Ana Sayfa Blog Sayfa 4265

Emniyet, Ethem Sarısülük’ü vuran polisin ismini açıkladı

Gezi Parkı’na destek eyleminde Ethem Sarısülük’ün ölümüne neden olduğu iddia edilen polis memurunun kimliği savcılığa, silahı ise kriminal incelemeye gönderildi. Sarısülük’ün avukatı Kazım Bayraktar, A.Ş isimli polis hakkındaki soruşturmanın sürdüğünü, savcılığın ifadesine başvuracağını söyledi.

Olayı soruşturan Cumhuriyet Savcısı Veli Dalgalı, ön otopsi raporu ve Jandarma bilirkişinin raporu ile görgü tanıkları, olay yeri MOBESE ve güvenlik kameralarının görüntülerini inceledi.

Avukat Bayraktar, ölümün silahla olduğunun kesinleşmesi ve raporların incelenmesinin ardından savcılığın emniyetten, polisin ismi ve silahını istediğini anımsattı. Bayraktar, Emniyetin, A.Ş, isimli polisin bilgilerini ve silahını savcılığa ilettiğini açıkladı.

Bayraktar, “Savcı, polis memurunun ifadesini alacak. Silahı da kriminal inceleme içinİstanbul Adli Tıp Kurumu’na gönderildi. Biz jandarma kriminale gönderilmesini bekliyorduk. Neden İstanbul’a gönderildiğini de savcılıktan öğreneceğiz” dedi.

 

Durmak ve Düşünmek

Gezi Parkı Direnişi’nde 22. gün. İlk 18 günü Mersin’den takip etmiştim. 19. gün öğlen vardım Gezi’ye. Akşam 20:00’ye kadar da tavaf ettim. Hatta bunu paylaştığım fotoğrafımı, “Direniş kabul etsin!” mesajı ile tamamladım.

paylaşmak için tklynz / click for to share

İstanbul’da en sevdiğim mekanlardan olan “eski” Beyoğlu Yeşil Ev taşınmıştı ve ben daha yeni yeri ile müşerref olmamıştım. Dün (17 Haziran / 21. gün) bi oraya gideyim dedim.

Saat 11:00’den, 21:30’a kadar da ordaydım.

Bende ortopedik bir araz vardır (bilgi için bknz) öyle çok fazla yürüyemem, merdiven çıkamam filan. Yeni Yeşil Ev, Beyoğlu Karakolu’nun hemen yanındaki binanın 4,5 ve 6. katlarında imiş.

Eski İstanbul evleri malum, asansörde yok, merdivenler de spiral. Yeşil Ev’in terasına çıkana kadar can vermedi isem allahın bir lütfu.

Lafı uzatmayayım, akşam İstanbul’da kaldığım yere geldim, uzanır uzanmaz da o yorgunlukla sızmış kalmışım.

Sabah uyanıp, akşam ne olduya bakınca gördüm, “Duran adamı, Duran kadını ve Duran insanları”

Haberini yapmaya oturdum, yaptıktan sonrada o anki hissiyatımı yayın ekibimiz ile paylaştım.

“Sen bunu okurlarımız ile de paylaş” dediler.

Size de iletiyorum

#budahabaslangicmucadeleyedevam

” yeşil ev’i 6. kata taşımışlar

ölmedimse de ondan hallice idim ilk çıktığımda
asansörde yok
merdivenler de spiral

sana bura yok koçum demenin yeşiller solcası gibi bir durum

ama ben bu tür durumlarda hep dikine giden bir adam olduğum için
al sana yeni bir mücadele alanı aslanım dedim

ilkokul dört’de bir gün son dersten önce öğretmen açıklama yaptı

“çocuklar” dedi, “son ders bitince okulda yangın tatbikatı olacak
o yüzden zil çalınca hemen dağılmayın”

sonra da bana döndü

“tolga” (sınıfta bi alper daha var diye, ilkokul 4 ve 5’te okulda bana “tolga” derdi hocalar)

“sen şimdi evine git istersen evladım”

ben de

“öğretmenim” dedim
“gerçekten yangın çıktığında ben ölecek miyim yani”

hocanın resmen şaftı kaydı
sesi perdelendi kadının
“tamam çocuğum, sen de kal” dedi çıktı sınıftan

tatbikat sırasında ben o koşturmacada yere düştüm, ezilme tehlikesi yaşadım filan

sorumun cevabını da deneyimleyerek öğrenmiş oldum

“evet, yangın çıksa ben ölecekmişim”

bilim başka bir şey ya!!!

ama bahsim o değil

sabah kalktım
akşam yeşil ev merdiven felaketinden olacak eve gelir gelmez bayılmıştım

duran adamı
duran kadını
duran insanları gördüm

haberini yapmaya başladım
gözlerimden pıtır pıtır akan yaşlara aldırmayarak

“maya takvimi” demiştim

maya beni doğruluyor

budur !”

 

Alper Tolga Akkuş

#anavarrza

Tazyikli suya katılan madde hukukçulara göre ‘işkence’ yöntemi

Polisin tazyikli suyuna katılan madde birinci derecede yanık nedeni. Doktorlara göre çok zararlı, hukukçulara göre ‘işkence’ yöntemi

İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu TOMA’larda suyun içine ilaç katıldığını doğruladı. Katılan ilaç, ‘OC Gaz Solüsyonu’, yani biber gazının sıvı hali… İlaç vücutta birinci derece yanığa neden oluyor. Doktorların çok tehlikeli bulduğu ilaç, hukukçulara göre işkence yöntemi…

TOMA’lar günlerdir İstanbulluları tazyikli suyla püskürtülen kamuoyuna çok sayıda ‘sudan yanmış’ beden fotoğrafları yansıdı. İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu’nun “Kimyasal değil, ilaçlı su. Vatandaş bu sulara alıştı” dediği maddenin bidonunda ‘OC Gaz Solüsyonu’ yazıyor. Yani biber gazının sıvı hali. Madde ciltte birinci derece yanıklara sebep oluyor. Maddenin kullanma talimatında “kanalizasyona, yeraltı sularına ya da yüzey sularına saçılması önlenmelidir, göz ve deri temasından kaçının” uyarısı var.

Radikal’in haberine göre, polisin TOMA’lara 10 litrelik bidonlarla koyduğu Jenix OC Gaz Solüsyonu’nun kullanma talimatı, bol bol sıkılan suyun aslında nasıl riskler içerdiğini gösteriyor:

“Çocuklardan uzak tutunuz. Geniş bir alana doğru sızması önlenmelidir. Kanalizasyona, yeraltı sularına ya da yüzey sularına saçılması önlenmelidir. Dökülmesi durumunda emici bir madde ile temizlenmeli. İş bitirildikten sonra yasal düzenlemelere uygun yok edilmelidir. Göz ve deri temasından kaçının, temas halinde bol su ile yıkayınız…”

OC (Oleoresincapsicum) Gaz Solüsyonu, tazyikli suyla birlikte temas ettiği deride kızarıklık, kabarıklık, yanma yapıyor. Uzmanlar maddenin temas şekli ve oranının, etkileri değiştirebileceğini vurguluyor. Adli Tıp Uzmanları Derneği’nden Dr.Ümit Ünüvar biber gazının solunumda yarattığı etki gibi bu kez ciltte tahribat olduğunu belirterek “İlk etapta gördüğümüz etkisi birinci derece yanık şeklinde aşırı reaksiyon” dedi.

‘Islanan elbiseler hemen çıkarılmalı’

Türk Tabipleri Birliği’nden Dr. Hüseyin Demirdizen ise yüksek basınçla sıkılan suya literatürde ‘su topu’ denildiğini belirterek suyun içine katılan biber gazıyla birlikte nasıl etkiler yaptığını şöyle anlattı:
“Suyun içine bir de bu solüsyon eklendiğinde iki etki birleşiyor. Su topu ciltte zedelenmelere yol açıyor. Biber gazı solüsyonunun eklendiği su şiddetli kızarıklık ve yanık derecesine kadar giden sonuçlar doğurdu. Bidonların üzerinde OC Gaz Solüsyonu yazıyor ama Valilik’ten resmi açıklama bekliyoruz. İlaçlı su deniliyor. Ne ilacı açıklamalılar. Bu su ile ıslanan elbiseler hemen çıkarılmalı. Vücut bol su ile yıkanmalı.”

‘Kullanmak suç’

Avukat Ömer Kavili de maddenin kullanımının suç olduğu görüşünde:
“Basınçlı suya katılan madde, kimyasal bir maddedir. İstanbul Barosu’ndaki görevim sırasında bizzat 10 ve 11 yaşlarında çocukları bile gördüm. Çocukların elbiselerinin altındaki ciltleri yanmıştı. Bu maddenin kullanımı suçtur. Satıcının satış aşamasında bilgilendirmesi ve ürünün kutusundaki uyarıcı bilgiye rağmen bu ürünü alıp kullananlar hakkında derhal soruşturma başlatılmalıdır. Bu maddenin kullanımı TCK’nın 94. maddesinde işkence ve zalimane davranış suçu kapsamına girmektedir. Aynı zamanda yaralama, müessir fiil suçudur ve sonuçta insanlık suçudur.”
Jenix OC Gaz Solüsyonu’nu üreten firma Güler Elektronik, Kozmetik, Kimya Sanayi ve Ticaret’ten bir yetkili şu açıklamayı yaptı:“Biz sadece üretiyoruz. Yurtdışından da alınabiliyor. TOMA’nın içindeki haznelere konuluyor. Bizzat suya katılmıyor. Polis suyu atarken, düğmeyle o haznelerden atacağı dozajı az ya da çok kendi ayarlıyor. Senelerdir bu solüsyon Güneydoğu , İstanbul, Ankara ’da kullanılıyor. Bu kez gündeme gelmesi sanırım dozajını fazla kaçırdıkları için. Görüntüler hoş değil. Emniyet ve askeriye ihale yapıyor. İhaleyi kazanan da ihale şartnamelerine göre üretiyor bu maddeyi. Acısı ne kadar, ne oranda olacak, hepsi orada belli.”

(t24)

ESP, ETHA, Özgür Radyo ve Atılım Gazetesi’ne baskın

İstanbul’da bu sabah 05.00 itibarıyla başlayan polis operasyonlarda, Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Özgür Radyo, Etkin Haber Ajansı ve Atılım gazetesinden çok sayıda kişi gözaltına alındı.

İstanbul’da bu sabah 05.00 itibarıyla başlayan polis operasyonlarda, Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), Özgür Radyo, Etkin Haber Ajansı ve Atılım gazetesinden çok sayıda kişi gözaltına alındı.

ESP’nin il binasının yanı sıra, üye ve yöneticilerin evleri de basıldı. ESP’li Alp Altınörs’ün evine yapılan operasyon sırasında BDP vekili Sırrı Süreyya Önder de oradaydı.

ETHA bürosunda hala arama sürüyor. Gazeteciler Arzu Demir ve Derya Okatan de içeride bekliyor.

ETHA Editörü İsminaz Ergün, evlerine yapılan baskını şöyle anlattı:

“Sabah uzun namlulu kar maskeli özel timler kalkanlarıyla evi bastı. Eşimle beni yere yatırdı. Kimliklerimizi bulana kadar biz o halde kaldık. Sonra 3 saat boyunca evi aradılar. Eşimi gözaltına aldılar. Dosyada 24 saat gizlilik kararı olduğu ve gözaltındakilerin avukatlarıyla görüştürülmeyecekleri söylendi.”

Operasyon devam ediyor.

Gözaltına alınanlar şöyle:

İstanbul’da gözaltına alınanlar: ESP MYK üyesi ve İstanbul İl Başkanı Çiçek Otlu, ESP MYK üyesi ve İstanbul İl yöneticisi Beycan Taşkıran, ESP İstanbul İl yöneticisi Erdal Demirhan, Atılım Gazetesi Genel Yayın Koordinatörü Sedat Şenoğlu, HDK Yürütme Kurulu üyesi Alp Altınörs, Özgür Radyo çalışanı Selvi Coşar, Ali Karaçay, İsmet Yurtsever, Sıtkı Güngör, Ali Haydar Akdeniz, Mehmet Güneş, Hasan Tunç, Okan Danacı, Cemil Yıldız, Boran Atıcı, Serkan Gündoğdu, Cemal Çakmak, Hatice Çakmak, Aykan Şimşek, Mustafa Diren Saygılı, Metin Külekçi, Sinan Polat, ESP MYK üyesi, Dinçer Ergün, Maksut Toprak, Mehmet Güneysel, Şahin Yeşilırmak, Hüseyin Şahin, Ümit Akdağ, Çağrı Aydoğan, Ali Sönmezkaya, ESP Zeytinburnu İlçe Başkanı Mehmet Aslıvar, Çetin Mordeniz, ve soyadı öğrenilemeyen Vedat ve Emir isimli iki kişi. 1 Mayıs Mahallesi’nden ise İmran Aydın, Ulaş Yıldız, Savaş Başar, Kenan Alıcı, Mehmet Tunç, Sercan Genç, Gökhan Değirmenci. Ankara’da da Yoldaş Aydın, Umut Bilgen gözaltına alınıdı.

 

Komşu’dan Gezi’ye destek!

Yunanistan’da, Başbakan Antonis Samaras’ın Yunan Radyo ve Televizyon Kurumu ERT’yi kapatmasını protesto eden kurum çalışanları, kurum binasına Türkçe, “Ertaksim-Samardoğan” yazılı pankart astı.
ERT çalışanları, Agia Paraskevi’de işgal ettikleri kurumun merkez bürolarının bulunduğu binanın ön kısmının büyük bölümünü kaplayacak şekilde, Yunanistan Başbakanı Samararas‘ın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile özdeşleştiren bir pankart astı. Pankartta,  “Ertaksim-Samardoğan” yazısı dikkat çekti.

ERT çalışanları, kanalın kapatılma kararının açıklanmasının ardından başta başkent Atina’daki merkez binası olmak üzere, ülkedeki tüm devlet radyo televizyon binalarında işgal eylemi başlatmıştı.

Gezi Parkı, sokak çocuğu, biz ve hayallerimiz… / Oya Ayman

0

17 gün parkta kalıp, yemek pişiren, çöp toplayan, erzak taşıyan arkadaşım yanıma yaklaşıp şunları söylemeseydi belki de bu yazıyı yazacak gücü kendimde bulamayacaktım. Uzun zamandır kelimelerim yetersizdi, her şey o kadar hızlı değişiyordu ki…

Cumartesi günü Gezi Parkı boşaltılmadan önce bir sokak çocuğu, arkadaşıma “Abla gitmeyin, siz gidince biz çok yalnız kalıyoruz” demişti. Bu sözleri bana aktardığında, günlerdir pek çok insan gibi boğazıma yerleşen düğüm geri geldi, birşey diyemedim.

Yaşıtları sofraya gelen yemeği seçme özgürlüğünü yaşarken, karnını doyurmak için çaba göstermek zorunda kalan bu küçük çocuğun dileğinin altında yatan duygunun, hepimizin Gezi Parkı’ndaki ortak ruha duyduğu hayranlığın altında yatanlarla benzer şeyler olduğunu düşünüyorum.

Bizler için düşlerimizin gerçekleşmesi gibiydi Gezi Komünü, onlar için de bir düş olmalıydı. Kimsenin umursamadığı, itip kaktığı, kimselere güvenemeyen, kendini sürekli savunmaktan sertleşmiş bu çocuklar onlarla parkta yatan, aynı yemeği yiyen, oyun oynayan, elindekileri paylaşan, onları dinleyen, güldüren, okşayan insanları sevdiler.

Sokakları evi belleyen bu çocuklar, canı pahasına korumak istediği ağacın gölgesini evi sayan insanların şarkılarını, masallarını dinledi. Belki de ilk kez güven içinde uyudu parkta… Kulağına çalınmış ama pek anlam veremediği “barış içinde yaşama”nın ne demek olduğunu gördü.

Va okulda, sokakta ya da televizyonda görmediği bir sürü başka şeyi gördü, yaşadı…

Zor şartlarda da olsa gülünebileceğini…

Dayanışmanın, yardımlaşmanın insanları nasıl birarada tuttuğunu…

Yoga yapanları, saksafon çalanları, karikatür çizenleri, yaralı insanları ve hayvanları tedavi edenleri, çadırının önünü süpürenleri…

Parkta sebze yetiştirilebileceğini, farklı  takımı tutanların birlikte halay çekebileceğini, farklı bayrakları taşıyanların ağaçların altında biraraya gelebileceğini…

Kocaman laflar edenlerin, sessiz oturanların, plazada çalışanların, atölyede ter dökenlerin, lezbiyenlerin, gaylerin, müdürlerin, öğretmenlerin, doktorların, avukatların, milletvekillerinin, işçilerin, memurların, seyyar satıcıların, gazetecilerin, yazarların, çiftçilerin, sinemacıların, reklamcıların, esnafın, annelerin, babaların, amcaların, teyzelerin, çocukların, gençlerin hep birlikte şarkılar söyleyebileceğini…

Belki ilk kez birileri ona resim yapması için kağıtlar, boyalar verdi, karşılık beklemeden… Onun yaptıklarını alkışladılar, iplere asmaya, sergilenmeye değer buldular…

Taksim’in ortasında binlerce kişiyle Beethoven’ın sonatlarını dinledi, parkta namaz kılanları rahatsız etmemek için susanları gördü, eşyalarını tanımadığı insanlara güvenle teslim edenlere tanık oldu, V for Vendetta’yı izlemese de, Çav Bella’nın anlamını bilmese de onların ardındaki hikâyeyi yaşadı.

Sadece o değil, hepimiz açtık bu güvene, dayanışmaya, şiddetsizliğe, paylaşıma, katılmaya, lafımızın dinlenmesine…

O çocuklar, gençler ve bizler hiç bir okulun öğretmediği şeyleri gördük, keşfettik, öğrendik…

O dilek ağacını yakmış olsalar da dileklerimiz hiç bitmeyecek.

O sokak çocuğu Gezi Parkı’nda yaşadıklarını gördüklerini hiç unutmayacak, ağaçların sökülmesine izin vermeyecek, gökyüzünün altında barış ve güven içinde yaşamanın mümkün olduğunu bilecek, umutlarında, kurduğu hayallerde hep bir Gezi Parkı olacak.

Ve bizler de o sokak çocuğu gibi yaşadıklarımızı, gördüklerimizi hiç unutmayacağız. Yazmaya, konuşmaya, yaymaya devam edeceğiz.

Ve Gezi’yi sosyal medyadan nasıl meydanlara, parklara taşıdıysak, şimdi de kendi evlerimize, sokaklarımıza, mahallelerimize, işyerlerimize, köylerimize taşımanın zamanı.

Eğer Gezi Parkı sıradan bir belediye parkı değil, bostanıyla, forumuyla, sanat alanlarıyla, yoga yapanlarıyla, hatta kamp kuranlarıyla herkesin kullandığı bir alan olsaydı insanlar parklarına sahip çıkmak için bu kadar geç kalır mıydı?

Ve şimdi bütün parklarda nasıl bir park, nasıl bir kent, nasıl bir yaşam istiyorsak onu konuşmalıyız…

AVMlerde zaman geçirmek yerine parklarımızda bostanlar yapmalıyız.

Obezleşen kentleri şişirmek, tüketimden beslenerek yüceltilen kentler yerine sürdürülebilir, kendine yeten yerleşimleri ve küçük çiftçinin kente göç etmemek için direndiği kırsalı desteklemeliyiz.

Bize temiz hava veren kutsal bildiğimiz ağacın sökülmesine karşı çıkarken, iklimi değiştireceği için termik santrallere, nehir yaşamını tehdit ettiği için devasa HES projelerine, tarım yapılan alanları, yer altı sularını kirlettiği için altın madenlerine,  gıda bağımsızlığımızı tehdit ettiği için tohumların tekelleşmesine, sağlığımızı ve biyolojik çeşitliliğimizi tehdit ettiği için GDOlara, ormanlarımızı yok ettiği için plansız/vahşi yapılaşmaya da karşı çıkmalıyız.

Ama Gezi Parkı’nda olduğu gibi karşı çıkarken, yerine koymak istediğimizi de göstermeliyiz. Yaşadığımız yeri temiz tutmalı, geri dönüştürmeli, yeniden kullanmalı, güneş enerjisinde yemek pişirmeli, mahalle bahçelerinde sebze ekmeli, her köşe başında çocukları düşünmeli, bunları yaparken yardımlaşmalı, dinlemeli, halaylar çekmeli, komiklikler yapmalı, şarkılar söylemeliyiz.

Aynı Gezi Parkı’nda olduğu gibi kentimize, köyümüze, ormanımıza, nehirlerimize, göllerimize, denizlerimize, tohumlarımıza, gıdamıza sahip çıkmalı, etrafımızda olan biteni daha iyi anlamalıyız.

Ve Gezi Parkı’nda olduğu gibi insanın, hayvanın ve doğanın haklarını birbirinden ayrı görmeden, bu haklar için çalışanlara destek olmalıyız.

Belki o zaman her yer Gezi her yer direniş olur…

Belki o zaman sokak çocuğunun dileği gerçek olur…

paylaşmak için tklynz / click for to share

 

 

Oya Ayman

 

Duruyoruz !

Gezi Parkı Direnişi 22. gününde.

Duran Adam, performans sanatçısı Erdem Gündüz

Söz bitti artık, performans sanatçısı Erdem Gündüz akşam 20:00 sularında Taksim AKM önünde durmaya başladı, onun peşinden bir kadın Ankara’da Ethem Sarısülük’ün polis kurşunu tarafından vurularak öldürüldüğü yerde durmaya başladı.

Duran Kadın, Ethem Sarısülük'ün Ankara'da öldürüldüğü yerde duruyor

Ve şu dakika itibarı ile duran insanların sayısı onları, yüzleri, belki de binleri buldu.

Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!

#duruyoruz

(Yeşil Gazete / Türkiye)

Size Aarhus’tan bahseden oldu mu? – Pelin cengiz

Gezi Parkı direnişiyle ilgili olarak geçen hafta itibariyle iktidar kanadından daha yüksek sesle dillendirilen ve kamuoyunda tartışmaya açılan referandum/plebisit meselesi, kimilerine göre hükümete geri adım attıran demokratik bir kazanım. Gezi Parkı ve onun gibi dayatılmış pek çok projeye sadece yapılmak istenen “inşaat projeleri” olarak bakarsanız, referandum seçeneğinin iyi bir seçenek olduğu kolaycılığına kapılmaktan öteye gidemezsiniz. İlkesel olarak çevre tahribatı yaratan dev projelere, nükleere, termik santrallere, HES’lere, ÇED muafiyetine karşı çıkan kimi kesimlerin, referandum teklifine, “Gezi Parkı, park olarak kalmalıdır” demek yerine koşar adım “hodri meydan” demesini de yadırgayanlardanım.

Türkiye’nin hâlihazırda hukuki zemininin elverişsiz olduğunu bir kenara koyarsak, iktidar mensuplarının ifadelerinden anladığımız kadarıyla, Gezi Parkı ile ilgili önce hukuki süreç beklenecek, mahkemenin kararının ardından plebisite başvurulacak. Hukuki sürecin sonucunun bekleneceğinin bahşedilmesinin bize demokratlık gibi sunulduğu bir dönemde, referandumun, taktiksel olarak gündeme getirildiğini düşündürtüyor.

Referandum veya plebisit tartışması bir yana, benim açımdan bugünlerin en meşru sorusu, “Türkiye neden Aarhus Sözleşmesi’ne taraf değil” sorusudur. Aarhus Sözleşmesi nedir diyecek olursanız, şöyle özetlemek mümkün: 25 Haziran 1998 tarihinde Danimarka’nın Aarhus kentinde Birleşmiş  Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu tarafından imzaya açılan ve 30 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren Aarhus Sözleşmesi (Uzun adıyla

Gezi Parkı direnişiyle ilgili olarak geçen hafta itibariyle iktidar kanadından daha yüksek sesle dillendirilen ve kamuoyunda tartışmaya açılan referandum/plebisit meselesi, kimilerine göre hükümete geri adım attıran demokratik bir kazanım. Gezi Parkı ve onun gibi dayatılmış pek çok projeye sadece yapılmak istenen “inşaat projeleri” olarak bakarsanız, referandum seçeneğinin iyi bir seçenek olduğu kolaycılığına kapılmaktan öteye gidemezsiniz. İlkesel olarak çevre tahribatı yaratan dev projelere, nükleere, termik santrallere, HES’lere, ÇED muafiyetine karşı çıkan kimi kesimlerin, referandum teklifine, “Gezi Parkı, park olarak kalmalıdır” demek yerine koşar adım “hodri meydan” demesini de yadırgayanlardanım.

Türkiye’nin hâlihazırda hukuki zemininin elverişsiz olduğunu bir kenara koyarsak, iktidar mensuplarının ifadelerinden anladığımız kadarıyla, Gezi Parkı ile ilgili önce hukuki süreç beklenecek, mahkemenin kararının ardından plebisite başvurulacak. Hukuki sürecin sonucunun bekleneceğinin bahşedilmesinin bize demokratlık gibi sunulduğu bir dönemde, referandumun, taktiksel olarak gündeme getirildiğini düşündürtüyor.

Referandum veya plebisit tartışması bir yana, benim açımdan bugünlerin en meşru sorusu, “Türkiye neden Aarhus Sözleşmesi’ne taraf değil” sorusudur. Aarhus Sözleşmesi nedir diyecek olursanız, şöyle özetlemek mümkün: 25 Haziran 1998 tarihinde Danimarka’nın Aarhus kentinde Birleşmiş  Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu tarafından imzaya açılan ve 30 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren Aarhus Sözleşmesi (Uzun adıyla Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi) ele aldığı konular bakımından uluslararası çevre hukukunun gelişiminde yeni bir dönemi temsil ediyor. Aarhus Sözleşmesi, herkesin sağlıklı ve refah içinde bir çevre ortamında yaşama hakkını korumak amacıyla, çevresel konularda halkın bilgilendirilmesi, karar mekanizmalarına halkın katılımını ve yargıya başvurulabilmesi ile ilgili konuları içeriyor. Çevresel bilgilere erişim hakkı, çevresel kararların alınma sürecine katılım hakkı ve çevre ile ilgili konularda yargıya ve idari birimlere başvuru hakkı, çevresel sorunlara halkın katılımının sağlanmasına yönelik en önemli araçlar olarak sayılıyor.

İşte, Aarhus Sözleşmesi tüm bu konulara yönelik düzenlemeler getirmesi açısından çok önemli. Sözleşmeye çoğu Avrupa ülkesi olmak üzere 40’ın üzerinde ülke imza atmış. Tahmin edeceğiniz üzere, dört bir yanında çevre ihlallerinin sürdüğü, mahkemelere taşınmış yüzlerce davanın bulunduğu Türkiye’nin bu sözleşmeye dahil olmak gibi ne bir niyeti ne de girişimi var. Aarhus Sözleşmesi, her şeyden önce, yapılması planlanan herhangi bir projeyle ilgili pek çok konuda bilgi edinmeyi kolaylaştırıyor. Eğer, projeye halkın büyük bir bölümü karşı çıkarsa ya da projenin çevre tahribatı yaratacağına ilişkin endişeler varsa, projenin hayata geçirilmesi de zora giriyor. Aynı zamanda sözleşme yerel halk oylamalarının da önünü açıyor. Bu, hem halkın katılımının sağlanması hem de halkın ne dediğinin ciddiye alınması açısından dikkat çekici bir husus. Türkiye, Aarhus’a imza atmış olsaydı, yerel bazda halk sandığa giderek, projeler için oyunu atar, istenmeyen yatırımlar da böylece çöpe atılırdı. Ancak, yöre halklarının ne düşündüğünün bir önemi olmadığını madenlerden, HES’lerden, nükleer ve termik santrallerden gayet iyi biliyoruz.

Bu noktada sorulması ve sorgulanması gereken nokta şudur: Türkiye’de, ihtilaflı projelerle ilgili çözüm konusunda etkin rol oynayabilecek, halkın taleplerini hukuk desteği ile güçlendirecek Aarhus Sözleşmesi gibi bir mekanizma neden yok? Bugün Türkiye’de referanduma muhatap olacak tek mesele Gezi Parkı ile ilgili değil, enerji ve kalkınma projeleri başta olmak üzere halkın muhalefetine rağmen yapılmak istenen pek çok proje mevcut. Fakat, bu tür bağlayıcılık getirecek anlaşmalar, inşaat odaklı kalkınma yatırımları için tehdit olarak kabul edildiğinden doğanın kalkınmaya feda edilmesine göz yumuluyor.

Demokrasi adına kalıcı çözümler peşindeysek, önce Aarhus Sözleşmesi’nin imzalanmasını talep etmek, ardından ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) süreçlerinin doğru şekilde işletilmesini sağlamak gerekiyor. Halkın katılımını sağlayan ve demokratik açılımlar sunan Aarhus Sözleşmesi’ni imza atarsınız, sonra Gezi Parkı ile ilgili referandumu konuşuruz. Bu tür uluslararası sözleşmelere imza attığınızda, hem her taşın altında dış mihrak aramaktan kurtulur, hem de sorumlu olduğunuz halka karşı samimiyetinizi gösterirsiniz. Fena mı?

Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi) ele aldığı konular bakımından uluslararası çevre hukukunun gelişiminde yeni bir dönemi temsil ediyor. Aarhus Sözleşmesi, herkesin sağlıklı ve refah içinde bir çevre ortamında yaşama hakkını korumak amacıyla, çevresel konularda halkın bilgilendirilmesi, karar mekanizmalarına halkın katılımını ve yargıya başvurulabilmesi ile ilgili konuları içeriyor. Çevresel bilgilere erişim hakkı, çevresel kararların alınma sürecine katılım hakkı ve çevre ile ilgili konularda yargıya ve idari birimlere başvuru hakkı, çevresel sorunlara halkın katılımının sağlanmasına yönelik en önemli araçlar olarak sayılıyor.

İşte, Aarhus Sözleşmesi tüm bu konulara yönelik düzenlemeler getirmesi açısından çok önemli. Sözleşmeye çoğu Avrupa ülkesi olmak üzere 40’ın üzerinde ülke imza atmış. Tahmin edeceğiniz üzere, dört bir yanında çevre ihlallerinin sürdüğü, mahkemelere taşınmış yüzlerce davanın bulunduğu Türkiye’nin bu sözleşmeye dahil olmak gibi ne bir niyeti ne de girişimi var. Aarhus Sözleşmesi, her şeyden önce, yapılması planlanan herhangi bir projeyle ilgili pek çok konuda bilgi edinmeyi kolaylaştırıyor. Eğer, projeye halkın büyük bir bölümü karşı çıkarsa ya da projenin çevre tahribatı yaratacağına ilişkin endişeler varsa, projenin hayata geçirilmesi de zora giriyor. Aynı zamanda sözleşme yerel halk oylamalarının da önünü açıyor. Bu, hem halkın katılımının sağlanması hem de halkın ne dediğinin ciddiye alınması açısından dikkat çekici bir husus. Türkiye, Aarhus’a imza atmış olsaydı, yerel bazda halk sandığa giderek, projeler için oyunu atar, istenmeyen yatırımlar da böylece çöpe atılırdı. Ancak, yöre halklarının ne düşündüğünün bir önemi olmadığını madenlerden, HES’lerden, nükleer ve termik santrallerden gayet iyi biliyoruz.

Bu noktada sorulması ve sorgulanması gereken nokta şudur: Türkiye’de, ihtilaflı projelerle ilgili çözüm konusunda etkin rol oynayabilecek, halkın taleplerini hukuk desteği ile güçlendirecek Aarhus Sözleşmesi gibi bir mekanizma neden yok? Bugün Türkiye’de referanduma muhatap olacak tek mesele Gezi Parkı ile ilgili değil, enerji ve kalkınma projeleri başta olmak üzere halkın muhalefetine rağmen yapılmak istenen pek çok proje mevcut. Fakat, bu tür bağlayıcılık getirecek anlaşmalar, inşaat odaklı kalkınma yatırımları için tehdit olarak kabul edildiğinden doğanın kalkınmaya feda edilmesine göz yumuluyor.

Demokrasi adına kalıcı çözümler peşindeysek, önce Aarhus Sözleşmesi’nin imzalanmasını talep etmek, ardından ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) süreçlerinin doğru şekilde işletilmesini sağlamak gerekiyor. Halkın katılımını sağlayan ve demokratik açılımlar sunan Aarhus Sözleşmesi’ni imza atarsınız, sonra Gezi Parkı ile ilgili referandumu konuşuruz. Bu tür uluslararası sözleşmelere imza attığınızda, hem her taşın altında dış mihrak aramaktan kurtulur, hem de sorumlu olduğunuz halka karşı samimiyetinizi gösterirsiniz. Fena mı?

Pelin Cengiz – Taraf

Bir devrimin mimari şifreleri – Ömer Kanıpak

Sizinle, sizde hiç olmayan mimarlık bilgimiz ve kentli olma görgümüz ile mücadele ediyoruz!”

20 gündür ülkenin durmasına, borsanın son on yılın en hızlı düşüşüne, turizm rezervasyonlarının gerilemesine, konser ve kongrelerin iptal edilmesine neden olan Gezi Parkı direnişi bu ülkenin son on yılda yaşadığı en önemli kırılma, sadece siyasi açıdan değil, sosyal açıdan da bir devrim oldu. Genç nüfusun apolitik değil tam tersine sağduyulu bir politik bilinci olduğunu öğrendik. Devlet korkusunun ve toplumu kompartmanlara ayıran önyargıların duvarları yıkıldı. Hiç bir şey değişmese bile bu ikisi yeter. Bu nesil Taksim’i kaybetse bile kendine yeni bir Taksim rahatlıkla yaratır. Bu hareketin sosyal, siyasi, ekonomik hatta psikolojik analizlerini şimdiden onlarca uzman yapmaya başladı. Daha uzun süre bu konu hakkında konuşulacak, siyasi partiler bu ayarla yola devam edecek, hatta belki şirketler bile kendilerine çeki düzen verecektir. Medya ise ümitsiz bir vaka.

Bir imar inatlaşmasından çıkan bu krizin büyümesi ve tüm ülkeyi hatta Avrupa’yı etkileyen siyasi ve sosyal bir olaya dönüşmesi kimsenin de beklediği bir şey değildi. Tenceredeki basınç o kadar artmış ki, düdüğün ötmesi için gerekli bahane, kesilmekten zor kurtardığımız bir kaç ağaç yerine başka bir şey de olabilirdi. Ama madem mimarlık bu krize neden oldu, bu toz duman ortamında gözden kaçan bir kaç hususa bir mimar olarak dikkat çekmek istiyorum.

1- Başbakan, 2011 seçim kampanyasında yanlış yönlendirilmiştir. İstanbul için vaatlerini belirlerken niteliksiz ve cahil danışmanları yüzünden şu anda bir batağa saplanmış ve çıkmak için çırpınırken fazlası ile ortalığı kırıp dökmekte. O kampanyada, hukuken ve mimari açıdan yanlış olan Topçu Kışlası’nın yeniden üretilmesi ve şehircilik açısından da aslında yayalar için bir azap olacak Taksim’i yer altına almak gibi iki vahim yanlış projeyi yapmak için danışmanları yüzünden halka söz vermiş oldu. Bu yanlışta en büyük sorumluluk da Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ındır. Ne yazık ki başbakanın yanlış yaptığını kabul eden bir karakteri olmadığı için de ısrarla bu hataların yol açtığı olaylarla meşgul oluyoruz 20 gündür.

2- Gezi Parkı’nda sürdürülmek istenen inşaatın yürütülmesini durduran bir mahkeme kararı vardır. Bu kararı yok farzedip “Demokratik bir ülkeyiz biz, halka soralım o zaman” demek düpedüz demokrasi kalkanı altından diktatörlük yapmaktır. Kaldı ki uzmanlık gerektiren konularının (mimarlık, şehircilik, peyzaj) yanısıra temel yaşam hakkının parçası olan ağaç, su, hava gibi doğal ve kültürel değerlerin tartışmaya açılması referandum konusu yapılamaz. En fazla Kışla AVM ne renk olsun diye sorabilirsiniz!

3- AKM koruma altında 1.derece tescilli bir kültür varlığıdır. “Yıkıp oraya daha iyisini yapacağız” diyerek insanları kandırmak da hukuku çiğneyen iki yüzlü bir davranıştır. Depreme dayanıksız, o yüzden yıkıp daha iyisini yapalım da diyemezsiniz. Depreme dayanıksız ise güçlendirme ve ya o da olmuyorsa yıkıp “AYNISI”nı yeniden yapmak zorundasınız çünkü kültür varlığı olarak tescilli bir yapıdır.

Kaldı ki üç hafta öncesine kadar AKM’nin restorasyonu ilerliyor sanıyorduk. Oranın restorasyonunu yapmak için bu hükümet para bulamayıp yarısını bir holdingden istedi. Bir anlaşma yapıldı, bu senenin sonunda açılacaktı. Sözler verildi. Madem yıkıp daha büyüğünü ve daha “barok”unu yapmak için para vardı neden böyle bir sponsorluk anlaşması yapıldı? Ayrıca bütçe mesele değilse neden bir kaç yıl önce yarışması yapılmış Şişhane’deki tiyatro binası inşa edilmiyor? Yeni bir kültür merkezi yapılmak isteniyorsa neden Tepebaşı’ndaki otopark ve TRT binasının yeri kullanılmıyor? Cevaplar yok biliyoruz, ama yine de sormadan olmaz.

4- Gezi Parkı’nın yerine yapılmak istenen Topçu Kışlası bir araçtır. Otoritesini taşa dönüştürmek isteyen bir iktidarın İstanbul’un en önemli noktasına bir bina dikme arzusunun “tarih”i kullanarak meşrulaştırması aracıdır. Kışlanın ideolojik geçmişi de önemli elbette ama amaç bu geçmişe bir referans vermek değil, bildiğiniz düpedüz “edifice complex” denen, diktatörlerin ve otoriter yönetimlerin özelliklerinden biri olan anıtsal yapı inşa etme sendromu. Gezi Parkı’nın yerinde zamanında böyle bir yapı olmamış olsaydı da Taksim’de büyük bir yapı yapmayı başbakan isteyecekti. Yıkılmış olan Topçu Kışlası, bu niyetin meşrulaştırma vizesi oldu. O Topçu Kışlası yapılamasa bile haşmetli bir yapıyı bu meydana dikmeyi her şekilde AKP istiyor. Süreç içinde AKM’nin restorasyonun durdurulmuş olması, tescillendiği halde hala yıkılmak istenip yerine “barok” bir şey dikilmek istenmesi de bu sendromun belirtileri. Sadece Taksim değil, Çamlıca gibi en yüksek tepeye ihtişamlı bir cami kondurmaya çalışmak, hatta Trakya’yı boydan boya yarmayı düşünmek de bu sendromun bariz göstergeleri. Amaç bir ihtiyacı giderecek yapı yapmak değil. İktidarın ve belediye başkanının kafa karışıklığı da bunu ispatlıyor zaten. Bir gün buz pistli AVM, bir gün şehir müzesi, ertesi gün rezidans ve otel olabiliyor bu yapı. Maksat “büyük” bir yapı inşa etmek. İçi boş bile olabilir. Ama ihtişam şart.

Bu konuda daha önce de yazdım; tarihteki tüm örneklerde anıtsal yapı sendromuna giren kişi, kurum, şirket, devlet farketmez, iktidar sahibi her kim ise, bu inadın ürünü ile birlikte tarihin bir sayfası haline gelmekte. O anıtsal yapı, er geç muktedirin mezarı olmakta. Anlayana artık.

5- Topçu Kışlası niyetine yapılacak replika binanın parktaki ağaçlara zarar vermeyeceğini danışmanları tarafından bugüne kadar hep yanlış yönlendirilen sadece Başbakan iddia etse iyi, mimar olan Kadir Topbaş bile hala savunabiliyor. Külliyen yalan ve çarpıtma bir iddia. Gezi Parkı dikdörtgen forma sahip ve en gelişkin ağaçlar bu diktörgenin kenarlarında sıralı. Parkın ortası büyük bir boşluktan ibaret. Topçu Kışlası da diktörgen forma sahip, ortası avlu olan bir yapı. Bu ikisini üst üste çakıştırdığınızda altta kalan ağaçlar elbette kesilecek, kimi kandırıyorsunuz? Uyduruk da olsa belediyenin proje görsellerine baktığınızda ise ortada bir kaç güdük ağaç görebilirsiniz belki. Sizi aldatmasın, çünkü o ağaçlar ancak saksı içinde yaşayabilecek ağaçlardır. Çünkü yer altına otopark yapmak için tüm Gezi Parkı kazılacaktır. Henüz ağaçları beton üstünde yetiştirmek mümkün olmadığı için (gelişkin bir ağaç için en az 1.5-2m toprak derinliği gerekiyor) bu yeni yapının ortasındaki yeşillikler AVM’lerde gördüğünüz o dev saksılardaki bodur süs ağaçlarından farklı bir şey olmayacak.

Şimdi AVM’den vazgeçmiş gibi görünüp bu binaya şehir müzesi fonksiyonu yüklenmeye çalışılıyor. Müze dediğiniz şey salt bir binadan oluşmaz. Kim işletecek bu müzeyi, neler nasıl sergilenecek? Topkapı’da zaten böyle bir müzenin inşaatı devam ederken bir tane de buraya mı yapılacak şehir müzesi? Bir şehrin kaç tane şehir müzesi olur? Şehir müzesi olabilecek onlarca bina, yeni bina yapılacaksa onlarca arsa varken neden kentin en nadide parklarından birini yok edip oraya yapmak istenir? O müzede yok olan parkın maketi de sergilenecek midir? Gibi onlarca soruya cevap vermeleri gereken sayın Kadir Topbaş “taşınacak” ağaçları saymakla meşgul.

6- Olayların ortaya çıkmasına neden olan “sökerek taşıyoruz” dediğiniz ama kepçelerle kırılan Divan Oteli tarafındaki ağaçlar sahiden de kışla inşaatı için kesilmedi. Belediyenin uyduruk proje görsellerinde de görüldüğü gibi, kışla yapılsa bile Intercontinental otelinin yanında kalan parkın bu kısmı yıkılmayacak. Peki neden ağaçlar yok edildi, neden çıktı bu patırtı. Çünkü Kadir Topbaş yönetiminde yapılan Taksim Yayalaştırma Projesi seçim dönemine yetiştirilmek için o kadar alelacele hazırlanıp ihaleye çıkartıldı ki doğru dürüst bir projesi bile yok. Müteahhit firma inşaat safhasında karar veriyor nereye kazık çakılacağını ve kaldırım yapılacağını. Divan Oteli tarafında ise yolun yer altına girdiği kısımda yaya kaldırımı kalmadığı anlaşılınca parkın ucundan traşlamayı denediler ve olaylar gelişti. Bu bile Kadir Topbaş yönetiminin İstanbul’u nasıl yönettiğinin bariz bir ispatıdır.

7- On beş gündür İstanbul’un en önemli meydanı ve trafik kavşağı kapalı. Farkındaysanız İstanbul’da ciddi bir trafik krizi oluşmadı. Araç sahipleri bu duruma göre davranmayı kısa sürede kabullendiler. Yayalar koşullara göre hareket ediyorlar. Gündelik hayat ilk günler aksadı sonra yolunu buldu. Peki neden “yayalaştırma projesi” diye bu kadar zahmetli ve pahalı bir proje, yapılan tüm itirazlara rağmen inşa edilmeye çalışılıyor? Çünkü belediyenin, AKP’nin mimarlık ve şehircilik danışmanları bu konuda cahil ve köhnemiş fikirlere sahip, klişelerle hareket eden kişiler. 1960’larda terk edilmeye başlanan trafiği yer altına alarak yayalara alan açma fikrini hala inatla İstanbul’un meydanlarına uygulamaya çalışıyorlar.

Bu konuda da yıllarca yazıldı, itirazlar edildi: “Taksim Yayalaştırma Projesi Taksim’in katledilmesidir” diye. Araçların giremediği bir meydana yayalar da gelmez. Bu kadar geniş ve amaçsızca düzeltilmiş bir meydanda yayalar güneş altındaki düz tepside gezen karıncalar misali ne yapacaklar? Meydana çıkan yolların tünellere dönüştürülmesi ile kenardaki kaldırım alanları iyice daralacak, yayalaştırmanın ruhuna taban tabana zıt bir sonuç çıkacak. Bu konuda o kadar itiraz edildi ama ısrarlı tutumundan belediye geri adım atmadı.

Bugün direnişin 20.günü. Taksim’i kullanan 70’e yakın otobüs hattı 20 gündür Taksim’i kullanmıyor. Ama toplu taşıma işliyor. Taksim’e erişimde ciddi bir sıkıntı yok. O kadar yazıldı, anlatıldı. Yayalaştırma trafiği yer altına saklamakla değil, yer üstündeki trafiği kısıtlamak ve düzenlemekle mümkün diye. Gezi Parkı’nın önünü tıkayan otobüslerin tarifelerini ve hatlarını düzenlemek, meydana yayaların konforu için oturma elemanları ve gölgelikler yapmakla Taksim zaten istendiği gibi yayalaşacaktı. Taksi ve toplu taşıma araçları hariç Taksim’i trafiğe kapatmak bile mümkün olabilirdi. Hala bu hatadan geri dönülebilir ve tüneller kapatılarak trafik eskisi gibi yer üstünden düzenlenebilir. Çok ihtiyaç duyulan(!) “şehir müzesi” de istenirse bu tünellerde çok da güzel bir şekilde açılır çünkü müzeler zaten doğal ışığın olmadığı mekanlardır. Ama gelin görün ki Belediye Başkanı Topbaş’ın ve AKP hükümetinin niyeti gerçekten yayalar için bir şeyler yapmak değil; niyet her koşulda inşaat yapmak. En büyük inşaatlar en iyi projelerdir mantığının bizi getirdiği noktadayız. Türkiye uydurulmuş bir kavram olarak “faiz lobisi” ile değil bildiğiniz, çok daha tehlikeli “gayrimenkul ve rant lobisi” ile bir inşaat cumhuriyetine dönüşerek mahvolmakta.

8- Şu anda Yenikapı ve Maltepe sahillerine, İstanbul’daki bütün inşaatların molozları ve hafriyatları dökülmekte. Çok kişi farkında değil ama bu da en az Gezi Parkı’ndaki kadar büyük bir çevre felaketi ve Taksim ile ilişkili. Amaç ise masum gibi duran sinsi bir bahane: İstanbullular için bir milyon kişinin kullanabileceği dev miting alanları yapmak. Artık herhalde herkes “miting alanı” denen şeyin böyle cetvelle çizilmiş sonradan imal edilmiş bir şey olmadığını anlamıştır. Bu tip miting alanları ancak taşıma kitlelerin otobüslerle getirildiği, kontrolü kolay, müsamere alanları olarak işe yarar.

Bu Taksim arenasının kodlarının arasında Tarlabaşı’nın hijyenleştirme projesi; İstiklal’deki işletmelerin ruhsatlarının değiştirilmesi ile çok fonksiyonlu yapısının homojen açık bir AVM’ye evrilmesi; Demirören’den sonra Emek ve Serkldoryan’ın da konvansiyonel bir AVM’ye dönüştürülmesi ve Elmadağ’dan Tünel’e dek tek tip, salt tüketici formuna uygun bir fiziksel ortam yaratılması da var. Bütün bunların Y.Mimar olan bir belediye başkanının kenti yönettiği bir dönemde olması ise “keşke sadece ironi olarak kalsa” diyeceğimiz bir çelişkidir.

Kadir Topbaş, bir yandan otobüslerin rengini halka sorarken, bizzat Haliç’in üstündeki metro köprüsünün tasarımcısı olduğunu hiç çekinmeden beyan edebiliyor. Kendisine sormak gerek. Süleymaniye silüetini ortadan yaran, gereksiz büyüklük ve yükseklikte, egoistçe gösterişli ve kent için çok önemli bir köprü nasıl olur da kimseye danışılmadan “tarihe çok saygılı, korumacı” bir belediye başkanı ve onun yakın arkadaşı olduğunu herkesin öğrendiği mimar Hakan Kıran tarafından tasarlanabilir? Kadıköy’deki Salı Pazarı’na yapılması son anda durdurulan AVM’nin mimarı Hakan Kıran’ın, ihaleyi alan Taş Yapı’nın sahibi Emrullah Turanlı ile ortak olması tesadüf müdür örneğin? Nasıl olur da Muhsin Ertuğrul Sahnesi ve Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nin projelerini, ve Seyrantepe’ye yapılması planlanan İBB’nin yeni merkez gökdelenini yine Topbaş’ın yakın arkadaşı Erol Kuzbaşıoğlu tasarlar? Nasıl bir tesadüfle Topçu Kışlası’nın yeni projelerini çizen Halil Onur’un 2012 sonunda yeni kurduğu şirketinin ortağı aynı Erol Kuzbaşıoğlu olur? Cevaplarını bildiğimiz sorular işte. Bu çok tartışmalı ve iri projelerin neden hep Kadir Topbaş’ın çevresinde dönen ihale zincirinin içinde işlediğini penguenlere soralım iyisi mi?

Öte yandan mimar olan bir belediye başkanı nasıl olur da Fikirtepe gibi koca bir mahallede hesapsız bir şekilde imar artışı verir; insanları ve şirketleri 3 sene boyunca zor durumda bırakır? Başbakanımızı küstüren Zeytinburnu’ndaki Sultanahmet’in arkasından sırıtan gökdelenlere nasıl da izin vermiş olabilir? Zorlu Center, Mecidiyeköy’deki Likor Fabrikası Arazisi’ndeki kuleler, Feneryolu’ndaki Four Winds kuleleri, Kadıköy Salı Pazarı’nda yine Hakan Kıran’ın tasarladığı AVM gibi bir sürü şaibeli ve kentin dengelerini alt üst eden proje ile Kadir Topbaş’ın kabahatler listesi uzar gider.

Artık bu son olaylardan da anlaşılmış olduğu gibi Kadir Topbaş, insiyatif kullanamayan ama ustaca arkadaşlarına proje dağıtımı yapabilen, hem meslek etiği hem de kamu yöneticisi etiğinden uzak, Başbakan’dan önce istifası istenecek, bu kenti yönetmekte yetkinliği sorgulanması gereken ilk sorumlu. Başbakan ne de olsa teknik biri değil, mimar hiç değil, danışmanları ise yetersiz ve bilgisiz. Bir seçim yatırımı olarak önüne konan projeleri seçmenine vaat ederken, en azından mimar olan Belediye Başkanı Topbaş’ın başta Topçu Kışlası’nın hayaletini inşa etme ve diğer tartışılan pek çok sakıncalı proje konusunda gerekli uyarıları ve itirazları yapmış olması gerekirdi.

Ama ne yazık ki İstanbul hala Başkent’in gölgesinde ve biz referandumla oyalanmak istenen, bir avuç çevreci çapulcular olarak görülüyoruz. Sayın başbakan ve hükümet arkadaşları, sayın belediye başkanı siyasi olarak çok iyi manevralarla duyarlı vatandaşlarını ve biz mimarları ezebilir; hatta gazları ile boğabilir ve TOMA’ları ile dövebilirler. Ama biz de sizinle, sizde hiç olmayan mimarlık bilgimiz ve kentli olma görgümüz ile mücadele ediyoruz. Bizim paramızla bize rağmen doğayı katledip, kenti talan edip istediğiniz kadar barok kütür merkezi, tarihi kışla ve AVM yapsanız da bu mücadelede kazanma şansınız yok. Silip kazımaya çalıştığınız Taksim Meydanı’ndan, yok edip yeniden üretmeye çalıştığınız AKM’den daha iyisini yapma ihtimaliniz ise hiç yok. Çünkü 10 senelik performansınızın ispat ettiği gibi mimari ve şehircilik görgünüz yetersizsiniz ve bilgiye saygınız yok, niteliğe değil niceliğe önem veriyorsunuz ve kimseyi dinlemiyorsunuz. Alkol yasası gibi yeri geldiğinde referans verdiğiniz Avrupa gibi niteliğe önem veren tüm ülkeler, mimari rüküşlüğünüz ve şehircilik facialarınızı gözleri açık ve üzülerek seyrediyorlar. Görgüsüzlüğünüz ve kibriniz dünya çapında ün saldı. Ne yazık ki tüm gücünüzle kentlerimizi, coğrafyamızı, doğamızı mahvettiğinizde iş işten geçmiş olacak. Sonuçta rant faizi ve gayrimenkul lobisi ile birlikte çirkinleştirdiğiniz kentlerdeki kartonpiyerlerle süslü uyduruk kopya bir camiden sizi ebediyete uğurlayacağız. Hatalarınızı düzeltmek şu anda Gezi Parkı’nda direnen yeni nesile düşecek.

Ömer Kanıpak – www.arkitera.com

Düzeltme ve Özür!

17 Haziran Pazartesi günü yayınladığımız “çArşı, “Yeni Gezi, Abbasağa Parkı’dır, bekleriz!”” ve “Subcomandante Marcos’tan Gezi’ye mesaj var!” haberlerini %100 doğrulatamadığımız için, doğrulatana kadar yayından kaldırıyoruz.

Tüm okurlarımızdan özür dileriz.

Yeşil Gazete