Ana Sayfa Blog Sayfa 4383

Dereler göllerle buluşamazsa

Türkiye’nin dereleri ve gölleri yanlış tarım ve su politikaları yüzünden yok oluşla karşı karşıya. HES’lerle dereleri, barajlarla da gölleri kurutuyorlar.

Bunun örneklerinden biri de Türkiye’nin yedinci en büyük  gölü ve üçüncü en büyük tuzlu gölü olan Burdur Gölü. Isparta ve Burdur illeri sınırları içerisinde yer alan göl son 35 yılda sahip olduğu suyun yaklaşık üçte birini kaybetti. DSİ 182. Şube Müdürlüğü’nün rakamlarına göre gölün hacmi 1975’te 226 km2’den 150 km2’ye geriledi. Gölü besleyen akarsuların üzerine kurulan barajlar ve göletler, bu akarsuların Burdur Gölü’ne ulaşmasını engelliyor. Göl çevresinde açılan çok sayıda sondaj kuyusu da gölü besleyen yeraltı sularının azalmasına yol açıyor. Burdur gölü çevresinde yaşayan insanlar da dahil tüm canlıların yaşamı gölün varlığı sürdürmesine bağlı.

Doğa Derneği bilim koordinatörü Süreyya İsfendiyaroğlu‘nun aktardığına göre  gölde su seviyesinin düsmesi türleri etkiliyor. Göl eskisi kadar sağlıklı değil ve 15-20 yıl öncesinin türlerini besleyemiyor. Sülfür zengin, bor minerali barındıran gölün su seviyesinin düşmesi minerallerin değişimini getiriyor ve türler etkileniyor. Küresel ölçekte nesli tehlikede olan dikkuyruk popülasyonunun yaklaşık %80’i kışlamak için Burdur Gölü’nü kullanıyor. Burdur dişli sazancığı dünyada sadece Burdur Gölü’nde yaşıyor. Göl bir Ramsar Alanı, Doğal Sit Alanı ve Yaban Hayatı Geliştirme Sahası. Tüm bu koruma statülerine dair merkezi ve yanlış su politikalarına feda ediliyor.

dikkuyruk ördeği

Gölün kuruması türler kadar yöredeki tarımı da etkileyecek. Burdur’un nüfusunun % 60’ı tarımla uğraşıyor. Buğday ve arpa önemli ürünler, son yıllarda da meyvecilik gelişiyor. Öte yandan bölgenin yapısına uygun kuru tarımdan sulu tarıma geçişin (aynısı Konya için de geçerli) devlet eliyle teşvik edilmesi de gölü besleyen suların azalmasına yol açmış. Burdur Gölü kurursa yörede iklim değişir. Nem azalır, yağışlar düzensizleşir, gece sıcaklıkları düşer, don olayları daha sık görülmeye başlanır. İklimin karasallaşması bölgedeki tarım ve hayvancılığa zarar verecek. Doğa Derneği alan koruma sorumlusu Okan Ülker, 80li yıllarda yöre halkının göl ile ilişkisinin koptuğunu, bunun da büyük oranda o dönem faaliyette olan SEKA ve şeker pancarı fabrikalarını gölü kirletmesinden kaynakladığını belirtiyor. Atık artırma tesislerinin devreye girmesinden sonra kirlilik önemli oranda azaldığını söyleyen Ülker halkın göl ile ilişkisini tekrar canlandırmak gerektiğini ve bunun su sporlarını geliştirerek yapılabileceğini ifade ediyor.  Gölün kuruması halk sağlığı açısından da tehlikelere yol açabilir. Göl aynası altından açığa çıkacak birikmiş maddeler rüzgarla taşınarak toz bulutlarına dönüşebilir, yani rüzgar erozyonu yaşanabilir. Toz bulutları, hakim rüzgar yönü doğrultusunda tarım alanları üzerinde yığılarak tarımsal verimliliği düşürebileceği gibi köylerde ve Burdur kent merkezinde yaşayanlarda üst solunum yolu rahatsızlıklarının artmasına yol açabililir. 1970’li yıllarda Antalya Elmalı’da bulunan Karagöl ve Avlan Gölü’nün kurutulmasıyla yaşanan ekolojik ve tarımsal tahribat ile Konya’da bulunan Ereğli Sazlıkları’nın kurutulması (1950-1983) sonucu başlayan rüzgar erozyonu Burdur Gölü için ders çıkarılabilecek örnekler.

Dereler Burdur Gölü’ne özgürce aksın

16 Mart 2013 Cumartesi günü Ankara, İstanbul, Urfa, İzmir ve Antalya’dan doğaseverler Doğa Derneği ve Atlas Dergisi ile birlikte Burdur’da Cumhuriyet Meydanı’nda buluştular. Burdur Gölü’nün yanlış tarım ve su politikaları sonucu ekolojik işlevini yitireceğine dikkat çekip gölün su hakkını vurguladılar.

Bölgede inşa edilen irili ufaklı 23 baraj ve göletin, derelerin Burdur Gölü’ne ulaşmasını engellendiği söyleyen doğa korumacılar derelerin göl ile buluşmasını simgeleyen dev bir koreografi gerçekleştirdiler. Burdur Cumhuriyet Caddesi’nde Burdur Gölü ve çevresindeki dereleri (Borçay, Ulupınar, Bayındır, Kurna ve Çerçin) simgeleyen mavi bir kumaş taşınarak bir insan zinciri oluşturdu. İl dışından gelen doğa severler dereleri simgeleyen kumaşları, Burdurluların taşıdığı göl ile buluşturdular. “Burdur cennet olur dereler göle aksa” ve “Göl yoksa Burdur da yok, göl yoksa ürün de yok, göl yoksa hayat da yok” sloganları da etkinliğe eşlik etti.

2008-2012 yılları için hazırlanan Burdur Gölü Yönetim Planı‘nda gölün hidrolojik seviyesinin dengelenmesi yer alıyordu fakat yapılan barajlarla ve yanlış sulama politikalarıyla gölün derelerce ve yeraltı kaynaklarınca beslenmesine engel oldular. Yönetim planının revizyonunun yapılacağı bugünlerde yapılan bu eylem ile gölün ihtiyacı olan suyun barajlardan nasıl bırakılacağı karara bağlanması bir talep olarak öne çıkıyor. Yerel yöneticiler, kurumlar ve milletvekilleri gölün kuruması tehlikesinin ve bunun altından yatan nedenlerin farkındayken DSİ’nin merkezi planlarında Burdurluların sesine kulak vermesi gerekiyor.

Cumhuriyet Meydanı’ndaki koreografiden sonra Cumhuriyet Parkı’nda Doğa Derneği Genel Müdürü Engin Yılmaz ile Türk Halk Müziği sanatçısı Sümer Ezgü basın açıklaması yaptılar. Yılmaz, Burdur Gölü kuruduğunda yöred yaşamın ve tarımın devam etmesinin zor olduğuna vurgu yaptı ve “Göl son 35 yılda üçte birini kaybetti, su seviyesi 12 metre düştü. Gölün kurumasının sebepleri, gölü besleyen yer üstü sularının baraj ve göletlerde tutulması, yer altı sularının ise sondaj kuyularıyla aşırı miktarlarda çekilmesi” dedi. Hemşehrilerine seslenen Ezgü ise Burdur Gölü’nde yüzme öğrendiğini ve çocukluğunu geçirdiğini, şimdi ise can çekişen bir göl görmekten üzgün olduğunu belirtti. “Doğa bir zincirdir, bunun bir halkası koparsa zincir dağılır. Burdur’da göl biterse yaşam biter. Zincirden halkalar biterse biz biteriz. Burdurlular biter ” diyen Ezgü planlamaların çok dikkatli yapılması gerektiğini vurguladı.

 

 

Barış Gençer Baykan – Yeşil Gündem

Beni neden dövüyorsun?

Neden dövüyorsun?

Kocam, polis, baba, ağabey, mafya, sırada tartıştığım adam, çarpıştığım otomobil şoförü, karım, oğlum, koca bekçi köpeği ve küresel ısınma kaynaklı Tsunami, sel…

Beni sevmiyor musun? Dövmenin bana vurmanın, canımı acıtmak istemenin sebebi bu mu? Çünkü benim için en önemlisi bu…

Eğer kızdı isen bana, neden? O istemediğin şeyi yaptığım için mi? O istemediğin şeyi yapmak zorunda kalmış olmam mı? Bana mı kızdın? Ve çok kızdı ve beni cezalandırmak istediysen bu dayak kızgınlığını alıp seni rahatlatacak mı?

Rahatlatacaksa döv tabii. Beraberce mutlu olalım ve ben de seni kızdırmış olmaktan dolayı özür dileyebilmiş olayım. Ama en azından varoluşuma saygı duyarak beni sevmeyi sürdür. Sorun yok.

Kızdın ve bana ceza vermek istiyorsun. En güçlünün sen olduğunu diğer hemcinslerine ispatlamak istiyorsun belki, ya da sahibine, sevdiğine.

Beni sevmeye devam ettiğin sürece sana yardım edeceğim. Senden kaçarak sanki cevap veriyormuş gibi cevap vereceğim. Sen de keyifle beni döveceksin. Böylece hepimiz sonnn derece mutlu olacağız ortak J

Yoksa sadece bu monotonluktan sıkıldın da oyun oynamak, spor yapmak mı istiyorsun?

O halde harika. Artık seninle daha çok oynayacağım. Lütfen bunu bana söyle. Beraber spor yapalım, oynayalım, dans edelim, dövüş sanatları icra edelim, yüzelim.

Derdin buysa söyle lütfen…

Benim yiyeceğimi mi elimden almak istiyorsun yoksa beni döverken? Kafama vurup önümdekini mi alacaksın?

Eğer elimdeki fazlayı paylaşmadığım için almak istiyorsan çok haklısın. Daha fazla döv ki aklım başıma gelsin. Ben de kendimi dövmeliyim, çok teşekkür ederim.

Ancak kendime ve sevdiklerime ancak yetecek kadar olan yiyeceğimi, havamı, suyumu almak için beni dövmek istiyorsan. Ah yoooo, bu beni sevmiyor ve fakat kendini aşırı fazla seviyorsun demektir. Bu durumda ben seni sevmeyerek dövebilirim. Çünkü herkesin hayrı için ders almalısın. Kendime nasıl adil olup dövecekti isem, aynı şekilde ve miktarda seni döveceğim. Ve en büyük-güçlü dövüş üstadı olsan da bu dövüşü kaybedeceksin. Çünkü en temelde vücudunu değil; senin, sana var olduğunu bildiren beynini-aklını-zihnini döveceğim.

Çünkü sorunumuz orada ve en fazla zarar görüp işe yaramıyorsan yok olacağın merkez orası.

Böyle isen seni sevmiyorum ve acımasızca dayak yiyeceksin. Beynini döveceğim senin şiddetsizce.

Ve son bir ihtimal…

Beni seviyorsun ve oynamak istiyorsun. Bu oyunu da dövüşme çalışarak yapmak istiyorsun.

Oh, bu da harika işte.

O halde seninle keyifli keyifli bedenlerimizi test edeceğiz. Sınırlarımızı zorlayacağız. Beni severek ama canımı acıtmak istemeyerek vuracaksın. Ben seni öyle yerden yere atacağım.

Bu durumda sorun yok.

Umarım harika bir dayak yersin, ben buna uğraşacağım ve benden sevgi dolu alacağın tek cevap budur.

Bunun dışında beni dövmekten asla keyif alamayacaksın,

Sen

Kocam, polis, baba, ağabey, mafya, sırada tartıştığım adam, çarpıştığım otomobil şoförü, karım, oğlum, koca bekçi köpeği ve küresel ısınma kaynaklı Tsunami, sel…

 

 

Hakan Ozan Erzincanlı

 

DHKP-C’ye şafak operasyonu

İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, saat 05.30 sıralarında İstanbul genelinde önceden belirlenen adreslere DHKP-C örgütüne yönelik olduğu belirtilen  eş zamanlı operasyonlar düzenledi.

Beyoğlu Okmeydanı Piyalepaşa Caddesi üzerinde bulunan Okmeydanı Haklar ve Özgürlükler Derneği’ne yapılan baskına Özel Harekat ve Çevik Kuvvet ekipleri de destek verdi.

DHKP-C örgütüne yönelik olduğu öğrenilen helikopter destekli operasyonda, evin içinde bulunan şüpheliler slogan atmaya başladı. Kapıları açmayan şüpheliler “Faşistler bizi yıldıramaz” şeklinde slogan atarken, polis ekipleri de ‘koç başı’ ile kapı kilidini kırıp adrese girdi.

Polis yine Okmeydanı’nda Sosyal Meskenler sokakta bir eve girdi. Baskınlarda çok sayıda kişinin gözaltına alınırken, polis baskın yaptığı adreslerde arama yapmaya devam ediyor.

14 Mart 2012’de başta Beyoğlu ve Okmeydanı olmak üzere operasyonda, DHKP-C üyesi 13 kişi  gözaltına alınmıştı.

(T24)

 

Hasan Cemal son yazısı yayınlanmayınca Milliyet’ten ayrıldı

Hasan Cemal, Milliyet gazetesindeki yazılarına,  son yazısının da yayınlanmamasının ardından son verdi.

28 Şubat’ta Namık Durukan imzalı Milliyet’in manşetinde “İmralı zabıtları” başlığıyla yayımlanan görüşme notları yayınlanmış, Cemal’in, bu zabıtlarla ilgili olarak 1 Mart’ta “Barış olgunlaşmış durumda, resmin bütünü sakın ola gözden kaçmasın!” başlığıyla bir yazısı Milliyet’te yayınlanmıştı.

Hasan Cemal ertesi günde aynı konuyu ele alan bir başka yazı kaleme alıp, Recep Tayyip Erdoğan’a seslenmiş “Sayın Başbakan, tarihin eli yine omzunuzda, tarih bazen yaşarken de yakalanır!” başlığı ile bir yazı yazmıştı.

Erdoğan: “Gazeteciliğin batsın”

Bu yazının yayımlandığı gün Balıkesir’de yaptığı konuşmada Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, iddialara göre Cemal’in kendisine seslendiği yazısına kastederek“Gazeteciliğiniz batsın” şeklinde bir açıklama yapmış, konuşması sırasında, “Bu medyanın bazı uzantıları, kalemşörleri şunu yazıyor. Devlet yönetmek başka bir şey, gazete yapmak farklı bir şey. Eğer bu ülkeye bu millete zerre kadar sevdanız varsa şu çözüm sürecine katkıda bulunmak istiyorsanız böyle bir haberi atamazsınız, atmamanız gerekirdi. Bu süreç hassas bir süreç. Eğer böyle gazetecilik yapacaksan, batsın senin gazeteciliğin…” sözleri ile Cemal’i açıkça hedef göstermişti.

Basına göz açtırmamaya kararlı Erdoğan'ın bundan sonra atacağı adımlar merak konusu

Tüm bu gelişmelerin ardından Milliyet’in sahibi Erdoğan Demirören’in, Genel Yayın Yönetmeni Sazak’a, Cemal ile Başbakan’ın çıkışını köşesinde eleştiren Can Dündar’ın yazılarına son verilmesini istediği ileri sürüldü.

İki yazarın gazeteden ayrılması talebinin Dündar’ın yazılarına devam etmesi, Cemal’in ise iki hafta yazılarına ara verdirilmesi formülü ile ertelendiği iddia edildi.

İşte bu iki haftalık süre dün sona erdi ve ne olduysa bu sürenin bittiği gün oldu.

Çandar, “Yayınlanacak mı?” diye sordu, Akın, “Cemal ayrıldı” açıklamasını yaptı

Radikal gazetesi yazarı Cengiz Çandar da Cemal’in iki haftalık süresinin yarın dolduğunu, yazının çıkıp çıkmayacağını merak ettiğini yazdı.

Doğan Akın T24’teki yazısında Cemal’in Milliyet’ten ayrıldığını, “Hasan Cemal, Milliyet’ten ayrılıyor” başlıklı yazısı ile duyurdu ve bugün yayınlanması için gazeteye gönderdiği yazısını T24’te yayınladı.

İşte, Hasan Cemal’in, Milliyet’te yayınlanmayacağı için 15 yıl süren Milliyet macerasına son verme kararı almasını sağlayan, “İki haftadır kapalı olan köşemi açarken – Gazetecilik ve gazeteciler üzerine” başlıklı yazısı:

İki haftadır kapalı olan köşemi açarken – Gazetecilik ve gazeteciler üzerine

Başbakan Erdoğan, Balıkesir’de Milliyet’e dönüp Namık Durukan’ın İmralı Zabıtları haberinden dolayı “Batsın bu gazeteciliğiniz!” dediğinden beri iki haftadır bu köşe kapalıydı.

Tayyip Erdoğan, Balıkesir konuşmasında beni de hedef almıştı. Adımı zikretmemişti ama haberi ve gazeteciliği savunan benim bir cümlemi aynen alıp bana da yüklenmişti.

Ben o cümlede kendi mesleğimin en temel ilkelerinden birini özenle vurgulamıştım. ‘Gazetecilikle memleket idaresi’nin ayrı ayrı konular olduğunu belirtmiş, ikisinin arasından geçen ayırıcı çizgiye işaret etmiştim.

Özeti şuydu:

Demokrasilerde siyasetçi ülke yönetir, gazeteci gazete yapar!

Evet, öyledir.

Demokratik rejimlerde gazeteciliğin sınırlarını özgürlükler ve gazetecilik mesleğinin evrensel ilkeleri çizer; iktidarların bakış açılarıyla milli-gayri milli gibisinden kriterler çizmez.

Gazeteciliğin evrensel ilkeleri içinde, tarifi her zaman kolay olmasa da, hiç kuşkusuz sorumluluk da vardır. Ama bu sorumluluk duygusuyla iktidar odaklarının anladığı ‘sorumluluk’ ille de örtüşmez, örtüşmek zorunda da değildir.

Demokrasilerde gazetecilerle iktidar sahipleri zaman zaman anlaşamaz çatışırlar.

Çok görülür bu durum.

İlişkilerin fena halde gerildiği, bazen kopma noktasına geldiği de olur.

Bu konuda özellikle Amerikan demokrasisinden çok ilginç, renkli örnekler verilebilir.

Şimdi bunları geçiyorum.

‘İmralı zabıtları’ yüzünden Ankara’yla Milliyet arasında yaşanmış ‘olay’ın perde arkasına bugün için girmek niyetinde değilim. Kişiselleştirmek de istemiyorum konuyu…

Böyle bir ‘olay’ benim başıma ilk defa gelmiyor. Ayrıca, yıllar ve yıllar boyu birçok meslektaşım bu yollardan geçti, geçmeye ne yazık ki devam ediyorlar.

Belirtmekte yarar var.

Medya-iktidar ilişkileri bu ülkede öteden beri sorunlu olmuştur. Çünkü siyasal güç odakları her zaman medya ve gazeteci milletini genellikle kendi çektikleri ‘kırmızı çizgiler’le kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Bunun için ekonomik, siyasal ve hukuksal aletlerle baskı uygulamıştır.

Hiç değişmemiştir bu.

Medya patronlarının gazetecilik dışındaki alanlarda mevcut ekonomik menfaatleri de iktidarların elini güçlendirmiştir.

Bir başka deyişle:

Kendi işleriyle ilgili olarak medya sahiplerinin Ankara’ya olan ihtiyaçları ya da Ankara’nın ekonomik konulardaki aşırı gücü -Türkiye’de yargı düzeninin ikinci sınıflığıyla da birleşince- siyasal iktidarlar medyayla daha kolay oynamıştır.

Bir de gazeteciliğe bakış vardır, medya patronlarının bakışı…

1990’ların başıydı.

Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmeniydim. Türk iş dünyasının en büyüklerinden biri, gazete çıkarmak isterken benim de görüşümü almıştı.

Ben de ona sormuştum:

“Neden gazete çıkarmak istiyorsunuz? Avrupa çapında iyi bir buzdolabı fabrikası, iyi bir televizyon fabrikasıyla bankadan sonra bir de iyi gazeteniz mi olsun istiyorsunuz? Yoksa rakiplerinize karşı Ankara’da, iktidarlar nezdinde yeni bir güç odağı yaratmak için mi gazete çıkarmak istiyorsunuz? Ankara’da kendi iş menfaatlerinizi korumak ve geliştirmek mi, yoksa bir de iyi gazete sahibi olmak mı, hangisi?”

Bu konuyu daha önce de yazmıştım. Ama yukarıdaki sorum bugün de geçerli. Ankara’yla, siyasal iktidarlarla medya arasındaki sorunlu ve kusurlu ilişki yapısı, sanıyorum, dün olduğu gibi bugün de yukarıdaki soruda düğümleniyor.

Ama yalnız bu değil.

Bir de ‘gazeteci milleti’nin, özellikle ‘gazeteci eliti’nin iktidar-medya ilişkilerini rayından saptıran ya da rayında tutamayan rollerini de akılda tutmak lazım.

Yöneticiler – ve önde gelen yazarlar – bu ülkede gazeteciliği güç odaklarına karşı olduğu kadar patronlara karşı, hatta patronlara rağmen savunmakta da başarılı olamadılar. Bunun için kendi aralarında mesleki nitelik taşıyan güçlü ortak platformlar oluşturamadılar.

Bu noktayı özellikle vurguluyorum.

Bu konuda, benim de 45 yıllık gazetecilik mesleğimde zayıf notlarım vardır.

Ayrıntıya girmiyorum.

Şimdilik girmek de istemiyorum.

İktidar-medya, iktidar-gazeteci, gazeteci-patron ilişkilerinde taşların yerli yerine oturabilmesi için, hiç kuşkusuz, gazeteci milletinin de mesleki görev ve sorumluluğu vardır.

Bu noktayı gözardı etmeyelim.

Olan biteni, eli kolu bağlıymış gibi ya da kendisini ilgilendirmiyormuş gibi seyretmek, yani kayıtsız ya da nemelazımcı tavır, demokrasi ve hukuk devletinin bu ülkede ikinci sınıflığa mahkûm olmasında önemli rol oynamıştır.

Gazetecilik bayrağını ne kadar yüksekte tutarsak, kendi mesleğimizin bağımsızlık ve özgürlüğüne ne kadar sahip çıkarsak, Milliyet’in başarılı Genel Yayın Yönetmeni Derya Sazak’ın deyişiyle inadına gazetecilik çizgisinde ne kadar yürüyebilirsek, bu ülkede demokrasi ve hukuk çıtası da o kadar yükselir.

Bu konu, Türkiye’nin ‘Kürt sorunu’yla ilgili olarak bugün geçmekte olduğu hayati dönemde çok daha büyük bir önem taşıyor. Demokratik hukuk devleti çıtası ne kadar yükselirse, bu ülkenin barış ve huzur kapısı o kadar açılır.

Biz gazeteciler mesleğimizi ne kadar iyi yaparsak… Gazeteci gazeteciliğini, patron patronluğunu, siyasetçi siyasetçiliğini ne kadar iyi bilirse… Hiç kuşkunuz olmasın, herkesin kafası rahat eder, herkes daha huzura varır ve bu ülkede demokrasiyle barışın taşları çok daha çabuk yerli yerine oturur.

Mesleğini çok uzun yıllardır gerçekten seven bir gazeteci olarak her şeye rağmen, birçok olumsuzluğa rağmen geleceğe umutla bakıyorum.

Bu açıdan duygu ve düşüncelerim özellikle son iki haftada yaşadıklarımla daha bir güç kazandı diyebilirim.

Hadi, işimize bakalım.

İşimizi daha iyi yapalım.

İki haftalık mecburi aradan sonraki ilk yazımı noktalarken, daha iyisini yazabilirdim diye de düşünmeden edemiyorum doğrusu…”

(Bianet, T24, Radikal, Yeşil Gazete)

 

 

 

 

Çanakkale’nin unutturulan gayrimüslim şehitleri – Emre Ertani

*Osmanlı ordusundaki Ermeni askerleri, 1915

2015’in yaklaşmasıyla birlikte, bir süredir Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümünü farklı gündemlerle karşılaştırmalı bir çerçevede ele alma çabalarındaki artış dikkat çekiyor. Bu noktada özellikle 100. yıldönümü aynı tarihe denk gelen Çanakkale Savaşı’nın Soykırım anmaları ile karşı karşıya getirilmeleri söz konusu. Bu yaklaşımın resmi siyasetteki en belirgin işareti Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun iki yıl önce katıldığı bir toplantıdaki şu açıklamasıyla verildi: “Bütün dünyaya 2015 yılını tanıtacağız. Bazılarının iddia ettiği gibi ve iftira ettikleri gibi bir soykırım yıldönümü olarak değil, bir milletin şanlı direnişinin, Çanakkale direnişinin yıldönümü olarak tanıtacağız.”

Acıları mukayeseli ele almanın ahlâki sorunu bir yana, söz konusu yaklaşımın siyaseten de çok sakıncalı bir yanı var. Zira resmi tarih bahsetmekten imtina etse ve Ermenileri ‘ihanet’ etiketiyle yaftalamak istese de, Çanakkale’de pek çok gayrimüslim asker Osmanlı’yı savunmak için savaştı ve canını feda etti.

Tarihin bu fazla konuşulmayan alanı için Prof. Ayhan Aktar’ın yayına hazırladığı ‘Yüzbaşı Sarkis Torosyan Çanakkale’den Filistin Cephesi’ne adlı kitabı bir fırsat ifade ediyordu. Ancak  Çanakkale’de savaşan Sarkis Torosyan’ın hikâyesi, kitabın ekseninde ortaya çıkan polemiklerin gölgesinde kaldı. Oysa Osmanlı Ordusu için savaştıktan sonra ailesi Suriye çöllerine sürülen Torosyan, bu iki acının birleştiği esas zemini anlatmak için çok uygun bir örnekti.

II. Meşrutiyetle birlikte  Osmanlı Ordusu’na kabul edilmeye başlanan gayrimüslimlerin katkıları ilk başlarda İttihatçılar tarafından övgüyle karşılanmıştı. Alman misyoner doktor Johannes Lepsius, tarihe şu manidar kaydı düşecekti: “Harbiye Nazırı Enver Paşa Şubat ayında Kafkas cephesinden İstanbul’a döndüğünde katıldıkları mücadelede Ermeni alayının sergilediği örnek davranış ve cesaretten dolayı Ermeni Patriği’ne özel memnuniyetini belirtti…”

Bu yıl da 18 Mart’ta Şehitleri Anma Günü ve Çanakkale Deniz Zaferi’nin 98. yıldönümü anılmaya hazırlanırken, farklı kaynaklardan derlediğimiz Çanakkale Savaşı’nın gayrimüslim askerlerine ilişkin haberimizle tarihin bu boşluğuna katkıda bulunmayı diliyoruz.

‘Öteki’ askerlerin anlatılmamış hikâyesi

Milliyet gazetesinden Mehmet Gündem, 2005’te ‘İmparatorluğun Öteki Çocukları Gayrimüslim Vatan Şehitleri’ başlıklı yazı dizisinde Çanakkale’de 105 gayrimüslim askerin şehit olduğunu belirterek şöyle demişti:

“Bizde ‘Mehmetçik’ kavramının çağrıştırdığı isimler Ahmet, Mehmet, Ali, Mustafa olmuştur. Bu ülkede yüzyıllardır birlikte yaşadığımız gayrimüslimler var. Osmanlı’da paşa konumuna kadar yükseldiklerini, padişahların özel iltifatlarına mazhar olduklarını biliriz, ama onların isimlerini biz ‘Mehmetçik’ içinde saymıyoruz. Sanki savaş zamanı bu insanlar cepheye hiç uğramamış, aniden ortalıktan kaybolmuş gibi bir kanaat oluşmuş. İmparatorluğun öteki çocukları, Osmanlı’yla aynı kaderi paylaştılar. Çanakkale’de, Filistin’de, Şark Kafkas cephelerinde, Irak’ta, Galiçya’da, Romanya’da, Yanya’da, Sırp Karadağ’da… Mehmetçik’le omuz omuza çarpışan, aynı siperde ruhunu teslim edenler arasında İsak, İlya, Simon, Mihail, Yuala, Murdaray, Nesim, Kasapyan, Yanko, Kostanti, Yorgi, Yakup, Agop, Bedros, Dimitri, Esteban, Liyon, Kirkor, Berho, Hıristo, Mişon, Sarafyan, Lahdo, Savme de vardı.”

Karşılıklı çarpışan Pastırmacıyan kardeşler

Rober Koptaş, New York’ta yapılan Ermeni-Türk Araştırmaları Çalıştayı’ndaki sunumunda Erzurumlu Pastırmacıyan kardeşlerin hikâyesini paylaşmıştı. Biri, Rusların yanında Osmanlı’ya karşı savaşan eski mebus Karekin Pastırmacıyan, diğeri ise Mekteb-i Harbiye mezunu, Ruslara karşı Osmanlı ordusunda çarpışırken yaralanan kardeşi subay Vahan Pastırmacıyan…

Karekin Pastırmacıyan’ın, anılarında Vahan adlı biraderinden söz ettiğini bilen Koptaş, aynı Vahan olması kuvvetle muhtemel bir kişiye, Tuğgeneral Ziya Yergök’ün anılarında rastlamış. Ardından, Hratch Tarbassian imzasıyla, 1975’te ABD’de yayımlanan ‘Erzurum’ kitabında, iki kardeşi birlikte gösteren aile fotoğrafına ulaşmış. Bu fotoğrafta, Osmanlı üniformasıyla görülen Vahan Pastırmacıyan, Sarıkamış’ta Ruslara karşı, o zaman binbaşı olan Yergök’ün komutasındaki 83’üncü Alay’da savaşmış. Sami Önal tarafından yayına hazırlanan ve Remzi Kitabevi’nce 2005’te basılan ‘Tuğgeneral Ziya Yergök’ün Anıları: Sarıkamış’tan Esarete’ kitabında şu ifadeler yer alıyor:

“Alay’ın atılgan, değerli subaylarından biri de Meşrutiyet döneminde İstanbul Harbiyesi’ni bitiren Asteğmen Erzurumlu Pastırmacıyan Vahan’dı. Bu subay Köprüköy muharebesinde bacağından yaralanmıştı.”

* Ünlü Ermeni araştırmacı Hagop Siruni Osmanlı ordusundaki redif subaylarıyla beraber, (1914)

215 tabip şehidin 82’si gayrimüslim

Albay Adnan Ataç’ın, ‘20. Yüzyılda Şehit Olan Türk Sağlık Subayları’ adlı kitabında yer verildiği üzere, 1918’e kadar askeri hekim olarak görev yapan Mazhar Osman’ın Harbiye Nezareti Sıhhiye Dairesi İstatistik Şubesi’nden aldığını belirttiği listedeki 215 şehidin 82’si gayrimüslimdi. Bir tıp kongresinde Mahzar Osman, “Her yerde her vesile ile yaşamaya layık olan o fedakâr isimlerin, onların en ziyade acıyan, hatıraları ile en ziyade yaşayan siz efendilerimin huzurunda tekrarı farzdır. Listeyi işte kemal-i teessürle (üzüntüyle) okuyorum. Şüheda-yı müşarün ileyhimin (adı geçen şehitler) hatıralarını tazimen ayağa kalkmanızı rica ederim” diyerek hayatını kaybetmiş bu değerleri meslektaşları ile birlikte anmıştı.

 

* Galatasaray Lisesi’ndeki “Şehit olan Galatasaraylılar” köşesinde pek çok gayrimüslimin adı var.

Galatasaraylı gayrimüslim şehitler

Galatasaray Lisesi’nin içinde ‘Vatan Uğruna Şehitlerimiz’ başlığıyla yer alan özel bölümde Galatasaraylı şehitler anılıyor. Onların içinde gayrimüslimler de var. İşte onlardan ikisinin hikâyesi:

Mıgırdiç Dikranyan: Mekteb-i Sultani II. sınıf talebesi ve kulübün I. takım futbolcularından olduğu halde I. Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılır. Temmuz 1916’da Bitlis’te şehit olur.

Agop Elmasyan: 1880 Mekteb-i Sultani mezunudur. 60 yaşında olmasına rağmen I. Dünya Savaşı’na gönüllü doktor olarak katılır. Çanakkale’de yaralıları tedavi ettiği sırada, bombardıman sonucu 23 Şubat 1918’de şehit düşer.

Yüzbaşı Dr. Parunak Avedisyan Gümüşhane’de ‘nasıl kayboldu?’

Sarkis Seropyan

İzmit eşrafından, tanınmış bir aile olan Avedisyanlar, kentin kalburüstü Beyazyan ailesinden gelin aldılar evlerine. Zaruhi, bu ailenin İstanbul Kadırga Askeri Tıbbiyesinden mezun oğlu Doktor Parunak’la evledi. Doktorun önce Karadeniz sahilinde Polathane’ye ardından da Gümüşhane’ye tayini çıkınca, dört çocuğunu ayrı yerlerde dünyaya getirdi.

Önce evinin direğini, orduda Yüzbaşı rütbesiyle görev yapan Tabip Parunak Avedisyan’ı alıp götürdüler. Ninem Zaruhi, gece olup da doktor eşi eve gelmeyince, tanıdığı ‘hatrı sayılır’ kişilere başvurdu. Birileri Gümüşhane çıkışındaki vadide cesetler gördüğünü, doktorun da aralarında olabileceğini fısıldadı kulağına. İnanmadı söylenenlere, olmazdı öyle şey, olamazdı. Tabip yüzbaşıydı o, devletin zabiti, ta Bayburtlara kadar hastalanan herkesin yardımına koşardı. Ancak bir daha geri dönmedi doktor, dönemedi.

Emre Ertani – Agos

 

Süreç tartışmaları – Adil Bayram

Kürtler ve demokratik güçler gerçekten çok coşkulu bir Newroz kutluyorlar. Coşku ve heyecanın bu kadar yüksek olmasında yeni süreç tartışmalarının payı var. Çünkü Newroz aynı zamanda yeni başlangıç yapma anlamına geliyor.

Kürtlerin ve demokratik güçlerin bu Newroz’daki tutumları ve talepleri son derece net. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın geliştirmeye çalıştığı yeni sürecin ardında duruyorlar. Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünü ve Türkiye’nin demokratikleştirilmesini istiyorlar. Bu konuda son derece net ve kararlı görünüyorlar.

Newroz ateşi her geçen gün yükselirken, İmralı’dan yeni mesajlar bekleme sabırsızlığı da artıyor. PKK Lideri’nin gönderdiği üç mektuba muhatapları tarafından gereken cevabın verildiği ifade ediliyor. Mektuplar İmralı’ya ulaşmak üzere şimdi yolda. PKK Lideri’nin mesajı Newroz öncesinde üçüncü heyet tarafından getirilecek. Bu mesaj herkesi rahatlatırken Newroz coşkusunu da büyütecek.

Bunlar gündelik yaşamda görülenler. Gündelik yaşamda bir yandan bunlar olurken, diğer yandan da yoğun tartışmalar yaşanıyor. Çok yönlü tartışma ile herkes yeni süreci anlamaya çalışıyor. Hem gerçek yüzler netleşiyor, hem de yeni yüzler ortaya çıkıyor.

Her şeyden önce, sözkonusu tartışmaların bize özgü yöntemlerle yürütüldüğünü ifade etmek lazım. Zaten başka türlü de olmaz. Bu açıdan parçalı, yüzeysel ve dağınık olması doğal. Bu içeriksiz ve çoğunda suçluluk psikolojisi yansıyan tartışmaların nereye varacağı da şimdilik pek belli değil.

İçinde kısmi farklılıklar olsa da iktidar cephesinden ileri sürülen görüşler benzer. Her şeyden önce, üslupta gözle görülebilen bir değişiklik var. Aynı zamanda umut ve güven içeriyor. AKP’liler bu sözlerle bir yandan kendilerini cesaretlendirirken, diğer yandan da toplumun umutlu olmasını sağlamaya çalışıyor.

AKP kanadından yazar Fehmi Koru, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar açık sözlü. Sürecin yeni bir mücadele süreci olduğunu belirtiyor ve PKK’yi şimdiye kadar olduğundan çok daha açık eleştiriyor. “Ben görüşlerimden ve üslubumdan vazgeçmem” diyor. PKK’nin de kendi görüş ve üslubundan vazgeçmeyeceğini belirtiyor. Hayretler içinde “O halde olan ne?” diye soranlara ise, çok açık bir biçimde “Silahlar susacak ve fikirler mücadele edecek” diyor.

Fehmi Koru, AKP’nin yapmaya çalıştığını en iyi okuyan ve en açık bir biçimde ifade eden bir danışman oluyor. Fehmi Koru’ya göre tarafların görüş ve amaçları değişmiyor, sadece mücadele yol ve yöntemleri değişiyor. Yeni süreçte silahlar geri çekilerek siyasal mücadelenin öne çıkacağı anlaşılıyor.

Fehmi Koru ve benzerleri sözkonusu mücadeleye çoktan hazırlanmış. Başarılı olabilmek için biraz da sabırsızlıklar içine girdikleri gözleniyor. Kürtlerin ve demokratik güçlerin de en az Fehmi Koru kadar süreci doğru anlamaları ve başarılı pratikleştirmeye hazır olmaları gerekiyor.

Tartışmanın bir ucu kuşkusuz MHP. Devlet Bahçeli hakaretamiz sözlerle tabanını tutmaya çalışıyor. Bu tartışmalarda gerçekten de MHP’yi ciddiye almamak gerektiği gibi, onun seviyesine de asla düşmemek gerekiyor. Faşizmin her zaman ve her yerde yaşadığı aşırı korkuyu bastırabilmek için çok bağırdığı herkes tarafından biliniyor.

Ayrıca ulus-devlet zihniyetinin esas sahibi CHP dururken, faşist uç MHP ile uğraşmak pek de anlam ifade etmiyor. Esas devlet ulusçu zihniyeti teşhir olan CHP’nin gösterdiği refleksler ilginç oluyor. Öyle ki, “tek Türk ulusu” ifadesi dışında CHP’nin ne söylediğini kimse anlamıyor. Kemal Kılıçdaroğlu bunu biraz anlamış olacak ki, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşme temelinde çarketmeye çalışıyor.

CHP’nin sorduğu ve kabul edemediği husus şu: Madem PKK’yi muhatap alacaktık, o halde otuz yıldır niçin savaştık? CHP için yanıtlanması ve halka anlatılması çok zor olan bir soru. Halbuki bize göre yanıtı çok kolay. Tekçi ulus-devlet milliyetçiliğini ve şovenizmini esas aldığınız için! Bu zihniyet ve politika Kürtleri inkar edip imha saldırılarını gündeme getirdi.

Belliki CHP’nin bu gerçeği özümsemesi ve geçmişi topluma izah etmesi çok zor olacak. Bunun için kendi içinde bir demokratik devrimi yaşaması gerekiyor. Bunu yapamadığı müddetçe “O halde biz bu haltı niçin yedik” deyip duracak.

BDP’ye gelince, biraz fazla heyecanlı ve aceleci olduğu gözleniyor. Aynı zamanda biraz da dağınık. Mutlaka bir şeyler söyleme gereğini fazlasıyla hissetmesi, çoğu BDP sözcüsünü biraz da frensiz yapıyor. BDP’ye göre PKK çok daha dikkatli ve sabırlı. Kumaşı kesmeden önce yedi kez ölçme yöntemini izliyor.

Geçmişten beri Kürtlerle daha çok ilgili olan bazı liberal aydın ve demokrat yazarın sürece karamsar baktığı gözleniyor. Böyleleri AKP’nin güvenilmez ve çözüm programından yoksun olduğunu belirterek dikkatli olmaları için Kürtleri uyarıyorlar. Elbette uyarıları dostçadır ve Kürtler tarafından ciddiyetle değerlendirildiği de kesindir.

Bu tür çevrelerin AKP karşısındaki duyarlılıkları elbette anlamlı ve önemlidir. Fakat biraz psikolojik savaşın etkisinde fazla kaldıkları gözlenmektedir. MİT’le ilişkilerinin çok sıkı olduğu anlaşılan bazı yazar ve genel yayın yönetmenlerinin yazıp söyledikleri bu tür çevreleri haddinden fazla etkilemektedir. Gerçek bilinmeyince böyle olması elbette doğal. Halbuki bu tür çevreler Fehmi Koru’ya biraz daha yakından baksalar süreç hakkındaki bilgileri fazlasıyla artar. Biraz da Kürtlere güvenmek lazım. Acaba yine hata mı yapıyorlar endişesi Kürtleri küçük ve zayıf görmekten kaynaklanıyor. Bu tür yaklaşımları artık tümden aşabilmek gerekli.

Oysa anlaşılan o ki, Fehmi Koru’nun belirttiği gibi, sadece mücadele yol ve yöntemleri değişiyor. Silah geriye çekilerek siyasal mücadele öne çıkıyor. Eğer bunu AKP istiyorsa, o durumda PKK bundan kaçınabilir mi? Kaçındığı an kaybedeceği açık. Yok eğer bu gelişmeye PKK öncülük ediyorsa, o zaman Kürtlerin ne kadar kendilerine güvendikleri açığa çıkar.

Belliki Kürtler bilinçli ve örgütlenmelerine çok güveniyorlar. O nedenle sık sık mücadele yol ve yöntemlerinde değişiklik yapıyorlar. Devrimci arayışçılık da bunu gerektirir. Liberal aydın ve demokratların bu gerçeği çok iyi anlamaları gerekir. Kırk yıllık kesintisiz mücadele içinde pişen Kürtleri kandırmak çok zordur. Bu gelişmeye daha çok güvenmek gerekir.

Kuşkusuz Kürt özgürlük mücadelesinde silahlı direniş çok önemli rol oynamıştır. Fakat her şeyin silah olmadığı, Kürtlerin siyasi ve ideolojik mücadeleyle de kazanmayı bildikleri defalarca kanıtlanmıştır. Şimdi de benzer bir pratiği pekala gerçekleştirebilirler. Hem siyasal mücadele kendini daha iyi anlatır, farklı kesimleri daha çok harekete geçirir ve katar. Türkiye toplumuna daha çok hitap eder. Bunları aydın ve demokrat çevrelerin görmemesi mümkün değildir. Fakat bu durum, Türkiye aydın, yazar ve demokratlarına daha çok görev yükleyip, siyasetin içine daha çok çeker. Belki de sözkonusu çevrelerin itirazı burayadır. Yeni sürecin kendilerine görev yüklediğini gördükleri için, bundan kaçınmak amacıyla itiraz etmektedirler.

Oysa bu yaklaşım ve ruh hali doğru değildir. Değişen süreç herkesi değiştirmeli, yeni süreç herkese yeni ruh vermeli, hiç kimse tarihsel sürecin kendine yüklediği görev ve sorumluluktan kaçmamalıdır. Doğru olan ve Kürtlerin geliştirmeye çalıştığı yeni sürece denk düşen demokratik tutum budur. Bu inançla herkesin Newroz’unu kutluyorum!..

Adil Bayram – Özgür Gündem

Hamsiciler yarışıyor

Slow Food Mayıs ayında yapılacak Cenova etkinliği için hamsi yarışması düzenliyor. Bu yarışmanın konusu en gürbüz hamsi veya daha çok hamsi yakalama ya da bir oturuşta en çok hamsi yemek değil; hamsi yemekleri.

Slow  Food’un bir alt kolu olan Slow Fish herkesi küçücük boyunda dev gibi bir lezzet taşıyan hamsinin onur konuğu olacağı bir yarışmaya davet ediyor!

Slow Food aperitif olarak sunulacak küçük tadımlık tarifler arıyor. Slow Food’dan yapılan açıklamada yarışmaya geleneksel ya da modern mutfak önerilerinden, profesyonel ya da ev tariflerine kadar tariflerin katılımına açık olduğu belirtilmiş. Hazırlanacak soğuk ya da sıcak tarifler için farklı birçok malzeme kullanılacağı gibi bunları en aza indirgemek de mümkünmüş.

Yarışmaya katılmak için hamsi tariflerini 1 Nisan 2013 tarihine kadar  Slow Food’a ulaştırmak gerekiyor ([email protected]). Akredite bir jüri ise bu tarifler üzerinden bir değerlendirme yaparak, 9-12 Mayıs tarihleri arasında Slow Fish etkinliği içerisindeki Bistro alanında pişirilecek finalist reçeteleri belirleyecek. Kazanan tarif ise etkinlik içerisinde belirlenerek, “Mangiate l’achoveta” kampanya posteri ile taçlandırılacak. Peru Cayetano Heredia Üniversitesi tarafından başlatılan bu önemli girişim, hayvan yemi yapımı için tezgahları yerle bir eden aşırı avlanmanın önüne geçmeyi ve vatandaşları yavaş yavaş sürdürülebilir bir alternatif olan hamsi tüketimine teşvik etmeyi hedefliyor.

Her ne kadar Karadeniz bölgesinde yaşayan vatandaşlarımız hamsiye sahip çoksa da hamsi geleneksel olarak birçok kültürde hem kıyı kesimlerde hem de iç bölgelerde çok önemli rol oynamıştır. Roma İmparatorluğu’ndan kentleşmiş Japonya’ya, Guatemala’nın güneydoğu dağlık bölgesi And Dağları’nın ilk uygarlıklarına kadar hamsi çiğ, kurutulmuş, tuzlanmış, tütsülenmiş ve fermente edilerek tüketilmiştir.

Karadeniz kıyılarında yaşayan halk hamsiyi yerel kültürlerinin önemli bir parçası olarak benimsemişlerdir ve böreğinden turşusuna kadar bir çok hamsili ürün geliştirmiştir. Hamsinin Türkiye’nin Karadeniz kıyıları dışında da çok sevildiği ve bir çok bölge mutfağında da yaygın olarak kullanıldığı biliniyor. Özellikle İtalyan “la colatura” (hamsinin tuzlama işlemiyle elde edilen sıvı) ya da fermente balıktan elde edilen Asya sosları gibi yan ürünleri de unutmamak gerekir.

Deniz besin zincirinin en alt halkasında bulunan hamsi, insanların tüketimi için sürdürülebilir bir alternatif olmakla birlikte diğer küçük balıklar gibi büyük deniz canlıları için de çok önemli bir besin kaynağıdır. Bol miktarda rezerv, hızlı üreme ve kısa yaşam döngüsü. Bununla birlikte son zamanlarda bazı tartışmalı uygulamalar belirli alanlarda bu türün sağkalımını tehlikeye soktular. Örnek olarak, dünyanın en büyük balık biyokütlesini oluşturan Peru hamsisi: yaklaşık olarak yeryüzünde tutulan balıkların %8’ini oluşturan balığın tonu 150 dolar nominal fiyatla hayvan yemi olmak üzere satılıyor.

Slow Food bu ufak balğın mevcut gıda sistemindeki saçmalığın farkına varmamıza yeteceğini söylüyor. Sürdürülebilir balıkçılık ve balıkçılık kaynaklarının korunmasının günlük sorunlar arasında olduğu bir zamanda, FAO verilerine göre tutulan balığın % 40’nın daha az sağlıklı bir besin kaynağı olan hayvan yemi üretimi için çevreye ve doğaya zarar vererek korkutucu hacimde CO2 üreten bir endüstri sistemine dikkat çekiliyor.

 

Slow Food’un hamsi yarışmasına katılmak için:

 

• Tarifi ifade eden bir isim

• 10 kişilik malzeme listesi (her kişiye birer lokmalık tadımlık porsiyonlar düşecek şekilde)

• Tarifin hazırlanışına ait detayların, gerekli pişirme ve hazırlama sürelerinin ifade edildiği bir tarif metni.

• Mümkünse tarifte kullanılan hamsinin avlandığı bölgenin belirtildiği metnin

1 Nisan 2013 tarihine kadar elektronik posta yoluyla ([email protected]) adresne gönderilmesi gerekiyor.

Atıştırmalık hamsi tariflerine dair bir hikayenin de olması yarışma için şart olmasa da kültürün yaşatılması için özellikle istenmiş.

 

(Yeşil Gazete)

 

Hugo Chavez: Monsanto ve GDO’ya karşı duran ilk lider

Venezuela Başkanı Hugo Chavez, ülkesinde çok sevilmesi, emperyalizm karşıtlığıyla ve çok renkli kişiliğiyle, kuşkusuz nevi şahsına münhasır biri olarak hatırlanacak. Belki daha az bilinen bir yönü ise Monsanto ve GDO’lu tohumlara hayır diyen ilk lider olması. 

2004 yılında, 60 milyondan fazla çiftçiyi temsil eden bir uluslararası çiftçi kuruluşu La Via Campesina Chavez Yönetimi’nin Monsanto ile anlaşma imzaladığını öğrenince, yönetimi Monsanto ve Cargill’in Venezuela’da transjenik soya üretimi yapmanın yollarını aradıklarına dair uyarır.
Bunun üzerine Nisan 2004’te Chavez, “bu proje bitti” der, Venezuela topraklarında GDO’lu tarım yapılmasını yasakladığını açıklar. Böylece Başkan Chavez, Monsanto’nun 2,000 kilometre karelik bir alanda GDO’lu soya üretme planlarına da engel olmuş olur. Chavez, bu kararını Venezuela Anayasası’nda yer alan Gıda Egemenliği ve Güvenliği maddelerine aykırı olduğu için aldığını belirtir. Chavez, bu tarım alanlarının Monsanto’nun GDO’lu soyası yerine yerel bir bitki olan yuka üretimi için kullanılacağını ve dünya çiftçilerinin yararlanabileceği ve yerel tohumların korunacağı büyük bir tohum bankasının kurulacağını açıklayarak büyük bir adım atar.
Günümüzde Güney Amerika’daki soya üretimi gerçek bir çevre felaketi olarak nitelendiriliyor.
Yüksek protein içerikli soya fasulyesinin yaklaşık %80’ini hayvan yemi olarak kullanılmakta. 2010 verilerine göre, dünya soya üretiminde %33 ile birinci sıradaki ABD’yi, %27 ile Brezilya ve 21% ile Arjantin takip ediyor. Dünya soya üretimin %77’i GDO’lu soya. Arjantin, Brezilya, Paraguay, Uruguay, Şili ve Bolivya’da soya üretimini sadece GDO’lu soyadan oluşmakta ve büyük kısmı ithal amaçlı.
“Yeşil Altın” olarak görülen GDO’lu soya üretiminin, bir de genel olarak monokültür olarak uygulandığını da unutmayarak, bu ülkelerde yol açtığı çevre felaketlerini genel başlıklar altında toplayabiliriz:
  • İklim değişikliği, ısı artışı, su havzalarının kaybolması ve sera gazı emisyonu
  • Biyoçeşitliliğin azalması
  • Ormanların yok edilmesi
  • Aşırı pestisit ve herbisit kullanımına bağlı olarak toprak, su, insanlar ve vahşi tabiatın zehirlenmesi
  • GDO’lu tarımın yayılması
  • Toprak mülkiyetinin çiftçiden kurumsal şirketlere geçmesi
  • Gıda egemenliğinin yitirilmesi
  • Açlık oranında artış yaşanırken, kurumsal karlılığın da artması
  • Yerel halkın taşınmak zorunda kalması

Bazı çarpıcı örnekler:
  • Brezilya’da, Amazon bölgesinde 1,2 milyon hektardan daha büyük bir alan soya üretimi için yok edildi (2010 verileri). 2007’de GRAIN yayınladığı bir bildiride önümüzdeki 10 yıl içinde soyanın Amazon Havzası’nın çoğunu ele geçireceğine ve işler bu hızla giderse tropik ormanın kuruyarak bir bozkıra dönüşebileceğine ve Brezilya’nın önlem alması gerektiğine dair uyardı. Bunun sadece Brezilya’yı değil, tüm dünyayı ilgilendirmesinin nedeni ise Amazon Ormanı’nın devasa bir biyokütle olarak küresel iklimi düzenlemede oynadığı rol. Amazon Ormanı’nın yok olması, kendi başına atmosfere 90 milyar ton karbon salınmasına yol açarak küresel ısınma %50’lik bir ivme kazandırmaya yeterli.
  • Paraguay’da Atlantik Yağmur Ormanı’nın tahminen %90’nın ekim alanı için yok edildi, binlerce bitki çeşidi, yüzlerce ender kuş ve jaguar gibi nesli tükenmekte olan hayvanlarla birlikte. (2011 verileri)
  • Arjantin’de soya üretimine ayrılan 18 milyon hektarlık alan, ülkenin tarım alanın %50’sinden fazlasına tekabül ediyor.(2010 verileri)
2012’de Peru GDO’lu gıda ithaline, üretimine ve kullanımına 10 yıllık bir yasak getirdi. Aynı yıl, Meksika ise kendi mısır türlerini korumak için GDO’lu mısır ekimini yasakladı. Ancak bu iki iyi haber haricinde, bu bölge GDO’nun insan sağlığı ve doğa üzerindeki tüm tehlikelerine açık. Venezuela’nın bu kadar erken bir tarihte GDO’ya hayır demesinin değeri bugün daha net olarak görünüyor.
Ayşe Bereket 

Nükleer enerji çağı son demlerini yaşıyor

Dünyada nükleer enerjiye ilgi giderek azalıyor. Çünkü nükleer tesislerin maliyeti giderek artıyor, buna karşın elde edilen kâr ise düşüyor ve nükleer enerji, diğer enerji kaynakları ile yarışta geride kalıyor.

Japonyada yapılan bir nükleer protestosunda yer verilen bez afişte, "Nükleer çağı sona erdi. İstersen güneş ve çiçek birliğine katıl" yazıyor

Bağımsız enerji ve nükleer politika analisti Mycle Schneider, 1997’de “alternatif Nobel” olarak bilinen Doğru Yaşam Ödülü’ne layık görülmüştü. Son 30 yıldır dünyadaki nükleer enerjinin gelişimini izleyen Schneider, her yıl açıklanan Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’nun hazırlanmasına da öncülük ediyor:  Schneider “Reaktör sayısının en yüksek düzeye ulaşmasının üzerinden 10 yıl geçti. Nükleer enerjinin toplam enerji tüketimindeki payı da azalıyor. 20 yıl önce dünya çapında kullanılan enerjinin yüzde 17’si nükleer kaynaklı iken, günümüzde bu oran yüzde 11’e gerilemiş durumda. Bu eğilimin başlıca nedenleri, kamuoyu bilincindeki değişim ve ekonomik etkenler. Nükleer enerji giderek pahalanıyor ve diğer enerji kaynaklarının rekabet gücü artıyor.” şeklinde konuşuyor.

Avrupa’nın enerji devlerinden olan Alman RWE şirketinin baş stratejisti Thomas Birr de yeni nükleer santral inşa etmenin artık gözde olmadığını vurguluyor: “Bizim faaliyetlerimiz için artık uygun bir model değil bu. Masraf riski çok yüksek, elektrik üretimi çok pahalı, planlama ve inşaat süreleri çok uzun. 12 ila 15 yıldan önce kâra geçmek mümkün değil. Bu yüzden nükleer santrallere yatırım bizim için cazip değil artık.”

Ancak bütün ülkeler, nükleer santral planlarından vazgeçmiyor. İngiltere, Çek Cumhuriyeti ve Polonya, Avrupa’da nükleer enerjiye yatırımı sürdüren ülkeler. Bunun arkasında bilgi ve alternatif eksikliğinin bulunduğunu belirten Schneider, rekabet gücü olmayacağı için bu yeni santrallerin tamamlanacağına pek inanmıyor.

Nükleer enerjinin parlak bir geleceğinin olmadığı Fransa örneğinde de görülebiliyor. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, nükleer enerjinin payını yüzde 80’den 2025 yılına kadar yüzde 50’ye indirmeyi planlıyor. Enerji analisti Schneider de, nükleer enerjinin dünyada tüketilen enerjideki yüzde 11’lik payının 2030 yılına kadar yüzde 5’e ineceğini tahmin ediyor.

Schneider, Akkuyu Nükleer Enerji Santrali için ise şunları belirtiyor: “”Türkiye’deki projenin tümüyle Rus nükleer endüstrisi tarafından finanse edilmesi öngörülüyor. İnşaatın tamamlanmasından sonra üretilen elektrik Türk işletmelere satılacak. Rusya’daki nükleer enerji sanayisi, petrol ve doğal gaz sanayisi tarafından sübvanse edilmeye devam ettikçe, yani nükleer enerji üretimi devlet garantisiyle teşvik edildikçe, bu tür modeller düşünülebilir. Ancak benzeri finansman modelleri en fazla 1-2 nükleer santral için söz konusu olabilir. Yani dünya çapında bu yolla inşa edilebilecek reaktör sayısı yok denecek kadar az olacaktır.”

(Deutsche Welle Türkçe)

3. Heyet İmralı’ya hareket etti

İmralı adasına giden üçüncü BDP heyeti, kendilerini Mudanya’dan adaya hareket etti.

3. İmralı Heyeti içinde BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş da bulunuyor

Gazeteciler bugün yola çıkacağı daha önceden kesinleşen heyet için, Ataköy’deki limanda beklerken, 3. heyetteki üç BDP’li Mudanya’dan hareket ederek İmralı’ya gitti. Daha önce gerçekleşen iki ziyarette de Ataköy Marina’dan hareket edilmişti.

Öcalan ile görüşecek üçüncü heyette; BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın yanı sıra ikinci heyette de yer alan, Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder de bulunuyor.

Öcalan’ın, üçüncü heyet ile yapacağı görüşmede “çatışmazlık ve PKK’lı grupların Türkiye dışına çıkışı” çağrılarına da yer verdiği öne sürülen Kürt sorununun çözümüne ilişkin “Yeni Yol Haritası” metnini BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş başkanlığındaki heyete teslim edileceği iddia ediliyor.

Söz konusu metnin ise 21 Mart tarihinde Diyarbakır’daki Nevruz kutlamaları sırasında okunması bekleniyor.

BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan, İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder ve Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, Öcalan’la 23 Şubat’ta bir görüşme gerçekleştirmiş, Öcalan’ın kaleme aldığı ve BDP, Avrupa ile KCK’ye yönelik mektupları muhataplarına iletmişti.

Üçüncü heyet bu mektuplara verilen yanıtları götürmek ve Öcalan’ın yanıtlardan sonra yapacağı açıklamayı almak için adaya gitti.

(T24)