Ana Sayfa Blog Sayfa 4376

Barış ve Anayasa – Arif Ali Cangı

0

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eşsözcüsü Arif Ali Cangı‘nın 24 Mart Pazar günü İzmir Tepekule Sergi Sarayı’nda gerçekleşen Barış ve Anayasa Paneli‘ndeki konuşmasının tam metnini yayınlıyoruz

* * *

Kürt meselesinin çözümü yolunda önemli bir sürecin yaşandığı bu günlerde, barış ve anayasa birbirini tamamlayan  kavramlar halini aldı. Öyle ki barış olmadan yeni bir anayasa yapmanın koşulları yok, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik ve ekolojik bir anayasa  yapmadan da barışın sürekli olma şansı yok.

Kürt Meselesinin Çözümü ve Barış Süreci;

Öncelikle başlatılan sürece ilişkin görüşlerimizi paylaşmak istiyorum. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak, başlatılan süreci önemsiyoruz, Türkiye’de barışın sağlanması sürecinin önemli bir evresinde bulunduğumuzu, Kürt meselesinin barışçı ve demokratik çözümü için diyalogun gerekli olduğunu, ancak müzakerelerle kalıcı ve anlamlı bir sonuç alınacağını düşünüyoruz.

Yıllardır süren bu savaşın sona erdirilmesi için hızlı sonuç alacak bir müzakere sürecinin işletilmesi, daha fazla can kaybının ve toplumsal hasarın önlenmesi için hayati önemdedir.

Bu nedenle üç gün önce Diyarbakır’daki muhteşem Newroz buluşması ve Abdullah Öcalan’ın barış sürecine ilişkin yaptığı çağrı önemsenmelidir.  Artık geri dönüşü olmayan bir yola girmiş durumdayız.. Şimdi herkesin bu yolda kaza yapmama, sürecin sabote edilmemesi için çaba harcama sorumluluğu var.

Diğer yandan sözlerin, çağrıların hayata geçirilmesi, uygulanması için de azami çaba harcanmalıdır. Örneğin Öcalan’ın çağrısında geçen PKK’nin silahlı unsurlarının sınır ötesine çekilmesinin gerçekleşmesi için bunun güvenli ve güvenceli yollarının açılması gerekir. Mecliste bunu denetleyecek bir komisyon oluşturmalı, gereken yasal düzenlemeler ivedilikle çıkartılmalıdır.

Çekilen gruplara müdahale edilmemelidir, yapılacak en ufak bir müdahalenin şiddeti ve çatışmayı geri getireceği unutulmamalıdır.

Kürt meselesinin çözümü için sadece çatışmaları durdurmak da yetmeyecektir. Kürt halkının haklı taleplerinin demokratik ve sivil zeminde tartışılmalı ve karşılanmalıdır.

İlk iş olarak, anayasa, yasalar ve kurumlar ‘gönüllü yurttaşlık’ zeminini güçlendirecek; toplumdaki farklı dilleri, kültürleri ve kimlikleri güvence altına alacak eşitlikçi bir zemine uygun demokratik bir içeriğe kavuşturulmalıdır.

Yapılması gereken öncelikli işlerden birisi de faili meçhulleri, hak ihlallerini araştıracak bir ‘Hakikatler Komisyonu‘nun kurulmasıdır. Diğer yandan çatışma ortamının yarattığı güvensizliğin ve önyargıların giderilmesi için kültürlerarası etkileşimin yaygınlaşması önlemler alınmalı, eşit koşullarda bir arada yaşama ortamı güçlendirilmelidir. Ortak ve eşit yaşam kültürünün sağlanması açısından, bugüne kadar çatışmalarda hayatlarını kaybeden insanların hepsi hakkında saygılı bir dil kullanmak, özellikle kayıp yakınlarının yasına saygılı davranmak, siyasal olduğu kadar insani bir gerekliliktir.

KCK davalarındaki hiç bir silahlı eyleme katılmadığı halde tutuklu bulunan siyasetçiler, avukatlar, gazeteciler ve diğer  sanıklar hemen salıverilmelidir.

Bunun yanı sıra  doğrudan toplumu ve halkları ilgilendiren sivil toplum kuruluşlarının, meslek örgütlerinin, sendikaların, aydın, yazar, akademisyen çevrelerin ve siyasal partilerin toplumda barış ortamını geliştirecek çalışmaları kolaylaştırılmalıdır. Bu kapsamda iyi seçilmiş “akil insanlar” grubu oluşturulması barış ortamının hazırlanmasına katkısı olabilecektir.

Kürt meselesinde çözümün Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü açacağı akıldan çıkarılmadan, genel siyasi af gündeme alınmalıdır.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak barış ve demokratik çözüm sürecinde üzerimize düşen bütün adımları atmak; eşitlik, gönüllü birlik ve şiddetsiz çözüm adımlarını geliştirmek için imkanlarımızı sunmakta  kararlıyız.

Barışın Anayasası;

Bugün Türkiye’de barışın sağlanmasının yanı sıra gerçek bir demokratikleşme için en acil ihtiyaç, 12 Eylül düzeninden kurtulmaktır. Bunun başlangıcı da yapılan onlarca değişikliğe rağmen hala otoriter, baskıcı ve yasakçı bir nitelik taşımaya devam eden Anayasa’nın temelden değiştirilmesi; özgürlükçü, eşitlikçi, ekolojik, sosyal ve demokratik, yepyeni bir Anayasa yapılmasıdır.

Demokratik, şeffaf ve sürekli katılıma açık bir yöntemle yazılmayan, bu doğrultuda herkes için ifade özgürlüğünü güvence altına alacak yasal düzenlemeleri yapmadan hazırlanan bir anayasayla hedeflenen demokratikleşmeye ulaşılamaz. Mecliste yürütülen çalışmalar demokratiklik, şeffaflık ve katılımcılıktan uzaktır. Anayasa çalışmaları meclisteki siyasi partilerin kırmızı çizgileriyle restleştikleri, zaman zaman Başbakan’ın “bizimle uzlaşmazsanız, biz de kendi anayasamızı yaparız” tehditleriyle geçiyor. Öncelikle bu sürecin normalleşmeye ihtiyacı vardır.

Barışı sağlayacak ve sağlamlaştıracak  yeni anayasa toplumsal adaleti sağlamalıdır. Toplumsal adalet, özgürlükçü, eşitlikçi, ekolojist ve demokrat bir siyasetin yön verici ve düzenleyici ilkesidir. Küresel ve yerel düzeyde özgürlük ve eşitlik, ancak adalet ilkeleriyle tamamlandığında, demokratik toplumsal ortak yaşamın taşıyıcı öğeleri olur.

Biz, toplumsal adaletin gerçekleşmesi için.  iktisadi adalet, tanınma adaleti, çevre ve iklim adaleti, katılım adaleti diye adlandırdığımız dört alanda adaletin sağlanması gerektiğini düşünüyoruz

TANINMA ADALETİ;

Bir ülkede herhangi bir etnik, dinsel ve cinsel farklı kimlik dışlanıyorsa, aşağılanıyorsa, yok sayılıyorsa tanınma adaleti yoktur.

Biz birbirimizden farklıyız. Müslümanız, Hıristiyanız, Sünniyiz, Aleviyiz, ateistiz, yeşiliz, sosyalistiz, demokratız, Kürdüz, Ermeniyiz, Rumuz, Çerkeziz, Lazız, Türküz, Azeriyiz, Gürcüyüz, Pomakız, kadınız, erkeğiz, LGBT bireyleriz, Hemşinliyiz, Süryaniyiz, Arabız, Türkmeniz, Tatarız, Yahudiyiz, Romanız, Boşnakız, Nusayriyiz, Ezidiyiz..

Biz biliyoruz ki, aynı zamanda, aynı coğrafyada ortak bir yaşamı paylaşanların hiçbiri diğerlerinden üstün değildir ve olmamalıdır.

Biz, bu ülkede yaşayan her farklı etnik ve inanç grubunun, her halkın, farklı cinsiyet kimliklerine sahip her bireyin “anayasal yurttaşlık” çerçevesinde, eşit olmasını istiyoruz.

Tanınma adaletinin sağlanabilmesi için farklı kimlikler ve kültürler anayasal güvence altına alınmalıdır.

 

Herkesin kendi anadilini geliştirmesi, eğitim ve öğrenimini kendi ana-dilinde yapması hakkı güvence altına alınmalı, çok dilli kamu hizmeti­ni de içeren yerinden yönetim uygulamaları geliştirilmelidir.

Bize göre yeni anayasada yurttaşlık yaklaşımımızın temelinde yatan anlayış, ortak bir zamanda, ortak bir mekanda, ortak bir yaşamı paylaşan eşit ve özgür insanların gönüllü birlikteliği olmalıdır.

Bunun  için vatandaşlık tanımında Türklük vurgusu yerine, Türkiye vatandaşlığı ve ulusal vurgu yerine ortak insani değerler öne çıkarılmalıdır.

“Türkiye Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes, hangi dilsel, etnik, dinsel, mezhepsel ve cinsiyet kimliğinden olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” düzenlemesiyle  tanınma adaleti sağlanabilecektir.

Katılım adaletini sağlayacak bir diğer düzenleme de ayrımsız tüm ibadet mekanlarına eşit hukuki güvence sağlanmalı, Diyanet İşleri Başkanlığı ve zorunlu din dersleri kaldırılmalıdır.

KATILIM ADALETİ;

Bir ülkede siyasal alanın çoğulculuğunun önünde yasal, fiili ve kültürel engeller varsa, demokratik işleyiş gerçekleşmiyorsa, siyasal katılım eşitsizliği yaşanıyorsa katılım adaleti yoktur.

Katılım adaleti, “ortak bir zamanda ve mekânda ortak bir yaşamı paylaşan insanların bu yaşamı düzenleyen ortak kararların alınmasında eşit söz sahibi olması”dır. Bu da ancak demokratik bir siyasal düzende gerçekleşebilir.

“Siyaset yapmak”; ortak sorunlarımıza ortak çözümler üretmektir, aynı coğrafyayı paylaştığımız eşit ve özgür insanlar arasında, sorunları anlamak, yorumlamak ve geleceğin nasıl olmasını istediğimizi belirlemektir, ortak görüş ve irade oluşturmak için çaba göstermek, emek harcamaktır.

Katılım adaleti, demokratik düzenin bir gereğidir. Yeni anayasanın demokratik olabilmesi, katılım adaletini sağlamasına bağlıdır.

Bunun için öncelikle, temsilde adaleti sağlayacak siyasal alanı demokratikleştirecek düzenlemelere ihtiyacımız vardır..

Kadınların, LGBT Bireylerinin, gençlerin, engellilerin temsil edilmediği bir yerde katılım adaletinden söz edilmez.

Yeni anayasa, karar alma mekanizmalarına toplumun tüm kesimlerinin eşit katılımını sağlayacak düzenlemeler içermelidir.

ÇEVRE VE İKLİM ADALETİ;

Kapitalist ve endüstriyel kalkınma ve büyüme anlayışı, enerji oburluğu, tüketimcilik, doğa ve canlı yaşamının tahribatı, küresel iklim değişikliği ve ekosistemde yıkımlar varsa çevre ve iklim adaleti yoktur.

Çevre sorunları ve iklim değişikliğinden hepimiz etkileniyoruz. Sağlıklı suya ve gıdaya erişim ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının, gelecek kuşakların ve nihayet doğanın haklarının ihlal edildiği, ekosistemin tahrip edildiği, iklim değişikliğinin hız kazandığı bir dünyada yaşıyoruz.

Yeni anayasada doğa bir hak öznesi olarak yer almalıdır. İnsanın doğanın efendisi değil, onun uyumlu bir parçası olduğu anlayışıyla dünya üzerindeki yaşamın bir bütün olarak algılandığı belirtilmeli, doğanın bir hammadde kaynağı olarak görülmesine son verilmeli ve hayvan hakları tam olarak tanınmalıdır. Bu bağlamda ekolojik yıkım yaratan endüstriyel faaliyetin engellenmesi için gerekli tedbirler yeni anayasaya yerleştirilmeli, ekonomik kararlar doğanın dengesi gözetilerek ve insanın gelecek kuşakların emanetçisi olduğu anlayışı çerçevesinde ele alınmalıdır.

Yaşam alanlarıyla ilgili olarak halkın, yerel karar alma mekanizmalarına katılımının güçlendirilmesi için yeni anayasa adem-i merkeziyetçi bir yönetim anlayışını benimsemeli ve anayasada yurttaşların karar alma mekanizmalarına doğrudan ve etkin katılımını sağlayacak yöntemler/kurumlar geliştirilmelidir.

İKTİSADİ ADALET;

Kapitalist ve endüstriyel sömürü, yoksulluk, gelir eşitsizliği, işsizlik ve bölgesel eşitsizlik varsa iktisadi adalet yoktur.

İktisadi adalet gerçekleşmeden onurlu, insanca ve sürdürülebilir bir yaşam mümkün değildir.

Bugün ülkedeki en önemli adaletsizliklerin başında ekonomik eşitsizlikler gelmektedir. Geçmişe göre kişi başına gelirden tutun çeşitli ölçüler bakımından ülkenin ekonomik olarak daha geliştiğinden söz edilse de, çok açıktır ki, istatistiklerde görülen iyileşmelere karşın bugün hala insanlara “kimseye muhtaç olmadan yaşamak” imkanı sağlanmış değildir. Eşitsizlik uçurumu azalmamış, Türkiye büyüyen ekonomi olmasına rağmen, dünya toplumsal kalkınma endeksi sıralamasında gerilemiştir.

Biz insanların kendi hayatlarıyla ilgili kararlarda kendi söyleyeceklerinin etkili olduğu bir düzen kurmak gerektiğini düşünüyoruz. Toplumda varolan ve kapitalizmin büyüttüğü eşitsizliklerin kendilerini yeniden üretip hayatı daha da çekilmez hale getirmemesi için ortak mülkiyet alanlarının tanınması, katılımcı bir ekonomi yaratılması gerektiğine inanıyoruz. Parası olanın satın alabildiği, diğerlerinin yararlanamadığı kamusal hizmetler yerine, paranın geçmeyeceği yeni kamusal alanlar yaratarak sermaye egemenliğinin geriletilmesi gerektiğine inanıyoruz. Kooperatiflerin yeniden ele alınmasının, asgari gelir hakkının her vatandaş için sağlanmasının, kısacası katılımcı bir ekonomik iklimin ve emek sürecinin yaratılmasının ekonomik eşitsizliklerin giderilmesinde önemli ve vazgeçilmez bir adım olduğunu düşünüyoruz.

Diğer yandan tüm çalışanların, işsizlerin emeklilerin grevli ve toplu görüşmeli sendikal hakkı güvence altına alınmalıdır.

Yeni anayasayla, eğitimin herkes için ‘insan olmaktan kaynaklı’ temel bir hak olduğu düşüncesinden hareketle, tüm yurttaşlara ayrım gözetmeksizin her düzeyde eşit, nitelikli ve parasız eğitim olanağı sağlanmalıdır. Devlet eğitim ve öğretimin her aşamasında fırsat eşitliği ilkesine ve sosyal adalete uygun düzenlemeleri yapmakla yükümlü olmalı, her yurttaşın kendi anadilinde eğitim alma hakkı sağlanmalıdır.

Yeni anayasa, herkese eşit, ulaşılabilir, nitelikli, ücretsiz sağlık hizmeti sağlayacak düzenlemeler içermeli, insan onuruna yaraşır biçimde yaşamını sürdürebilmesini sağlayacak barınma hakkı güvence altına almalıdır.

Kısaca yeni anayasa, sosyal devlet ilkesine uygun düzenlemeler içermelidir.

BAŞKANLIK SİSTEMİ

Yeni anayasa tartışmasının odağını AKP’nin önerdiği Başkanlık Sistemi oluşturmaktadır.

Öncelikle yeni anayasanın ve hatta Kürt meselesinin çözümünün başkanlık sistemi şartına bağlanmasını da kabul etmiyoruz.

Başkanlık sistemine kategorik olarak karşı çıkmıyoruz, ancak AKP’nin önerdiği, Başkana parlamentoyu feshetme, yargı organı üyelerini atama ve tek başına kararnameler çıkarma yetkisi tanıyan sistemin demokrasi getirmeyeceğini şimdiden belirtmek istiyoruz.

Başkanlık sistemi tartışmasında, toptan bir sistem değişikliğinin zorlukları ve sakıncaları gözden kaçırılmamalıdır. Parlamenter sistemle oluşmuş geleneğin sonlandırılıp, sıfırdan yeni bir sistem oluşturmaya çalışmanın yaratacağı belirsizlikler ve duygusal kopuş atlanmamalıdır. Kürt meselesinin çözümü sürecinde, belirsizlikler ve toplumdaki cepheleşmeler barışı kolaylaştırmayacaktır.

Diğer yandan federatif bir yapı ya da güçlendirilmiş yerel yönetimler oluşturulmadan getirilecek başkanlık sisteminin, son derece otoriter ve merkezileşmiş bir sisteme yol açma riski vardır. Türkiye’nin sorunu zaten merkezileşme ve yerele olan güvensizlikken, sorunun derinleşmesine yol açılmamalıdır. Merkezileşmiş, yerele güvensiz bir sistemde Kürt meselesinin ve diğer meselelerin çözümü mümkün değildir. Bu yönden de öngörülen başkanlık sistemi barışa hizmet etmeyecektir.

Bize göre Türkiye’nin her şeyden önce yurttaşların ihtiyaçlarını yerelden karşılayacak, demokratik adem-i merkeziyetçi bir düzene ihtiyacı vardır.

Türkiye’nin iki yüz yıldır sırtında taşıdığı aşırı merkeziyetçi idari yapı, bölgesel eşitsizliklerin, etnik çatışmaların, doğa tahribatının ve ülkenin yönetilemez hale gelmesinin en önemli nedenleri arasındadır. İnsana yakın, tanınabilir, kolay yönetilebilir ve demokratik bir idari yapı siyasi olduğu kadar yönetsel açıdan da artık bir zorunluluktur.

Merkeziyetçi yapının güçlendirilmesi bölünme paranoyasına dayandırılsa da, asıl amacın siyasi iktidarın  bütçenin kontrolünü tek elde, tek partide toplama niyeti olduğu açıktır. Merkezileşme eğilimi, otoriterleşme eğilimiyle el ele gidiyor.

Türkiye boyutlarında bir ülkenin tek merkezden yönetilmesi, merkezi eğilimlerin giderek artması hatta erkin bir kişide toplanması, mevcut yerel yönetimlerin sadece belediyelerden ibaret olması, belediyelerin de merkezle mali ve siyasi kulluk ilişkisine hapsolması siyasi ve yönetsel açıdan yetersiz ve sakıncalıdır.

Bunun için yerelin ve halkların kendi kendini yönetmesine imkan verecek idari ve siyasi yapılar oluşturulmalıdır. Adem-i merkeziyetçilik sadece Kürt meselesinin çözümü için önerilen, belli bir bölgeye özgü sınırlı bir çözüm olarak görülmemelidir. Tüm Türkiye’de, tek merkezden ve otoriter bir anlayış ile yürütülen bir sistem yerine, halkın katılımının sağlandığı, bölgelerin sosyo-ekonomik koşullarına göre kararların yerinden alındığı; demokratik ve eşitlikçi bir yönetim sisteminin oluşturulması için gereklidir

Ülkemizde çeperi güçlendirerek merkezi dengeleyecek, yönetimi iyileştirerek yurttaşa daha yakın hale getirecek, yurttaşların ihtiyaçlarını yerelden karşılayacak, özerk, belediye dışında yeni merkez dışı yapılara, örneğin bölge yönetimlerine ihtiyaç vardır.

Bu ihtiyaçlar ortadayken, her şeyi Başkanlık Sistemine bağlamayı doğru bulmuyoruz.

 

Arif Ali Cangı
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi  Eş Sözcüsü
24.03.2013 – İzmir

 

[Yazı Dizisi] ABD kendisini temizlerken etrafını kirletiyor ~1

National Geographic News’te Thomas K. Grose imzasıyla yayınlanan haberi, Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Bora Kabatepe‘nin çevirisiyle, iki bölüm halinde sunuyoruz.

***

Bora Kabatepe’nin önsözü: İklim değişikliği ve karbon salımları ile ilgili iyi haberler almaya alışık değiliz. Son zamanlarda kulağımıza çalınan iyi haberlerden birisi de dünyanın ikinci en büyük karbon salımcısı olan ABD’nin salımlarını 2012 yılında bir önceki yıla göre azaltmayı başarmasıydı. İlk bakışta en iyi ihtimalle “umut verici” gözüken bu haberin detaylarına inmeye başladığınızda ise durumun aslında pek da sevinilecek bir yanı olmadığını görüyorsunuz. ABD bir fanusta kapalı durmuyor ve küresel karbon salımlarına tek katkıyı kendi topraklarında yaktığı fosil yakıtlar ile sağlamıyor; işin bir de ihraç boyutu var. Elektrik üretiminde enerji dünyasının son yıllardaki yeni “Amerikan Rüyası” kaya gazı üretiminde yaşadığı artışla kömürü doğal gaz ile ikame eden ABD kömürü tabii ki yer altında bırakmadı. Yurt içi pazarı daralan kömür şirketleri büyük bir iştahla büyüyen Asya ve Avrupa pazarlarına yöneldiler. Sonuç olarak ABD’nin kendi bahçesini temizlerken çıkan çöpleri komşularının bahçesine attığı bir manzarayla karşı karşıya kaldık. National Geographic’te Thomas Grose imzası ile çıkan bu haberi sizlerle paylaşırken iklim değişikliği konusunda “yerel” iyileşmelerin neden geçerli olmadığını, neden “hep beraber” gerçekleştirmemiz gereken küresel bir değişime ihtiyaç duyduğumuzu bir örnek ile göstermek istedik. Keyifle okunması dileği ile…

***

Çevre ile ilgili iyi bir habere hazır mısınız? ABD’nin karbon emisyonları azalıyor. Ama hemen kutlamaya başlamayın. ABD’nin temiz havasının en büyük yan etkisi Avrupa ve Asya’da gökyüzünün daha fazla kararması oldu.

Veriler, aslında ABD’nin sera gazı emisyonlarının bir kısmını kömür olarak diğer ülkelere ihraç ettiğini gösteriyor. Uzmanlar bu eğilimin devam etmesi halinde, ABD’nin enerji kaynakları içinde yeni gözde doğal gazın kömürün yerini almasının küresel ısınma üzerinde çok da olumlu bir etkisi olmayacağı konusunda uyarıyorlar. Atmosferimiz ABD kömürü sayesinde ısı kapanı CO2’yle dolmaya devam edecek. Tek fark kömürün evinde değil de, başka ülkelerde yakılacak olması.

Konu ile ilgili Manchester Üniversitesi Tyndall İklim Değişilikliği Merkezi’nde yapılan bir araştırmanın baş yazarı John Broderick “Kömürden doğal gaza geçmek, ancak kömür yerin altında kalacaksa karbon salımlarını azaltır” dedi.

 

Burada 1970’teki hali görülen Virginia’daki Norfolk Limanı ABD’nin en büyük kömür ihracat noktası. Limandaki hareketlilik, ABD’nin kömür ihracatındaki %17’li yükselişle beraber yeni bir rekor kırmasının ardından arttı. Fotoğraf: Charles Rotkin, Corbis

 

ABD Enerji Enformasyon İdaresi EIA’nın geçtiğimiz hafta yayınladığı verilere göre ABD kömür ihracatı 2012 yılında bir önceki yıla göre %17 artış göstererek yıllık 114 milyon tonla rekor kırdı. (Ç.N. Haberin aslında ABD’de yaygın kullanılan bir ağırlık ölçüsü olan ve yaklaşık 907 kilograma denk gelen “short ton” kullanılmıştır. EIA tarafından açıklanan veri 126 milyon short tondur.) Denizaşırı ihracat ise 1981’deki rekorunu %12 arttırdı. ABD kesinlikle daha az kömür kullanıyor: Yurt içi yıllık tüketim, elektrik üretimi için kullanımın azalmasıyla beraber 114 milyon ton, bir başka deyişle %11 azaldı. Ama ABD’nin kömür üretimi sadece %7 azaldı. Dünya’nın en geniş kömür yataklarına sahip ülkesi, en karbon yoğun enerji kaynağını yerin altından çıkarmaya devam etti ve 2012 yılında 1 milyar ton kömür üretti.

Salımlar Azalıyor

EIA’nın tahminlerine göre kömür kaynaklı elektrik üretiminin azalmasına bağlı olarak ABD’nin fosil yakıtlarla neden olduğu salımlar 2012 yılında %3.4 azaldı. Eğer tahminler doğruyla, bu ABD Çevre Koruma Ajansının geçen ay yayınladığı yıllık sera gazı envanteri çalışmasında 2011 yılındaki salımların 2007’deki tepe noktasından %8’lik bir gerileme ile 6,703 milyon ton CO2 eşdeğeri seviyesine düştüğü verisini destekliyor olacak. Eğer 2009’daki ekonomik daralmayı saymazsanız bu 1995 ylından bu yana gelinen en düşük salım seviyesi.

Başkan Barack Obama da geçtiğimiz ay yaptığı bir konuşmada bu eğilimi kendi başarıları arasında göstererek “Geçtiğimiz 4 sene içerisinde gezegenimizi tehdit eden tehlikeli karbon salımlarımızı düşürmeyi başardık” demişti.

Sebebi çok açık: 2005 yılında elektrik üretimi içerisindeki payı %50 olan kömür, EIA’nın 2012 verilerine göre %37.4’lük bir paya geriledi. Yenilenebilir enerjinin artışı da salımların azalmasında bir rol oynadı: bu 7 yıl içerisinde payları %8.7’den %13’e yükseldi ki bunun hemen hemen yarısını hidroelektrik santralleri sağlıyor. Ama asıl büyük etkiyi aynı dönemde yeni kaya gazı kaynaklarının bulunması ve fiyat düşüşleri sayesinde payı %19’dan %30.4’e çıkan doğal gaz yaptı. Bu eğilim kömr santrallerinın kapanışının rekor hıza ulaşılmasına bakılırsa devam edecek gibi gözüküyor.

 

Yarın: Bu eğilim küresel ölçekte bir fayda getiriyor mu? Toprak altında kalmayan kömür nereye gidiyor?

 

Yeşil Gazete için çeviren: Bora Kabatepe

(National Geographic News, Yeşil Gazete)


 

Yeşiller/Sol’dan İzmir’de Barış ve Anayasa Paneli

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin 4 Adalet Kampanyası çerçevesinde düzenlediği Barış ve Anayasa paneli İzmir Tepekule Sergi Sarayı’nda gerçekleştirildi. Barış sürecinin önemine vurgu yapılan panelde yeni anayasanın nasıl olması gerektiği üzerinde duruldu.

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi İl Yürütmesinden Av. Murat Dinçer’in kolaylaştırıcılığında gerçekleştirilen panele konuşmacı olarak BDP milletvekili Hasip Kaplan, Prof. Dr. Mithat Sancar, Yrd. Doç. Dr. Maya Arakon ve Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eşsözcüsü Av. Arif Ali Cangı konuşmacı olarak katıldı.

Panele katılacağı bilgisi önceden açıklanan CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun ise son anda bir mesajla katılamayacağını iletmesi ise CHP’nin Barış Sürecinde izlediği olumsuz tavır gözönüne alındığında endişe ile karşılandı.

Barışın sürekli, eksiksiz olmasını amaçladıkları, anayasa konusunda AKP’nin dışındaki muhalefet partilerinin de  görüşlerini önemsedikleri için bu paneli düzenlediklerini belirten Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Eşsözcüsü Av. Arif Ali Cangı CHP milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun koltuğunun boş olmasına vurgu yaparak CHP’nin bu süreçteki tutumuna dikkat çekti.

Barış için PKK’nin silahlı unsurlarının sınır dışına çıkışının güvence altına alınması gerektiğine dikkat çeken Cangı, kalıcı barış için olmazsa olmazların arasında Kürt halkının haklı taleplerinin demokratik ve sivil zeminde tartışılmasının önemine dikkat çekerek Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi parti olarak süreçte sorumluluk alarak tüm katkıyı koyacaklarını belirtti.

Soldan sağa panelistler: Arif Ali Cangı, Maya Arakon, Murat Dinçer, Hasip Kaplan ve Mithat Sancar

Yrd. Doç. Dr. Maya Arakon, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana ciddi bir tek tipleştirme süreci yaşandığına dikkat çekerek bu sürecin eksterminasyon, asimilasyon ve folklorizasyon aşamalarında gerçekleştirildiğini belirtti. Bu üç aşamalı planın Kürtler üzerinde etkili olmadığını bu yüzden kimliklerinin hep inkâr edildiğini söyleyen Arakon, Kürtler yaramaz bir halk. Bir türlü asimile edilemediler ve bu yüzden devlet onları sürekli inkâr etti, yok saydı. Ancak devlet ne kadar inkâr etse de Kürtler vardiye konuştu.

21 Mart’ta Diyarbakır’da tarihi bir Nevroz yaşandığını ve Öcalan’ın manifestosunun tüm dünyaya duyurulduğunu söyleyerek başladığı konuşmasında, yeni anayasanın kodlarının da verildiğine dikkat çeken BDP Milletvekili Hasip Kaplan, Murat Karayılan’ın “ateşkes süreci başlamıştır” açıklaması ile de barış umudunun daha da güçlendiğini belirtti.

İzmirliler panele yoğun ilgi gösterdiler

Türk ve Kürt halkları arasında bir düşmanlık olmadığını, yönetenlerin Kürt halkına düşmanlığı olduğunu belirten Kaplan, “Tarihimiz demokrasi adına parlak değil. Ama artık, sağın solla, laikin anti laikle, Sünni’nin Aleviyle barışması gerekiyor” şeklinde konuştu.

Panelde son olarak söz alan  Prof. Dr. Mithat Sancar, Akil kelimesini magazinel bulduğu için reddettiğini söyleyerek bunun yerine Barış Uzlaşma Komisyonu gibi bir komisyonun kurulmasını önerdi. Akil adamlar komisyonu hakkında ise, “İsmim bu insanların arasında geçiyor. Ama bana resmen bir teklif yok. Gelirse yanıtım şu olur. Bu sürece katkı sunacağıma inandığım bir oluşum varsa, içinde olayım, olmayayım gerektiği katkıyı yaparım dedi.

Mithat Sancar, Maya Arakon ve Arif Ali Cangı

Bir tarafta yüzyıllık devlet deneyimi olan iktidarın bir tarafta ise lideri 14 yıldır içeride olan Kürt hareketinin olduğu bir sürecin sonucunda her talebin karşılanamayacağını savunan Sancar, “Barış çatışmayı bitirme görüşmelerinin sonucunda erişilen durumdur. Şu anda silahların güvenle nasıl susacağı sürecindeyiz. Bu da uzlaşmayla olur. Her iki tarafın da isteklerinin bazılarından vazgeçmesiyle olur. Tabii bu aşamada toplumsal güç ve siyasi beceri çok önemlidirşeklinde konuştu.

Mithat Sancar’ın konuşmasının ardından panel, katılımcıların sorularının yanıtlanması ile sona ererken, İzmir Kent Konseri Kadın Meclisi, SDP, EMEP ve BDP il ve ilçe yöneticilerinin yanı sıra İHD, Eğitimsen 2 No’lu Şube ve Tüm Bel-Sen temsilcileri de panelin katılımcıları arasındaydı.

Haber: Sevgi Çifter – Fotoğraflar: Şeyhdavut Asığ

Editör: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

 

 

 

İklim değişikliği en çok hangi şehirleri vuracak?

İklim değişikliğinden en fazla etkilenecek şehirlerin listesi açıklandı.

Risk Değerlendirme şirketi Maplecroft’un yaptığı araştırma, 5. İklim Değişikliği ve Çevresel Risk Atlası’nda yayınlandı.

Raporun en önemli ayaklarından biri olan İklim Değişikliği Kırılganlık Endeksi’ne (Climate Change Vulnerability Index – CCVI) göre tamamı Asya’da bulunan 7 şehir, iklim değişikliğinden en fazla etkilenen yerler.

Endekse göre Bangladeş’in başkenti Dakka, iklim değişikliğinden en kötü etkilenen şehir. Dakka’yı Filipinler’in başkenti Manila ve Tayland’ın başkenti Bangkok izliyor.

 

Fotoğraf: Coconut Bangkok


Liste şöyle:

1. Dakka, Bangladeş

2. Manila, Filipinler

3. Bangkok, Tayland

4. Yangon, Burma

5. Jakarta, Endonezya

6. Ho Chi Minh City, Vietnam

7. Kalküta, Hindistan

 

Maplecroft’taki ndeksteki “büyük risk” ifadesi, Yangon’da 2008’de, Bangkok’da 2011’de ve Manila’da 2012 yıllarında yaşanan büyük sel afetlerinin ve diğer kıyametvari olayların sıklıklarının ve şiddetlerinin artması anlamına geliyor. Yağış rejimi ve sıcaklıklardaki uzun vadeli değişimlerin yarattığı bu afetler ekosistemleri, insan sağlığını, ekonomiyi ve altyapıyı yok edecek güçte.

İklim Değişikliği Kırılganlık Endeksi hazırlanırken iklim bağlantılı doğal afetlerin sıklık ve şiddeti, nüfusun kırılganlığı, doğal kaynaklar, tarımsal bağımlılık, ülkenin AR-GE durumu, hükümetlerin yetkinliği ve eğitim düzeyleri gibi bir çok değişken dikkate alınıyor.

Maplecroft’a göre, Filipinler, Vietnam, Endonezya ve Hindistan gibi ülkelerde önümüzdeki yıllarda %5 dolaylarında devam edeceği öngörülen ekonomik büyüme, iklim değişikliğinin getirdiği sorunların büyüklüğünü ikinci plana atmamalı. Şirketin Harita ve Endeks Direktörü Helen Hodge’a göre, iklim değişikliğine bağlı afetlerin tüm bu büyüme sürecini durdurma potansiyeli var.

 

(Coconutsbangkok.com, Yeşil Gazete)

 

5 çocuk doğuran kadına 10 yıl erken emekli olma ödülü

0

Başbakanın “3 çocuk,  en az 3 çocuk” ısrarının bilinmez nedenlerle 5 çocuğa evrilmesinden sonra hükümet kanadında yeni talep ile ilgili yasal düzenleme uğraşları hız kazandı.

Hükümetin doğum teşvikleriyle ilgili yeni düzenlemesinde ayrıntılarda netleşiyor. Çalışan kadınların çocuk yapmasını sağlamak için emeklilik şartları kolaylaştırılacak. Beş çocuk sahibi çalışan kadınların on yıl erken emekli olmaları için yasal düzenleme geliyor.

5 çocuk yapan kadına 10 yıl borçlanma hakkı verilecek. Bu süreleri askerlik veya yurtdışı borçlanması gibi yöntemlerle ödeyen kadın, 10 yıl erken emekli olabilecek.

Hükümetin yasal düzenlemelerini önceden ilan ettiği yayın organlarından Zaman gazetesinden İsa Yazar’ın haberine göre; doğum yapan kadınlara verilen borçlanma hakkında çocuk sayısı ile ilgili sınırlama kalkıyor. Buna göre 5 çocuk yapan kadına 10 yıl borçlanma hakkı verilecek. Bu süreleri askerlik veya yurtdışı borçlanması gibi borçlanarak ödeyen kadın, 10 yıl erken emekli olabilecek.

Doğum teşvikleri kapsamında borçlanma dışında da düzenlemeler yapılacağı belirtiliyor. Doğum izninin 24 haftaya çıkarılması tartışılıyor. Doğumdan dönen kadının zorunlu olarak işe alınması, memurlar için doğum izninde geçen sürelerin memuriyet sayılması ve çocuk yardımlarının artırılması üzerinde duruluyor. Ancak doğum izninin 24 haftaya çıkarılmasının kadınları iş hayatından koparabileceği belirtiliyor. Bu nedenle 24 hafta doğum iznine ilişkin düzenleme netleşmedi. Kamu kurumlarına kreş zorunluluğu getirilmesi de doğum teşvikleri kapsamında düşünülüyor.

(Zaman, Yeşil Gazete)

[Özel Haber] Kazdağları: “Mıhlı’da HES’e hayır!”

Altın madenciliği, termik santraller ve taş ocakları gibi bir çok ekolojik yıkım projesiyle gündemde olan Kazdağları, bu defa da HES tehdidiyle karşı karşıya.

Edremit Körfezi’nde ekoloji mücadelesini sürdüren gruplar, Küçükkuyu ile Altınoluk sınırlarında yer alan Mıhlı Çayı’nda yapılmak istenen 2.35 MW kurulu güçte HES (hidroelektrik santral) projesine karşı ortak bir basın açıklaması yaptı.

Ayvalık Adaları Tabiat Parkı Platformu, Edremit Çevre Sağlığı ve Doğayı Koruma Derneği, GÜMÇED Edremit Körfez Şubesi, Kazdağı ve Madra Dağı Belediyeler Birliği ve Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği’nin Mıhlı Çayı karayolu köprüsünde ortaklaşa düzenlediği kitlesel basın açıklamasına Altınova, Ayvalık, Burhaniye, Edremit, Akçay, Güre, Zeytinli, Altınoluk ve Küçükuyu’dan gelen yaklaşık 1000 kişi katıldı.

GÜMÇED Edremit Şubesi Başkanı Mehmet Akif Öznal, Ayvalık Adaları Tabiat Parkı Platformu adına Havva Taylan, Kazdağı ve Madra Dağı Belediyeler Birliği adına Salih Sönmezışık, Edremit Çevre Sağlığı ve Doğayı Koruma Derneği adına Seniz Tuncel, Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği adına Süheyla Doğan konuştu.

Zeytinli Belediye Başkanı Hasan Arslan, Güre Belediye Başkanı Kamil Saka ve Küçükkuyu Belediye Başkanı Cengiz Balkan da eyleme destek verenler ve “Mıhlı Çayı’na HES projesine hayır!” diyenler arasındaydı.

Grubun yaptığı basın açıklamasında suyun bir hak olduğu ve sermayenin kar hırsıyla doğayı talan ettiği belirtildi.

Mıhlı HES projesi “Su Hayattır Satılamaz”, “Sermaye Elini Mıhlı’da Çek”, “Doğa Talanına Son”, Mıhlı’ya Dokunma Suyumuza Sulanma”, “ MIHLI Çayı’nda HES’e Hayır”, “Dereler Özgür Aksın” sloganlarıyla protesto edildi.

Ayvalık Adaları Tabiat Parkı Platformu, Edremit Çevre Sağlığı ve Doğayı Koruma Derneği, GÜMÇED Edremit Körfez Şubesi, Kaz Dağı ve Madra Dağı Belediyeler Birliği ve Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği tarafından ortak imzayla okunan basın açıklamasında, yakın zamanda gerçekleştirilen mevzuat değişikliklerine değinilerek “ormanlarımız, tarım alanlarımız, meralarımız, HES’ler nedeniyle Anadolu’nun en bakir su havzaları ve korunan alanlarımız uluslararası sermayenin kullanımına sunulmuştur.” denildi.

Açıklamada “Endüstriyel Bölgeler Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, Yenilenebilir Enerji Kanunu, Maden Kanunu, Orman Kanunu’nda yapılan bir çok değişiklik, 2/B Kanunu, Kentsel Dönüşüm Kanunu ve Yeraltı Su Kanunu”, yakın zamanda yapılan ve doğa talanının önünü açan yasa değişiklikleri olarak nitelndirildi.

Grup, önümüzdeki günlerde TBMM Genel Kurulu’na gelmesi beklenen ve ciddi bir toplumsal muhalefetle karşılanan Tabiatı Koruma ve Biyolojik Çeşitlilik Kanunu’nun da “doğal zenginlikleri”  yok edeceği görüşünde.

Suyun yaşamın ve “sağlıklı bir ekonomiyle mutlu toplumların” temel taşını belirten grup, her bireyin yeterli ve kaliteli suya erişim hakkına dikkat çekti.

Grup, Mıhlı Çayı’nda HES’e karşı olma sebeplerini de “Mıhlı Çayı’na HES inşa edildiğinde dere içinde ve çevresinde ağaçlar kesilecek, su tünellere sokulacağı için havza susuz kalacak, yazın bile gürül gürül akan su kaybolduğu için vadide su ve kuş sesleri kesilecek, havza boyunca biyolojik denge bozulacak, ekosistem çökecek ve tüm canlılar ölecektir. Ayrıca, her yıl, özellikle yaz aylarında yöreyi ziyaret eden binlerce insanın ayağının kesilmesi ile turizm faaliyetleri bitecek, yapılan inşaat ve hafriyat nedeni ile havzanın görsel peyzajı tamamen zarar görecektir.” ifadeleriyle açıkladı.

Basın açıklamasına Halkların Demokratik Kongresi’nin yerel örgütleri de destek verdi. Bu durum, yakın zamanda Trakya’da Ergene Havzası’ndaki kirliliğe dikkat çekmek için etkinlik düzenlemek isteyen ama bu etkinlikleri belediye başkanlarınca “Şehrimizde Kürt propagandası yapacaklar” söylemiyle iptal edilen HDK ile Marmara Bölgesi’ndeki yerel çevre hareketlerinin ortak mücadele zeminlerinin oluşması açısından da önemli bir gelişme olarak görülüyor.

Söz konusu HES projesi, Balıkesir ile Çanakkale il sınırını da oluşturan Mıhlı Çayı’nda yapılmak isteniyor. Homeros’un İliada Destanı’nda da geçen Mıhlı Çayı şelaleri, Baş Değirmeni ve antik kemer köprüsüyle aynı zamanda önemli bir turizm mekanı.

 

(Yeşil Gazete)



Dünya Sosyal Forumu Tunus’ta başlıyor

Dünya Sosyal Forumu yarın (26 Mart) Tunus’ta başlıyor.

Tunus’un başkenti Tunis’teki El Manar Üniversitesi’nde düzenlenecek olan Forum, 30 Mart’ta “Filistin halkıyla dayanışma yürüyüşüyle” sona erecek.

Dünya Sosyal Forumu’na 127 ülkeden 30 bini aşkın uluslararası ağ ve örgüt katılıyor. Türkiye’den ise KESK, DİSK, ÖDP ve ESP’nin foruma heyet ölçeğinde katıldığı belirtiliyor.

Tunus Genel İş Sendikası (UGTT), Ekonomik ve Sosyal Haklar Tunus Forumu (FTDES), Tunus İnsan Hakları Derneği (LTDH), Tunus Demokratik Kadınlar Derneği (ATFD), Raid-Attac (Tunus), Tunus Üniversiteli İşsizler Derneği, Araştırma ve Geliştirme için Tunuslu Kadınlar Derneği (AFTURD), Tunus Özgürlükler Ulusal Konseyi (CNLT) ve Tunus Barosu tarafından oluşturulan DSF 2013 Tunus Sekretaryası ve Mağrip Sosyal Forumu Yürütme Komitesi tarafından  hazırlanan  5 gün sürecek olan forumun programında yaklaşık  1000 atölye, 70 müzikal gösteri, 100 film ve 50’yi aşkın sergi programı yer alıyor.

Türkiye’den katılan KESK ve DİSK’in ortak düzenlediği “Türkiye Emek Hareketinin Ortadoğu’ya bakışı” başlıklı oturumu programın üçüncü günü olan 28 Mart’ta gerçekleştirilecek.

DSF komitesi, tüm bu etkinliklerle “sistemik ve devrimci değişimler için öneriler, program, örgütlenme biçimi ve ittifakların güçlendirilmesi”ni hedefliyor.

Dünya Sosyal Forumu 2013 için Tunus Sekretaryası ve Mağrip Sosyal Forumu tarafından yapılan çağrının tam metni ise şöyle:

Önceki sosyal forumlarda olduğu gibi DSF 2013 de, kendi topluluklarında ve temel çalışmalarında, ekonominin neo-liberal politikalar ile yönetilmesine, mali piyasaların diktasına, sosyal parçalanmaya karşı, demokrasinin kurulması, herkes için eşitlik, dayanışma ve barış, çevrenin ve kaynakların korunması için savaşım veren tüm kadın ve erkekleri bir araya getirecektir.

DSF 2013’ü başarılı kılmak için, tüm toplumsal hareketleri katılmaya, hep birlikte sürecin oluşturulmasına, hazırlık komisyonlarının yöntembilim, lojistik, finans, iletişim, hareketlilik, gençlik, kadın, kültür …vb. alanlarında uluslararasılaşmasına katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Daha özel olarak, biz Tunus Forumu en geniş katılımı sağlayacak insani ve mali olanakları hep birlikte aramaya çağırıyoruz.

Sivil toplumdan gelen örgütlenmelere, ağlara ve hareketlere, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar ve Tunus’a gönderebildikleri delegasyonun büyüklüğü ne olursa olsun DSF 2013’e etkin katılımları için olanak sağlayacaktır.

Ülkesel, bölgesel, kıtasal ve küresel birlikler, örgütlenmeler ve yeni hareketlerle geniş bir danışmayı yaşama geçirmek, açık ve kapsayıcı bir yürütmeyi oluşturmak için görüşmeler yapacaktır.

Başka bir Tunus, başka bir Mağrip-Maşrık, başka bir Afrika ve başka bir dünya için 26 – 30 Mart 2013 tarihlerinde Tunus’ta yapılacak 12. Dünya Sosyal Forumu’nun başarılı olmasını sağlamak için hep birlikte söz veriyoruz.

 

(Muhalefet.org, Yeşil Gazete)


Pervez Müşerref Pakistan’a döndü

0

Pakistan’da eski darbe lideri ve devlet başkanı Pervez Müşerref, sürgün yaşamını sona erdirerek ülkesine döndü.

Müşerref 1999 yılındaki darbeyle işbaşına gelmiş, ilerleyen yıllarda yapılan serbest seçimleri kazanan partilerin azil süreci başlatması ardından Pakistan’dan kaçmıştı.

Müşerref, hakkındaki tutuklama kararı nedeniyle ülkeye dönemiyordu.

Pakistan’da Mayıs ayında seçimler yapılacak.

Müşerref seçime katılmak üzere dönmek istediğini söylüyordu ve bu dönüşün önündeki “tutuklanma engeli” geçen hafta ortadan kalktı.

Müşerref’in ülkeye döndüğü dönem siyasi çekişmelerin hükümeti zor durumda bıraktığı bir sıraya rastlıyor.

Ülkede yer yer ölümlü saldırılar düzenleniyor.

Son olarak ülkenin kuzey batısında düzenlenen bombalı saldırıda 17 asker öldü.

(BBC Türkçe)

 

 

 

AB ülkelerinde yaşayanların Merkel öfkesi dinmek bilmek bilmiyor

Almanya’nın  AB’nin borç batağındaki üye ülkelerinden sıkı tasarruf önlemlerine gitmesini talep etmesi nedeniyle AB üyesi ülkelerin vatandaşları Almanya Şansölyesiş Angela Merkel’e tepkili.

Kıbrıstaki protesto gösterisinde yer alan pankartta, "Ülkemizden defol" yazıyor

Almanya, Euro krizi çıktığından beri tasarruf konusunda sergilediği tavır nedeniyle, borçlu ülkelerce eleştiriliyor. Almanya Başbakanı Angela Merkel’in Nazi üniformali, Hitler bıyıklı olarak gösterildiği resim ve üzerinde fotomontaj yapılan fotoğrafları ya da Almanya’nın “tasarruf diktatörlüğü” şeklinde nitelendirilmesi protesto gösterilerinde sıkça görülen manzaralar arasında.

Kıbrıs

Son olarak iflasın eşiğindeki Güney Kıbrıs’taki protestolarda Almanya’yı hedef alan pankart ve afişler göze çarptı. Güney Kıbrıs Parlamentosu önünde toplanan binlerce kişi Almanya Başbakanı Angela Merkel karşıtı, “Merkel, senin paran her türlü kara para aklamadan daha kanlı”, ya da “Merkel, bizim tasarruflarımızı çalıyorsun” gibi afişler taşıdı.

Yunanistan

Kıbrıs Almanya’ya karşı eleştirilerin yüksek sesle dile getirildiği tek ülke değil. Daha önce Yunanistan’ın almak zorunda kaldığı tasarruf paketleri sırasında da Merkel sert eleştirilere maruz kalmıştı. Merkel’in Yunanistan’ı ziyareti sırasında bazı protestocular tepkilerini Nazi üniforması giyerek göstermişti.

İtalya

Tasarruf baskısı altına giren bir başka ülke, İtalya’da da Almanya’ya karşı dostane bir hava esmiyor. Euro tartışmalarının yapıldığı geçen aylarda eski Başbakan Berlusconi’ye ait bazı gazete ve televizyonlar, Merkel ve hükümetini Nazilere benzeten yorum ve haberlere yer vermişti. Berlusconi bu yılın başındaki seçimlerde Almanya karşıtı bir kampanya izlemiş ve Başbakan Mario Monti’yi “Almanya’nın esareti altına girmekle” suçlamıştı. Bu kampanya sayesinde Berlusconi ve ona destek veren partiler seçimlerde yüzde 30 oranında oy almayı başarmıştı.

İspanya

Euro Bölgesi’nin sorunlu bir başka ülkesi İspanya’da da geçen yıl Almanya’ya eleştiriler had safhadaydı. Merkel geçen yıl İspanya’yı ziyaret ettiğinde, protestolarla karşılanmıştı. Göstericiler Almanya’nın AB içinde baskın olduğunu ileri sürerek, “Almanya’nın Avrupa’sına hayır”, sloganları atarak, Merkel’in fotoğrafının üzerine gamalı haç çizdikleri afişler taşımışlardı.

(DW Türkçe)

‘Geri dönsünler’in altı nasıl dolacak?- Rober Koptaş

Kültür Bakanı Ömer Çelik’in geçmişte ülkelerini terk etmek zorunda kalmış gayrimüslimlere “memlekete dönün” çağrısında bulunması elbette ki önemsiz değil.

Geçmiş iktidarlar döneminde ağır baskılara ve sistemli ayrımcılığa uğrayan Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin ve diğer gayrimüslim grupların bu topraklara ait olduğunun yetkili bir ağız tarafından anımsatılması, her şeyden önce, gayrimüslimleri düşman olarak görmeye şartlandırılmış kalabalıklara verilen ezber bozucu bir mesaj olarak değerli.

Ancak eğri oturup doğdu konuşalım ve Çelik’in art arda yaptığı benzer içerikli iki açıklamanın, somut birtakım adımlarla desteklenmediğini, altlarının boş olduğunu da görelim.

Hükümet belli ki, 2015 öncesinde, soykırımın inkârı nedeniyle üzerinde oluşacak baskıyı hafifletmek için yollar arıyor. Bunlar arasında, Ermeni meselesinde iç ve dış alanda çalışmak üzere bazı sivil toplum örgütlerinin harekete geçirilmesi gibi adımlar da var. Yurtdışındaki gayrimüslimlerin memleketlerine davet edilmesi de, böyle bir paketin parçası gibi görünüyor.

Geçmişteki bazı haksızlıklara karşı çıkarak, bunlar nedeniyle mağdur olmuş gayrimüslimlerin ülkelerine geri dönmeleri gerektiğini söylemek, hükümet açısından taktiksel açıdan son derece rahat, risk içermeyen, kolay bir adım gibi görünüyor.

Kolay, çünkü her şeyden önce, geriye dönecek insan sayısı son derece sınırlı. Yıllar yıllar önce Los Angeles’a, Paris’e, Kudüs’e, Atina’ya ya da başka bir dünya şehrine yerleşmiş birilerinin, sırf Türkiye’de gayrimüslimlere yönelik iktidar bakışında bir değişiklik oldu diye her şeyi bırakıp geri dönmesinin ne kadar mümkün olduğunu az çok hepimiz tahmin edebiliriz. Bu tahmini, hükümet de yapıyordur şüphesiz. Dolayısıyla, “Geri dönün” çağrısı yapmak, ekonomik ve siyasi anlamda iktidara fazla bir yük yüklemiyor.

Sonuç doğurması pek kolay olmayan, ancak söylemsel cazibesi nedeniyle özellikle dışta puan toplamaya yarayacak bu tip bir açıklamanın inandırıcı olabilmesi için, öncelikle geçmiş suçlar konusundaki tavrının çok net olması, ondan sonra da, ülkelerini o suçlar nedeniyle terk etmek zorunda kalmış insanların güvenini kazanabilecek somut icraatlarla desteklenmesi gerekir.

Bakan Çelik’in açıklamaları, bu bakımdan önemli eksiklerle malul, ve bu eksikler, görülüyor ki, muhatapları üzerinde bir yetersizlik hissi uyandırıyor her şeyden çok.

Görüştüğümüz, Türkiye’den uzak topraklarda yaşamaya mecbur edilmiş Rum, Ermeni, Yahudi ve Süryani vatandaşlar, Çelik’in sözlerinin geçmişe göre önemli bir değişimi ifade ettiği konusunda hemfikir de olsa, geri dönmek konusunda pek de olumlu konuşmuyor, somut adım, somut önlem, somut icraat; laf değil iş görmek istiyor.

Bu somut adım ve icraatlar çok geniş bir alana yayılıyor: Vatandaşlıktan çıkarılanlara yeniden vatandaşlık mı verilecek? Geçmiş haksızlıklar için özür mü dilenecek? Uğranacak zararların tazmini konusunda adım atılacak mı? Gayrimüslimleri devlet memuru yapmayan zihniyet nasıl değişecek? Türk ve Müslüman olmayana hayatı zindan eden yaklaşımlar ne olacak? Eğitim sistemi? Ders kitapları? Bürokratik ayrımcılıklar? El konulan mal-mülk?

Bakan Çelik’in şahsında, hükümet, eğer gayrimüslim vatandaşların geri dönüşü konusunda gerçekten ciddiyse, onlardaki bu temkinli duruşun ima ettiği değişimi hayata geçirebilecek pratik adımları atmak üzere bir program hazırlamalı ve bunu bir an önce muhataplarıyla paylaşmalı ki, var olan güvensizlik daha da derinleşmesin ve dede-nine topraklarına dönmek isteyen insanlar için bir güven ortamı tesis edilebilsin.

Doğrusu budur. Talebimiz ve beklentimiz de öyle…

 

Rober Koptaş – AGOS