Tarih ve tarih eğitimi Türkiye’de gündelik hayatta en fazla konuşulan konuların başında geliyor. Tarihe ve tarih eğitimine yüklenilen anlamlar, bunun temel nedeni. Kimi zaman makbul vatandaş yetiştirme çerçevesinde geçmişten örnekler veriliyor, kimi zaman da geçmişin, bugünden okuması yapılarak öne sürülen söylem meşrulaştırılmaya çalışılıyor. O kadar konuşulduğu halde neliğine ve işlevine dair nedense tartışma çokça yürütülmüyor. Yürütülse de tarih eğitimin amaçlarına yapılan vurguyla ve tarihin değer yüklü olduğundan hareketle, onun ideolojik bir aygıt olduğu tespitiyle yetiniliyor. Bu tartışma kimi zaman tarih ders kitapları üzerinden yürütülüyor, kimi zaman da sadece kavramsal düzeyle yetiniliyor. Bu haliyle bakıldığında tarih eğitimi tartışmalarının sosyal gerçeklikteki karşılığını görmek mümkün değil.
Tarih eğitiminin, egemen söylemin geçmişi/kolektif hafızayı tanımlayarak ortaklıklar üzerinden “biz” kategorisini inşa ettiğini söyleyebiliriz. “Biz” kategorisinin inşası, beraberinde “öteki” kategorisini de üreten bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Eğer tarih derslerinde “Biz” kategorisindeyseniz birey için sorun yok. Çünkü “Biz” kategorisi tertemiz ve güvenli bir alan sunuyor bireye. Öteki kategorisindeyseniz, kaybedenlerdensiniz. Tarih dersleri her seferinde egemen söylem doğrultusunda, ötekinin kötülüğünden dem vuruyor. Türkiye’de, Cumhuriyet yurttaşı olan egemen söylemin ötekileri, azınlık öğrencilerinin tarih derslerindeki durumunu bir düşünün. Fatih Yazıcı’nın Yeni İnsan Yayınevi’nden çıkan Azınlık Okullarında Tarih Eğitimi ve Çokkültürlülük adlı kitabı, size bu düşünme fırsatını sunuyor.
Yazıcı, kitabına konu olan çalışmasında İstanbul’daki 6 azınlık okulunda öğrenim gören 183’ü Ermeni, toplam 199 öğrenci ile görüşmüş. Onların egemen tarih söylemi karşısında neler hissettiklerini kaleme almış. Ayrıca egemen tarih söyleminin aktörü olan 13 tarih öğretmeni de çalışma grubu içerisinde yer alıyor. Tarih öğretmenlerinin ne hissettikleri de kitabın bir parçası. Yazıcı, Levinas’ın diliyle söylersek eğer, ötekinin çağrısına cevap verebilmek için onların tarih derslerinde hissettikleri duygu ve yaşanmışlıklarını, bu kitap aracılığıyla paylaşıma açtığını ifade ediyor.
Kitabı yazma gerekçesini de şöyle açıklıyor: “Tarihin, egemen söylemin meşrulaşma aracı olarak kullanımı, ötekinin de tarihsel olarak meşrulaştırılması anlamını taşımaktadır. Başka bir deyişle tarih, geçmişten bugüne referanslar vererek egemen söylemin ötekilerinin, bugünde de öteki olarak etiketlenmesinin aracıdır. Böylelikle öğrenciler, bir anda sorumlulukları olmadıkları tarihsel sorunların birer parçası oluverirler. Bir anlamda bu durum, ‘biz’ adına ‘öteki’nin kurban edilmesidir. Bundan dolaydır ki; azınlık okullarındaki öğrencilerin, tarih derslerinde yaşadıkları duygusal ve bilişsel hali, çokkültürlülük bağlamında tartışmaya açmak, onların çağrısına cevap vermektir.” Bu sebeple Yazıcı, kitabında azınlık okullarındaki tarih derslerinin durumundan önce, çokkültürlülük ve çokkültürlü eğitimle ilgili kuramsal tartışmalara yer veriyor. Daha sonra ise Türkiye’deki egemen söylemin yarattığı kültürel farklılıklar rejimini ve bu rejimin bir parçası olarak değerlendirdiği tarih ders kitaplarını, erken cumhuriyet döneminden bugüne kadar geniş bir yelpazede tartışıyor.
Bu haliyle Yazıcı’nın kitabı, tarih ve tarih eğitiminin, tarih ve tarih eğitiminden daha fazla olduğunu bize gösteriyor. Okura, tarih eğitiminin başka bir yönünü, madalyonun diğer yüzünü gösteriyor ve size ötekinin çağrısına açık olmanızı salık veriyor.
Akif Pamuk