Ana Sayfa Blog Sayfa 4132

Filipinler süper tayfunun tehdidi altında

Süper tayfun Haiyan Filipinleri etkilemeye başladı. Hızı zaman zaman saatte 300 kmyi aşan tayfunun en şiddetli kategori olan 5 seviyesinde olduğu bildiriliyor.

Tayfunun bir süre önce 7.2 büyüklüğündeki bir depremin yaralarını sarmaya çalışan bölgede ciddi maddi hasarlar ve can kayıplarına neden olacağından korkuluyor.

Atlantik okyansnda kuvvetli fırtınalar mevsimi haziran ayında başlayıp aralık ortalaraına kadar devam ediyor. Senede ortalama 20 tayfunun etkisinde kalan Filipinlerde Haiyan tayfununun bu senenin en şiddetli fırtınası olduğu açıklandı.

Tayfun Filipinlere yaklaştıkça hızını artırmaya deavm ediyor ve en son raporlara göre Filipinlerde yolanda olarak bilinen Haiyan tayfunu modern zamanların en şiddetli tayfunu olacak.

Tayfun kıyı bölgelerde su seviyesinin yaklaşık 3 metre yükeslerek su baskınlarına yol açacağı, kuvvetli fırtına etkisiyle hasara yol açacağı ve ardından gelecek kuvvetli yağmurlarla etkisini artıracağı bildiriliyor.

Yetkililer kıyı bölgelerde ve alçak kesimlerde yaşayan halkı iç kesimlere doğru tahliye işlemlerini sürdürüyorlar.

Haiyan tayfununun bugün Filipinlerde etkisini gösterdikten sonra hızını azaltarak Vietnam’a doğru devam edeceği tahmin ediliyor.

 

(Yeşil Gazete)

Çanakkale’de açlık grevinde son


Çanakkale’nin Bayramiç İlçesi Kurşunlu Köyü’nde açılacak feldspat madeni ve yol çalışması için ormanlık alandaki ağaç kesimlerine tepki göstermek amacıyla çadır kurarak açlık grevine başlayan köy sakinlerinden Bülent Behçet Özüren’in kısmen de olsa ikna edildiği öğrenildi. Çanakkale İçinde gazetesinde yer alan habere göre “Grevi sonlandıracak şartlar halen oluşmadı” dediği öğrenilen Özüren, Bayramiç Kaymakamı Kemal Kızılkaya ile görüşmesinde “Ben kendimi yakmaktan vazgeçiyorum. Ancak bu iş sonlanana kadar açlık grevim sürecek” şeklinde konuştu.

Çanakkale Vali Yardımcısı Bekir Sıtkı Dağ, Bayramiç Kaymakamı Kemal Kızılkaya ve Çanakkale Çevre ve Şehircilik İl Müdürü Bülent Yeğin, Bayramiç İlçesi’ne bağlı Kurşunlu Köyü’nde incelemelerde bulunarak; geçtiğimiz gün rahatsızlanarak hastaneye kaldırılmasına rağmen taburcu olduktan sonra açlık grevini sürdüren ve bir gelişme olmadığı takdirde 7 Kasım’da kendisini yakacağını iddia eden Bülent Behçet Özüren’le görüştüler. Bu görüşme neticesinde Bülent Özüren’in yaptırımı olacak yetkililerin köylerine geldiğini ve incelemelerde bulunduklarını belirterek kendisine zarar verme eylemini gerçekleştirmeyeceğini ancak Maden şirketinin faaliyeti durdurulana kadar ya da Kurşunlu Köyü başka bir yere taşınana kadar çadır kampında hukuki eylemini devam ettireceğini söylediği öğrenildi. Bülent Özüren’in mevsim itibariyle bilirkişi ve afad raporlarında belirtilen heyelan tehlikesinin ağaçların kesilmesiyle arttığına dikkat çekerek maden sahası altında bulunan evlerde yaşayan köylülerin can güvenliğinin bulunmadığını, Kurşunlu Köyü’ndeki yaşam mücadelesinin nihayete ermediğini ifade ettiği öğrenildi.

Çanakkale Barosu’ndan Kurşunlu’ya Tam Destek
Öte yandan Çanakkale Barosu Çevre Komisyonu avukatları Ali Furkan Oğuz, Şebnem Çıtak, Bihter Bilir, Güneş Pehlivan, Gül Özerden ve Hande Keskin Toprak, 6 Kasım Çarşamba gecesi Kurşunlu Köyü’nü ziyaret etti. Çanakkale Barosu’ndan yapılan açıklamada ziyaretle ilgili şu ifadelere yer verildi:

Bayramiç Kurşunlu Köyü’ndeki yapılan Feldspat Madeni çalışmasını yerinde tespit ve açlık grevine devam eden Bülent Özüren’e destek, gelişmeler hakkında bilgi edinme amaçlı olarak köye gidilmiştir. Yaptığımız incelemelerde ve köy halkı ile görüşmelerimizde köydeki maden çalışmasının köy halkının yaşam hakkını ciddi bir şekilde engellediğini, daha önce yaşanmış bir sel baskını ile evlerinde sıkıntı yaşanan ve yer yer göçüklerin da meydana geldiği köyde maden çalışmalarının ne zaman ne etkiler bırakabileceği konusunda kaygılı olunduğu gözlemlenmiştir. Maden çalışmasının köye sadece 60 metre yakınlıkta yapıldığı ve çalışmaların hem yüksek derecede ses kirliliği hem de titreşimler yaydığı köy halkı tarafından ifade edilirken köy sakinlerinden Kağan Baraş ile yaptığımız görüşmede ise halihazırda 3 dava olduğu belirtilmiştir. Skepsis antik kentinin de hemen yakınında olan köyde sit alanı ile ve köy ile sınır bir maden çalışmasının köyü ciddi bir şekilde tehdit ettiği ortadadır. Kurşunlu Köyü’nde yaşayan halk can ve mal varlığı konusunda endişelidir. Can ve mal kaygısına ek olarak yüzlerce ağacın kesilmesi, doğanın talanı ve devamının da gelecek olması köy halkını ve bizi derinden üzmektedir. Kaz Dağları’ndaki talana yönelik son dönemde yapılan termik santraller ve altın madeni aramalarına bir yenisi olarak eklenen Kurşunlu Köyü’ndeki Feldspat Madeni çalışmalarında her türlü hukuki mücadeleyi vereceğimizi kamuoyuna bildiririz.

Çanakkale İçinde (www.canakkaleicinde.com)

İsveç’ten üyelik için iki şart

İsveç Meclis Başkanı Per Westerberg, Türkiye’nin AB üyeliğine destek vermek için 2 şartları olduğunu, demokrasi ve insan hakları konusunda eksiği olmaması gerektiğini belirtti.
Westerberg, İsveç’te temaslarını sürdüren Başbakan Recep Tayip Erdoğan ile görüşmesi öncesi kısa bir açıklamada bulundu.
Türkiye’nin AB üyelik sürecine değinen meclis başkanı, şunları kaydetti:
“Türkiye, İsveç için olduğu kadar AB için de çok önemli. Bizim parlamentomuz Türkiye’nin tam üyeliğini destekliyor ancak Türkiye kriterleri tam olarak yerine getirmek zorunda.
Yani Avrupa ülkesi olduğunu göstermelidir. Türkiye bizim önemli bir müttefikimizdir.
Türkiye’nin AB’ye üyeliğine tam destek vermemiz için iki vazgeçilmez şartımız var; birincisi insan hakları diğeri de demokrasi. Bu iki konuda eksik olursa desteğimiz olmaz.”
www.t24.com.tr

Nükleer santral temelinde maden bulundu! – Yılmaz Kilim

Akkuyu Nükleer Santral alanında inşaat yapılıp yapılmadığına dair Mersin Milletvekili Ertuğrul Kürkçü’nün 29 Ağustos tarihli soru önergesine Orman ve Su işleri Bakanı Veysel Eroğlu 30 Ekim tarihinde yanıt verdi.

Geçtiğimiz günlerde özel izinle sahaya giren ve inşat faaliyetine şahit olan Mersin Milletvekili Aytuğ Atıcı’nın gördükleri bu defa resmi kurumlarca da doğrulanmış oldu.

Soru önergesinde “ÇED Olumlu” kararı olmadığı halde proje alanında yapılan inşaat çalışmalarının yasal dayanağı soruldu. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu ise soruları “Akkuyu Nükleer Güç Santrali sahasında inşaat işlemine başlanmamıştır. Kesin izin ile ilgili belgeler (ÇED dahil) alınmadan da herhangi bir inşaat işlemine başlanmasına müsaade edilmeyecektir.” dedikten sonra santral sahasında madencilik faaliyeti ile ilgili ÇED kararı bulunduğunu ve “Bakanlığımca verilen izinler maden işletme ruhsatı ve ÇED kararına dayanmaktadır.” diye yanıtladı.

Nükleer santral alanında neden madencilik yapılıyor?

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu tarafından yazılı soru önergesine verilen yanıtlar başka soruları akla getirdi. Bilindiği gibi Akkuyu Nükleer Güç Santrali sahası Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Rusya Federasyonu Hükümeti arasında yapılan anlaşma gereğince nükleer santral yapılmak üzere şirkete tahsis edilmişti. Sözleşme hükümleri sahanın başka amaçlarla kullanımına olanak tanımıyor. Önergeye verilen yanıttan anlıyoruz ki Akkuyu NGS A.Ş.’ye santral kurmak için tahsis edilen alanda şu anda madencilik yapıyor. Belki de ileride nükleer santralden tamamen vazgeçerek, bir turizm işletmesi kurmak ister.

Fakat görülüyor ki işin aslı öyle değil.

Madencilik faaliyeti için seçilen, ruhsat, izin ve hatta ÇED gerekli değildir kararı alınan alan tam da reaktörlerin inşa edileceği noktada. Hala nükleer santral yapılmaktan vazgeçilmemişse “taş ocağı” görünümü altında aslında temel kazısı yapılıp arazi tesviye ediliyor.

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu da ÇED gerekli değildir kararı veren kurumun başında olan Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar da inşaat mühendisi olduğu halde bunu hala madencilik faaliyeti olarak görebiliyorlar.

Nükleer reaktör yapılacak yere maden işletme ruhsatı verilerek temel kazısını kamufle etmeye mi çalışıyor yoksa başka hiçbir yerde bulunmayan çok değerli bir madene mi rastladılar? Ya da kendini pek uyanık sanan bazı kişiler bizi de aptal yerine mi koyuyor?

 

Yılmaz Kilim

Tarım Orkam-Sen Mersin Şubesi

İlan: Çırak aranıyor – Emre Ertegün

Artık baskılara daha fazla dayanamıyorum. ‘Çırağın olayım.’, ‘Ben de geleyim.’, ‘Beni de aldır yanına.’, ‘En iyisini sen yapıyorsun.’, ‘Hayat sana güzel!’ gibi cümleler kuran, tanı(ma)dık arkadaşlarım. Sizin için bir ilan hazırladım. Mayolu bir boy fotoğrafıyla, özgeçmişiniz ve motivasyon mektubunuzla birlikte başvurularınız bekleniyor. Seçim süreci son derece şeffaf olacak ve tüm detaylar ve -tabii ki- mayolu boy fotoğraflarınız kamuoyuyla paylaşılacaktır.

Nitelikler
– Tercihen kurumsal hayatın dışına çıkmış ya da çıkmak isteyen veya bu hayata hiç bulaşmamış,
– Her türlü toplumsal ve bireysel ezberi sorgulaya(bile)n,
– Tercihen birkaç dil bilen (özellikle bitkilerle ve hayvanlarla iletişim kurabilmesi tercih nedenidir, ama en azından kuş dili bilsin…)
– Tüm canlıları seven,
– Toplumsal dönüşümün bireysel dönüşümle başlaması gerektiğini düşünen; ama bu dahil bütün fikirleri tekrar tekrar sorgulamaktan, gerektiğinde geri adım atmaktan, yanıldığını kabullenmekten çekinmeyen,
– Kendisinin farkında olan veya en azından farkında olmanın önemini fark etmiş
– Tercihen bir üstteki maddeyi okurken bunu tekerlemeye benzetip gülen,
– Aslında zaten hep gülen, hayatı kutlanası bir deneyim olarak gören,
– Seyahat engeli olmayan,
– Tercihen otostop geçmişi olan veya yapmaya istekli,
– Esnek çalış(ma)ma saatleriyle, çalışmamaya ama elinden geldiğince üretmeye (her ne geliyorsa) istekli,
– Her türlü hiyerarşik yapıya karşı,
– Otoriteden haz etmeyen ve karşılaştığı anda karşı çıkmaktan çekinmeyen,
– Egosunu fark eden ama onun esiri olmayan,
– Tüketimle arası çok iyi olmayan,
– Mülkiyetçi olmayan

takım arkadaşları arıyoruz.

Başvurularınızı, her ne zaman isterseniz yollayıverin. Bana değil tabii ki, yukarı bi’yere, evrene falan… Hemen kabul olunuyor, kontenjan sorunu, şart-şurt yok.

Bilginize…

Bu yazı ilk olarak icimdensohbetler.blogspot.com/ da yayınlanmıştır

 

 

Emre Ertegün

Başka türlü bir şey benim istediğim – Burcu Ertunç

Bir sonraki Buda, bir insan suretinde gelmeyecek. Bir sonraki Buda, bir topluluğun şeklini alabilir; karşılıklı anlayışı, nezaketi ve sevgiyi, farkındalıklı yaşamayı deneyimleyebilen bir topluluğun şeklini… Bu, dünyanın ayakta kalabilmesi için en mühim şey olabilir.”

Thich Nhat Hanh

Lise yıllarımdan beri, yaşadığım mahallede bir şey eksikti ama ne? Ev-okul-ev trafiğimde de olup bitenlere yabancı gibiydim, müdahale etmiyor sadece izliyordum. Hiç bir ortama tam olarak ait hissedemiyordum; öte yandan bir çok insanın benim okuduğum ve yaşadığım ortamı gözü kapalı kabul edeceğinin de farkında olup şükretmem tembihleniyordu, ben de şükrediyordum. Üniversitedeyken haksızlıkları, adaletsizlikleri, sömürüyü, doğanın katledilişini, insan yaşamının tek tipleştirilmesini, kraldan çok kralcılığı daha net görür oldum. Eğitimin ezberle, sağlığın ilaç tabletleriyle, medeniyetin de zenginleşmeyle özdeşleştiğini, herkesin ‘bizden’ olması gerektiğini; ‘bizim kuşun’, ‘bizim ağacın’, ‘bizim sobanın’, ‘bizim ayakkabının’, ‘bizim mutfağın’ ötekilerinkinden daha üstün ve makbul (!) olduğunu dehşete kapılarak gördüm. Ve tüm bunların neyse ki evrensel birer yanılsama olduğunu da… Kafam iyice karışmış, nereye ait olduğumu bulamamış, adalet mefhumundan giderek uzaklaşan bu dünya düzeninin bir parçası olduğum için suçluluk ve utanç duymaktan da sıyrılamamıştım.

Her neyden rahatsızsam, onu değiştirmek için kafa patlatmak yerine hayıflanıp durmuş, suçluluk duygumu katmerleyerek yıllar sürecek bir kısır döngü içine girmiştim; yargılayan, eleştiren, hiç beğenmeyen, hep kötüleyen, burun kıvıran, eleştirilmekten ve yargılanmaktan korkan, konuş(a)mayan, hep susan biri oluvermiştim. Ne oldu bilmiyorum ama farkettim! Bu şekilde ne yaşadığım yeri, ne birlikte olduğum insanları ne de kendimi kabullenebilirdim. Kabulleniş olmadan da arzu ettiğim gerçek hayatı kurgulayamazdım.

Benim, yaşadığım dünyayla barışmam gerekiyor!

Bu farkedişle birlikte hayal ettiğim geleceğin, ancak ve ancak bugünde kurulabileceğini kendime sık sık hatırlatır oldum. Bugünde düşlediklerim, konuştuklarım, bugünde yaptıklarım ve paylaştıklarım benim yolum… Bu yolun sürdürülebilirliğinin ise ancak o yolu birlikte yürümek isteyen insanlarla yaşarsam mümkün olacağını idrak ettim.

Uzun lafın kısasını Can Yücel zaten söylemiş:

“Başka türlü bir şey benim istediğim
Burası gibi değil gideceğim memleket
Denizi ayrı deniz, havası ayrı hava
…Ve bir yeni ömür vardığım
Çimen yeşilliğince…”

Peki, sadece ben miyim bu dertten muzdarip, başka bir toplum düzeni, başka bir yaşam şekli hayalindeki? Peki bu erişilemeyecek, gerçek olamayacak bir hayal mi?

Geleceğin yaşam şekli doğaya uyumlanabilen topluluklar içinde olamaz mı?

Örneğin doğaya uyumlanmaya niyetlenen bu topluluk bir nevi geniş aile modelini temsil edebilir. Ancak bu aile ne ilksel toplulukların genelinde gördüğümüz, ne de hali hazırda içinde bulunduğumuz sistemin tanımladığı kan bağıyla kurulan bir aile… Yeni, yepyeni,bolo’bolo’daki gibi ortak değerler ve ortak yaşam tarzlarının etrafında kurulan, kan bağından öte ilişkilerin belirleyici olduğu bir aile modelinden söz ediyorum. Birbirine sevgi ile bağlı, herkesin herkesten sorumlu olduğu, benim değil hepimizin diyen, birbirine güvenen, herkesin –insan dışı canlıların da- kendi gibi olmakta özgür olduğu, aşk dolu kocaman bir aile…

‘Hep tatil, hiç tatil’* olsun geleceğin yaşam biçimi. Çalışma, dinlenme, üretim ve tüketim, tatil, hafta sonu gibi ayrımlar, anlamsız ve verimsiz olsun orada. Yaşamak için üretmek, barınmak için çalışmak gereksin. Kimi zaman oldukça zor ama hep keyifli, yani gerçek bir yaşam olsun. Tam da olması gerektiği gibi, hayal ettiğim gibi: Gerçek!

Güneşle uyanmak, hızlanmak ve güneşin çekilmesiyle yavaşlamak ve uyumak mesela istediğim… Diğer canlıların ve yaşamı paylaştığım insanların ritmini gözlemek ve bu sırada kendi ritmimi yakalamak. Dinlemek, anlatmak, okumak, öğrenmek, denemek, yanılmak, korkmak, cesaret kazanmak, sormak, kazmak, kesmek, yolmak, susmak, pişirmek, yazmak, mayalamak, sabretmek, gözlemek, kaçmak, gülmek, izlemek, üşümek, sorgulamak, ümitsizliğe kapılmak, öfkelenmek, tembelleşmek, konuşmak, yazamamak, üşümek, yalnız kalmak istemek, yalnız olmak istememek, ıslanmak, yol beklemek, dertleşmek, özlemek…

Hepsi olsun.

Kendi kendine yetebilen, üreten, takas eden; gelir getirecek işlerin topluluğun etik değerlerine sadık olduğu.

Herkesin, kendini herkesle eşit hissettiği, tüm renklerin ve seslerin var olabildiği…

Yaşamdaki sınırların sorgulandığı, özgür düşüncenin onaylandığı, hiç bir duygunun örselenmediği, yeri geldiğinde korkuların ve iç çatışmaların da anlam ve değer bulduğu…

İletişim becerilerinin gelişmesine önem verildiği, gerçek barış anlayışının peşinde…

Kuşaklar arası iletişimin yeniden tesis edildiği, yaşama dair kadim bilgilerin, öykü ve masalların kıymet kazandığı, hiç bir bilginin kimsenin tekelinde olmadığı, özgürce paylaşıldığı bir hayat…

Gelip geçici bir macera değil, hayal ettiğimiz o dünyada barış içinde, hakikî yaşamın peşinde olan dostlarla birlikte yaşamak benim istediğim.

Fotoğraf: Birkan Özgüner

Hemen, şimdi!

Dipnotlar

* Sevgili Durukan Dudu’nun Yeşil Gazete’deki röportajında kullandığı, benim de çok severek kullandığım ifade.

**Beni, tüm bunları düşünmeye, hissetmeye iten hayatımdaki tüm tecrübelere, yaşamıma girip çıkmış, bana dokunmuş, ilham vermiş her insana, okuduğum her kitaba, kulağıma çalınan bütün sohbetlere, birlikte kafa yorduğum, hayatı birlikte deneyimlediğim, yolculuğumda bana eşlik eden herkese şükran doluyum. Birlikte düşlemeye devam!

 

Bu yazı ilk olarak recordmag.net/ de yayınlanmıştır

 

 

Burcu Ertunç

 


 

Ayşe Gökkan açlık grevine son verdi


Mardin’in Nusaybin İlçesi’nde Suriye sınırına örülen duvara karşı ölüm orucuna giden Belediye Başkanı Ayşe Gökkan‘a destek mitingi yapıldı. Gökkan’ın eylemi sona erdirdiği açıklandı.

Mardin’in Nusaybin ile Suriye’nin Kamışlı İlçesi’ni birbirinden ayıran sınır üzerinde güvenlik amaçlı yapımı süren beton duvarı protesto etmek için Nusaybin Belediye Başkanı BDP ‘li Ayşe Gökkan, 8 gün önce sınırda açlık grevi eylemi başlattı. Gökkan’ın eylemi devam ederken, BDP’liler duvarı protesto etmek için ilçede bugün miting düzenledi. Gökkan’ın eylemi sona erdirdiği açıklandı.

Valilik mitinge izin vermeyeceğini açıklaması üzerine kentte byüyük gerginlik çıktı, esanf kısmen kepenk kapattı. Buna rağmen öğleye doğru başlayan mitinge BDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak da katılırken Ayşe Gökkan ambulansla alana getirildi. Gökkan, miting alanında Mehmet Öcalan ve Selahattin Demirtaş’ın yanına oturdu. Mitinge onbinlerce kişinin katıldığı bildirildi.

Nusaybin Belediye Başkanı Ayşe Gökkan, açlık grevini bitirmeden önce yaptığı açıklamada, “Sınırlar yüz kızartıcıdır, sınırlara da gerek yok, her tarafta sınırlar kalktı. Sınırların içersinde duvarda örülmesi daha fazla bir yüz kızartıcıdır. Biz kadınlar biliyoruz ki, bu sınırlar ölçülerek kendi babasının malıymış gibi birbirleriye paylaştırmışlar. Demişler burası senin burası benim, kimse bu arsaları kimse işgal edemez demişler. Biz kadınlar olarak bu şekilde kabul etmiyoruz. Sınırlar olduğunda kadınlar bir ülkeden bir ülkeye geçtiği zaman işkence çekiyorlar. Dünyanın en büyük ticareti kanını satmakla olmuş. Bu da sınırlar yüzünden olmuş. Biz doğu kadınları olarak sınırları kabul etmiyoruz. Söz konusu sadece duvarda değil, Kürdistan’da, Mardin’de Süryani, Kendali, Arap, Yezidi, Asuri, Kürtler burada yaşıyor. Suriye’nin Kamışlı kenti Rojavası’nda halkın parçalanmasına izin vermeyiz. Sınırlarla bölgeler bölündüğünde halklar parçalanıyor, kadınlar ise parça parça oluyor. Bu yüzden bu parçalamayı kabul etmiyoruz. Bu yüzyılda biz kadınlar olarak kesinlikle sınırları kabul etmiyoruz” dedi.

Yeşil Gazete

Kurşun fabrikası davası sahipsiz

İzmir’de faaliyette olduğu dönemde kurşun üreten, ‘kentin Çernobil’i’ olarak gösterilen fabrikanın nükleer atıklarını toprağa gömdüğü iddiasıyla ilgili Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün şikayetçi olduğu, Yargıtay’ın bozduğu dava, yeniden görülmeye başladı. Müdürlük yetkilileri ve avukatlarından kimsenin katılmadığı duruşmada, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin müdahil olma istemi reddedildi.

İzmir’deki 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmaya, ‘Toprak, su veya havada kalıcı özellik gösterecek, insan veya hayvanlar açısından tedavisi zor hastalıkların ortaya çıkmasına, üreme yeteneğinin körelmesine, hayvanların ve bitkilerin doğal özelliklerini değiştirmeye neden olabilecek şekilde çevreyi kasten kirletme’ suçundan 5 yıl hapis ve 100 gün adli para cezası istemiyle yargılanan tutuksuz sanık Hasan Yavaş ile avukatı Selahattin Seymen katıldı. Davada, şikayetçi konumundaki Çevre ve Orman İl Müdürlüğü yetkilileri ile avukatlar katılmadı. Sanık avukatı Seymen, fabrikanın müvekkilinin dedesi tarafından henüz çevre bilincinin oluşmadığı, buna dair yönetmeliğin yürürlüğe girmediği dönemde kendi arazisi içinde atıkları bertaraf ettiğini, sonrasında müvekkilinin işletmeyi devraldıktan sonra yüklü paralar harcayarak çevreye zarar vermeden atıkları ortadan kaldırdığını, asıl zarara müvekkilinin uğradığını dile getirdi. Sanık Hasan Yavaş ise, söz konusu atıkların kendi zamanında değil dedesinin zamanında ve ortada herhangi bir mevzuat yokken depolandığını, dolayısıyla kendisinin olayda kastının bulunmadığını söyledi.

ZARAR GÖRMEDİĞİ GEREKÇESİYLE RED

Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Genel Başkanı Avukat Arif Ali Cangı, davaya müdahil olmak için başvurdu. Mahkeme Başkanı Ömer Faruk Ceylan, heyetiyle partinin bu olaydan doğrudan ya da dolaylı olarak zarar gördüklerine dair somut delil bulunmadığı gerekçesiyle katılma talebinin reddedilmesi yönünde karar verdiklerini bildirdi. Başkan Ceylan, Yargıtay 4’üncü Ceza Dairesi’nin istemi doğrultusunda, daha önce aynı konuda İzmir 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan ve fabrikanın üretiminden sorumlu müdürü olarak çalışan, Hasan Yavaş’ın eski eniştesi Yıldırım Mustafa İrvana’nın yargılandığı davanın, bu davayla birleştirildiğini hatırlatarak, İrvana’nın tekrar savunmasının alınmasına gerek olmadığına, bozma kararı öncesinde dinlenen tanıklar Osman Özgür ve Metin Urulat’ın tekrar dinlenmesine karar vererek davayı erteledi.

“KARAR İTİRAZ EDECEĞİZ”

Duruşma ardından davaya katılma reddedilen Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Genel Başkanı Avukat Arif Ali Cangı, “Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün sahiplenmesi gereken davayı biz sahiplenmek istiyoruz. Mahkeme burada bir kamu yararı görmeyip katılma talebimizi reddetti. Partimiz kamu yararı gözeten faaliyet gösteriyor ve çevre konusunda duyarlı. Katılma talebimizin reddedilmesi kararına itiraz edeceğiz” dedi.

DAVALAR BİRLEŞTİRİLMİŞTİ

İzmir 3’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2008 yılında açılan davada sanık Hasan Yavaş’a, 4 yıl 2 ay hapis ve 100 gün para cezası verilmiş, Yargıtay 4’üncü Ceza Dairesi kararı bozmuştu. Yargıtay, bozma gerekçesinde davanın, İzmir 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde, fabrika müdürü Yıldırım Mustafa Irvana’nın yargılandığı dava ile birleştirilmesini, araziye atık bırakma işleminin hangi tarihte sonlandırıldığının araştırılmasını istemişti.

 

www.haberler.com

İklim ayrım yapmaz

Hindistan’ın doğu kıyılarını, iki hafta önce karadaki hızı saatte 240 kilometreye varan Phailin kasırgası vurdu. Ülkenin Bengal körfezi kıyısındaki Odisha (eki adı Orissa) ve Andhra Pradesh eyaletlerinde yaşayan yaklaşık 12 milyon insanı etkileyen kasırgada en az 46 kişi öldü, 1 milyon kişi evlerini terk etmek zorunda kaldı. Binlerce kerpiç evin yıkılmasına, ağaçların devrilmesine, pek çok köyün sel suları altında kalmasına, altyapının ve yolların hasar görmesine neden olan kasırganın üzerinden üç hafta geçtikten sonra halk yavaş yavaş evlerine dönmeye başladı ama hasar çok büyük.

Bundan 14 yıl önce yaşanan benzer bir kasırgada yaklaşık 10 bin kişinin hayatını kaybettiğini hatırlatanlar, insanların gelişen iletişim imkanları sayesinde kasırga uyarılarından erken haberdar olmalarının ve evlerini zamanında terk etmelerinin ölü sayısını azalttığı yorumunu yapıyorlar. Boşaltılan bölgelerdeki insanları önceden belirlenen güvenli sığınaklara yerleştiren hükümet de iyi not aldı.

Bengal körfezi

Hint Okyanusu’nun kuzey bölümünü oluşturan ve dünyanın en büyük körfezi olan Bengal körfezi söz konusu olduğunda ölçekler hayal gücümüzü zorluyor. İki hafta önce The New York Times’ta konuyla ilgili bir yazı yayımlayan tarihçi Sunil Amrith, dünyada yaşayan her dört kişiden birinin, Bengal körfezini çevreleyen ülkelerde yani Hindistan, Bangladeş, Myanmar, Tayland, Malezya, Sri Lanka ve Endonezya’nın Sumatra adasında yaşadığını hatırlatıyor. Sömürge döneminde Hindistan ve Çin arasında önemli bir deniz yolu geçişi olan Bengal körfezinin kıyıları, o zamanlar muson yağmurlarının yanı sıra bölgenin zengin doğasının kurulan kahve, çay ve kauçuk plantasyonlarıyla yağmalanması sonucunda şekillenmiş. Amrith, bölgenin şimdi iklim değişikliği ve nüfus artışı tarafından yeniden şekillendirildiğini söylüyor.

Körfez çevresindeki düşük rakımlı kıyı bölgelerinde 500 milyon kişinin yaşadığını ve buraların iklim değişikliği nedeniyle yükselen deniz seviyelerinden en çok etkilenecek yerler olduğunu vurguluyor. Tabii bu ülkelerin başında topraklarının büyük bölümü deniz seviyesinde, hatta bir kısmı deniz seviyesinin altında bulunan 150 milyon nüfuslu yoksul Bangladeş geliyor. Deniz seviyeleri yükseldikçe tarım toprakları tuzlanıyor, bu da bölgede yaşayan insanların bağımlı olduğu tarımsal üretimi tehdit ediyor. Ama çevresel sorunlar bundan ibaret değil. Açık denizde petrol ve doğalgaz aramaları sürüyor. Bengal körfezine akan Ganj, Brahmaputra gibi büyük ırmakların getirdiği kirlilik ve üzerlerinde kurulan barajların büyük nüfusların su kaynaklarını tehdit etmesi de cabası.

El Nino’lar

Bengal körfezi 19. yüzyıldan bu yana, özellikle sömürgecilik döneminde önemli nüfus hareketlerine sahne oldu. Yaşanan göçlerin bir nedeni çay ve kauçuk plantasyonlarında iş bulma umudu. Ancak iklim olaylarının payı da önemli. 1870 ve 1890’da meydana gelen iki El Nino olayı (Pasifik Okyanusu’nun doğu kıyılarındaki su akıntısında meydana gelen ve bütün dünya iklimini etkileyen dönemsel sıcaklık artışı) sırasında kuraklık ve açlıktan milyonlarca kişi ölmüştü. Günümüzde bu tür felaketler iklim değişikliği tarafından besleniyor. Son on yılda bölgede meydana gelen tropikal kasırgalardan 18 milyon kişi doğrudan etkilendi. Gerek El Nino olaylarının gerekse tropikal kasırgaların sıklığı ve şiddeti küresel iklim değişikliği nedeniyle artıyor. Kasırgalar, kuraklık, toprakların tuzlanması gibi nedenlerle geçim kaynakları tehlikeye giren insanların, iklimsel istikrarsızlığın şiddetlendirdiği politik ve etnik çatışmalar nedeniyle göç etmeye mecbur kalması önemli bir toplumsal sorun. Birleşmiş Milletler’e göre 2012’den bu yana yaklaşık 13 bin kişi Bengal körfezinde botlarla göç yolculuğuna çıktı, yüzlercesi hayatını kaybetti.

Suriye

Kuşkusuz bu toplumsal trajedi, Bengal körfeziyle sınırlı değil. Göç yolculuğunda hayatını kaybeden mültecilerin dramı bizim yabancımız da değil. Ama Suriye’de yaşanan iç savaş nedeniyle 600 bin mülteci ağırlamak zorunda kalan bir ülkede yaşadığımız halde iklim mültecisi kavramını pek önemsemiyoruz. Oysa bütün bu yaşananlar ancak birbirine bağlı olarak düşünüldüğünde anlaşılabilir hale geliyor.

Araştırmacılar Suriye’de yaşanan iç savaşı başlatan ekonomik ve sosyal istikrarsızlığı tetikleyen nedenler arasında 2006’dan sonra Doğu Akdeniz’de ve Fırat-Dicle havzasında yoğunlaşan büyük kuraklığın önemli yeri olduğunu söylüyorlar. Küresel iklim değişikliğinin tetiklediği bu büyük kuraklıktan ülkemiz de ciddi biçimde etkilendi. Birleşmiş Milletler, Suriye’de bu dönemde yaklaşık 800 bin küçük çiftçinin geçim kaynaklarının kuraklık nedeniyle tahrip olduğunu ve çok sayıda ailenin kentlere göç etmek zorunda kaldığını belirtiyor. Bu ekolojik-ekonomik krizin yarattığı huzursuzluk Esad diktatörlüğü tarafından şiddetle bastırılan bir ayaklanmaya ve dış güçlerin de etkisiyle bir iç savaşa dönüştü. Siyasi sorunları sadece etnik ve dinsel meselelerle ya da iktidar güçlerinin kişisel hikâyeleriyle açıklamaya alışık olan popüler yazın, işin arkasında bu kadar açık iklimsel veya ekonomik istikrarsızlıklar bulunduğuna dair tezlere pek ilgi göstermiyor. Aynı şey, yine kuraklığa bağlı ekonomik çatışmalardan beslenen Somali, Darfur ve Ruanda olaylarında da görülmüştü. Oysa artık yaşanan iç savaş, soykırım ve diğer çatışmaların iklim değişikliğine bağlı bir tür paylaşım sorunu tarafından tetiklendiğine dair çözümlemeler giderek yaygınlaşıyor.

İlk iklim mültecisi

IPCC’nin geçen ay yayımlanan 5. İklim Değişikliği Değerlendirme Raporu da iklim değişikliğinin en fazla etkileyeceği bölgelerin başında Akdeniz havzasının olduğunu bir kez daha ortaya koyuyordu. Bir başka klasikleşen çalışmaya göre iklim değişikliğinden kaynaklanan sorunlardan dolayı mülteci olacak kişi sayısının önümüzdeki 40 yılda 25 milyonu aşacağı söyleniyor. Ama şimdi bu tahminlerin aslında ne kadar iyimser olduğu ortaya çıkıyor.

Türkiye ’ye sığınan yüz binlerce Suriyeli mülteci, iklim değişikliğinin tetikleyicilerinden biri olduğu Suriye iç savaşının yarattığı mülteci akınının sadece bir parçası. Öte yandan Akdeniz her gün Avrupa’ya ulaşmaya çalışan mülteci teknelerine mezar oluyor. Bengal körfezi, Afrika ve başka yerlerde yaşanan bölgesel göçler de çoğu zaman iklim felaketleriyle ilişkili.

Kribati adalarında yaşayan bir kişinin önceki hafta Yeni Zelanda’ya iklim değişikliği nedeniyle iltica etmeyi talep etmesi haber olmuştu. Başvurusu kabul edilirse Ioane Teitiota ve ailesi dünyanın ilk resmi iklim mültecileri olacak. Oysa çevremiz şimdiden milyonlarca “gayriresmi” iklim mültecisiyle dolu. Türkiye de bu trajedinin tam orta yerinde duruyor.

(Bu yazı ilk olarak 3 Kasım 2013’de Radikal İki’de yayınlanmıştır.)

Kömürün dumanında boğulurken – Pelin Cengiz

Aylar önce Time dergisinden yayımlanan bir makalede, kömürden insan türünün geleceğinin önündeki en büyük düşman olarak bahsedilmesine dünyada en fazla kulak tıkayanların başında Çin ve Türkiye vardı. Mâlum, 2012 yılı Türkiye’de kömür yılı ilan edilmişti. Türkiye’nin enerjisi yüzde 31 kömür, yüzde 32 doğalgaz, yüzde 27 petrol, yüzde 4 büyük çaplı HES’lerden üretiliyor. Tüm fosil yakıtlar arasında en fazla karbon emisyonuna neden olan kömür, aynı zamanda iklim değişikliğinin en önemli nedenlerinden biri. Kömür, iklim değişikliği ve insan sağlığı üzerinde yarattığı zararların yanı sıra üretim yapılan bölgelerin yaşanmaz hâle gelmesine bağlı olarak zorunlu göçlere, kültürel ve doğal zenginliklerin kaybına ve insan hakları ihlallerine sebep oluyor.


Aliağa Yarımadası
’nda kalan son ormanlık alanda Azerbaycan devlet petrol şirketi SOCAR ile Türkiye’den TURCAS, ikinci rafineri ile bir kömürlü termik santral yapma peşinde. Aliağa’daki projeye karşı Ege Çevre ve Kültür Platformu’nun Change.org’da başlattığı kampanya, Avrupa İmar ve Yatırım Bankası, Dünya Bankası bünyesindeki IFC yani Uluslararası Finans Kuruluşu, UniCredit, Akbank, Garanti Bankası, İş Bankası, Denizbank ve Finansbank’a,Aliağa Yarımadası’nda yeni rafineri ve termik santral yatırımlarını finanse etmeyin” çağrısı yapıyor. Muazzam çevre kirliliğine neden olacak proje, yenilenebilir enerji üretilmesi planlanan yere yapılmak isteniyor. Kısa süre önce manset.at sitesinin özel haberinde, “SOCAR’ın beş milyar dolara mal olacak proje için 3,5 milyar dolara yakın finansman kullanmak istediği, ancak iki yıldır finansman sözleşmesini imzalamadığı, bankalarla pazarlıkların sürdüğü ve sahada jeotermal lisansı bulunduğu için finansman görüşmelerini baltaladığı gerekçesiyle Buhar Enerji ile SOCAR’ın davalık olduğu” anlatılıyordu.

İmza kampanyasına tam imza atmak üzereyken, uluslararası finans kuruluşlarının verdiği kredilerin çevresel, sosyal ve ekonomik etkilerini araştıran Bankwatch’un Karadeniz’de yapılmak istenen termik santralleri izlemeye almasının ardından yazdığı raporun detayları gözüme ilişti. Türkiye’nin kömür sevdasının Karadeniz’de oluşturduğu tehdidi konu alan Bankwatch’un, Greenpeace Ortadoğu Ofisi’nin desteğiyle hazırladığı raporda, ulusal planda 50 ilâ 86 ve bölgesel planda Batı Karadeniz’de 70 kilometrelik bir hatta inşa onayı bekleyen 13 santralin stratejik çevre etki değerlendirmesinden yoksun olduğu vurgusu yapılıyor. Enerji projelerinin finansmanı konusunda da önemli tespitler var.

Türkiye finans sektörünün yerel kömür projelerine öncelik verdiği belirtilirken, “Dünya Bankası, Avrupa Yatırım Bankası ile Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası gibi uluslararası finans kuruluşları, özellikle ülkenin enerji piyasasının liberalleşmesiyle Türkiye’nin enerji planlarını destekliyor” deniyor. Bu bankaların Türkiye’de çalıştığı bankalar arasında Akbank, Denizbank, Finansbank, Garanti Bankası, İş Bankası, Vakıfbank ve Yapı Kredi var. Aynı bankaların termik santral planlarının da arkasında olduğu kaydedilirken, şeffaflığa vurgu yapan şu ifadeler dikkat çekici: “Avrupa Yatırım Bankası ile Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın Türk finans sektörüne yaptığı yatırımların en çok kimin fayda sağladığına karar vermek kolay iş değil. Kalkınma bankalarının iş yaptığı hiçbir ülkede bu bilgi kamuoyuyla paylaşılmıyor.

Özetle, kömür karası çoktan kapımızda ve ciğerlerimizde.

Pelin Cengiz – Taraf