Ana Sayfa Blog Sayfa 3560

İklim Gösterilerine izin verilmesi için, Fransa Cumhurbaşkanı’na uluslararası çağrı!

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır (Türkçeye çeviren: Serap Çakıl ve Şenol Ayla)

Uluslararası STK’lar, sivil toplum grupları ile Naomi Klein ve Susan George gibi politik şahsiyetlerden oluşan uluslararası bir koalisyon, Fransa Cumhurbaşkanı’na, Paris’te 30 Kasım’da başlayacak olan COP 21 iklim görüşmeleri süresince yapılacak gösteriler üzerindeki yasağın kaldırılması çağrısında bulundu.

Kasım ayında Paris’teki terör saldırılarının ardından Fransız hükümeti Fransa’da gerçekleşecek her türlü gösteriye engel olan geçici bir acil durum uygulamaya başladı. Fransa Climat 21’deki STK ve sendikalardan oluşan yerel koalisyon Paris’teki iklim görüşmeleri öncesinde, süresince ve sonrasında yapılacak bir dizi gösteri planlamıştı, ancak gösteriler şu an yasaklanmış durumda.

52.cop21_mektup

Kırkı aşkın grup ile Brezilya, Hindistan, ABD, Kore ve Birleşik Krallık gibi ülkelerin de arasında bulunduğu ülkelerden gelen insanlar Cumhurbaşkanı Hollande’a hitaben, “Paris’te COP 21 süresince hükümetinizin her türlü gösteriyi yasaklayan kararından dolayı derin bir endişe duyuyoruz. Bu, dünyanın sıradan vatandaşlarının seslerini duyurmalarını ve daha parlak bir gelecek kurmak için gerekli olan politik alanı yaratmalarını son derece zorlaştıracaktır. Bunun COP’nin meşruiyeti sürecinin içini boşaltacağına inanıyoruz” şeklinde yazılan mektubu imzaladılar.

Nick Dearden, Global Justice Now  (Küresel Adalet Şimdi) Direktörü

“Dünyanın her köşesinden insan günümüzün en acil sorunlarından biri olan iklim değişikliği tehdidi konusunda seslerinin duyulması için Paris’e akın ediyor. İklim görüşmeleri süresince sivil toplumunun güçlü katılımının bulunması ve dünya liderlerinin bu konuda nasıl davranacaklarına göre bundan sorumlu tutulmaları çok önemli. Paris’te gördüğümüze benzer acımasızlıkları yapan teröristlerin amaçlarından biri de, sıradan insanların hayatlarını alt üst etmeye ve yoldan çıkarmaya çalışmalarıdır. Fransız otoriteleri futbol maçı gibi kamuyla ilgili olaylara ilişkin ‘hayat devam etmeli’ dediler ve biz de Cumhurbaşkanı Hollande’ı benzer bir mantık kullanarak, BM görüşmeleri süresince iklim değişimi gibi hayati öneme sahip konularda insanların temel hakkı olan protestoya izin vererek bu saldırılara karşı dik durmaya çağırıyoruz.”

Thomas Coutrot, Paris’teki gösterileri düzenleyen STK’lardan biri olan Attac France’ın sözcüsü

“Fransız otoriteleri 13 Kasım cinayetlerinin neden olduğu sarsıntıyı ülke genelinde, hatta hiçbir terörist tehdidin olmadığı küçük şehirlerde dahi, yapılacak gösterilere engel olmak için kullanıyorlar. COP 21’in sonuçları ve onun etkili bir şekilde iklim değişimi ile mücadele etmede muhtemel başarısızlığı karşısında bizim sessiz kalmamızı mı istiyorlar? Attac ve iş ortakları olarak, sesimizin susturulmasını önlemek için sonuna kadar direneceğiz.”

Mektup ayrıca herkesin imzalamaya çağrıldığı çevirim içi bir dilekçehaline getirildi. Orijinal metni okumak ve imzalamak için tıklayın.

Mektup ve imzalayanlar

Sayın Cumhurbaşkanı,

Geçen hafta meydana gelen terörist saldırılarla ilgili olarak Fransız halkına üzüntülerimizi bildirmek istiyoruz. Geçtiğimiz haftalarda Paris, Ankara, Bamako ve Beyrut’taki sivillere yapılan vahşi saldırılar sayısız kriz yaşayan dünya ekonomisinin en son korkunç semptomlarıdır.

Bu krizlerden biri de iklim değişikliği. Sizin de bildiğiniz gibi, dünyamızı bir çevre felaketinin eşiğine sürükledik. Etkileri her yerde daha fazla ya da daha az derecede hissediliyor. Aslında Suriye’deki çatışma kısmen iklim olayları ile alevlendi. Farklı politikalar uygulamaya başlamadığımız sürece iklim değişikliği giderek artan bir şekilde savaş, göç, yoksulluk ve malk mülk müsaderelerini alevlendirecektir.

Bu nedenle kısa süre sonra birçoğumuz Paris’e, dünya liderlerinden daha düşük karbonlu ekonomiye doğru radikal bir dönüşümün başlaması ve daha az endüstrileşmiş ülkelere fosil yakıtlara ihtiyaç duymadan toplumu kurabilmeleri için ciddi mali destek istemek için geliyoruz. Sorunun muazzam boyutta olduğunun farkındayız. Politikacıların ihtiyaç duyulan değişiklikleri, politik alan ve irade yaratan kitlesel hareketler ve seferberlikler olmaksızın yapabilmeleri mümkün değil.

Bu nedenle hükümetinizin Paris’teki COP 21 süresince gösterileri yasaklama kararından son derece endişeliyiz. Bu, dünyanın sıradan vatandaşlarının seslerini duyurmalarını ve daha parlak bir gelecek kurmak için gerekli olan politik alanı yaratmalarını son derece zorlaştıracaktır. Bunun COP’nin meşruiyeti sürecinin içini boşaltacağına inanıyoruz.

Paris’teki gösterilerin yasaklanması kararınızı yeniden gözden geçirmeniz konusunda ısrar ediyoruz. İklim değişikliği gösterilerindekiler de dahil olmak üzere tüm vatandaşların güvende tutulması ihtiyacını anlıyoruz. Buna gösterilerimizi yasaklamak dışında bir yol bulunması mümkün olmalı. Paris’te her gün birçok başka kitlesel olay ve toplantı gerçekleşmektedir. Ayrıca polisin bizlere haysiyetli bir şekilde davranacağından ve sivil haklarımıza saygı duyulacağına dair açık bir mesaj vereceğinizden emin olmak istiyoruz.

Demokrasiye ve özgürlüğe bağlılığımızı duyururken demokrasi ve özgürlükten uzaklaşmamalıyız. Barışçıl bir dünya ancak eşitlik, dayanışma ve sürdürülebilirlik üzerine kurulabilir. Bunu Paris’te ifade edebilmeliyiz.

Saygılarımızla,

Naomi Klein, yazar

Avi Lewis, yapımcı

Shalmali Guttal, araştırmacı ve yazar

Susan George, yazar

Global Justice Now, Birleşik Krallık

Bolivian Platform on Climate Change

Focus on the Global South 

Fondacion Solon, Bolivya

Friends of the Earth, İskoçya

Ecologistas en Acción (İspanya)

Ekoloji Kolektifi / Ecology Collective Association, Türkiye

Iniciativa Construyendo Puentes – Redes de Latinoamerica frente al cambio climatico

Campaign against Climate Change, Birleşik Krallık

Bharat Jan Vigyan Jatha, Hindistan

Public & Commercial & Service Union, Birleşik Krallık

Attac Japan

 

Bu yazı acikradyo.com.tr/ den alınmıştır

(Türkçeye çeviren: Serap Çakıl ve Şenol Ayla)

Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi suikast sonucu öldürüldü

Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi, Sur’da yaptığı açıklamadan sonra başından silahla vuruldu. Diyarbakır Selahattin Eyyübi Devlet Hastanesi’ne kaldırılan Elçi hayatını kaybetti.

55

Diyarbakır’ın Sur ilçesine bağlı Balıkçılarbaşı semtinde bulunan ve geçtiğimiz gün kurşunlanarak tahrip edilen tarihi Dört Ayaklı Minare’nin önünde Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, bir grup avukatla açıklama yaptıktan sonra silahlı saldırıya uğradı.

56

Suikast anının görüntülerini buradan izleyebilirsiniz. Görüntüde suikastçının kaçışı da görülüyor

Başından ağır yaralanan Tahir Elçi, kaldırıldığı Diyarbakır Selahattin Eyyübi Devlet Hastanesi’nde hayatını kaybetti.

imc tv’ye konuşan Avukat Gülşen Özbek “Tahir Elçi uzaktan atılan bir mermi ile vuruldu” dedi.

54

Diyarbakır Barosu, Tahir Elçi’nin ölüm haberini “Baro Başkanımız Av. Tahir Elçi suikast sonucu öldürülmüştür” ifadeleriyle duyurdu.

Diyarbakır Belediyesi Eş Başkanı Fırat Anlı da Elçi’nin hayatını kaybettiğini Twitter hesabından duyurdu.

Protesto çağrıları

Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) Diyarbakır İl Başkanlığı, Elçi’nin öldürülmesini protesto etmek için eylem çağrısı yaptı.

Açıklamada saat 13:00’te Balıkçılar Başı’nda toplanılacağı duyuruldu.

Tahir Elçi’nin öldürülmesi İstanbul’da da protesto edilecek. Halkların Demokratik Partisi’nin (HDK) çağrısıyla saat 14.30’da Galatasaray Meydanı’nda gerçekleştirilecek.

(IMC.tv)

[Anne Sütü vs Bebek mamaları] Dr. Yalım Üner’e Cevap – Dr. Tomris Cesuroğlu

Geçtiğimiz gün blogda bir mama firmasının çeşitli mecralarda duyurduğu ‘Her gün 500 ml anne sütü’ iddiasının asılsız olduğunu gösteren bir yazı yayımladık. Bu öneri, mama firmasının iddiasının aksine, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından önerilmemekte ve desteklenmemekte. Ayrıca, masumane gibi görünse de, “her gün 500 ml anne sütü almalıdır, bunu almıyorsa üstünü mama ile tamamlamalıdır” iddiası emzirmenin doğasına aykırıdır ve mama firmalarının anneleri gereksiz endişeye sevk edip emzirmek yerine mama kullanımına çekmek için uyguladığı bir yöntemdir. Bu konudaki detayları“Anneler dikkat! ‘Her gün 500 ml anne sütü’ aldatmacası” yazımda bulabilirsiniz.

Dr. Yalım Üner (ilgili firmanın medikal direktörü) Instagram sayfasında 26 Kasım 2015 tarihli beni ve BYBO’nun kurucusu Eren Kaya’yı etiketlediği gönderisinde şunları yazdı:

“Anne sütü önemlidir. Bir damlası bile cok değerlidir, bu 1 damlası da yeterlidir anlamına gelmez. İlk 6 ay bebeğe “başka birşey verilmiyorsa”, bebeğin kilo alımıyla anne sütü yeterliliği değerlendirilebilir. Ek besine başlandıktan sonraki dönem kritiktir. Artık sadece kilo alımıyla anne sütünü değerlendiremezsiniz, çünkü 6. aydan sonra bebek, anne sütü dışında ek gıdalar da almaktadır. Eğer anne sütü yeterli verilemiyor ve fakat bebeğin kilosu artmaya devam ediyorsa, bu durumda anne sütü dışındaki ek besinleri artırdınız demektir. Yani anne sütü yerine bebeğinize ek gıda; örneğin sebze veriyorsunuz demektir. Sebze gibi ek gıdalar anne sütünün yerini tutmaz. 
Dünya Sağlık Örgütü ek gıdaların tüketimiyle ilgili bilgilendirmek amacıyla profilimdeki linkten indirebileceğiniz pdf dokümanını hazırlamıştır. (Link, Dünya sağlık Örgütünün herkese açık sitesinden alınmıştır, sayfa 94’e bakınız.) Hesaplayabilmeniz için: Anne sütünün 100 ml’si 67-69 kcal, katı besinin ortalama kalorisi 0.8-1 kcal/ml’dir. Anne sütünden alınması gereken enerjiyi (linke bakarak) 67’ye bölerseniz verilmesi geren miktarı bulabilirsiniz. 6-8 aylar arasındaki bebeklerin anne sütünden alması gereken enerji miktarı 413 kcal’dir. Çıkan kalori değerinin ml’ye çevrilmesiyle 616 ml süt ihtiyacı elde edilir. Biz de bu bilgiyi, otoritelerimizle aynı şekilde, en az 500 ml olarak kullanıyoruz.

Bahsettiği doküman şudur:

www.who.int/nutrition/publications/infantfeeding/FNB_24-1_WHO.pdf

Doktor Bey’i anlıyorum; çalıştığı firmanın iddialarını savunmak, çıkarlarını korumak zorunda hissediyor. Ancak biz de, BYBO olarak, halkımızı doğru bilgilendirmek isteyen bilim insanları ve ebeveynleriz. Doktor Bey’in cevabı ciddi derecede hatalı ve yanlış bilgiler içeriyor. Herkesin görebilmesi için bu cevaptaki yanlış bilgi ve yönlendirmeleri teker teker ele alacağım. Önce mama firmalarının iletişiminde kullandığı temel bir varsayımla başlayacağım. Sonra da yukardaki yazıya madde madde açıklama getireceğim.

“Anne sütü en iyidir, ama anne sütü yoksa ya da yeterli değilse mama verilmelidir” 

Bu ifade, mamaların pazarlama çalışmalarını savunan herkesin sürekli tekrarladığı bir ifade olup firmaların iletişim stratejilerinin temel taşıdır. Altında yatan mantık şu: anne sütü, mamalar gibi, varsa tüketilen, yoksa tüketilmeyen bir şeydir. O yüzden yokluğunda (ki bu yokluk ya da yetersizlik kavramları sürekli vurgulanır) mamadan başka çare yoktur.

34

Halbuki gerçekler öyle değil. Eğer bebekler istediği zaman istediği kadar emziriliyorsa, yani saatsiz ve şartsız emziriliyorsa, beklenmedik bir tıbbi sebep olmadığı sürece süt durup dururken azalmaz ve kesilmez. Bebeğin ihtiyacı ve süt üretiminde zaman zaman doğal dalgalanmalar olabilir. İstediği zaman istediği kadar emzirme prensibi uygulanırsa süt üretimi ihtiyaca göre artar ya da azalır. Yani ne kadar süt üretileceğini bebek ayarlar.

Eğer bebeğin büyümesinde sorun varsa (kilo alımı, boyun uzaması ve baş çevresi ölçümü ile değerlendirilir), örneğin aldığı kilo arzu edilenin alında ise, yapılması gereken ilk şey daha sık, daha bol emzirmektir. Bununla hala istenen büyüme yakalanamıyorsa o zaman mama verilmesi gündeme gelir.

Ancak Türkiye’deki genel algı sütün bebeğin talebine göre değil, annenin yeme içmesi ile yapıldığı yönünde. Yani bebek ne kadar emerse vücut o kadar süt yapar bilgisi eksik. Bu bilgi anne adaylarına, annelere, doktorlara hemşirelere doğru düzgün verilmiyor. Özellikle son beş yılda emzirmeyle ilgili eğitim materyallerinin çok büyük oranda mama sektörü tarafından hazırlandığını, büyük çapta sağlık profesyoneli ve anne eğitimleri verdiklerini hatırlatırım.

Pekiyi, emzirme ile ilgili bilimsel gerçekler bu iken Türkiye’deki uygulama ne? 

  • Doktorlar bebeklerin normalden (Dünya Sağlık Örgütü ve diğer rehberlerden) çok daha fazla kilo almasını bekliyor, istiyor. Mesela, ilk 3-4 ayda kilo alım beklentisi ayda 600-900 gramdır. Bazıları bunu 500-1000 gram olarak kabul ederler. Türkiye’de bir bebek ayda 900-1000 gramın altında kilo aldıysa ilk aylarda bir çok doktor hemen “kilo alımı yeterli değil” diyor.
  • Daha da kötüsü, kilo alımının yetersiz olduğunu düşündüğünde (iddia ettiğinde) anneye daha sık ve daha bol emzirmeyi önermek yerine bebeğe hemen mama başlıyorlar.

(Büyümede tek kriter kilo alımı değildir, özellikle 4 aydan sonra mutlaka boy da göz önünde bulundurulmalı. Bu da çoğu zaman göz ardı ediliyor.) Yani, 6 aydan küçük bir bebeğe doktorun mama başlaması için temel olarak iki sebep olabilir:

  1. Bebeğin kilo alımı/ büyümesi yetersiz ise (gerçekten uluslararası standartlara göre bu değerlendirme yapılmalı, doktorun şahsi kanaatine göre değil) VE daha sık ve daha bol emzirme ile büyüme yeterli düzeye gelmiyorsa, doktor mama başlayabilir
  2. Emzirmeye engel tıbbi durumlar varsa, bebeğin annesi fiziken yanında değilse, veya bebeğin acil beslenmesini gerektiren tıbbi durumlar (örneğin vücudun susuz kalması (dehidratasyon)) durumlar varsa

Pekiyi, 6 aydan büyük bebekler için durum nedir? Büyüme (kilo ve boy birlikte değerlendirilmeli) istenen düzeyde değilse VE daha sık ve daha bol emzirme ile istenen büyüme yakalanamıyorsa o zaman iki seçenek vardır:

a. Mama takviyesi b. Ek gıdayı artırmak

Böyle bir durumda hangisinin seçileceğine ve miktarına bebeğin mevcut beslenmesi ışığında doktor ve anne-baba birlikte karar vermeli.

Pekiyi, Türkiye’deki uygulama nasıl? 6 ay sonrasında mamaya başlamanın en önemli sebepleri:

– Annenin sütüm azaldı duygusu/ kaygısı: Bebek yeterince sık beslenmezse doğal olarak süt dalgalanır. Bu durumda anne “hah bak benim de sütüm azaldı” diye endişe eder. Mevcut ortam annelere yetersizlik duygusu aşılıyor ve endişelerini sürekli teşvik etmekte. Bu halde de her dalgalanmada anneler mama vermek zorunda hissediyor.

– Sütü azalırsa ve/veya 500 ml’nin altına düşerse bunu mutlaka mama ile takviye etmesi gerektiğini zannetmesi: Bu da 2010 yılından beri sürdürülen ‘500 ml’ kampanyasının ülkemize ciddi bir etkisi. Burada uluslararası kaynakların kampanyanın 2010-2013 arasında firmanın mama satışlarını %15 oranında artırdığını yazdığını hatırlatmak isterim.

‘500 ml’ iddiaları her ne kadar kağıt üzerinde 6 ay sonrası dönemi kapsasa da bu mesaj ay gözetmeden tüm annelere ulaştığından bütün annelerde “Ya o kadar süt üretmiyorsam” endişesi yaratabiliyor. Bu endişe kilo artışı, boy uzaması normal olan bebeklerin annelerinin dahi mamaya başlamasına sebep olabiliyor. Bu temel bilgiler ve algıları gözden geçirdikten sonra şimdi Dr. Yalım Üner’in yazısına dönelim.

“Ek besine başlandıktan sonra … artık sadece kilo alımıyla anne sütünü değerlendiremezsiniz.” 

Bu ifadeler 6 aydan sonra ‘anne sütünün’ değerlendirilmesi gerektiğini iddia etmekte. Pekiyi, neye dayanarak? Hangi uluslararası otorite 6 aydan sonra anne sütünün değerlendirilmesi ve/veya ölçülmesi gerektiğini söylüyor? Buradaki temel hata, konuya ‘anne sütü’ olarak bakmaktır. Mamanın miktarı, mililitresi hesaplanabilir. Ek gıdanın da öyle. Bunlar gözle görülür, ölçülebilir. Ama emzirme böyle değildir. Hangi bebeğin hangi emzirme seansında ne kadar süt emdiğini bilemezsiniz. Ölçemezsiniz. Tahmin de edemezsiniz. Bebeğin ne kadar süt emdiği tamamen bebeğe ve anneye özgü bir durumdur.

Bu yüzden, hiçbir uluslararası kabul görmüş otorite 6 aydan öncesi için de, sonrası için emzirilen bebekler için anne sütü miktarının rakamsal olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylememiştir; bu konuda hiçbir rakam vermemiştir. 

“Eğer anne sütü yeterli verilemiyor ve fakat bebeğin kilosu artmaya devam ediyorsa, bu durumda anne sütü dışındaki ek besinleri artırdınız demektir. Yani anne sütü yerine bebeğinize ek gıda; örneğin sebze veriyorsunuz demektir. Sebze gibi ek gıdalar anne sütünün yerini tutmaz.” 

Altı aydan sonra ek gıdaya geçişin yavaş olması gerektiği, 6-12 ay arasında emzirmenin temel besin olması gerektiğini hepimiz biliyoruz. Eğer bebeklerin fazla ek gıda ile beslenmesinden, bu yüzden daha az anne sütü almasından endişe ediliyorsa, esas değerlendirilmesi gereken bebeğin ne kadar ek gıda aldığıdır. Anne sütü değil. Çünkü ne kadar ek gıda aldığını gözle görebilir ve ölçebilirsiniz. Ölçülemeyecek bir şeyin, yani bebeğin ne kadar süt emdiğinin değerlendirilmesi gerektiğini iddia etmenin tek bir amacı olabilir: Anneleri gereksiz endişeye sevk edip emzirmek yerine mama kullanımına çekmek. Bu konuyu bir önceki yazımda aktardım. 

“Dünya Sağlık Örgütü ek gıdaların tüketimiyle ilgili bilgilendirmek amacıyla profilimdeki linkten indirebileceğiniz pdf dokümanını hazırlamıştır. (Link, Dünya sağlık Örgütünün herkese açık sitesinden alınmıştır, sayfa 94’e bakınız.)” 

Bu tamamen yanlış bir bilgidir! Bahsedilen doküman mama firması tarafından kapsamı ve amacı dışında kullanılmıştır. Dokümanın amacı Dr. Yalım Üner’in yazısında yazdığı gibi, “ek gıdaların tüketimiyle ilgili bilgilendirmek” değildir! Bu doküman Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından 2003 yılında yaptırılan bir teknik çalışma olup amacı bebek ve çocukların ek gıda ihtiyacı konusundaki güncel araştırmaların sonuçlarını derlemektir. Netleştirmek için tekrar ediyorum, bu doküman bir WHO rehberi, ya da WHO’un ülkelere öneri paketi değildir!

“Hesaplayabilmeniz için: Anne sütünün 100 ml’si 67-69 kcal, katı besinin ortalama kalorisi 0.8-1 kcal/ml’dir. Anne sütünden alınması gereken enerjiyi (linke bakarak) 67’ye bölerseniz verilmesi geren miktarı bulabilirsiniz. 6-8 aylar arasındaki bebeklerin anne sütünden alması gereken enerji miktarı 413 kcal’dir. Çıkan kalori değerinin ml’ye çevrilmesiyle 616 ml süt ihtiyacı elde edilir.”

Bahsi edilen doküman içindeki teknik çalışmalardan biri 2000 yılında yapılmış bir araştırmayı alıntılamış ve bebeklerin aylara göre kalori ihtiyacı tablolarını koymuş (sayfa 94). Firma da bu tablodaki rakamlardan yola çıkarak yukardaki hesabı yapmış ve bu hesaba göre anne sütü ihtiyacının ml olarak 616 ml olduğunu iddia etmiş.

Yani WHO’nun istediği teknik çalışma da, atıf yapılan araştırma da mililitre olarak ‘şu kadar anne sütü tüketilmelidir’ deMEmiştir! Dr. Üner’in gönderisinde de görebileceğiniz gibi iddia edilen rakam tamamen mama firmasının hesabı, WHO’nun önerisi değil! Bu dokümanın hiç bir yerinde 500 ml iddiasını destekleyen tek bir ifade bile yer almamaktadır. WHO’nun bebek beslenmesi konusundaki önerileri nedir derseniz bu sayfada bulabilirsiniz. Ve burada alınması gereken anne sütü miktarı konusunda tek bir ifade bile bulunmuyor.

“Biz de bu bilgiyi, otoritelerimizle aynı şekilde, en az 500 ml olarak kullanıyoruz.”  

Bu da yanlış bir bilgi. Uluslararası alanda kabul görmüş hiç bir otorite emzirilen bebeklerin ne kadar anne sütü alması gerektiği ile ilgili bir öneri ortaya koymamıştır!

WHO bu teknik çalışma sonrasında ‘şu kadar anne sütü tüketilmelidir’ diye bir öneri kesinlikle geliştirMEmiş! Bunlar WHO’nun web sitesinde erişebileceğiniz on binlerce çalışma dokümanından biri olarak 2003’ten beri arşivlerde kalmıştı.

WHO, firmanın “Her gün 500 ml anne sütü” iddiasını 2013 yılında net bir şekilde yalanlamış ve “böyle bir önerimiz yoktur” demişti. Ben de geçtiğimiz haftalarda Dünya Sağlık Örgütü (WHO) Avrupa Bölgesi Beslenme Programı Yöneticisi Dr. João Breda’ya yazıştım. Kendisine sosyal medyadaki görüntüleri ve mama firmasının iddialarını gönderdim. Açıkça şunu sordum:

“WHO’nun bu iddiaları destekleyen herhangi bir rehberi var mı?”

Dr. Breda 24.11.2015’te bana email ile verdiği cevabı son derece net:

Kimden: Breda, Joao (DNP-NAO) Kime: Cesuroglu T (SOCMED) Tarih ve saat: 24-11-2015 12:19 

“WHO recommendations do not support the claim of the minimum requirement of 500 ml breast milk per day”  

Türkçesi: “Dünya Sağlık Örgütü (WHO) önerileri ‘en az 500 ml anne sütüne ihtiyaç vardır’ iddiasını kesinlikle desteklememektedir.” 

Eğer 500 ml iddiası mama firmasının iddia ettiği gibi bir WHO önerisi olsaydı tüm dünyada uygulamaya geçirilirdi. Ama dünyanın başka hiçbir ülkesinde ‘Her gün en az 500 ml’ diye bir kampanya yok. Uluslararası literatürde ‘her gün 500 ml anne sütü alınmalıdır’ diye hiçbir atıf, hiçbir bilgi yok.

‘Her gün 500 ml anne sütü (yoksa mama)’ aldatmacasının özeti 

1) Bir bebeğin ne kadar anne sütü emdiği ölçülemez.

2) Eğer gerçekten bebeklerin fazla ek gıda alarak daha az anne sütü almasından endişe ediyorsanız değerlendirmeniz gereken ek gıda miktarıdır. Anne sütü değil. Çünkü ek gıda gözle görülür; miktarı ölçülebilir.

3) Ölçülemeyecek bir şeyin, yani bebeğin ne kadar süt emdiğinin değerlendirilmesi gerektiğini iddia etmenin tek bir amacı olabilir: Anneyi endişeye sevk edip “Acaba benden o kadar süt çıkıyor mudur?” dedirtmek, kendinden şüphe ettirmek ve bu şekilde “Ne olur ne olmaz ben biraz takviye yapayım” deyip mamaya başlatmak.

4) Uluslararası alanda kabul görmüş hiçbir otorite emzirilen bebeklerin ne kadar anne sütü alması gerektiği ile ilgili bir öneri ortaya koyMAmıştır.

5) “Her gün 500 ml anne sütü” gereklidir iddiasını ortaya koyan mama firmasıdır. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) değil. WHO’nun 2003 yılına ait bir teknik dokümanını amacı ve kapsamı dışında kullanarak bazı hesaplar yapmışlar ve ‘500 ml anne sütü verilmelidir’ sonucuna ulaşmışlardır. Ancak bu dokümanın hiçbir yerinde bu iddiayı destekleyen tek bir ifade bile yer almamaktadır.

6) ‘500 ml’ iddiasını hiçbir uluslararası otorite desteklememektedir.

7) WHO mama firmasının ‘500 ml’ iddiasını 2013 yılında net bir şekilde yalanlamıştır.

8) WHO Avrupa Beslenme Programı Direktörü, mama firmasının iddiasını bu hafta bana gönderdiği mailde net bir şekilde tekrar yalanlamıştır: “Dünya Sağlık Örgütü (WHO) önerileri ‘en az 500 ml anne sütüne ihtiyaç vardır’ iddiasını kesinlikle desteklememektedir.”

9) Mama firmasının kendilerine sunduğu bilgileri sorgulamadan takipçileri ile paylaşan sosyal medyanın popüler anneleri ne yazık ki bu yanlış bilginin on binlerce anneye yayılmasına alet olmuştur.

Sevgili anneler ve babalar,

“Acaba sütüm yetmiyor mu?” diyerek mama başlamanız çocuğunuza yaptığınız büyük bir kötülük olabilir. Emzirme ve çocuk beslenmesi ile ilgili konularda endişe duyduğunuzda size yardımcı olmak için hazırlanmış çok sayıda yazıyı bu blogda bulabilirsiniz. Ayrıca Bebek Yapım Bakım Onarım ve Emziren Anneler gruplarında bu konuda soruları olan annelere sürekli yardımcı oluyoruz. Daima yanınızdayız.

 

Bu yazı bebekyapimbakimonarim.blogspot.nl/ den alınmıştır

36-Tomris-Cesuroglu

 

 

Dr. Tomris Cesuroğlu
Hekim, araştırmacı ve anne

Doğunun Venedik’i Suzhou – Oktay Arslan

Çin’deki rotamızı şimdi bahçeleri ve kanallarıyla ünlü olan Jiangsu eyaletine bağlı bulunan Suzhou kentine çeviriyoruz. Suzhou, heryerini saran  kanallardan dolayı Doğunun Venedik’i diye anılıyor.

Gökyüzünün cenneti Suzhou

Suzhou’u gezmeye başladıktan sonra Çin’in ünlü sözü, ‘Gökyüzünde cennet varsa yeryüzünde Suzhou ve Hangzhou var ’sözüne katılmadan edemiyorsunuz. Şehirde Çin’in en önemli  4 klasik bahçeleri arasında sayılan Humble Administrator’s Garden,The Garden of the Master of the Nets,The Lingering Garden bulunmakta. Bu 4 bahçe 1997 tarihinde UNESCO tarafından Dünya Kültür mirası listesine girerek korunma altına alınmış.Bugün şehirde toplamda 60 adet  bu klasik bahçelerden bulunmakta. Geçmişdeki Qing ve Ming hanedanlıkları döneminde  imparatorlar zenginliklerini ve ihtişamlarını göstermek için bu bahçeleri yaptırmışlar.

Çin'in ünlü sözü, ‘Gökyüzünde cennet varsa yeryüzünde Suzhou ve Hangzhou var ’sözüne katılmadan edemiyorsunuz
Çin’in ünlü sözü, ‘Gökyüzünde cennet varsa yeryüzünde Suzhou ve Hangzhou var ’sözüne katılmadan edemiyorsunuz

İki günlük Suzhou gezimde Humble Administrator’s Garden ve The Lingering Garden ‘ı gezdim. Bahçelere  giriş bileti  200 Yuan. Gittiğim gün şansıma güneşli bir hava vardı. Bahçenin heryerini gezmek için en az 5-6 saate ihtiyaç var. Bahçenin 4 ana  giriş kapısı bulunmakta. Bu ana girişlerde klasik bahçelerin içerisinin haritası var. Gezmeden önce bu haritalara bakıp nerelere gideceğimize karar verip ona göre gezmekte fayda var. Bu bahçelerin içinde küçük yapay göllerden tutunda, şelaleler, bambu ağacı ormanları gibi birçok gezilecek yerler var. Bunun yanında bu  bahçelerde  gezinti yaparken  yol güzergahında Opera gösterisini de izleyebilirsiniz. Suzhou ayrıca Çin’in heryerinde bir hayli popüler olan Kun Operası’nın da doğduğu şehir.

Suzhou’daki Kaplan Tepesi

Yine bu bahçelerde gezilecek yerler  arasında Kaplan Tepesi de bulunuyorgeliyor. Ben ziyaret ettiğim sırada burada  restorasyon yapılıyordu. Bu tepe şehirdeki turistik yerlerin en yükseklerden bir tanesiymiş. Şekli bizim  Galata Kulesi‘ni andırıyor. Rivayete  göre bir beyaz kaplan Kral Helü’nün aşağı kısımda bulunan mezarını korumak için bu tepeye çıkmıştır. Çinlilerin en çok ziyaret ettiği yerlerden bir tanesidir Kaplan Tepesi. Ayrıca girişteki tabelada  Kaplan Tepesi üzerinde binlerce yıllık kayalara kazılarak yazılmış  şiir ve yazıların  olduğu yazıyordu.

Suzhou, Kun Operası'nın da doğduğu şehir
Suzhou, Kun Operası’nın da doğduğu şehir

Suzhou’daki ünlü  bahçeleri  gezdikten sonra diğer günümü Çin Seddin’den sonraki ülkedeki en büyük mühendislik harikalarından bir tanesi olan ‘Büyük Kanal’a ayırdım. Çin’de bulunan Sarı Nehir ve Yangtze Nehri arasında yapılan bu kanalın toplan uzunluğu 1776 km’dir. Şehrin tarihi kısmında bulunan bu kanalın yapımı M.Ö 5.yüzyıla kadar dayanıyormuş. Çılgın bir tasarım olan  bu kanal güneyin (Şanghay, Suzhou) zengin tarım bölgelerinden gelen ürünleri kanal yardımıyla kuzeydeki  (Pekin, Tianjin) gibi şehirlere ulaştırıyormuş. Zamanında Çin’deki şehirler arası ticaret taşımaları için çok önemli bir yollardan bir tanesiymiş. Kanal üzerinde tekne gezintileri buraya ziyarete gelen ziyaretçilerin ilk tercihleri arasında yer alıyor. Bu tekne gezileri Suzhou şehrinden başlayarak Wuxi şehrine kadar devam ediyor. Yarım saatlik  bir tekne gezintisi için yaklaşık olarak 100 Yuan ücret ödemiştik. Ayrıca kanal etrafında geleneksel hediyelik eşyalar  satan yerlerde  mevcut.

28

Hediyelik eşya satan  dükkanlardan birinde Çin tarım devrimini öven posterler vardı. Dikkatimi çeken bir posterde de:  ‘İnsan köle değildir, para insanı köleleştirir.’ yazıyordu.

İlklerin kenti  Suzhou

Türkiye’de seramik ve porselen deyince akla nasıl Kütahya geliyorsa, Çin’de de Suzhou kenti gelmektedir. Ülkede porselen ve seramik kaplar ilk olarak Suzhou’da yapılmış. Toprağının seramik ve porselen yapımına uygun olduğu için burada bu endüstri bir hayli yaygın. Dünyanın heryerine Suzhou’dan  yapılma seramik ve porselenler  gönderiliyor. Şehrin çoğu yerinde bu seramik ürünleri satan mağazalardan bulmak mümkün.

Çin’in çoğu şehrinde karşılaştığım gibi Suzhou'da da kadınları hayatının her alanında görmek mümkün
Çin’in çoğu şehrinde karşılaştığım gibi Suzhou’da da kadınları hayatının her alanında görmek mümkün

Suzhou ayrıca  sahip olduğu  işlek limanı  sayesinde Çin’deki ekonomik pastadan en çok yararlanan şehirler arasında bulunmaktadır. Suzhou, demir ve çelik, bilişim, tekstil ürünleri dahil olmak üzere büyük bir ekonomik ve ticaret merkezi olup Jiangsu eyaletinin ikinci büyük şehridir. Bunun yanında şehir, Çin’deki en önemli İpek üretimine sahip yerlerden bir tanesi.

İki günlük Suzhou gezimde Humble Administrator’s Garden ve The Lingering Garden ‘ı gezdim
İki günlük Suzhou gezimde Humble Administrator’s Garden ve The Lingering Garden ‘ı gezdim

Çin’in çoğu şehrinde karşılaştığım gibi Suzhou’da da kadınları hayatının her alanında görmek mümkün. Taksi şoföründen tutun, sokaklarda yerleri süpüren temizlik görevlisine kadar heryerde kadının  söz sahibi olduğunu görüyoruz. Eğer Çin’e yolunuz düşerse, Şanghay’a hızlı trenle 25 dakika mesafede bulunan Suzhou’nun bahçelerini  ve kanallarını görmeden gitmeyin derim.

Çin’den selamlar

32-Oktay-Arslan

 

 

Oktay ARSLAN

[email protected]     

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Çanakkale’de: Hem renk hem de dans…

Bazı hikâyelerin hayata bakış açısını kökten değiştirebileceği ve bazı filmlerin izleyici önünde yeni pencereler açacağı anlayışıyla sekiz yıldır yaşama, insana, doğaya dokunan, bir şeyleri değiştirme arzusuna coşku katan filmleri perdeye taşıyan Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali (SYFF), bu yıl eş zamanlı gerçekleştiği 20 farklı şehirden, farklı etkinlikler ve etkilerle geçti. Sürdürülebilir Yaşam Kolektifinin “Siz de yapabilirsiniz” çağrısına kulak veren yerel ekiplerin işbirliği ile, iklim değişikliği, tarım, enerji, su, ulaşım, tüketim konularında, aynı gökyüzü altında başka coğrafyalarda karşılaşılan birbirine aşina sorunların nedenlerini sorgulayan 30 belgesel ve kısa film gösterildi. Programda yer alan filmlerden biri, festivalin 20-22 Kasım tarihleri arasında gerçekleşen Çanakkale ayağına ilham verdi, yaşları 30 ile 75 arasında değişen on kadın, hayatlarında ilk defa sahneye çıktı, dans etti.

Dansın gücü adına!

syff 2

Bir süre önce Çanakkale’ye yerleşen dansçı Esra Yurttut, ödüllü yönetmen Peter Goldsmid’in dansın dil, ırk ve yaş bariyerlerini aşarak iki sokak çocuğunun hayatını nasıl dönüştürdüğünün hikayesini anlattığı “Sokaktan Çıkış Dansta / Dance Up From The Street” adlı belgeselinden çok etkilendi ve film üzerine festival izleyicileriyle dansın dönüştürücü gücünü konuşmak yerine bunu deneyimlemelerini istedi. Yolu, Esenler Sosyal Yaşam Evi’nden kadınlarla kesişti. Esra Yurttut, SYFF Çanakkale sahnesinde onlarla birlikte gerçekleştirmek istediği hayalini anlatınca kimi daha önce hiç dans etmediğini öne sürdü, çekindi, kimi hareket olur, değişiklik iyi gelir dedi ve böylece dansın daveti 10 kadının gönlünü çeldi.

O zaman renk ve dans…

syff 6

Sadece iki prova alarak “tanışma oyunu” gösterisini hazırlayan kadınların üçüncü kez buluştukları yer sahnedeydi. Sokaktan Çıkış Dansta filmini birlikte izledikten sonra sahneye çıkıp dans eden kadınların mutluluğu ve enerjisi izleyicilere de geçti. Daha önce hiç sahneye çıkmamış, dans etmemiş kadınların dansın dönüştürücü gücünü deneyimledikleri beş dakika süren gösterinin üzerine yapılan söyleşide, dansla sağlanan ruh, beden, zihin bütünlüğü, denge, duygular, özgüven, dansla aramıza koyduğumuz engeller, önyargılar ve bunları aşmanın mümkün olduğu konuşuldu.

“Herkesin bir dansı var.”

Böyle bir deneyimi ve hikayeyi paylaşmaktan bir hayli memnun olan dansçı Esra Yurttut, “İzlediğimiz filmde, tutunacak bir şeyi olmayan insanların sadece dans ettikleri, hareket halinde oldukları için mutlu olduklarını görmek çok düşündürücü ve ilham vericiydi. Farklı hayatlardan, farklı kişiliklerde yaşları 30 ile 75 arasında değişen 10 kadınla dans ettik. Ben yönlendiriciydim ama hepimiz birbirimize bir şey öğrettik. İletişimimizi dans üzerinden kurduk. Hiç konuşmadan sadece hareketlerle anlaşabileceğimiz, birbirimize izin verdiğimiz ve saygıyla izlediğimiz bir dil oluşturduk. Bu dans, hepimizin dansıydı. Kadınların dans edebiliyorum, benim bir gösterim var özgüvenini ve aramızda doğan  sevgiyi izleyen herkes hissetti.” dedi.

syff 3

Esra Yurttut, ritm duygusunun kalp ritmiyle birlikte başladığını, çocukken dans ettiğimizi ama zamanla araya engeller girdiğini, dansı hatırladığımız an dönüştürücü gücünün hayata, doğaya ve kendimize olan bakışımızı değiştireceğini anlatarak, “Ama ben dans edemem ki” diyecek olanlara yanıt verdi: “Herkes dans edebilir. Yüksek bir beklenti içine girmeyip kendinle uyumlu olunca, kendini kabul edince ortaya bir dans çıkıyor. Duygular dengeleniyor, şifası da burada başlıyor. Kendimizi bedenimizle ifade etme niyeti, ben dans edemem engelini ortadan kaldırıyor, önyargıları yıkıyor. Kendini tanımak, sınırlarını bilmek, kendi bedeninle merakla ilişkiye geçmek… Kollarım gerçekten nerede, hareket alanım ne kadar? Üzgünken ya da  mutluyken bedenim nasıl bir pozisyonda? Bilinçli olarak bunlarla oynarsam duygularım da değişir mi? Bütüne farklı şekillerde bakmak, bedene araştırmacı olarak yaklaşmak… İşte bunlar hep dans.”

Çanakkale SYFF’de kentten kırsala değişim ve mücadele

Erkan Yavuz Deneysel Sanat Atölyesi’nde PAN Görsel Kültür DerneğiÇOMÜ Sinema ve Medya Topluluğu ile ÇOMÜFOT tarafından gerçekleştirilen festivalde, kentten ayrılıp kırsala yerleşenler ile kırsalda alışageldikleri yaşamları termik santrale karşı mücadele ederken değişenlerin hikayeleri de anlatıldı. 11 kömürlü termik santralin planlandığı Çanakkale’de termik santral inşaatının devam ettiği Karabiga’da yaşayan 65 yaşındaki Asiye ÖgeKarabiga Temiz Doğa Derneği adına katıldığı söyleşide yaşadıklarını anlattı: “Karabiga’da termik santral olmasın diye ne yürüyüşler yaptık. ÇED toplantısında kapıların önüne oturduk, yetkilileri içeri sokmadık ama imzalandı dediler. Davalar açtık, kazandık ama inşaat devam ediyor. Termik santral kurdukları yerde Parion Antik Kenti var, Akdeniz fokları, caretta carettalar var. Hadi insanları düşünmüyorlar, onları da mı düşünmüyorlar?”

syff 4

“O termik santraller çalışmaya başlarsa, yaşanmaz Biga’da”

“Çanakkale’nin en verimli toprakları Biga Ovası, siz bunu yok ettikten sona her yer para olsa ne yazar? Bekirli ve Değirmencik’deki termik santrallerden bu yıl bütün meyvelerimiz, zeytin ağaçlarımız kurudu. Bahçemde organik tarım yapar ürettiğimi pazarda satarken bahçemin ortasından geçen yolu dere ıslahı yapıyoruz diyerek santrale yol yapmak için kazdılar. Zorla on dönümlük üzüm bağımı, zeytin ağaçlarımı kestiler. Kepçelerle tapulu bahçemden toprak alıp denizi doldurdular. Mahkemeyi kazandık ama bunlarla baş edemiyoruz. Termik santralleri istemiyoruz. Birleştiler,doğayı yok edecekler. Biz de sonuna kadar mücadeleye devam edeceğiz.” diyen Asiye Öge, doğayı ve yaşamı savunan herkesi termik santrallere karşı birlikte direnmeye çağırdı.

Filmlerden hikayelere kelebek etkisi

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivalinin Çanakkale ile ikinci buluşmasını Yeşil Gazete için değerlendiren organizasyon ekibinden Tuğba Gürbüz, Asiye Öge’nin hukuk mücadelesini anlatmasının çok değerli olduğunu belirterek, “Veriler üzerinden yaşananları çok algılayamıyoruz. Acıyı ve oradaki hukuksuzluğu anlamamız için insanlar üzerindeki değişimi, etkiyi görmemiz gerekiyor. Asiye Teyze’nin hikayesi hepimizi çok etkiledi. Eminim ki bu hikayeyi bilen insanlar bu mücadeleye dahil olacaklar.”dedi. Üniversite öğrencilerinin festivale kolaylaştırıcı ve izleyici olarak katılmalarının, şimdiye dek hiç dans etmeyen kadınların sahnedeki performansı kadar festivale renk kattığını söyleyen Tuğba Gürbüz, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanarak hayatlarını toprakla, doğayla bağ kurarak değiştirmek üzere yola koyulanların hikayeleriyle Kaz Dağları’ndan Karabiga’ya altın madeni ve termik santral mücadelesi hikayelerinin buluşmasının herkese ilham ve güç verdiğini ekledi.

SYFF Çanakkale Organizasyon Ekibi
SYFF Çanakkale Organizasyon Ekibi

“Birbirimize ihtiyacımız var.”

Organizasyon ekibinden Emine Sürücü ise festivalin açılışında kurulan yerel üreticilerin ürünleriyle donatılmış masanın festivalin özü ile bağdaştığını ve artık bir gelenek haline geldiğini söyleyerek SYFF’nin herkese iyi geldiğine dikkat çekti: “Çanakkale termik santral ve altın madenciliği bakımından çok dertli ve insanlar zaman zaman  umutsuzluğa kapılıyorlar. Sürdürülebilir Yaşam Kolektifinin festival için seçtiği filmler önce benzer sorunları anlatıyor, sonra da dünyadan farklı örnekler vererek insanlar bunların üstesinden nasıl gelmiş ve siz neler yapabilirsiniz noktasında umutlandırıyor. Ben de bir şey yapabilirim diyorsunuz. Festival sayesinde Kaz Dağları’nda farklı yerlerinde yaşayan, farklı ama özünde aynı sorunlarla uğraşan insanlar arasında bağ oluştu. Hikayelerini paylaştılar ve mücadeleye birlikte devam edecekler.” dedi.

Belki şehre bir film gelir!

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivalinde şimdiye kadar gösterilen belgeseller, http://www.surdurulebiliryasam.tv/ adresi takip edilerek izlenilebilir. Önümüzdeki yıl  festival ekibinin “Siz de yapabilirsiniz” çağrısına kulak verir yerelde oluşturacağınız ekiple gönüllü iş birliğine girerseniz, sizin de şehrinize festival gelebilir.

Haber: Güneş Dermenci

(Yeşil Gazete)

 

[Manzum Serzenişler] Ağır metal, hafif adam, bir de kavruk çiftçi

0

Kimi zaman yumurta atılacak binayı bile şaşırtır bazı bezlerin üzerindeki renk pantoneleri…
Kimi zaman milyonlar alakaya mahzar olmaz da,
kimi zaman biricik bir hadise akıp giden gündemi gaspeder…
Çelik düşer, egolar şişkin öfkelerini mancınıklar birbirine…
Gerçek dediğin, delinmiş bedenden geriye kalan iki çocuktur,
hatıralarla avunmaya mahkum bırakılmış.
Gerisi magazin…
Gerisi dolgun maaşlarıdır kırmızı ışıklı kameralara bakan yorumcuların…

Sanat ve barışla kalın…

 

Gündeme düşen uçak
Gündeme düşen uçak

Ağır Metal, Hafif Adam, bir de kavruk çiftçi

Önce kuvvetli bir sarsıntı
Ardından ısınır içerisi
Tüm hünerini göstersen de
düşmektesin
tonlarca çelik sarmış bedenini
hararetle pişmektesin…

Kavruk tenli adı bilinmeyen çiftçinin
kurak hasatından haraç edilen
ekmeğin pahasına üretildi,
madeni makinesi
yaşamı yok etmenin…

O heybetli çeliği kurtarmak da
geçmiş olabilir aklından belki…
Ya da daha tatlı gelmiş olabilir ömür sürmek,
kim haksız görebilir ki?

Uzun sözün kısası, o kolu çekiverirsin!

Önce sert bir ivmeyle
fırlayıp semaya,
soğuk terler de olmasa
neredeyse keyifli…

Adı bilinmeyen adam
bir gök mantarı gibi
süslerken manzara resmini,
ateş topuna dönmüş
kızıl-sarı imzası
yırtar tuvali
ergiyen metalin…

Süzülürken
toprağa basmak umuduyla,
sapasağlam,
bulut mavi fonda;

karanlık bir silüet
vurulası bir et
keskin bir göz
yankılanan barutun kokusu
vızıltıyla delinen bir beden
ve müteveffa,
adı bilinmeyen bir ceset…

Görevini yerine getirdin, Asker!
Devamını medyadan takip ederim, canım.
kib, bye!

 

27/11/2015
19:14
Kadıköy

[FotoÖykü] Martılar nerede? – Eyyüp Yıldırmış

Denizim ben batık aşklarla dolu

(M. C. Anday)

 

Olaylar dizini, birkaç yıl evvel ödül töreni için bulunduğum sahil kasabasında, nisanın üçüncü haftasında başlamıştı. Anlatacaklarımı hayal ürünü sayarak işin içinden çıkmak mümkün olsaydı, konu üstünde bu denli kafa yormazdım. Kahramanları ben ve babam olan bu olayı uzun süre kimseye anlatamadım. Yine de içimde sır gibi saklayacaktım ama olayın benden başka tanıkları olduğunu bildiğime göre zaten sır olmaktan çıkmıştı, diyerek size de anlatmak istedim.

Balığı ile ünlenen bu küçük kasabada ilk günümdü. Çeşitli dallarda bolca ödülün dağıtıldığı ve üç güne yayılan şenliklerde, ben de o balığı en iyi resmeden(!) sanatçı ödülümü almak için oradaydım. İçtenlikle söylemem gerekirse ödülün maddi karşılığından çok üç günlük tatilden başka anlamı yoktu benim için.

Ödül gününün ilerleyen saatlerindeydi. Kalabalık ve karmaşadan kurtulmam için, bir bahane uydurunca kasabadan epey uzaktaki bu eski limana gitmem söylenmişti. Şenlik alanından uzaklaşıp eski limana sığınmıştım artık. Şimdi tatilin keyfini çıkarabilirdim.

Sakin deniz, esen hafif rüzgârla kulaklarıma şarkılar fısıldıyordu. Eski ama tanıdık ezgilerdi içime dolan. Etrafıma göz gezdirdiğimde limanı tanıyormuşum hissine kapıldım. Fener, kıyı, eski liman. Epeyce uzun bir süre önce buralara gelmiş, burada bulunmuş gibiydim. Evet, burayı tanıyordum.

Uzak kıyıdaki deniz fenerinin ışığı vurdukça beton üzerinde oluşan gökkuşakları gözlerimi ve beynimi buradan alıp eskilere götürüp getiriyormuş izlenimi bırakıyordu. Kalkışa hazırlanan bir pilotun ruh halindeydim; heyecanlı, biraz da korkulu. Neden böyle bir hisse kapıldım ilk anda anlamlandıramamıştım. Sanatçı kimliğimin aynı anda türlü biçimlere bürünebilmesinin bahanesine kapılmamam gerektiği, çünkü yaşadığım bu duygunun ruh bölünmelerinin ötesinde yeni bir şey olduğunun farkındaydım.

Üzerinde durduğum iskelenin bu ucu şimdiki andı, öbürü ise geçmişe açılıyordu sanki. Arada kalmaktan duyduğum korku olayın gerçek olup olmadığının bilinmezliğinde eridi gitti. Deniz feneri beton zemin üzerine iki paralel çizgi halinde bana benzeyen yüzler sıralayarak tek başınalığıma son vermişti. Sakinlik ve sükûnetin kozasında gizlenmeyi arzularken, ruhum ve bedenim savaş halindeki düşman askerleri gibiydi: Ruhum yalnızlığın tek başınalığını karşı konulamaz biçimde arzu ediyor. Bedenim diğer benlerle birleşip göreceli yalnızlığımı çoğaltmak yönünde tercihte bulunuyordu. Beynim kıyasıya bir savaş alanıydı bu anda.

Nereden geldiğini bilmediğim kendimin ve babamın sesi ile eskiden oynadığımız bir oyun yeniden canlandı zihnimde. Sahile geldiğimizde oynadığımız bir oyundu bu.

– Bak parmaklarım şişti baba,

– İçine denizi çektin de ondan.

– Deniz şimdi benim içimde mi baba sahiden?

– Sadece deniz değil, balıklar, tuz, yosunlar hepsi içinde, en azından bir kısımı.

– Damarlarımda dalgalanan deniz mi baba, peki martılar, onlar nerede?

Gerçekten de o gece havada hiç martı yoktu. Sanki kendilerini gizleyen bir örtü altında uykuya, sonsuzluk uykularına yatmışlardı.

Babam ince uzun parmaklarını saçlarımın içine sokup bir süre karıştırır.

– İşte onlarda burada, derdi. Havaya kaldırdığı parmaklarını yukarı aşağı oynatırdı sonra. Saçlarımdan hayat bulan sihirli martılardı onlar.

– Demek saçlarımın arasına saklanmışlar, diye gülmemle sürer giderdi bu oyun.

Deniz sakin bir mavilikle göz alabildiğince uzamaktaydı, fenere takılan gözlerimle ışığı takip etmekteydim. Sırasıyla bulunduğu kıyıdan limanın karşı tarafını, kasabanın evlerini, balıkçı barınağını, kayıkları, kısaca kendine ait sınırları sıra ile bıkmadan, kim bilir kaçıncı kere turluyordu. Deniz feneri ateşböceği edasıyla bir aydınlık salıp sonra karanlığa boğuyordu kendine ait evren parçasını. Az önceki aydınlık dünya, biraz sonra zindani bir karanlığa bürünüyordu.

Fenerin ışığı limanı terk etmiş… Karanlığa karışan benzerlerim sırasıyla yok olmaya başlamışlardı. Bir tanesi hariç… Biraz öncekilerden farklı; ışık oyunun yarattığı sanal kopyalarımdan değildi bu. Kanlı canlı duruyordu. Az ötede biri vardı gerçekten de.

Beni saymazsanız tek başına liman betonunun üstünde oturuyordu. Yanına doğru yürüdüm. Ayak seslerimi duyduğu halde aldırmadan öylece duruyordu. Yanına oturdum. Denizi yalayan fener ışığı yüzlerimizi de aynı özenle okşadı geçti tekrar. O kısa ışık gelgitinde yanına oturduğumun kendim olduğunu şaşkınlıkla gördüm. Kısa bir sarsıntı geçiren beynim az önce yaşadıklarımı kabullendikten sonra bu duruma hiçte zorlanmamıştı doğal olarak.

İskele üstünde oturan o çocuk da bendim. Çocukluk yıllarımın umarsız ve kayıtsız hali üstümdeydi yine. Babamızı yani babasını bekliyordu. Üç kişiydik. Yani hiç de yalnız değildik, “en kör kuyularda bile size eşlik eden bir yıldız mutlaka vardır” diyenler ne kadar haklıydı.

23-Martılar-Nerede-Eyyüp-Yıldırmış

O gün, babam beni bırakıp iskelenin en uçundaki oltalara bakmaya gitmişti. Ansızın aklıma gelen bu durum az önceki konuşmaları da nereden hatırladığımı açıklar cinstendi: Geçmişimi yeniden yaşıyordum. Dedim ya, yaşadığım onca olayı kabullenen beynim bu yeniden yaşanmışlıkları da olağan bulma olgunluğuna elbette sahipti.

Gitmeden önce babama,

– Martılar nerede? diye sormuştum. Yanımdaki çocuğa dönüp,

– Martılar nerede? diye sorduğumda, şaşkınlıkla kafasını bana doğru çeviren küçük çocuk,

– Sen nereden biliyorsun bunu, diye yanıt verdi. Kayıtsızlığı tedirginliğe döndü. İkimiz ortak bir bedeni paylaşan aynı insanız, sadece zamanlarımız farklı, nasıl derdim. Ne de olsa yaşamının başındaki bu küçük insan, şu an ki ben gibi yaşananlar karşısında sakin ve kayıtsız olamazdı.

Dizindeki yara izlerini gösterdim.

– Dün düşmüştün değil mi?

– Evet, dedi. Yeni kabuk bağlayan yarasının üstündeki parmakları gibi sesi de titriyordu.

Ürkmüştü. Hem bir yabancı ile konuşmanın verdiği bir korku hem de onunla ilgili konulardaki isabetli ön görülerim onu tedirgin etmişti. Beni endişelendiren ise zihnimdeki kırılan zaman faylarının oluşturduğu deprem öncesi dalgalarıydı.

– Sadece tahmin, dedim. Baban oltalara bakıp dönmek üzeredir merak etme.

– Baba imdat! diye bağıran çocuğu, çığlıklarına aldırmadan kucaklayıp eski limanın üzerinden sahile doğru koşmaya başladım. Bir uçağın kalkış hızına eş, delicesine koştum. Ardımda ani bir fırtınanın doğum sancıları vardı biliyordum.

– Sen martıları seyret, ben oltalara bakıp geliyorum, demişti o gün babam. Parmaklarının havadaki izlerine takılıp kalan gözlerimle gökyüzünde martıları arayıp durmuştum.

Birden çıkan rüzgârla deniz kudurmuş iskelenin betonlarını dövmeye başlamıştı. Çılgına dönen babam beni kucağına almış sahile doğru delice koşmuştu. Fırtınayı görenler yardıma gelmişler beni babamın bıraktığı sahilin yakınındaki kayalıklarda bulmuşlardı ama yorgun düşen babam, dalgaların içinde kaybolmuştu.

Birbirine paralel çizilmiş kader çizgimiz ummadığımız bir biçimde incelmiş ve kopan fırtınayla denizde kaybolmuştu babam. Bunları şimdi hatırlıyordum ama az önce hiçbirinden haberim yoktu.

Çocukken uğradığım hafıza kaybı; liman, deniz feneri ve iskelede kendime rast gelmemle ortadan kalkmış. Zihnimdeki sis dağılmış dağın doruğu gözle görünür hale gelmişti.

Benim bağırmamı duyan babam limandan sahile koşmaya başlamış az sonra kopacak fırtınadan kurtulmuştu. Çocuk beni, sahilde denizin epey uzağına bırakıp babamın yanıma gelmesini tepeden seyretmiştim. Korkum çizgilerimizin bir yerden tekrar kesintiye uğramasıydı. Ama korktuğum olmamış babam kendi hayat çizgisine kavuşmuştu. Kopan bağlar bir elle, benim elimle yeniden bir birine eklenmiş, küçük çocuğun babasız kalmasına izin vermemiştim. Onu kurtarmıştım. Babamın hayatını bağışlayan benmişim gibi bir duygu ile oradan ayrıldım.

Otele döndüğümde bu gün fırtınanın kopmadığını, ortalığın süt liman olduğunu söyleyen garsona gülümsemekle yetindim. Bunu neden sorduğumu anlamamış gözlerle yüzüme bakıyordu yanından uzaklaşırken.

Kalan günlerim çocukluğumla babamın tatillerini gönüllerince yaşadıklarını bilmemin iç rahatlığı ile geçmişti.

Çocukluğumu ve fırtınadan kurtardığım babamı ardımda bırakıp. Gelecek nisanların son haftalarında bu sahil kasabasında tekrar buluşmak ümidiyle planlar yapıyordum.

Ve işte buradaydım. Peki, ama martılar onlar neredeydi?

NOT: Fotoğraflı kısa öykülerinizi (öykü yazarı ve fotoğrafı çeken farklı kişiler olabilir) ‘[email protected]’ adresine gönderebilirsiniz.  

 

Öykü ve Fotoğraf: Eyyüp Yıldırmış

Martılar Nerede - Eyyüp Yıldırmışfoto

 

Yenilenebilir enerjide elektrikli araba ikilemi: Elektrik iyi ama ya kömür talebi!

Michael Birnbaum tarafından The Washington Post’ta yayınlanan haberi Yeşil Gazete yazarı Ali Serdar Gültekin‘in çevirisiyle paylaşıyoruz.

***

 

Rotterdam – Bu trafiği yoğun Hollanda kentinde elektrikli arabalar şarj istasyonlarında yer için itişip kakışıyorlar. Egzoz kusan en eski araçlar yakında şehir merkezinde yasaklanacaklar. Cömert vergi indirimleri sağ olsunlar elektrikli araçların oranları Hollanda’da diğer hiçbir ülkede olmadığı kadar hızlı arttı.

Fakat bu yeşil büyümenin ardında kirli bir sır var. Rüzgâr değirmenleriyle ünlü bir ülkede elektrik oldukça kirli kaynaklardan geliyor. Rotterdam limanındaki 2’si de dâhil 3 yeni kömürlü güç santrali Hollanda’daki elektrikli araba patlamasının ihtiyaç duyduğu gücü sağlıyor.

22

 

Dünya sera gazı emisyonlarını azaltmaya çalışırken ve iklim değişikliğiyle mücadele ederken, politikacılar menzilleri ve güvenilirlikleri artan elektrikli arabalara umut bağladılar. Patlamayla birlikte araçları şarj etmek için tek bir seferde bir buzdolabının bir buçuk ayda tükettiği kadar elektrik talebi kabararak geldi.

Elektrikli arabalara küresel geçiş gücü temiz kaynaklardan sağlayan Kaliforniya ya da Norveç gibi bölgelere açık bir iklim getirisi sağladı. Fakat Çin, Hindistan ve hatta 2020 için belirlenen hırslı emisyon hedefleri olan Hollanda gibi kirli güç kaynakları kullanan bölgelerde elektrikli araba atağı küçük bir değişiklik yarattı. Hatta uzmanların söylediğine göre bazı durumlarda bu kullanım kapsamlı iklim etkisini kötüleştirmektedir.

İkilem, Aralık’ta Paris’teki zirvenin odak noktası olan sera gazı emisyonlarını küresel azaltma hedefi için temiz elektriğin önemini görünür kılmakta. Ulaşımdan kaynaklı emisyonları azaltmak işe yarayabilir fakat bu kirlilik basitçe arabaların egzozlarından dünyadaki elektriğin 40%’ını üreten kömürlü güç santrallerinin bacalarına bunun bir faydası olmaz.

Volkswagen’in temiz olduğu varsayılan dizel arabalarının emisyonlarında sahtecilik yaptığının ortaya çıkması elektrikli araçlara daha çok umut bağlanmasına sebep oluyor. Gelecek 10 yıl içinde küresel satışların iki katından fazla olması bekleniyor.

Enerji’den sorumlu Avrupa Komisyonu eski baş danışmanı Luc Werring, “Avrupa’da elektrik üretiminin ortalama emisyonları hâlâ düşmedi.” diyor. “Eğer karma arabanızı karma elektrikle kullanıyorsanız, aslında beklediğiniz kadar karbon indirimi sağlamıyorsunuz demektir”

“Elektrikli arabaları kullanmak bazılarının söylediği kadar olumlu değil” diyor Luc Werring.

Dünya Elektrik Tüketiminde Artış - 1980-2012
Dünya Elektrik Tüketiminde Artış – 1980-2012

Elektrikle Kucaklaşmak

Rotterdam’da şehir yöneticileri gökdelenlerin savaş sonrası alçak ofis bloklarıyla itişip kakıştığı trafiği sıkışık şehir merkezinde hava kirliliğini azaltmanın yollarını arıyorlar. Hollanda’nın cömert vergi indirimleri elektrikli araçların fiyatlarını indirmiş durumda ve litre başına yaklaşık 2 $ olan akaryakıtın fiyatı daha çok insanı elektrikli araba almak konusunda cesaretlendiriyor. Bu durum Hollanda’yı Norveç ardından, trafikteki araç sayısında elektrikli araçlarının oranında 2. sıraya taşıyor. Geçen yıl Hollanda’da satılan abaların 4%’ü elektrikliydi.

Ve gelecek yıldan itibaren Rotterdam 1992’den önce yapılmış tüm araçları ve 2001’den önce yapılmış dizel araçların şehir merkezine girmelerine yasaklayacak.

Sürücüler yeni sürüş sitiline uyum sağlamaya uğraştıkları halde çevre için olumlu bir şey yapıyor olmayı onaylıyorlar.

Kömür,dünyadaki sera gazı sürüm kaynaklarının en büyüğü ve iklim değişikliğine büyük katı sağlayanlardan. Peki, neden hâlâ kullanıyoruz? Her zaman sahip olduğumuz gerekçelerden ötürü, kömür ucuz, bol, taşıma kolaylığına sahip ve kolay erişiliyor. (The Washington Post – Jorge Ribas ve Julio Negron)

“Daha sakin oluyorsunuz. Gaza fazla basmak istemiyorsunuz çünkü bu bataryanızı daha çabuk bitiriyor.” diyor 135 km menzilli bir elektrikli araba olan Nissan Leaf kullanan elektrikli araba uzmanı Paul van den Hurk. “Motor sesi duymadığınız için müzik dinleyebiliyorsunuz.”

Birçok yönden Hollanda elektrikli arabalar için uygun bir yer olabilir. Ülke nüfusu yoğun ve Batı Virginia’dan daha küçük. En iyi araçlar tek bir şarjla ülkeyi boydan boya geçebiliyorlar artık. Kaliforniya’da yer alan Tesla isimli ileri teknoloji elektrikli araç üreticisi Eylül ayında Tilburg’da yeni bir fabrika açarak Hollanda’yı şirketin Avrupa’da büyüyen pazarı için Avrupa’daki köprübaşı yapmış durumda.

Şimdilik, tesis fiyatı 100,000 $’ı geçen günde 90 araç üretiyor fakat üretimi 3 katına çıkarabilir. Amsterdam havalimanına hizmet veren 200 taksi Tesla’nın ve şehir gelecek 10 yıl içerisinde tüm taksilerini elektriklilerle değiştirmek istiyor.

Yerel ve ulusal tüm gayretlere rağmen Hollanda 2020 emisyon hedeflerini yeni kömürlü güç santralleri ve rüzgar gücündeki ertelemeler sebebiyle aşacak. Rotterdam limanındaki 2 yeni kömürlü güç santrali uzun bacalarından şehir üzerine duman salmakta.

“İnsanlar Joe Rüzgardeğirmeni olduğumuzu söylüyor fakat rüzgâr enerjisinin geliştirilmesinde treni kaçırdık.” diyor şu an Hague merkezli Clingendael Uluslararası Enerji Programı kıdemli akademi üyesi Hollandalı enerji eski düzenleyici Jacques de Jong. Hollandalı yetkililer yetişmek için çabalıyor fakat rüzgâr jeneratörlerinin manzarayı bozduğunu iddia eden yerel halktan direnç görüyorlar.

Rotterdam şebeke operatörü elektrikli arabaların artışıyla büyük bir mücadeleyle yüz yüze kaldıklarını ifade ediyor. Hanelerin elektrik ihtiyacı araçların yaygınlaşmalarıyla artacak. Devlet projeksiyonlarına göre araçların ihtiyaç duyacakları elektrik 2023 yılında yüzde 50 oranında artacak. Fakat buna rağmen bu ülkenin tükettiği enerjinin bir bölümü.

Hollanda’da yenilenebilir kaynaklardan elektrik üretimi artıyor fakat elektriğe talep de artıyor. Kömürden elde edilen elektriğin oranı da azimli bir şekilde yüksek. Kömür, geçen yıl ülkenin elektriğinin 29%’unu karşıladı ve talep bu yıl daha da arttı. Hollanda devleti 2030 yılında kömürün 2014 ile aynı düzeyde elektrik sağlayacağını tahmin ediyor.

Bu en kirli yakıt, ABD kömür ihracat dalgası nedeniyle o kadar ucuz kalıyor ki Avrupa’nın temiz elektrik kaynaklarına geçiş girişimlerini alt üst ediyor.

“Kömür jeneratörlerini kapatmak konusunda süre gelen bir tartışma var. Ve u iş tamam. Kömür fiyatları çok düşük” diyor Rotterdam ve civar bölgelerin çoğunun şebeke operatörü Stedin’deki sürdürülebilirlik ve yenilik müdürü Marko Kruithof.

Rotterdam’da Stedin elektrikli arabalar için binlerce şarj istasyonu kurulmasına yardın etti. Bir Tesla’nın şarjı 20$’a mâl oluyor ve bu 400 km’lik bir menzil. Bu akaryakıtlı bir araba kullanmaktan daha ucuz.

Konunun taraftarları elektrikli arabaların maliyetlerinin düşerken menzillerinin artacağı kayda değer bir kırılma noktasında olduğuna inanıyorlar. Chevrolet, Nissan ve diğer üreticiler yakında tek bir şarjla 320 km yol alabilecek araçları üretebileceklerini söylüyorlar. Bu mesafe birçok analizciye göre elektrikli arabaların cazibelerinin niş pazarının ötesine geçmesi için zarurî. Hali hazırda bu menzilin çok ötesinde araba üreten Tesla’nın 2017 planı ise 35,000 $ ederinde seri üretim bir modeli piyasaya sürmek.

Faydaları Çeşitli

Elektrikli araçları savunanlar araçları bataryalarında elektrik depoladığı için bir gün şebeke üzerinde güneş açtığında ve rüzgâr estiğinde üretimi artan rüzgâr ve güneş enerjisinden kaynaklı dalgalanmaları yumuşatacak faydalı bir rol oynayacaklarını düşünüyorlar. Fakat bu temiz elektrik kaynakları iklim etkilerinin pozitif olmaları için eş zamanlı olarak büyümeliler.

“Elektrikli araçlarda arabayı elektrik üretiminde ayıramazsınız” diyor Cardiff Üniversitesi Elektrikli Araçlar Mükemmellik Merkezi eş direktörü Paul Nieuwenhuis. “Eğer talebi yönetemezsek, daha fazla güç santrali inşa etmemiz gerekir” diye ekliyor.

ABD’de doğal gaz kullanımındaki patlama enerji sektöründeki emisyonları düşürmemize yardımcı oldu. Elektrikli arabaların potansiyel iklim yararları elektrik karışımının temizliğine derin şekilde bağlıdır.

Endişeli Bilim İnsanları Birliği’nin (Union of Concerned Scientists) hesaplarına göre Kömür kullanan Kolarado’da litre akaryakıt başına 14 km’den daha iyi olan arabalar emisyonlar için elektrikli arabalardan daha iyi olacaktır. Hidroelektrik kullanan New York taşrasında ise aynı aracı kıyaslarsak litre akaryakıt başına 57 km yol alması gerekecektir.

Ortalama olarak ABD’de, en azından büyük marketlerde, elektrikli arabalar karbon emisyonlarında bir iyileşme sunmaktadır diyor Uluslararası Temiz Ulaşım Konseyi direktörü Nic Lutsey. “Genele bakıldığında karbon ayak izi sadece iyiye gider.” diye ekliyor çünkü elektrik güç santrallerindeki sera gazı üretimini azaltma gayreti elektrikli araba üretme gayretinden daha yüksek.

Fakat çevreciler diğer alanlardan karışık hislerle konuyu takip ediyorlar. Dünyadaki en büyük Pazar Çin. Çin Otomobil Üreticileri Derneğine göre Ocak ve Ağustos ayları arasında elektrikli araba satışları bir önceki yıla göre neredeyse üçe katlanmış durumda.

Çinli liderler bazıları dünyadaki en kötü hava kalitesine sahip kentleri temizlemek için elektrikli arabaları bir yol olarak görüyorlar. Fakat Çin’in elektrik pazarı çoğunlukla kömüre dayanıyor. Kirlilik basitçe şehir merkezlerinden alınıp dış mahallelere taşınıyor.

Elektrikli arabalarla ilgili bu çelişkilerden ötürü bazı çevreciler, onlara harcanan paranın başka bir yerlere harcanmasının daha iyi olacağını söylüyorlar.

Michigan Üniversitesi Enerji Enstitüsü’nden Profesör John DeCicco, “İklimi iyileştirmek için pazara daha fazla elektrikli araç sürmek ekonomik olarak bir anlam ifade etmiyor” diyor. Ona göre geleneksel içten yanmalı motorları daha verimli yapmaya odaklanmak daha iyi olabilir.

“Daha temiz enerjiye doğru bir hareket var ama henüz orada bir yerde değil” diyor Rotterdam sürdürülebilir hareketlilik danışmanı Hugo de Bruijn. “Enerji bakış açısından bu uygun değil.”

 

Haberin İngilizce orjinali

Haber: Michael Birnbaum

Yeşil Gazete için çeviren: Ali Serdar Gültekin

(Yeşil Gazete, The Washington Post )

Lodos – Karin Karakaşlı

Rüzgâr deyip geçme. Her şehrin esintisi ayrı, aynı gökyüzü desek de bulutların kimi yerde yakın, kimi yerde uzak oluşu gibi. İstanbul bulutları mesafeli ve uzaktır, rüzgârı ise samimi. Hele de esen lodossa…

Hayat, ansiklopedik bilgi ve sözlük tariflerinden ibaret olsaydı, her şey pek kolay olurdu. Lodosa da işte güneybatıdan esen sıcak bir rüzgâr der, geçerdik. Ama yaşayanlar bilir, lodos rüzgâr değildir.

Deli lodos, hafta boyunca saniye sektirmeden eserken, hayat film karesine dönüştü. Vapur seferleri iptal oldu, cesur motorlar açıklarda neredeyse yan yatarken, hiçbir şey olmamışçasına günlük akışı sürdürmek mümkün değildi ne de olsa.

“Lodosun gözü yaşlıdır” der balıkçılar. Lodos kesilir, yağmur başlar. Ama sadece yağmur değil mesele. Lodos insanları ağlatır. Çünkü kenar köşeye ittirdiğin eski acılar, bir anda sıkılmış sivilce gibi fışkırır. Lodos estikçe, kalbin suları dalgalanır, anı tortuları havalanır. Görmezden gelemezsin görünmez kıldıklarını.

Bu sefer şöyle bir ‘lodosçuluk’ etmek geldi içimden. Deniz kıyısını boydan boya dolaşıp, lodosun denizden toplayıp getirdiği eşyalar arasında eşelenmek istedim. Atılanlar, sakladıklarımızdan daha çok etkiliyor beni. Lodos, nelerden vazgeçtiğimizin, kurtulmak istediğimizin bir özeti.

Belki de tam bu sebeple, çıkarıyor ya yarı kalmış hesapları ortaya. Diyemediğin ne varsa dilinin ucunda birikir. Unuttuğunu sandığın kıyıcı cümleler ya da ömre bedel sahneler, tek tek karşına dikilir. Hayat hakkını ister. Rutine teslim olamazsın, rutinin orta yerine eser de sığındığın alışkanlıklarını devirir lodos. Saçın başın karışmış, düzeltemezsin. Boşa çabadır lodosa direnmek. İçin karışmış, dindiremezsin. Boşa çabadır, lodosa karşı gelmek.

“Deniz değil, / kâğıtlar beni tutan, / onun içindir sana yazamadığım” demişti Ahmet Cemal, o kısacık, o bitmek bilmez şiirinde. Lodos yalanları silip süpürür de ne edeceğini bilemediğin hakikatinle baş başa kalırsın.

Yalnızlığımla baş başa kaldım. Hakikatimdi. Yanımda cam gövdesini, lodosun etkisiyle minik alevler saçan közlerini yüreklice bana siper eden nargilemle. Duman başka bir yol alıyor lodosta. Ne kadar azına razı geldiğimi, aşkı nasıl kaybettiğimi gösteriyor işaret diliyle bana. Yorgunluk bahanesine sığınasım var. Ahmet Hamdi Tanpınar, günlüklerinin bir yerinde “Lodosun da yardımıyla hiçbir şey yapamıyorum” diye yakınmış ya, o hesap. Oysa işin aslı, hiç çıkmamacasına uzanmak isteyişim yatağa. Kefen gibi örtmeyi dileyişim yorganı. Hiç dokunulmamacasına…

Bizans ve Osmanlı zamanlarında lodos estiği zaman mahkemeler iptal olur, kadılar da karar vermezmiş. Bizde hukukun her günü lodos etkisinde olsa keşke. Hakkaniyetin bu denli alaşağı edildiği, adalet dediğinde yüzde acı bir gülümseyişin belirdiği bu ülkede lodosa sığınabilsek; karar vermeyi ertelesek, lodos temizlese bizi.

Hem lodos, ağrı ve ölümle de gelir. Hayatın sert yüzünü bildirir. Başın tutar, bacakların titrer, nefesin kesilir. Soba borusundan gaz çıkışını engelleyerek zehirlenmelere yol açar. Uyuduğun son sıcak uykudan uyanamazsın.

Şahmarandır lodos. Zehriyle şifalandırır da. Beraberinde getirdiği minerallerle doğayı, uyandırdığı duygularla insanları canlandırır. Aşka çok yakışır lodos. Onun gibi taşkın ve karmakarışıktır. Bulutlar toplaşır, şekilden şekle girer. Güneş en tuhaf ışık oyunlarına girişir. Zaman zembereğinden boşalır. Sevdiğin o yüze, ilk kez fark ettiğin ve şimdiye kadar nasıl olup da göremediğine şaştığın ayrıntılar eşliğinde bakarsın; gözbebeğinde gri, elâ hareler varmış. Şu gamze bu zamana kadar nereye saklanmış. Sıkıldığında alnında irili ufaklı bu kadar çizgi mi belirirmiş. Gözkapaklarını indirdiğinde kirpiklerinin gölgesi nasıl da uzun, her bir kirpik nasıl da kuzgun karaymış.

“Lodoslar kentinde / üç yanı tarih denizleriyle çevrili bu toprağın, / üstündeyim. / Sabah yıldızları solarken mor gökyüzünde / bir başıma, / yürüyorum. / Ortalıkta / kâğıttan burgaçlar uçuşuyor” der Firuzan, ‘Lodoslar Kenti’ kitabında. Öyle ıssızsındır işte lodosta. Kalabalık öksüzü. İçtiğin çayın burukluğundan sarhoş. Hayatının kekreliğinden yılgın. Bütün kâğıtlar, yazdığın her şey uçucu. Kalmak ne iddialı zaten. Birilerinde kalmış, parçalarsın. Birilerinden topladığın, anılarsın. Çoğaldıkça daha saydam, daha da azsın.

Çok acizsin bütün o gücünde. Çay bardağımı kaldırıyorum esintinin içinde. Hiç kimsenin kimsesisin / Bu kadeh sana gelsin.

Karin Karakaşlı – AGOSkarin karakaşlı

Rusya’dan vize serbestisine iptal, Erdoğan’ın görüşme talebine ret!

Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, ülkesinin Türkiye’ye vize serbestîsinin 1 Ocak itibariyle askıya alınacağını söyledi. Kremlin’den de Putin’in Erdoğan’la görüşmeyi reddettiği açıklaması geldi.

20

Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ülkesinin Türkiye’ye vize serbestîsinin 1 Ocak itibariyle dondurulacağını söyledi. Kremlin Sarayı’ndan yapılan açıklamada da Türkiye’nin düşürülen Rus uçağı nedeniyle kendilerinden özür dilemediği, bu nedenle Putin’in Erdoğan’la görüşmeyi reddettiği belirtildi.

Türk hava sahasını ihlâl ettiği için Rus uçağının düşürülmesinin ardından Erdoğan ve Putin’in 30 Kasım’da Paris’te düzenlenecek İklim Zirvesi’nde bir araya gelme ihtimâli doğmuştu. Ancak Kremlin’den yapılan açıklamada, “Türkiye, uçağımızı düşürdüğü için özür dilemedi, bu yüzden Putin, Erdoğan’la görüşmeyi reddetti” denildi. Kremlin Sarayı’ndan sabah saatlerinde yapılan açıklamada, Erdoğan’ın Putin’e 30 Kasım’da Paris’te görüşme talebinde bulunduğu belirtilmişti.

Ankara’dan, Cumhurbaşkanlığı kaynaklarından yapılan açıklamada da “Sayın Cumhurbaşkanımız kendisi de açıkladı. Uçak hadisesinin vuku bulduğu gün Putin’le telefon görüşmesi talebinde bulunuldu. Ama Kremlin’den bir geri dönüş olmadı. İklim Zirvesi vesilesiyle Sayın Cumhurbaşkanımız da Sayın Putin de Paris’te olacaklar. Bir ikili görüşme olması tabii ki ihtimâl dahilindedir. Ancak an itibarıyla saati belirlenmiş bir ikili görüşme  söz konusu değil” denilmişti.

(Al Jazeera, Reuters)