Mesele tabii ki sadece Gezi Parkı. Ve mesele tabii ki sadece Gezi Parkı değil.
Mesele Gezi Parkı. Çünkü insanlar şehrin merkezinde yeşil alan olarak kalmış son toprak parçasının kendilerine sorulmadan bir alışveriş merkezine ve rezidansa (ya da tepkilerden çekinildikten sonra ortaya atıldığı gibi bir müze vb.) çevrilmesini istemiyorlar. Kararların bir yerlerden alındığı, o yerlere kimselerin ulaşamadığı ve o yerlerde alınan kararların da kimseler tarafından sorgulanmadığı bir silsilenin sonucunda önlerine konan Topçu Kışlası projesini kabul etmiyorlar. Bunu da dozerlerin önüne geçerek, ağaçlara sarılarak ve bu karara direnerek yapıyorlar.
Mesele sadece Gezi Parkı değil. Çünkü bu karar alma, uygulama ve sorgulatmama silsilesi hayatın her noktasında kendini buluyor. Deniyor ki; hostessen kırmızı ruj süremezsin, kadınsan kürtaj olamazsın, sezaryen yaptıramazsın, aileysen üç çocuğun olmalı, şehirde yaşıyorsan metroda öpüşemezsin, alkol kullanıyorsan 22.00’den sonra alamazsın… Bu liste ekmeğin renginden, insanların nerede ibadet edip edemeyeceğine kadar uzayıp gidiyor. Yani en gündelik şeylerden, öteki dünyaya kadar…
İktidar, en ince noktaya kadar hakimiyet kurmaya, kafasındaki dünyayı dayatmaya otoritesini kılcallaştırmaya çalışıyor. Durum böyle olunca da, mesele sadece Gezi Parkı olmuyor.
Henüz yaşananların daha ilk günlerinde hükümetin “iyi polislerinden” bir tanesi çıkıp “İsteseydik Twitter’ı da keserdik.” benzeri bir açıklama yapıyor. Yüzbinlerce insan, hükümet her kafasına eseni, kafasına estiği an, kimseye danışmadan yapmasın diye sokaktayken edilen bu laf ve aslında meselenin ne olduğunu Siyah-Beyaz kadar net şekilde ortaya çıkartıyor.
Meselenin ne olduğunu ortaya çıkartan bir durum daha yaşanıyor. Onun da altını çizmek gerekir. O da şiddet. Korkunç boyutta ve herhangi bir oranlama kabul etmeyecek kadar büyük bir polis şiddeti. Gezi Parkı’nda çadırların yakılıp, insanlara sokak ortasında işkence edilmesi (ki bu daha sonra toplumsal bir işkenceye dönecek) meselenin sadece Gezi Parkı olmadığını yine ortaya çıkartıyor. Halk hayatının belirlenmesinin zorla yapılmasına karşı çıkıyor.
Düşünün. Hükümet bir karar alıyor. O karara karşı çıkanlar var. Onların üzerine savaş araçları ve kimyasal maddelerle gidiliyor. Yerde oturan ve elinde bir pankart tutan bir kişiye, kimyasal madde sıkılıyor. Parkta oturanlara bomba atılıyor. Hem de bir iki tane değil. Binlerce, onbinlerce biber gazı kapsülü kullanılıyor. Neden? Çünkü o insanlar, ortada olan bir kararı sorguluyorlar ve o karara karşı çıkıyorlar.
Sokaklarda olan ve günden güne, hatta saatten saate artan kalabalık işte buna karşı çıkıyor. İnsanların yaşamlarına karışma! İnsanlara bir şeyler dayatma! Bunu şiddetle yapma. Demokratik mekanizmalar kuralım, toplumsal yaşamı etkileyecek kararları orada alalım. Fakat ne giydiğime, dudağına ne sürdüğüme, dudağımın dokunduğu dudağın cinsiyetine ya da dudağımın nerede başka bir dudağa dokunduğuna karışma mesela. Her bulduğun alanı ranta dönüştürmeye çalışma mesela. Bir şehrin merkezinde altında para harcamadan dinlenilebilecek bir ağaç gölgesi olsun. Senin kafandaki gibi yaşamak, senin istediğin şekilde zaman geçirmek, senin istediğin gibi para harcamak zorunda olmayayım.
Kısacası,Gezi Parkı ve çevresinde olan olaylar bir hükümet etme tarzına karşı ortaya çıkan olaylar. Arkasında komplolar arayanlar, küçültmeye çalışanlar, olduğundan farklı göstermeye çalışanlar çok önemli bir hata yaparlar. Son yirmi günde otoriter ve totaliter bir yönetim altında yaşamak istemediklerini anlatıyor insanlar. Bu halk arkasında bir komplo teorisi ya da bir lobi olmadan da bunu yapabilir.
Not: Son yazımı 7 Mayıs’ta yazmıştım. İsmi “Taksim çukuruna gömülen demokrasi“ydi. 1 Mayıs’ta Taksim’e gömülen demokrasi, 31 Mayıs’ta Taksim Gezi Parkı’ndan çok gür bir biçimde boy verdi.
Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net
https://twitter.com/#!/Urbarli