raul Babunashvili Gürcü Çiftçiler Birliği’nin (Georgian Farmers’ Union) kurucusu. Bir hafta içi çalışma gününde Tiflis’teki birlik ofisi yoğun aktivitelerin uğultusu içinde. Tohum torbaları depoya taşınıyor ve çiftlik araç-gereçleri hızlıca alınıp satılıyor.

Babunashvili tüm olan bitenden uzak sessiz ofisinde oturuyor. ‘Geçmişte hükümet tarımı ihmal etti.Onlar için tarım bir öncelik değildi. Çiftçileri o kadar parasız bıraktılar ki, topraklarını çok az paraya yabancılara, özellikle Hintlilere satma zorunda bıraktılar.’

Birliğin kurucusu yerel çiftçilerin yetersizliklerini kabul etmekle beraber, hükümetin tarım üretimini arttırmak için yabancılardan ziyade Gürcülere odaklanması gerektiğini belirtiyor.

‘Gürcü çiftçiler tarımsal üretim bilgi ve becerisinden yoksunlar. Altyapıyı kurmak için yatırım kaynaklarımız yok, bu yüzden Hintliler gelip açıkça arazilerini ellerinden alırken, Gürcü çiftçiler geri kalıyorlar.’

Babunashvili, Hintli çiftçilerin Gürcistan’da ne kadar araziye sahip olduklarına dair bir istatistiğe sahip olmadığını, ama hükümetin acilen yabancıların en iyi kalitedeki tarım arazilerini satın almalarını engellemesi gerektiğini söylüyor.

‘Arazi satın alan bu Hintli istilacıları durdurmalıyız. Buna istila diyorum çünkü çok fazla sayıda insan geliyor.’ diyor Babunashvili.

 

‘Siyah Koyun’a kulak vermek

Bir röportajda tarım bakanı David Kirvaladze’ye hükümetin Gürcü çiftçilerin göz ardı edilip edilmediği soruldu.

Kirvaladze geçmiş hükümetlerin tarıma öncelik vermediğini, ancak kendi yönetimlerinin 2012’de iktidara geldikten beri ‘ailedeki siyah koyuna’ kulak verdiğini ekliyor.

Kırsaldaki Gürcü nüfusunu tekrardan hayata, piyasaya döndürmeye çalışıyoruz. Dev yatırımlar yapıyoruz, ilerleyen aylarda sonuçları alacağız. Yedi-sekiz ay sonra tekrar gelmenizi rica ederim.’ diyor Kirvaladze.

Başbakan Bidzina Ivanishvili’nin kurduğu hükümetin bir önceki bütçeye göre tarıma ayrılan payı yüzde 60 oranında arttırdığını, Ocak ayında küçük çiftlik işletmeleri için 600 milyon dolar değerinde kredi ayrıldığını belirtiyor.

‘Gürcistan hazır gıdanın yüzde 80’ini ithal ediyor ki, bu ekonomiyi olumsuz etkiliyor. Bu saçma, gerçekten çok saçma. Gürcü çiftçiler çok iyi doğal kaynaklara sahipler : toprak, su ve iklim.’ diyor Kirvaladze.

Kirvaladze Gürcü çiftçilerin durumunu düzeltmeye dikkat çekse de, yabancıları dışlamıyor. ‘Her türlü yatırımı -yabancı,yerli- hepsini memnuniyetle karşılıyoruz. Bizimle uzun dönemli ilişki kurmak isteyen her yatırımcıyı memnuniyetle kabul ediyoruz.’

Gürcistan’da 150 hektar tarım arazisine sahip Ranjot Singh, Pencap’lı göçmen dalgasıyla yeni bir iş olanağı daha keşfetti.

‘Yeni gelenler için bir otel ve yemekhane işletiyoruz. Yeni gelenler, burada kendilerini evlerinde hissediyorlar. Pencap dili konuşup, Pencap yemeği yiyip, Tiblis’teki Pencaplı’ları tanıyorlar.’ diyor Singh.

Singh için yine de Gürcistan vatan gibi hissettirmiyor. ‘Gürcüler çok iyi insanlar. Fakat biz onlardan çok farklıyız. Kültür farklı, dinimiz bile farklı. Ama burada bir iş fırsatı var.’

 

Yeşil Gazete için çeviren: Hakan Gözlüklü

Yazının özgün (ingilizce) hali için tıklayınız.

(AlJazeera, Yeşil Gazete)

 

 

İklim değişikliğinden köşeyi dönenler de var

Matthew Campbell ve Chris V. Nicholson imzasıyla Bloomberg BusinessWeek’te yayımlanan yazıyı, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Ezgi Eniş‘in çevirisiyle sunuyoruz.

***

İklim değişikliğine yatırım, küresel ısınmayı durdurmaya yönelik faaliyetlere para yatırmak anlamına geliyordu. Morgan Stanley(MS), Goldman Sachs(GS) ve diğer firmalar, rüzgâr çiftliklerine, gelgit enerjisi projelerine ve karbon ticareti borsalarına girdiler.

Ancak, sera gazlarının salımlarını azaltma çabaları başarısızlığa uğradıkça (karbon) temizleme teknolojilerinin çekiciliği azaldı: Bloomberg New Energy Finance verilerine göre; girişim sermayesi ve öz sermaye yatırımları, geçen yıl yüzde 34 oranında, 5.8 milyar dolar düştü.

 

 

Şimdi bazı yeni yatırımcılar, farklı bir yaklaşım sergilemekte. İklim değişikliğinin kaçınılmazlığı varsayımı üzerinde çalışarak, dünya daha sıcak olduğunda kar edebilecek iş kollarına yatırım yapmayı planlıyorlar. (Dünya Bankası, yüzyılın sonuna kadar dünyanın 4C daha ısınacağını söylüyor.) Söz konusu firmaların stratejileri, su işleme firmaları satın alma, Avusturalya çiftlikleri ile komisyon anlaşmaları, deng humması ile savaşmak amacıyla üzerinde çalışılacak sivrisinek araştırmaları için destek sağlama gibi fikirleri içeriyor.

Şirketleri anormal hava koşulları ve doğal afetlerden korumaya yardımcı olan fonlar, bazı büyük yatırımcıların artan ilgisini çekiyor Ocak ayında, KKR Co.( Kohlberg Kravis Roberts), Nephila Capital’den yüzde 25 oranında, 8 milyar dolar değerinde, hava türevleri üzerine ticaret yapan bir Bermuda yatırım fonu satın aldı. (Şirket, yerel inanışa göre kasırgaları öngörebilen bir çeşit örümcekten ismini alıyor.) Şirketin ABD’deki temsilcisi Nephila Advisors’dan Barney Schauble, “İklim riski insanların giderek daha fazla ilgi gösterdiği bir şey’’ diyor. “Daha değişken hava, daha çok risk yaratır ve bu riske karşı korunmak için daha istekli olursunuz”

Kuraklık, şirketleri  “su varlıkları yönetimi” (Water Asset Management) ile çalışmaya teşvik ediyor. Yönetimi altında yaklaşık 400 milyon doları bulunan New York yatırım fonu, su haklarını alıyor ve öz sermayesi altına alıp, su yönetimi şirketlerine yatırım yapıyor. Operasyon müdürü Marc Robert, “Suyu uzun vadede sahip olunacak bir değer olarak gören yeteri kadar insan yok’’ diyor.  “İklim değişikliği bizi götüren bir sürücü’’.

 

 

Zengin bireyleri ve Avusturalya çiftlik arazisinden alınan özel varlık fonlarını teşvik eden Land Commodities iş geliştirme başkanı Michael Richardson, yatırımcılar küresel ısınmayı düşündükleri zaman, onun olumsuz yönlerinin fazla vurgulandığını söylüyor. Şirketin beklentisi şu şekilde; daha sıcak hava koşulları, seyrek ekilebilir alanlar ve hızla yükselen nüfus, denize uzak iç kesimlerde ekilebilir alan arayışı yaratacak. Richardson, İsviçre merkezli Baar şirketinin, geçen yıl 80 milyonun üzerinde işlem yaptığını ve bunun 2011 yılının toplamından daha fazla olduğunu belirtiyor.

Ayrıca Ole Christiansen yükselen sıcaklıklardan avantaj sağlama yolunda yatırımlar yapıyor. Yerel madencilik şirketi NunaMinerals (NUNA) Operasyon müdürü , ’’Geçen yaz, Grönland’ın güneyini çoğunlukla altın için keşfediyorduk.” diyor. “Daha önceleri buzullarla kaplıydı, ancak buzulların çoğu yok oldu ve böylece biz aniden şimdiye dek kimsenin keşfetmediği yerler bulduk.’’ Güncel bilgisine ulaşılabilecek Nuuk merkezli Greenland istatistikleri ’ne göre, maden şirketleri 2010 yılında Danimarka topraklarında maden araştırması için 524 milyon kron (91.5 milyon dolar) harcadı.

Bu hesapta, Grönland’in batı bölgesinde bakır keşfetmek için 15 milyon dolardan fazla bir ortak teşebbüse giren Anglo Amerikan (AAL) ile Danimarkalı madencilik şirketi Avannaa arasındaki gibi yakın zamanda yapılmış anlaşmalar yok.

 

 

Abingdon(İngiltere) merkezli, tekrar üretilemeyecek türden, özel bir tür sivrisinek geliştiren bir kuruluş olan Oxitec’in yatırımcıları arasında, 30 milyon dolar civarında yatırım yapmış olan Jason Drew de vardır. Bir Oxitec sivrisineği vahşi bir dişiyle çiftleştiğinde, döl yetişkinliğe kadar dayanmıyor ve bu şekilde sivrisinek nüfusu azalıyor. Şirket, yüksek sıcaklıkta ve rutubette hızla yayılan bir hastalık olan deng humması ile başa çıkmak isteyen, sayısı giderek artan çeşitli ülkelere test tüpleri gönderiyor. (Florida Keys sağlık otoriteleri 2010’da 66 yerel deng humması tespit edildiğini bildirdi.) Drew, sivrisinekler nispeten kısa bir zamanda hızla türediğinde, insanların virüslere karşı korunma rezistansının yeterince hızlı çalışmadığını söylüyor. Birleşmiş Milletler iklim değişikliğinin etkilerini azaltmak için yapılan altyapı ve teknoloji yatırımlarının 2030 yılının sonuna kadar 130 milyar dolara varacağını belirtiyor. Bu sektörün öncü ismi, sel koruma sistemleri üzerinde çalışan Hollandalı mühendislik firması Arcadis. Firmanın satışları son yıllarda odukça iyi durumda. Özellikle Brezilyalı mühendislik ve danışmanlık firması ETEP tarafından tercih edilmekte. Sandy kasırgası nedeniyle geçtiğimiz yıl Arcadis’in geliri yüzde 26 oranında artarak 3.25 milyar dolara ulaştı. Şirket, New York’s Nassau County ve New York City ile su işleme tesislerinin tekrar online olarak sağlanması için kontrat imzaladı. Daha önceleri New Orleans yetkilileri ile seviyeyi yükseltmek için ve San Francisco ‘da yükselen su seviyesiyle başa çıkılmasını için çalışılmıştı.

Arcadis’in su yönetimi konusunda ilgili yetkilisi Piet Dircke, Sandy kasırgasından sonra telefonunun hiç susmadığını söylüyor. Piet Dircke; “İklim değişiyor. Deniz seviyesi yükseliyor. Bu oldukça açık” diyor. “Aynı zamanda, su kesimine çok yakın olan şehirler büyüyor, daha fazla para sahibi oluyor. Böylece daha çok korunmaya ihtiyaç duyuyor. Gelişim pazarında bu neredeyse kaçınılmaz.’’

 

 

Yeşil Gazete için çeviren: Ezgi Eniş

Yazının özgün hali (ingilizce) için tıklayınız.

(Bloomberg BusinessWeek, Yeşil Gazete)

 


Hukukta Kadın şenliğinin son paneli: Kadın Olmak

Marmara Hukuk Fakültesi’nde Hukukta Kadın Şenliği’nin “Kadın Olmak” başlıklı panel gerçekleşti.Marmara Hukuk İnsan Hakları ve Anayasa Çalışmaları Kulübü (İHAK)’ın düzenlediği kadın haftasında, bugün Kadın Olmak” panelinde kadına karşı şiddet, kadın emeği ve kadın cinayetleri olmak üzere üç oturumda yapıldı.

Kadın cinayetlerinin konuşulduğu oturumda; kadın cinayetlerinin önlenebileceği vurgusu yapıldı. Konuşmacı olarak katılan Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’ndan Av. Gökçesu Özgül ve Av. Rezan Epözdemir, yeni kanunda eski kanuna nazaran düzenlemelerin daha olumlu sonuçlar getireceğini, bu yolda kazanımlar elde edildiğini söyledi.

Av. Gökçesu Özgül, kadın cinayetlerinin durdurulabileceğini vurguladı, yasal düzenlemelerin uygulanmasının önemli bir adım olduğuna dikkat çeken Özgül, bunun da yeterli olmayacağını belirterek politik mücadele verilmesi gerektiğinin altını çizdi.

Gökçesu Özgül, kadın cinayetlerinin nedenlerinin temel sebebininkadınların kendi hayatlarına dair kararları kendilerinin vermek istemesi olduğunu belirtti.

Av. RezanEpdemir ise, kamuoyunun bilinçlenmesinde, reaktif tepki oluşturulmasında ve  davaların toplumsallaşmasında basının önemli bir rolü olduğunu ancak bu amaca hizmet edilebilmesi için haberlerde öz-biçimin dengeli kurulması gerektiğinden söz etti.

Epözdemir, yeni kanunda şiddetin yalnızca fiziksel şiddet olarak tanımlanmasından çıkılarak, psikolojik, ekonomik, cinsel şiddetin de yer alacağı şekilde genişletilmesi gerektiğini belirtti. Epözdemir, haksız tahrik ve şartla salıverilme konusunda uygulamada çok büyük sorunlar yaşandığını ifade etti.

Kadına Karşı Şiddet oturumu

“Kadına Karşı Şiddet” oturumunda, Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd.Doç.Dr. Hatice Yıldız, şiddetin çok boyutlu ve toplumsal bir sorun olduğunu belirtti. Şiddetin toplumda kanıksanmış, uygulanması gereken bir durum olarak algılandığını vurgulayan Yıldız bunun da şiddetin normal gözüktüğü için sürecin devam ettiğini söyledi.

Cinsel suçlarda hukuki süreci ele alan İstanbul Feminist Kolektif’ten Av. Funda Ekin, eşitlik maddelerin uluslararası sözleşmelerdeki ve mevcut hukuk sistemindeki tanımlar hakkında bilgi verdi. Şiddet biçimlerine yeni dahil olan digital şiddette, digital görüntülerin yayılması tehdidinin yoğun olarak yaşandığını ifade etti.

Kadın Emeği oturumu

“Kadın Emeği” oturumunda Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi’nden(KEİG) Serap Güre, çalışma hayatında dolaylı, dolaysız şekilde ayrımcılığa uğrayan kadının, hukuki yollarla hakkını arayabileceğini ancak varolan işini kaybetme endişesi taşıyarak buna başvurulmadığını belirtti.

Birleşmiş Milletler (BM) Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi hakkında bilgi veren panelist Ceylan Begüm Yıldız, Cedaw komitesinin kararlarından örnekler de verdi;  sosyal politikaları etkilemesi açısında oldukça önemli olduğunu söyledi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin(AİHM) ayrımcılıkla ilgili maddesinin kapsamının dar olduğunu vurguladı.

Araştırmacı Esen Özdemir, sendikal olarak kadının konumu hakkında yaptıkları anketin verilerini paylaştı, verilere göre; yalnızca iki sendika başkanı kadın, çoğu sendikanın kadın kotası yok, tüzüklerinde disiplin maddelerinde taciz yer almıyor. Esen Özdemir, Tüik’in verilerinde ise, çalışan/çalışmayan kadın kim, ne iş olarak tanımlanıyor gibi muğlaklıklar belirdiğini ve rakamların da cinsiyetinin olduğunu söyledi. Kadın emeğinin esnek, güvencesiz, yarı zamanlı olduğu için örgütlülüğün de zor olduğunu ifade etti.

Haber ve Fotoğraflar: Büşra Akman

(Yeşil Gazete)

 

İklim değişikliği, Suriye’de şiddeti arttırdı

Tim McDonnell imzasıyla Grist.org’da yayımlanan makaleyi, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Bilgi Gülgeç‘in çevirisiyle sunuyoruz.

***

Tunuslu bir işportacının kendini yakıp öldürmesi ile ateşlenen ve daha sonra Arap baharı olarak adlandırılacak olaydan aylar önce, Ekim 2010’da, uzun zamandır devam eden bir kuraklık Suriye’nin yemyeşil alanlarını toz haline getiriyordu. Geçen ay itibariyle, Suriye devlet başkanı Beşar Esad’ın dikta rejimi ve muhalif güçlerin koalisyonu arasında devam eden kanlı çatışmalarda çoğu sivil 70,000 Suriyeli öldürüldü; Birleşmiş Milletler son iki yılda 1 milyon mültecinin ülkeyi terk ettiğini açıkladı. Uluslararası güvenlik uzmanları Ortadoğu’da son zamanlardaki kuraklıklarla protestolar, devrimler ve bunu takip eden ölümler arasında bir bağlantı olup olmadığına bakıyorlar ve iklim değişikliğinin genel olarak Suriye’deki şiddet ve Arap baharında oynadığı anahtar rolle ilgili kanıtlar inşa ediyorlar.

İklim değişikliğinin güvenliği etkileyebilme olasılığı yeni bir şey değil: ABD Savunma Bakanlığı küresel ısınmayla ilgili planlamalarında bizi şaşırtacak derecede ileri görüşlü olduğunu kanıtladı. Ama Washington kaynaklı İklim ve Güvenlik merkezinin kurucularından Caitlin Werrell ve Francesco Femia “Eğer bugün iklim ve savaş arasındaki bağlantıyı görmek istiyorsak Suriye’den başka bir yere bakmamızın gereği yok.” diyorlar. İkili geçen hafta, Center for American Progress tarafından yayınlanan, -Arap baharının iklim değişikliği ve sosyal istikrarsızlık arasındaki bağlantı için bir ders kitabı örneği olduğunu öne süren- bir dizi makaleye katkıda bulundu. Climate Desk (iklim değişikliği konusunda farkındalık yaratmak isteyen gazeteciler örgütü) kendilerini “Yağış eksikliği şiddet eylemlerine nasıl yol açar?” ve “Uluslararası toplumu gelecekteki ağır hava koşullarına karşı nasıl hazırlayabiliriz?” sorularını tartışmak için çağırdı.

 

– İklim değişikliği toplumsal kargaşada nasıl rol oynuyor? Şiddete sebep olan faktörlere göre nerede sıralanıyor?

Caitlin Werrell: Bizler “iklim değişikliği, ulusal veya uluslararası güvenliğe karşı tehdit oluşturan diğer tehditleri derinleştirebilir.” anlamına gelen “Tehdit Çarpanı” ya da “İstikrarsızlık Arttırıcı” ifadesini kullanıyoruz. Genellikle bu derinleştirmeyi suyu kullanarak yapıyor. Kuraklığın, sellerin ya da yağış modellerinin değişiminde bir artış var ve bu; yiyecekleri yetiştirme becerimizi, enerji üretimimizi ve alt yapımımızı etkiliyor.

Francesco Femia: Biz aslında iklim değişikliğini diğer faktörlerin arasında sıralamıyoruz. Karışıklık ve/veya çatışmayı şiddetlendiren özel faktörlerden birinin de iklim değişikliği olduğunu söylüyoruz. Neredeyse çatışmanın diğer etmenlerini daha da kötüleştiriyor.

 

– Suriye özelinde ne oldu?

FF: Sürecin sonunda silahlı çatışma ve devrime dönüşen kargaşadan önce, Suriye’de yaklaşık 5 yıl süren eşi görülmemiş bir kuraklık yaşandı. 2011 yılında NOAA Akdeniz kıyıları ve Ortadoğu’da iklim değişikliğiyle direkt bağlantılı önemli bir kuraklığın yaşandığını gösteren bir rapor yazdı. Ve sonra, doğal kaynakların Esad rejimi tarafından kötü kullanımıyla bağlantılı olarak kuraklığın Suriye’de toplu göçe, kırdan kente göçlere ve çiftçilerin geçimlerini kaybetmesine neden olduğunu gösteren bazı raporlamalar bulduk. Bu raporlamalar kuraklık zamanında yapılmış. BM kuraklık boyunca Suriye’de 800,000 insanın geçim kaynaklarının tamamen tahrip olduğunu tahmin ediyor. Suriye’de patlayan iç savaşın arifesinde dahi birçok uluslararası güvenlik analisti Suriye’nin genel olarak istikrarlı bir ülke olduğu ve toplumsal kargaşa ve Arap baharına karşı bağışıklık sistemine sahip olduğu tespitinde bulunmuştu. Görünen resmin arkasında bazı gerilimler olduğu aşikârdı ve bahsettiğimiz bu göçler de (iç göçler dâhil) ekonomik olarak zaten baskı altında olan kentsel alanlar üzerine baskı yaptı ve yük ABD işgalinden beri Irak’tan gelmekte olan mültecilerin sırtına bindi.

 

 

 

Halep'te asiler (Kasım 2012) Fotoğraf: Pau Rigol / ZUMA

 

 

– Genel olarak hükümetler ve uluslararası yardım kuruluşları iklim değişikliği ve toplumsal kargaşa arasındaki bağlantıyı ne kadar iyi anlayabildi? Daha iyi anlayabilme ihtiyacı ve fırsatı nerelerde var?

FF: Geçmişte su kıtlığı illaki bir çatışmaya yol açmıştır diyemeyiz. Tarihsel olarak çatışan taraflar su kaynaklarını idare etmek için bir araya gelmiş ve bazen işbirliğine gitmiştir. Ama biz daha önce hiç görmediğimiz bir resme bakıyoruz. Benzeri görülmemiş İklim koşullarının oluşacağını ve benzeri görülmemiş su olaylarının gerçekleşeceğini düşünecek olursak tarihsel kayıtlar bize önümüzdeki 20-30 sene içinde neyi beklememiz gerektiği hususunda çok yardımcı olmuyor. Uluslararası toplum hala iklim değişikliğinin bu kendine özgü hava koşullarıyla nasıl bağlantılı olduğunu, kuraklık mı yoksa sellerin mi sebep olduğunu ve sonra nasıl çatışmalara yol açtığını anlamaya çalışıyor

CW: Kısmen bu [iklim değişikliği] birçok gerilim yaratan etmenden bir tanesidir. Çatışmalar çok karmaşık bir süreçtir; bir yönü ile diğeri arasında doğrudan bir nedensellik ilişkisi yoktur. Ama dolaylı olarak Rusya’daki ve Çin’deki kuraklıktan etkilenen Suriye ve Mısır gibi örnekleri görmeye devam ettikçe, gelecekte daha da fazla bu tarz münasebetlere tanık olacağız.

O halde şu anda sahip olduğumuz bu anlayış, daha esnek uygulamaları geliştirmek, iklim değişikliğinin risklerine uyum sağlamak ve de riskleri azaltmak için iyi bir dayanaktır.

 

– Bu bağlantı ortalama Suriyeli tarafından ne kadar iyi anlaşıldı? Parçası oldukları kargaşayla iklim değişikliği arasındaki bağlantıyı görüyorlar mı?

FF: Geneli konuşacak olursak, halkın iklim değişikliğiyle özel hava olayları arasındaki bağlantılar hakkında yeterince bilinçli olmadığını ve daha fazla eğitime ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz. Ve genel derken ben ‘küreseli’ kastediyorum.

Kesin olan bir şey var ki; birçoğunun yerlerini terk etmek zorunda kalmış olması, Suriyelilerin kendi geçim kaynaklarını kuraklığın nasıl etkilediğine dair bir anlayış geliştirmelerine vesile olmuş. Hayatları boyunca böyle bir şey tecrübe etmemişler ve bölgenin tarihinde de örneği yok.

 

 

Suriye'deki inanılmaz kuraklık isyanları tetiklemiş olabilir. Fotoğraf: Charles Fred

 

Bu ülkeler Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da uzun süreden beri kuraklık ile boğuşuyorlar. Bu ülkelerin birçoğu kurak ülkeler ve bunla baş etmek zorundalar. Bu yüzden doğal olarak ‘Bölgede kuraklığı asıl olarak ne arttırıyor?’ ve ‘Bu neden oluyor?’ soruları arasındaki bağlantıları kurma konusunda toplumda bir açıklık söz konusu ve bu da iklim değişikliği konusuna eklemleniyor. Tabiki özellikle su ve enerjiyle haşır neşir olan bu bölgelerdeki yönetimler mevzuların çok farkındalar.

CW: Mali’de yaptığımız başka bir çalışmada; kuraklığın yeni bir şey olmadığını ve insanların binlerce yıldır aşırı kurak bölgelerde zor olsa da ayakta kalabildiğini gördük. Yeni olan şey: değişimin derecesi, bu kuraklıkların ne kadar sürdüğü, kuraklığın yoğunluğu. Yani bu bölgelerdeki insanlar su kıtlığıyla mücadele etmek için çok iyi bir donanıma sahip ama o da bir dereceye kadar. Çoğu zaman bu değişimler geçmişteki sel ve kuraklıklardan çok daha farklı olmakta.

 

– Gelecekte buna benzer daha birçok kuraklıkla karşılaşacağımız ihtimali göz önüne alındığında, her bir bireyin bir çeşit şiddet ya da kargaşa sarmalına çekilmediğinden emin olabilmek için ne yapılabilir?

FF: Hükümetlerin ve uluslararası toplumun asla kontrol edemeyeceği bazı şeyler vardır. Özellikle ekonomi, tarihsel kindarlık, demokratik uygulamalar ve bunlar gibi silahlı çatışmayı, toplumsal kargaşa ve anlaşmazlıkları besleyen birçok faktör var. Kesinlikle iklimin eski haline dönüp çatışmayı önleyebilmesi için altın bir anahtar yok. Diğer bir deyişle iklim değişikliğiyle ilgili bir şey yapmak, özünde dünyaya barış getirmeyecek. Buna karşın uluslararası toplumun ve hükümetlerin iklim değişikliğini hafifletme ve risklere uyum sağlama konusunda bir şey yapabileceğimizi görmesi çok önemli. Hükümetler altyapılarını iklim değişikliğine karşı uygun hale getirebilir. Burada bahsettiğimiz daha iyi su uygulamaları ve sulama teknikleri. Ayrıca genellikle iklim değişikliği ile ilişkilendirmediğimiz sağlık kurumları da bu kapsama giriyor. Eğer hastalıklar iklim değişikliği yüzünden farklı bir biçimde yayılacaksa, o zaman hükümetler bunun için hazırlıklı olmalı. Şu anda ister silahlı çatışmanın ortasında, ister savaş sonrası yeniden yapılanma sürecinde olsun değişimden geçen Arap dünyasında gerçekten işleri doğru yapmak için bir fırsat var.

Yeşil Gazete için çeviren: Bilgi Gülgeç

Yazının özgün hali (ingilizce) için tıklayınız.

(Grist.org, Yeşil Gazete)

 

Referandumdan barış sürecine- Zeynel Özgün

Türkiye’de yapılan 12 Eylül Anayasa referandumu, yakın tarihimizdeki en belirgin kırılma noktası ve en keskin yarılma hattı olarak kayıtlara geçti.

Daha önce karşılaşılmış diğer tartışma ve ayrışma konularından farklı olarak (belirgin bir ideolojik ayrışmayı gerektiren gözle görünür konular içermediği düşünülse bile)12 Eylül referandumundaki kırılma noktaları, Türkiye siyasetinin özellikle sol yanında yaşanan durum açısından hayli dikkat çekici oldu. Bu süreç içinde referanduma ‘Evet’ diyerek tercihini ifade eden solun bir kesimi, ağır ve ölçüsüz karalamaların, ötekileştirmenin hedefi haline getirildi.

12 Eylül referandumu ile yapılan değişikliklerin neler olduğu ve sonuçları iki yıldan fazla bir süredir tartışıldığı için, bunları yeniden tartışmaya açmak, şimdi çok da gerekli değil artık. Ancak, referandumda belirgin olarak ortaya çıkan en önemli sonucun, toplumun büyük bir kesiminin değişimden yana gösterdiği irade olduğunu bir kez daha hatırlatmakta da yarar var.

Belki de referandumun sonuçları ile ilgili tartışılması gereken en önemli nokta bu değişim iradesidir. Çünkü referandum ile ortaya konulan değişim yönündeki toplumsal irade, yeni değişim süreçlerinin de önemli bir gücü olarak değerlendirilirse, bugün olup biten birçok şey hakkında daha anlamlı bir değerlendirme yapmak mümkün olabilir.

Referandum ve Müzakere Masası

Bugün Devletin kendi Kürtleri ile masaya oturmuş olması ve oturulan masadan iyi bir sonucun elde edilebilmesi, büyük oranda toplumsal değişim ihtiyacına yönelik iradenin güçlü olmasına bağlıdır.

Yasalarda yapılan revizyonların ve bürokratik yapıdaki kısmi değişikliklerin tek başına müzakere ve barış sürecine ilişkin güçlü bir zemin yaratmaya yetmeyeceği açıktır. Ayrıca baskıcı, gerici 12 Eylül Anayasası ve Devletin temel paradigmaları da müzakere masasından olumlu bir sonuç ile kalkılması yönündeki diğer büyük engellerdir.

Bugüne kadar, Devletin temel paradigmalarının ve 12 Eylül yasalarının baskıcı, tekçi uygulamaları ile şekillenen toplumsal algılar sayesinde, demokratik çözüm olanakları bloke edilmiş; ortaya çıkan toplumsal hezeyanlar ile çeşitli korkular üretilmiş, bu korkuları besleyecek politikalar uygulanmış ve Kürt sorununun barışçı yollarla çözülmesinin önü bugüne kadar başarılı bir şekilde tıkanmıştır.

Bugün gelinen noktada ise toplumsal değişim ihtiyacı toplumun her kesiminde (birbirinden farklı gerekçelerle olsa da) belirgin olarak kendini göstermektedir. Bugünkü değişim ihtiyacının yakın geçmişte iradi olarak ortaya konulmuş en belirgin örneği 12 Eylül referandumunda ortaya çıkan ‘Evet’ tercihi oldu. İşte bu nedenle, bugün sürdürülmekte olan müzakere ve barış süreci ile 12 Eylül referandumunu bir biri ile ilişkili toplumsal/siyasal olgular şeklinde ele almak gerekir. Çünkü birinin gelişimi, diğerinin (öncekinin) başarısına bağlı olmuştur. 12 Eylül referandumunun sonuçlarını bu açıdan da değerlendirmek gerekir.

Bu noktada, Türkiye solu için en önemli tartışma konusu, hiç kuşkusuz ortaya konulan değişim iradesinin Türkiye’de bir bütün olarak demokratikleşme hedefine doğru yönlendirilebilmesi için takınılacak tutum olacaktır.

Bugünkü müzakere ve çözüm sürecinin de demokratikleşme hedefine doğru yönlendirilebilmesi her şeyden önce Türkiye’de demokrasiden yana olan sol/sosyalist kesimin tutumuna, bu tutumu cesur ve güçlü bir şekilde ifade edebilmesine bağlıdır.

Müzakere ve barış sürecinin demokratikleşme hedefine yönelebilmesini sağlamak için Türkiye solunun kendisi ile statükocu güçler arasına belirgin bir mesafe koymasını, eski devlet kurumlarının ve hatta giderek eski devlet yasalarının savunucusu durumuna düşmemesini gerektirmektedir.

Türkiye solu yeni süreçte 12 Eylül referandumunda akıl almaz bir şekilde ortaya koymuş olduğu ‘Hayır’ tavrı gibi hareket etmemeli, Devlet sınıfının yanında yer alma tercihinden vaz geçmelidir. Çünkü müzakere ve barış sürecinin Türkiye’de demokrasinin yerleşmesine sağlayacağı katkı ve bu sürecin başarısı, demokrasiden yana olan güçlerin bu süreçteki tutumuna bağlıdır. Yeni, demokratik ve adil bir anayasanın oluşmasına katkı sağlamayan bir tutumun demokratikleşmeye katkı sağlaması mümkün değildir. Böyle bir katkı da statükocu güçlerle yan yana durularak sağlanamaz. Demokratikleşmenin gerçekleştirilebilmesi açısından solun tercihi, 12 Eylül referandumunda olduğu gibi bugün de önemlidir.

Türkiye solu, 12 Eylül referandumunda yapamadığını bu defa yapmayı başarmalı ve Türkiye’nin demokratikleşmesi konusunda sola duyulan ihtiyaca göre hareket etmelidir.

Barış Sürecinden Yeni Anayasaya

Bir süredir devam eden müzakere ve barış sürecinde BDP güçlü bir aktör.

BDP’nin süreç içindeki tutumu, Türkiye solu tarafından dikkatle izleniyor. Hatta zaman zaman, BDP’nin sadece Kürtler için değil, Kütler dahil Türkiye’deki her kes için müzakere sürecini yürütmesi talepleri bile dillendiriliyor.

Türkiye’deki demokratikleşme yükünü sadece Kürtlerin ve BDP’nin sırtına yüklemek hem haksızlık hem de kolaycılık olur. Çünkü müzakere süreci, sadece görüşmeler yapmaktan ibaret bir durum değil. Müzakere süreci, görüşmeler yapmanın yanı sıra tutum belirlemenin, toplumsal iradeye katkı sağlamanın ve bazı toplumsal/siyasal riskleri göze almanın da gerekli olduğu zorlu bir dönemdir. Bu zorlu ve yorucu dönem ancak demokrasiden yana olan bütün güçlerin katkısı olursa daha anlamlı bir sonuca ulaşabilir.

Devam eden müzakere ve barış sürecinden çıkabilecek en anlamlı sonuç yeni, demokratik ve adil bir anayasa olabilir.

Bugün kendisini sol olarak adlandıran bazı çevrelerin yeni anayasa konusunda orta koydukları tutum, ne yazık ki 12 Eylül referandumundaki ‘Hayır’dan daha gerici bir zemine oturmaktadır. Bu gerici tutum AKP karşıtlığına indirgenerek meşrulaştırılmaya çalışılmakta, solun bu değişim süreci içindeki rolü gericileştirilmekte, sol içinde, eski devletin ve ‘Devlet Sınıfı’nın manipülasyonuna açık alanlar oluşturulmaktadır.

Aynı rengin değişik tonları gibi, bir kısmı biraz daha fazla sol jargonla, bir kısmı da daha keskin ulusalcı motiflerle süslenmiş olan ve yeni anayasaya karşıtlık üzerinden şekillendirilen çeşitli kampanyalar sürdürülüyor. AKP karşıtlığı zemini ile hareket edilerek yeni anayasa talepleri üzerinde kuşku yaratılmaya çalışılıyor.

Malum cephenin bazı aktörleri biraz daha ileri giderek, kampanyalarını “AKP-BDP Anayasasına Hayır” formülü ile ifade ediyor.

Bu, yıllardır süren bir sorunun barış ve müzakere yoluyla çözümüne başlama yönünde gelinen noktayı AKP’nin gölgesine saklayarak gözden kaçırma çabasıdır.

Bu, yıllardır süren bir savaşın devamını sağlayacak değirmene su taşımak gayretidir.

Bu, Kürt halkının çok ağır bedellerle bugüne taşıdığı var olma mücadelesinin bugün geldiği noktadan geriye alıp yeniden boğmaya çalışma gayretidir.

Bu, 12 Eylül Anayasasına karşı çıkar gibi görünüp, 12 Eylül kurumlarını AKP karşıtlığı maskesi ile meşrulaştırma çalışmasıdır.

Türkiye solu, barış ve müzakere sürecinde kendisinden beklenen doğru tutumu ortaya koyamadığı sürece yeni ve demokratik bir anayasanın yapılması sadece AKP’nin insafına bırakılmış olacaktır.

Yeni, demokratik ve adil bir anayasa yapılmadığı sürece de Türkiye’nin demokratikleşmesi hayalden öteye geçmez.

Zeynel Özgün -www.turnusol.biz

Göl Yoksa Burdur da Yok

Doğa Derneği’nin organize ettiği “Göl Yoksa Burdur da Yok” kampanyası çerçevesinde  bugün gerçekleşen “Burdur Gölüne Sadakat” yürüyüşünde  Türkiye’nin dört bir yanından doğa hakları savunucuları Burdur’da toplandı.

Borçay, Ulupınar, Bayındır, Kurna, Çerçin, Keçiborlu derelerinin eskiden olduğu gibi Burdur Gölü’ne aktığını simgeleyen bir mizansen gerçekleştirildi

“Göl yoksa Burdur da yok, Göl yoksa ürün de yok, Göl yoksa hayat da yok” sloganları atan doğa hakları savunucularının buluşma adresi Burdur kent merkezinde Cumhuriyet Parkı’nın yanı başı olarak belirlendi.

Cumhuriyet meydanında temsili olarak oluşturulan kareografi ile Borçay, Ulupınar, Bayındır, Kurna, Çerçin, Keçiborlu derelerinin eskiden olduğu gibi Burdur Gölü’ne aktığını simgeleyen bir mizansen gerçekleştirildi. Bu altı dere günümüzde kurumaya yüz tutan Burdur Gölüne akmıyor. Kareografinin yanında açılan ve önünde “Barajlardan Göle Su Bırakılsın” pankartı bulunan standa Burdur halkın yoğun ilgi gösterdi.

Halayların çekildiği, davulla zurnanın eşlik ettiği etkinlik yerel ve ulusal medyadan da yoğun ilgi gördü. Urfa, Mardin, İstanbul, Antalya, İzmir ve Ankara’dan yoğun katılım gerçekleşti. Basın açıklamasının ardından eylem sona erdi.

Burdur Gölü’nde son durum

1970 yılında göle fiili su girişi 243 hektometreküp iken 2000 yılında su girişi 34 hektometreküpe düşmüş durumda. 2009 yılında Karaçal Barajı’nın su tutmasıyla birlikte göle su girişi yok denecek kadar azaltıldı. Bu durum gölün üçte birlik bölümünün kurumasına ve buna bağlı göldeki tuzluluk oranında artışa sebep oldu.

Dikkuyruk ördeği

Burdur Dişli Sazancığı

Burdur Dişli Sazancığı (Aphanius sureyanus) sadece Burdur Gölünde yaşamakta ve çekilen göl sularıyla birlikte varlığı da tehlike altına girdi.. Bununla birlikte nesli küresel ölçekte tehlike altında olan dikkuyruk ördeğinin (Oxyura leucocephala) dünya populasyonunun büyük bir bölümü kışlamak için gölü kullanmaktadır.

Gölün su seviyesi 1970 yılından beri düşüşe geçmiş durumda. Bunun en önemli nedeninin tarımsal sulama amacıyla plansız bir şekilde gölü besleyen akarsular üzerine inşa edilmiş baraj ve göletler olduğu belirtiliyor. Öte yandan yer altı sularının aşırı derecede sondajlarla çekilmesi göldeki su seviyesi düşüşünün en önemli nedeni.

Haber ve Fotoğraflar: Ali Serdar Gültekin

(Yeşil Gazete)

 

Göztepeliler parklarına sahip çıkıyor

İstanbul’un halen nefes alınan birkaç yerinden biri durumunda olan Göztepe Parkı halkın ve konu ile ilgili tüm çevrelerin yoğun itirazına rağmen iktidarın kör inadı nedeni ile imara açılmak isteniyor. Cumartesi günü buna izin vermeyeceklerini, Göztepe Parkı’na dokundurtmayacaklarını göstermek için Kadıköylüler Göztepe Parkı ve çevresinde eylem yaptı.

Göztepe Platformu’nun eyleme çağrı metninde de yaşanan durum tüm yönleri ile aktarıldı.

Büyükşehir Belediyeesinin fıkralara konu olacak şekilde bir yandan park düzenlemesini yaparken diğer yandan parkın da içinde yer aldığı bölgeyi imara açmasındaki ironi dile getirildi. Geçen sene parkın içindeki Ihlamur, Oya ve Çam ağaçlarının park düzenlemesi yapılıyor sözde bahanesi ile kesildiği vurgulandı.

İstanbul halkının yoğun şekilde katılım gösterdiği “Göztepe bizim parkımızdır” eyleminin Göztepe Platformu tarafından kaleme alınan çağrı metni şu şekilde:

“Son yıllarda’’Hukukun üstünlüğü,’’demokrasi’,’’yaşam kalitesi’’,gündemimizi oluştururken, Göztepe Parkı,toplanan on binlerce imzaya rağmen yeniden imara açılmıştır.

İmara açılan alan 2.500 metrekarelik  bir alandır ve burada 5.175 metrekare inşaat alanı olarak onaylanmıştır.

Aynı zamanda,aynı alanda park düzenlemesi  devam ederken bir yandan da İBB Meclis kararı ile parkın imara  açılması izah edilemez bir çelişkidir.

Göztepeliler parklarının imara açılmasına izin vermemekte kararlı

Geçtiğimiz kış,park düzenlemesi adı atında; bu parkta bir doğa katliamı yaşanmıştır. Ihlamur,Oya,Çam ağaçları kesildi.

Altında çoluk,çocuk,yaşlı,pekçok insanın gölgelendiği, yasemin ve hanımelilerin sarmalandığı pergoleler yok edildi.

Eskiden çimen olan çocuk oyun alanlarının üzerine beton döküldü.

Yürüyüş yolu,araç geçişine uygun şekilde betonlandı.

Spor yapılan toprak koşu parkuru yok edildi.

Toprağın hava ve suyla teması kesildi.

Küresel ısınma nedeniyle sıcak bir yaz bizi beklerken, kamu kaynakları israf edilerek ağaçlar kesildi park ‘‘saray bahçesine’’ dönüştürülmektedir

Kentsel Dönüşüm sorumluluklarını yerine getiremeyen yerel ve merkezi yönetimler rant oyunları peşinde.

Üç danıştay üyesi değişikliği ile, bilimsellikten uzak 3/5 oy çokluğu ile plan kararı değiştirilmekte hukukun üstünlüğü hiçe sayılmaktadır.

Tüm canlıların yaşam hakkı kutsaldır.

Parklar,yeşil alanlar,kentin akciğerleridir.

Afetlerde toplanma alanlardır.

Küresel  ısınmanın alternatifidir.

‘’Yeşil alanlar’’,’’toplumun ortak gereksinim alanları’’ yasa ve yönetmeliklerle belirlendiği halde,

Kadiköy’ün 1950 nüfusu 78.000 iken,2007 de 752.000 olmuştur.Bu artışa karşın eğitim alanları, yeşil alanlar artmadığı gibi Meteoroloji alanı,Vakıflar arazisi,son olarak Kuşdili Çayırı gibi kamusal alanlar rant odaklı AVM ve Rezidanslara dönüştürülmektedir.

Kadiköy bölgesinde kişi başına düşen yeşil alan miktarı 1.3 metrekardir.

Göztepeliler,Kadiköylüler,İstanbullular olarak diyoruz ki;

Depremde sığınacak yer,temiz hava,spor alanları hepimizin hakkıdır.

Ağaçlar mirasımız, Göztepe bizim parkımızdır.

Belediyecilik anlayışı,kamusal alanları yandaşlara  peşkeş çekmek midir?

Biz her cumartesi burada direnişimizi sürdürüyoruz,bize destek vermenizi diliyoruz.

Göztepe Platformu.”

Bilgi için [email protected]

Haber ve Fotoğraflar: Fatoş Çırnaz

(Yeşil Gazete)

 

Chavez, devrimin kadınlara bağlı olduğunu biliyordu

Selma James ve Nina Lopez imzalarıyla The Guardian’da yayımlanan yazıyı, Yeşil Gazete çevirmenlerinden Gizem Eymirlioğlu’nun çevirisiyle sunuyoruz.

Selma James

***

Venezuela Başkanı Hugo Chavez’in cenazesinin Kadınlar Günü’ne denk gelmesi, milyonlar (özellikle en yoksullar olan kadınlar) tarafından sevilen “yoksulların başkanı”nın bu dünyadan ayrılması için iyi bir zamanlama oldu.

Chavez 1998’de seçildiğinde tabandan gelen hareketler canlanmış ve kadınlar özellikle güçlenmişti. Kadınlar 2002’de ABD destekli darbede sokaklara dökülen ilk kesim olmuş ve onların hareketlenmesi devrimi adeta kurtarmıştı. Kadınlara “niye?” diye sorulduğunda alınan cevap hep aynı olmuştu: “Chavez bizim oğlumuz”, yani verilen kavgada Chavez kendilerinin bir uzantısıydı.

Chavez’in kısa bir süre sonra öğrendiği gibi devrim kadınlara dayanıyordu ve “sadece kadınlar devrim gerçekleştirebilecek arzu ve aşka sahipler”di. Chavez biliyordu ki misyonlar – herkesin kalbinde yer kazanmasına sebep olan , devlet tarafından fonlanan ancak işlemeyen yeni sosyal hizmetler – temelde kadınların başlattığı taban hareketlerinin kontrolündeydi.

2005’te dünyada bir ilk olarak bakıcılığın bir emekçilik olduğunu tanıyan yeni anayasanın 88. maddesinin kısmi uygulanacağını açıklarken Chavez demişti ki: “Kadınlar evde çocuk bakımına, temizliğe, ütüye, yemeğe, çocuklarını büyütmeye o kadar emek harcıyorlar.. Ancak bu hiçbir zaman gerçek bir iş olarak kabul edilmemesine rağmen hiç böyle görülmedi.. Devrimler size öncelik verir, siz de emekçisiniz, ev kadınızınız, ev emekçisisiniz.”

Chavez kadın hareketini yeni kurulacak toplum hareketinin merkezine koyan ilk başkan değildi.

Yarım asır once Tanzanya’nın bağımsızlık döneminin önderi ve ilk başkanı Julius Nyerere,  kalkınma programını iki sorun üzerine kurmuştu: kadınların eşitsizliği ve yoksulluğu. “Köylü kadınlar hem evde hem tarlada çalışarak Tanzanya’daki herkesten daha çok çalışmaktadırlar” demişti.

“Gerçek şu ki köylü kadınlar çok çalışıyorlar, yeri geliyor haftasonu tatil demeden, günde 12 – 14 saat çalışıyorlar”, “öbür taraftan köydeki erkekler hayatlarının yarısını izinde geçiriyorlar”…

 

Chavez, kadın destekçileriyle, 2009. Fotoğraf: Prensa PSUV/EPA

 

Nyerere’nin ujama’sı ve “Afrikan sosyalizmi” kendi kendine yetme ve iş birliği Tanzanya’yı, yabancı kaynaklı kredilerden uzak tutarak bağımsızlığını koruyacaktı ve erkekler de bu konuda üzerlerine düşeni yapmalıydı. Eşitlik sadece adalet meselesi değil, ayrıca ekonomik gereklilik ve siyasi bağımsızlık meselesiydi.

Nyerere’den cesaret alan bölgeler kadın erkek eşitliğine dağanan çocukların yetişkinlerin ve herkesin katkısı olan ve ürünün herkes tarafından eşit paylaşıldığı ujema komünleri kurmuştu. Bu muhteşem toplum Nyerere’nin iktidar düşkünü yoldaşları tarafından yok edilse de bize neyin mümkün olduğunu göstermişti.

Venezuela’ya daha yakın olarak kadınlar Haiti’nin ilk demokratik seçimlerle iktidara gelen başkanı Jean-Bertrand Aristide döneminde (1990-2000) tanınmıştı. Aşırı yoksulluk ve adaletsizlikle mücadele vermek uğruna Aristide Kadın İşleri Bakanlığı kurmuş ve kadınları bakanlık görevlerini atamış, gündelikçi kadınlara ve ordunun tecavüzünden hayatta kalmış kadınlara destek olmuştu. Venezuela’ya benzer olarak kadınlar okuma yazma ve sağlık programlarının hem organizatörleri hem de faydalananları olmuşlardı. Asgari ücretlerdeki artış özellikle onlara katkıda bulunmuştu, çünkü az ücretle işçi çalıştıran işyerleri (sweatshoplar) genelde kadınlardan oluşuyordu.

Genç kuşağın Aristide olan sevgisi efsaneviydi ancak kadınlar bu sevginin temelini oluşturuyordu. İki ay sonra yaşanan 2010 depreminde kadınlar sürgündeki başkanlarının geri dönmesi için 20,000 imza toplamışlardı, deprem sonrası yeniden yapılanma döneminde ona ihtiyaçları vardı. Bir yıl sonra Aristide geri gelmişti ancak başkan olarak değil, bir eğitimci olarak cuntanın kapatmış olduğu yoksul öğrenciler için kurduğu tıp okulunu tekrar açtı.

Bolivya’da ise yerli kadınlar Evo Morales’in başkanlığa götüren toplu hareketin merkezi olarak benimsenmişlerdi. Bu dönemde “su savaşları” yaşayan ülke(suyu özelleştiren ve yağmur suyu toplayanları cezalandıran) çokuluslu şirket Bechtel’i Bolivia’dan kovmuştu. 2008’de  kurulan Kongre’de ve yeni anayasa tartışmalarında beyaz elitler meclisi ve oylamayı protesto ederken Kongre’yi ablukaya alanlar arasında kadınların önemli bir payı vardı. Abluka meclistekileri oylama yapılana kadar bina içinde kalmaya mecbur bıraktı. Yeni anayasa kadınlara ödeme eşitliği ve ev işinin ekonomik değerini tanıyan yeni yetkiler ve haklar sağlıyordu.

Yoksulların başkanı sonsuz yolculuğuna uğrulanırken, Arjantin’de terör estiren Latin Amerika diktatörlüklerini hedef alan tarihi Condor Operasyonu davası başlıyor. Bu arada Chavez’in çok da bilinmeyen bir mirasını hatırlamamız gerekiyor; Venezuelada petrol gelirleri Argantin başkanları Nestor ve Cristina Kirchner’i kendilerini askerden dokunulmazlık sağlayan kanunları geçirmeleri konusunda destekledi. 1983’te diktatörlükleri deviren ve uzun sure diktatörlüklerin tecavüz ettikleri ve katlettikleri binlercesi için adalet isteyen Plaza de Mayo Anneleri ve Anneanneleri bir asker olan Chaveze hürmet göstermişlerdir.

Onlar da Güney Amerika ve bir çok başka bölgedeki kadınlar gibi, Bolivarcı devrimin kazançlarına zarar gelmemesi için diken üzerinde bekleyeceklerdir.

 

Yeşil Gazete için çeviren: Gizem Eymirlioğlu

Yazının özgün hali (ingilizce) için tıklayınız.

(The Guardian, Yeşil Gazete)

 

 

Depeche Mode Yeniden İstanbul’da

Depeche Mode bu yıl Türkiye’ye 3.kez gelmeye hazırlanıyor.Türkiye de ilk konserlerini 2001 yılında, ikinci konserlerini 2006 yılında yapan grup, 2009 yılında solistleri Dave Gahan’ın rahatsızlığından dolayı ”Tour of the Universe” adlı turne kapsamında, İstanbul’un da içinde olduğu birkaç konserin iptaline karar vermişti. 23 Ekim 2012 de düzenlendikleri basın toplatısında mini bir Avrupa turnesi yapacaklarını açıkladılar. 34 ülkelik bu turun 5.ayağını İstanbul konseri oluşturuyor. Konsere ev sahipliği yapacak mekân ise “Maçka Küçük Çiftlik Park”.