Barbarca diye tanımlayabileceğim son terörist saldırının ertesinde Paris’te düzenlenen COP 21 İklim Konferansı, uluslararası toplumun bir araya gelmesi için yepyeni bir fırsat sundu. 2030’a kadar Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri konusundaki sorumluluğumuzu göstereceğimiz bu konferans sayesinde daha adaletli, daha güvenli ve bir kişinin bile geride kalmadığı kapsayıcı bir dünya için doğru adımları teşvik edeceğiz.
Şunu biliyoruz ki; sürdürülebilir kalkınma olmadan barış tesis edilemez. İnsanlar, toplumun dış çeperlerine doğru itildikçe, aşırı yoksulluk ve açlık çekmeye devam ettikçe, sürdürülebilir kalkınma hiçbir zaman olmayacak.
Bu yüzden daha iyi bir dünya için çözüm herkesi kapsamalıdır. 2030 Gündemi’miz de tamamen bununla ilgili: Evrensellik, dayanışma ve kapsayıcılık.
Geçtiğimiz Eylül’de BM Genel Kurulu’nda kabul edilen 17 adet Sürdürülebilir Kalkınma Hedefi birbiriyle yakından bağlı. 13. hedef iklim değişikliğini özel olarak ele almakla birlikte hedefler arasındaki bağlantıyı en iyi temsil eden madde olma özelliğini taşıyor. Buna göre, ülkeler iklim değişikliği ve etkileriyle mücadele etmek için acilen harekete geçmeli. Biliyoruz ki; bu yapılmadığı takdirde, diğer hedeflerin başarılması, özellikle açlıkla mücadele mümkün değil.
Açlığın olmadığı bir dünya bizim için bir zamanlar sadece hayaldi, oysa bu şimdi ulaşılabileceğimiz bir hedef. Yeteri kadar gıda üretiyoruz, gerekli teknolojilere sahibiz, hangi politika ve eylemlerin başarılı olacağını biliyoruz.
Bununla birlikte, daha sık görülmeye başlanan anormal hava şartlarını da kapsayan iklim değişikliği, bu hedefi gerçekleştirmek için önümüzde bir engel oluşturuyor.
Küresel ısınma gıda üretimini etkiliyor; temel ekinlerdeki üretim azalıyor, 2050’ye geldiğimizde ise üretimde yüzde 10-25 civarında düşüş bekleniyor. Kuraklık, seller, kasırgalar ve deniz suyu seviyelerindeki artış en muhtaç kesimlerin hayatlarını ve gelir kaynaklarını tehdit ediyor. Bu tür iklimle ilişkili felaketler, ekonomik kayıplara ve insanların yerlerinden edilmelerine neden oluyor. Tüm bunlar olurken dünya nüfusu artmaya devam ediyor. Üstelik iklim değişikliğinin etkilerine en açık olan ülkelerde artış daha da hızlı görülüyor.
İklim değişikliği; yüzde 80’i kırsal alanlarda tarıma, ormancılığa ve balıkçılığa bağlı olarak yaşayan yoksul insanların geçim kaynaklarını ve gıda güvenliklerini tehlikeye atıyor. Bu nedenle özellikle kırsal alanlarda hem doğal kaynakları korumayı, hem de kalkınmayı ve büyümeyi destekleyen küresel çerçevelere ihtiyacımız var. Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri bu çerçevenin merkezinde yer alıyor. İşte bu hedefleri tamamlayıcı bir öğe olarak, ülkeler küresel sıcaklıktaki artışı 2 derecenin altında tutma hedefiyle yeni ve küresel bir iklim anlaşmasının müzakere etmek için bir araya geliyorlar.
FAO’nun başlıca hedefini iklim değişikliği tartışmalarının kalbinde yer alan gıda güvenliğini sağlamak ve herkes için yeterli gıdayı güvence altına almak oluşturuyor. Ülkeler iklim değişikliğine adapte olmak ve uyum sağlamak için atacakları adımları daha da arttırmalı ve çözümler üretmelidir. Bu yüzden Paris çerçevesi teknoloji transferini, ülkelerin kapasitelerini geliştirmelerini ve bunun için finansal kaynakların seferber edilmesini desteklemelidir.
Gıda güvenliğinin tehlikede olduğu ve iklim değişikliğinin sonuçlarından en çok etkilenen kesimler olan küçük ölçekli çiftçilerin, balıkçıların ve ormancıların geçim kaynaklarını güvence altına almalıyız. Bu kesimlerin iklim değişikliğinin getirdiği koşullara uyum sağlaması gıda güvenliğini korumakla eşdeğerdir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde büyük ve küçük ölçekli çiftçiler, balıkçılar, ormancılar sadece gıda üreticileri değildir, aynı zamanda sahip olduğumuz doğal kaynakların da koruyucularıdırlar. Bu yüzden, iklim değişikliğinin getirdiği yük, tek başına bu kesimler tarafından taşınmamalı ve bu kesimler çözümün merkezine yerleştirilmelidirler.
Gıda güvenliği başta olmak üzere önceliklerimizi doğru şekilde ortaya koymalıyız. Basitçe söylersek, değişen iklim koşullarında ve gittikçe azalan kaynaklarımızla gıda güvenliğini sağlamak ve artan nüfus için yeterli beslenmeyi başarmanın yolu; kaynakları daha az yorarak daha fazla gıda üretmekten geçiyor. Bu, harekete geçmek için bir çağrıdır.
Rusya Savunma Bakanlığı Suriye’deki IŞİD militanlarının finansal mali kaynaklarını açıkladı. Rusya Savunma Bakan Yardımcısı Anatoly Antonov “Erdoğan ve ailesi, Suriye’de IŞİD’in elinde olan petrol yataklarından yapılan yasadışı petrol sevkiyatlarıyla doğrudan ilişkili” dedi.
Cumhuriyet Gazetesi’nin Sputnik News’den alıntılayarak verdiği habere göre “Erdoğan ve ailesi, Suriye’de IŞİD’in elinde olan petrol yataklarından yapılan yasadışı petrol sevkiyatlarıyla doğrudan ilişkili” diyen Savunma Bakan Yardımcısı, Türkiye’den IŞİD’e mühimmat gittiğini belgeleyen Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Büro Şefi Erdem Gül’ün de tutuklandığını belirtti.
Son iki aydır devam eden Rusya’nın hava operasyonunda IŞİD’e ait 32 petrol üretim tesisi ve 11 petrol rafinerisi yok ettiğini, Rusya’nın Suriye’deki hava saldırıları, yasadışı petrol ticaretinden elde edilen cironun neredeyse yarı yarıya azalmasını sağladığını da aktaran Rusya Savunma Bakan Yardımcısı, Rus Hava Kuvvetleri’nin Suriye’deki operasyonları sonucu teröristlerin yasa dışı petrol ticaretinden elde ettiği günlük gelir 3 milyar dolardan 1.5 milyar dolara indiğini de öne sürdü.
Suriye’deki IŞİD militanlarının mali kaynakları ve petrol kamyonlarına ilişkin Rusya Savunma Bakanlığı’nın elindeki bilgilerin bakanlığın sitesinde genel erişime hazır olarak yayına sunulacağını da sözlerine ekleyen Anatoly Antonov, “Terör örgütlerini finanse etmek için yasadışı petrol ticaretinin nasıl kullanıldığını gösteren kanıtları sunduk. Rusya, Türkiye’nin komşularından yaptığı hırsızlığa ilişkin gerçekleri açıklamaya devam edecek. Gelecek hafta da Türkiye’nin IŞİD’e yardım ettiğini gösteren bilgiler yayınlayacağız” dedi.
Bakan yardımcısı ayrıca, Rusya’nın Suriye’de IŞİD’in petrol tesislerini vurmaya devam edeceğini de vurguladı.
Paris İklim Konferansı öncesinde en çok korkulan şeylerden biri, Paris’in başarısızlığa uğrayan 2009 Kopenhag zirvesine benzemesiydi. İyi haber! Böyle bir tehlike ortada görünmüyor. Ama Paris Kyoto’ya dönüyor. Bu daha mı iyi?
Dün Paris İklim Konferansı’ndaki en önemli yan etkinliklerden biri UNFCCC, yani bu zirveyi organize eden BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Sekreteryası tarafından düzenlendi. Toplantıda 1 Ekim 2015’e kadar iklim değişikliğiyle mücadeleye Ulusal Katkı Niyet Beyanı (INDC) sunan ülkelerin yapmayı taahhüt ettikleri emisyon azaltımlarının toplamını değerlendiren Sentez Raporu açıklandı. Bu bilgiler daha önce Bonn toplantılarında da sunulmuştu. Ama Paris’te yapılan bu resmi açıklama Paris’ten çıkacak azaltım hedefinin neye benzeyeceğini resmen ortaya koymuş oldu.
Normalde beklentimiz, ülkelerin emisyon azaltım hedeflerinin toplamının, emisyonların küresel ısınmayı 2 derecede sınırlamak için 2030’a kadar atmosfere salınabilecek toplam karbon dioksit miktarını aşmayacak düzeyde azaltılmasını sağlaması olmalı. Yani her ülke taahhüt ettiği azaltım hedefine santimi santimine uyarsa, (2020’ye kadar olan taahhütlerin de tutturulduğu varsayımıyla) 2020-2030 arasında toplamda belli bir miktar salım yapıp, 2030’da küresel salımın belli bir miktara indirilmiş olması gerekiyor.
Peki bu azaltım başarılıyor mu ve mevcut INDC’lerle önceki hedefler tutturulursa sonuç ne oluyor?
Öncelikle UNFCCC’ye INDC’sini sunan ülke sayısının 185’e çıktığını ve bu ülkelerin toplam küresel emisyonların %94’ünden sorumlu olduğunu hatırlatalım. Dolayısıyla geri kalan ülkelerin ciddi bir toplam olmadığı göz önüne alınırsa, anlaşmayla ilgili bu anlamda bir sorun kalmadığı yorumu yapılabilir. Yani aşağı yukarı bütün ülkeler şöyle ya da böyle bir hedef belirleyerek anlaşmadaki yerlerini alıyorlar. Sorun bu hedeflerin bir işe yarayıp yaramayacağı.
UNFCCC Sekreteryası’nın dün sunduğu Sentez Raporu 1 Ekim’e kadar verilen INDC’leri kapsadığı için rapor Türkiye dahil 147 ülkenin (bu ülkeler emisyonların %86’sından sorumlu) hedefleri toplanarak yapılmış.
Sonuç şu:
– Bütün INDC’ler ve önceki azaltım hedefleri tam olarak uygulanırsa, küresel emisyon toplamı 2025’de 55 GtCO2e*, 2030’da 57 GtCO2 olarak gerçekleşiyor. Bu düzey 2012’de 52 GtCO2 idi. Yani önümüzdeki 15 yıl içinde küresel emisyonlar eskisi kadar hızlı artmıyor olsa da, artmaya devam ediyor. Oysa azalması gerekiyordu.
INDC’lere göre 2025 ve 2030’da küresel emisyon düzeyleri
– Küresel emisyonların artış hızı, hem de azaltım senaryoları altında, 1990’a göre %45, 2000’e göre %39, 2010’a göre %17 daha fazla. Yani dünya ülkeleri Paris’te küresel emisyonları artırmaya devam etmek üzere anlaşmak üzereler. (Sadece kişi başı emisyon düzeyinde 1990’a kadar, %9, 2000’e göre %5 azalma var ki, bu çok ufak rakamlar, emisyonların nüfus kadar hızlı artmadığı dışında bir anlam ifade etmiyor.)
INDC’lere göre 2030’da küresel emisyonlarda beklenen değişim
– Bir başka hesaba göre 1990’dan 2010’a kadar %24 artan emisyonlar belli bir güven aralığı içinde tahminen 2010-2030 arasında %11-23 artacak. Yani artış hızı biraz düşebilir, ama hiç düşmeyebilir bile!
Küresel emisyonlarda 2010’a kadar görülen ve INDC’lere göre 2030’a kadar beklenen artış yüzdesi
– INDC’ler sayesinde referans senaryoya göre ne kadar bir emisyon salımından kurtuluyoruz diye sorarsanız, bu düzeyler de 2025’de 3 GtCO2e, 2030’da 4 GtCO2e kadar. Aşağıdaki grafikte görülen güven aralıklarına bakarsanız her iki yıl için 0 da olabilir.
INDC’ler sayesinde 2025’te ve 2030’da beklenen kazanç yüzdeleri
– En çarpıcı hesap ise emisyon açığı rakamlarında ortaya çıkıyor. (Önümüzdeki günlerde BM Çevre Programı UNEP’in de 2015 Emisyon Açığı Raporu yayımlanır, o zaman da bu konuya geri döneriz.) Emisyon açığı demek, bu hedeflerle belli bir yılda, 2 dereceyi tutturmak için bütün dünya ülkelerinin salabileceği karbon dioksit azaltımının ne kadar altında kalacağımız demek. Yani iklim değişikliğiyle mücadelede başarısızlık ölçüsü de denebilir.
Buna göre “her şey yolunda giderse” emisyon açığımız 2025’de 9 (5-13) GtCO2e, 2030’da 15 (11-22) GtCO2e oluyor. Bir başka deyişle 2025’de en fazla 46 GtCO2e salmamız gerekirken 55 GtCO2e (%20 daha fazla), 2030’da en fazla 42 GtCO2 salmamız gerekirken 57 GtCO2 (%35 daha fazla) salıyor olacağız. Güven aralıklarına göre bu yüzdeler olması gerekenden en iyi ihtimalle 2025’de %11, 2030’da %26 fazla olabilir. En kötü ihtimalle de küresel olarak yapmamız gereken emisyondan 2025’de %28, 2030’da %52 daha fazla sera gazı salıyor olabiliriz.
INDC’lere göre 2 derece hedefine ulaşmak için gereken mikardan emisyon açığı
Bu da yeni Paris iklim anlaşması sayesinde başarılmış olacak.
INDC’ler neden işe yaramadı derseniz, bu sorunun teknik cevabı, AB ve ABD gibi zengin ülkelerin yaptıkları azaltımların, Çin, Hindistan gibi hızlı büyüyen ülkelerin yaptıkları (biraz azaltılmış) artışlar tarafından sıfırlanması. Eğer bu duruma düşmek istemiyorsak, zengin ülkelerin bugün yapabileceklerini söylediklerinden çok daha yüksek, yani tarihsel sorumluluklarına uygun azaltımlar yapmaya, gelişmekte olan ülkelerin de “iklimi değiştirme haklarında” bu kadar ısrarcı olmayıp daha hızlı bir şekilde ekolojik sıçrama yapmaya hazır olmaları (tabii yine zengin ülkelerin de bunun için yoksul ülkelere finansal yardım yapmaya hazır olmaları) gerekiyor.
Sonuç olarak haftaya çıkması beklenen Paris anlaşmasının yıllardır yerden yere vurulan Kyoto Protokolü’nden bile daha feci bir “iklim değişikliğiyle mücadele” planı olacağı söylenebilir. Bütün aklı başında iklim bilimciler, ekoloji hareketleri ve iklim değişikliğinden en çok etkilenen ülkeler 2 derecenin de çok yüksek olduğunu, pek çok yoksul ülkeyi, milyarlarca insanı ve sayısız ekosistemi, türü ve en çok etkilenecek bölgeleri felakete sürükleyeceğini, bu nedenle aslında bütün hedeflerin şu anda 1 derece olan ısınmanın en fazla 1,5 dereceye çıkacak şekilde belirlenmesi gerektiğini çığlık çığlığa söylerken, dünya ülkeleri 2 derece hedefini bile tutturamayıp, dünyayı 3,5 dereceye kadar ısıtabilecek bir anlaşmayı başarı diye önümüze koymak üzereler.
Bu rapor dünyayı yakıp kavurmaktan kâr elde eden petrol ve kömür şirketlerinin sözünden dışarı çıkamayan Birleşmiş Milletler’le ABD ve ev sahibi Fransa başta olmak üzere aşağı yukarı bütün ülke hükümetlerinin hepimizi sürüklediği felaketin sayısal özeti.
“Bu planlar başarılı bir iklim eyleminin sadece düşük emisyonları değil, hükümetler, yurttaşlar ve iş çevreleri için bir sürü diğer ekonomik ve sosyal faydaları başarmak anlamına geldiğini gösteren kararlı bir yol oluşturuyor.” Christiana Figueres – UNFCCC Sekreteri
Oysa zirvenin patronu BM İklim Değişikliği Sekreteri Christiana Figueres‘in bu sentez raporuyla ilgili yorumu şöyle: “Bu planlar başarılı bir iklim eyleminin sadece düşük emisyonları değil, hükümetler, yurttaşlar ve iş çevreleri için bir sürü diğer ekonomik ve sosyal faydaları başarmak anlamına geldiğini gösteren kararlı bir yol oluşturuyor.”
Papa Francis önceki gün Afrika ziyaretinden dönerken uçakta konuştuğu bir grup gazeteciye Paris zirvesiyle ilgili olarak “Ya şimdi bu işi çözeceğiz, ya da hiçbir zaman. Artık son sınıra kadar geldik ve eğer bunu en güçlü şekilde ifade etmemi isterseniz, intihar sınırındayız diyebilirim” demiş.
Ama söz konusu intiharsa, bence insanlığın topluca intihar etmesinden hem mantıken, hem de ahlaken daha doğru olan bir yol var. Benim önerim başta BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ve UNFCCC Sekreteri Christiana Figueres olmak üzere, bu skandalı büyük başarı diye pazarlamaya çalışan herkesin topluca gidip kendilerini biraz ötedeki Seine nehrine atmaları.
Zaten başka türlü tarihe onurlu bir şekilde geçebileceklerini de sanmıyorum.
* GtCO2e – Milyar ton karbon dioksit eşdeğeri sera gazı
“İklim İçin Ben de Varım!” kampanyasından Özgecan Kara ve Murat Can Tonbil, bu buluşma kapsamında 2014’de New York’ta gerçekleşen “People Climate March” (İnsanlığın İklim Yürüyüşü) eyleminden 12 – 13 Kasım 2015’de Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen “İklim Forumu“na, ordan da en nihayet COP21 Paris İklim Zirvesi‘ne uzanan yoldaki gelişmeleri iklim hareketi ve “iklim için ben de varım!” kampanyası penceresinden paylaşacak.
Etkinliğin ücretsiz olacağı buluşmaya ilişkin Documentarist’in yaptığı açıklama şu şekilde;
“#iklimicin kampanyası iklim değişikliğiyle mücadele eden herkesi ve her kurumu bir araya getirecek bir yenilik arayışından doğdu. New York’taki dünyanın en büyük iklim adaleti eyleminden, İstanbul’da Türkiye’nin ilk İklim Forumu’na kadar giden yolu konuşacağız. Paris’te devam eden 21. BM İklim Zirvesi’nde yaşananları da bu söyleşide aktarmaya çalışacağız.”
New York’tan İstanbul’a Oradan Paris’e İklim İçin buluşmasının facebook etkinlik sayfasından detay bilgi edinmek mümkün
6. Yeşil Ekonomi Konferansı, 19 Aralık Cumartesi günü Cezayir Toplantı Salonu‘nda gerçekleşiyor.
Avrupa Yeşilleri Vakfı (Green European Foundation), Yeşil Düşünce Derneği ve Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği‘nin ortak organizasyonu ile düzenlenen 6. Yeşil Ekonomi Konferansı’nda iki oturum gerçekleşecek.
Konferans saat 10.00’da Heinrich Böll’den Kristian Brakel ve Yeşil Düşünce Derneği’nden Sevgi Mutlu‘nun açılış konuşmaları ile başlıyor.
“Çare Küçülme mi?” (Can Degrowth Be A Solution?) oturumunda Menekşe Kızıldere‘nin kolaylaştırıclığında Ethemcan Turhan, Ahmet Atıl Aşıcı, Federico Demaria ve Clive Spash, “Degrowth” (Küçülme) kavramı etrafında fikirlerini masaya yatıracak.
“Büyüme-Ötesi Topluma Geçiş Stratejileri” (Transition Strategies Towards A Post-growth Society) oturumunda ise kolaylaştırıcı Asena Ulus. Oturumda yer alan konuşmacılar Orestes Kolokouris, Bengi Akbulut ve Molly Scott Cato.
6. Yeşil Ekonomi Konferansı’nın duyuru metni ise şu şekilde;
“2008’deki üçlü krizin su yüzüne çıkardığı zorluklar şimdi insanlığı bir yol ayrımına itmiş durumda. Bugün, doğanın bir senelik kapasitesinin sağlayabileceğinin %50 daha fazlasını bir günde tüketiyoruz. Gezegenin sınırlarına eriştik, ve onları aştık bile. Yoksulluğa, artan eşitsizliğe, doğa kaybına, her derde deva olarak ekonomik büyümeyi öne süren mevcut iş modelleri ile yola devam etmemiz mümkün mü?
Bu sene altıncısını düzenlediğimiz Yeşil Ekonomi Konferansı mevcut küresel ekonomik sistemin yetersizliklerini ortaya koyarak, insanlığın bugün karşı karşıya kaldığı krize cevap olarak küçülme önerilerini ve küçülen bir ekonomik modele doğru geçiş önerilerini tartışacak.
Böyle Buyurdu Zerdüşt’te (Also Sprach Zarathustra) Friedrich Nietzsche şöyle yazmıştır: “Böyle der erdemi arayan: Utanç, utanç, utanç – İnsanın tarihi budur!”1 Gerçek ya da kurgusal olsun, yazılı tarihe şöyle bir göz gezdirildiğinde bunun ne kadar haklı bir sitem olduğu görülebilir.
İnsanlık tarihi felaketler tarihidir. Eski çağlarda tufandan, vebadan, nefes alan her şeyi yok etmeye ant içmiş barbar kabilelerden, zalim krallardan korkardı insanlık. Bugün tufan yerine nükleer sızıntılardan korkuyoruz; vebayı yok ettik belki, ancak AIDS, domuz gribi ve obezite canımıza okuyor; savaş baltalarını savurarak üstümüze gelen barbar akıncılarına gerek yok artık, onların yerini belli periyotlarla mantar gibi türeyen dinci terör örgütleri aldı; zalim krallar çağı kapandı, ama modern “demokrat” diktatörler hayatımıza hükmetmekte…
Felaketler hususunda değişen pek bir şey yok gibi. Ancak farkına varmadığımız, yeniden türeyen başka belalar kapıda. En azından dünyanın bir kesimi için.
Eric Lacombe’un bir çalışması
Evrimin insanlara sunduğu belki de en önemli hediye, gelişmiş “empati” yeteneğidir. Diğer canlılarda var olduğuna dair henüz somut deliller bulunmayan “adalet” duygusu, empati ile doğrudan bağlantılıdır; dolayısıyla adalet duygusu insanı insan yapan en önemli kategoridir. Bu duygunun kaybolduğu toplumlar, diğer insanlık kalitelerini de birer birer kaybetmeye mahkûmdurlar. Bugün önümüze “gelişmiş”, “modern” veya “uygar” gibi adlarla konulan toplumlar, her ne kadar çağlar boyunca emperyal ve sömürgeci vahşeti kendileri dışındaki dünyaya yaşatmış olsalar da, kendi içlerinde, birbirlerine yönelik adalet duygusunu bir ölçeğe kadar korumayı başarmış ve bu konuda ciddi bir literatür oluşturmuş toplumlardır. Bu nedenle, adaleti birey ve toplum bazında tesis etmek için yaratılan yasalara güven, o toplumların tanımlayıcı özelliklerinden biri hâline gelmiştir. Zira uygar toplum, yasaya güvensizlik duymaya ve adalet duygusunu yitirmeye başladığı andan itibaren, bir felaketler çukuruna düşeceğinin bilincinde yaşamaktadır. Elbette adalet duygusunun her bir toplum için yok olduğu dönemler tarihte bolca mevcuttur; ancak bugün engizisyon mahkemelerinin dünyasından farklı bir dünyada yaşadığımızı da unutmamak gerek. Bilim ve teknolojinin tek geçerli “ideoloji” olduğu bu çağda sağlıklı bir adalet duygusuna sahip olamamak bir toplumun moderniteye evriminde bir şeylerin eksik olduğuna işaret eder.
Bu eksiklikler nedeniyle adalet algısı, hep uygar olmak isteyen ama uygar ülkelerle benzerliği “-mış gibi yapmak”tan öte gidemeyen ya da uygarlığın kendisinden nefret ettiği için onun tüm değerlerini kategorik olarak reddeden bazı üçüncü dünya halklarına kesinlikle çok yabancı gelmektedir. Yüzyıllar boyu krallıklarla yönetilmiş, “tebaa” olmayı içselleştirmiş ve vatandaşlık bilincinin esamesinin okunmadığı bir halkın bireylerinin kolaya kaçarak, adaletin esasında kendi gündelik, basit düşünüş biçimi ve empati duygusundan kaynaklandığını ve bunlarla sürekli beslenmesi gereken bir şey olduğunu düşünmek yerine, tepedeki bir monarkın ve o monarkın kişisel çıkarına göre dizayn edilmiş bürokrasinin halka bahşettiği bir lütuf olduğunu düşünmesi bir geri kalmışlık göstergesidir.
Bu geri kalmışlık durumu, daha büyük problemlere yol açan bir tutarlılığı ve aynı zamanda çelişkileri de beraberinde getirmekte ve sürekli kendini tekrar eden bir kısırdöngü yaratmaktadır. Sattığı ürünün fişini kesmeyen bir esnafın politikacıların yolsuzluklarını görmezden gelmesi tabandan tavana izi sürülebilecek yozlaşma hattının tutarlı izdüşümüyken, kırmızıda geçerek yasayı çiğneyen birinin, basitçe protesto hakkını kullanan gençlere terörist yakıştırması yapması ya da kendisi gibi yasayı çiğneyen, dolayısıyla kategorik olarak aynı şeyi yapan teröriste nefret kusması aynı yozlaşmışlığın getirdiği düşünsel-davranışsal çelişkilerden biridir. Sürekli ana-bacı edebiyatının yapıldığı bir ülkede kadın cinayetlerinin normalleşmesi, herkesin namus bekçisi olduğu bir toplumda tecavüz, pedofili, ensest ve hatta zoofilinin hiç de azımsanmayacak ölçüde yaygın olması yozlaşmışlığın vulgar ve açık görüntüsü iken, yine herkesin hemen her konuda sosyal duyarlılık iddiasını savunduğu bir söylem çerçevesinin bulunduğu ortamda, yediği yemeğin resmini sosyal medyada paylaşma görgüsüzlüğünün insanların günlük rutini hâlini alması ise bu yozlaşmışlığın örtülü yansımasıdır. Bu basit göstergeler toplumun tüm kültürel, etnik ve ekonomik grupları için geçerlidir ve şüphesiz, bir distopyanın çekirdeğini oluşturan böylesi bir ahlaki düaliteye işaret eden örnekler çoğaltılabilir.
Nietzsche, Tan Kızıllığı’nda (Morgenröte) şöyle yazar:
“Halklar çok sık aldatılırlar, çünkü hep bir dolandırıcı ararlar, özellikle duyularına heyecan verici bir şarap. Ona sahip olabilirlerse, o zaman mutlaka kötü ekmeğe razı olurlar. Sarhoşluk onlar için beslenmeden daha önemlidir… bu onların her zaman ısıracakları oltaya takılı bir yemdir! (…) Ama, sarhoşluğu beslenmekten daha önemli bulan bu ayaktakımı beğenisi, kesinlikle avamın derinliklerinde ortaya çıkmış değil: Daha çok oraya taşındı ve oraya nakledilip dikildi ve orada öncelikle aşırı şekilde direnip, bereketle serpildi, oysa kökenini en büyük zekâlardan almış ve binlerce yıl onların içinde büyümüştü. Halk, üzerinde bu parlak yabani otun büyüyebileceği son bakir topraktır. – Nasıl! Ve tam da bu halka mı siyaseti emanet edeceksiniz? Ondan günlük sarhoşluğunu çıkarsın diye mi?”2
Tutarlı veya çelişik olsun, yoz davranış kalıplarının normalleşmesi ve kültürel dokuya nüfuz etmesi sadece tek bir anlama gelir: Dekadans. Çürümüş ve bireysel anarşizmin herkesçe içselleştirildiği bir toplumda ahlaklı politika üretmek, vatandaşı insan yerine koymak ve dürüstlük ne ölçüde seçmen davranışlarını ve o ülkenin genel politik yapısını etkilemede başarılı olabilir? Olsa bile bu etki kalıcı olabilir mi? İnsanlar, Nietzsche’nin tabiriyle, şarabın leziz tadına karşı koyabilir mi?
Onun “ayaktakımı” olarak adlandırmayı tercih ettiği bu gibi çürümüş halk tabakalarının ana problemi televizyonlarda tartışıldığı gibi sistem problemi mi yoksa sosyolojik bir problem mi? Cevap aslında gayet açık. Toplum mühendisliği denemelerinin genel olarak başarısız olduğu gerçeği ortada durduğu müddetçe politik yapıların belli bir sosyolojik taban üzerine inşa edildiğini kabul etmek durumundayız. İlişkinin yönü aşağıdan yukarıya kurulu olduğu için bozuk politik yapıların sorumlusu olarak o bozuk yapının oluşumunu kabullenen ve o yoz politikacıları kendi içinden çıkarıp onaylayarak var eden halkı görmekte bir sakınca yoktur.
Tabi Nietzsche’nin “(…) bu beğeni, kesinlikle avamın derinliklerinde ortaya çıkmış değil (…)” sözüyle ifade ettiği, gözden kaçırılmaması gereken nokta şudur: Halk dekadansın sebebi değil, bir kere kurulan çürümüş ahlakın taşıyıcısıdır. Çünkü asıl sebep sadece sosyolojik reflekslerle açıklanamayacak kadar karışıktır. Salt söylem bazında dahi olsa bir toplumda iyilik, dürüstlük ve duyarlılık gibi kavramlar oluşmuşsa, bu iyimser bir şekilde, verili sosyal yapının çürümenin merkezinde oluşmadığına dair bir işaret olarak okunabilir. Tarihin o ilk noktasında, insanda bir arada yaşama ihtiyacını ve empati yeteneğini geliştiren dışsal faktörler sosyal yapının oluşumunda da geçerlidir. Dolayısıyla yozlaşmanın sebebini halkın özgül özelliklerine bağlamak hiçbir şekilde analize yardımcı olmayacaktır. Başlangıç noktasının kolayca tespit edilememesinin nedeni problemin pek çok kaynaktan beslenmesinde yatmaktadır.
Hâlihazırdaki çağ, zaten başlı başına değerlerin ufalandığı ve karıştığı, her şeyin bir başka şeyin kopyasından oluştuğu, kaotik bir döneme denk gelmekte. Bu çağda artık iyi-kötü, doğru-yanlış gibi kategoriler yok, hem iyi hem de kötü, hem doğru hem de yanlış var. Bu değer karışmasına doğrudan etki eden kitle iletişim araçlarının miktar ve hızlarının ölçülemeyecek dereceye ulaşması, içinden çıkılamazmış gibi bir illüzyon yaratan vahşi kapitalizm ve insan yaşayışının günden güne zorlaşması ama buna rağmen hayatın ucuzlaması… Tüm bunlar ve daha birçok şey, eşzamanlı olarak çalışmakta ve sosyal çürümenin, kültürel bozulmanın kolektif nedenlerini oluşturmaktadırlar. Ve bu faktörler artık adalet duygusunu ve yasaya bağlılığını yitirmemekle övünen uygar dünyayı da bozmaktadır. Zira “dünyanın büyüsü” bir kere bozuldu ve kimse artık şövalyeler çağında yaşamıyor.
O hâlde çözüm nedir? Tüm insanlığı yok edecek bir Armageddon mu beklemeliyiz, yoksa hepimizi kurtaracak bir Mesih’in göklerden inmesini mi? Dünya hayatından el çekip maneviyatın sübjektif aldatıcılığına mı kaptırmalıyız kendimizi, yoksa tamamen dünyaya odaklanıp her şeyi değiştirecek devrimler peşinde mi koşmalıyız? Bir şeylerin değişmesi için hayatımızın mahvolması riskini göze alarak mücadele mi etmeliyiz, yoksa her şeyi bildiğine inanılan bir adama oy vererek belli bir kesiminin devamlı yaptığı gibi kaderimize razı gelip sanki sorun yokmuşçasına yaşamımıza devam mı etmeliyiz? Her ne kadar acıtsa da gerçekleri haykırmalı mıyız, yoksa 1984vari bir biçimde, olmayan güzellikler sanki varmış gibi, gönüllü bir beyin yıkamanın kurbanı mı olmalıyız? Her seçenek, adeta ayrı bir distopya.
Hangi yol seçilirse seçilsin bir şey açık: Eğer yıkılmış olan adalet duygusu bir an önce tesis edilmezse, ne sosyal barış için bir umut ne de gelecek nesillerin mutluluğuna dair bir ihtimal kalacak. Adalet duygusunun restore edilmesi ise sadece bir takım politikacıların çıkaracağı yasalarla, hukuki kural ve uygulamalarla veya bir devrimcinin ekonomi-politik sistemi yeniden yaratmasıyla gerçekleştirilemeyecek kadar zor bir iş. Eğitim politikalarının değişmesi veya refah seviyesinin yükselmesi bile bir anlam ifade etmiyor. Tüm bunlar değişimin tabanda başlamadığı her durumda kaybetmeye mahkum, palyatif çabalar olabilir ancak. Bu nedenle içinde bulunulan krizden çıkmanın yolu yine bu krizin öznesi olan halkta ve o halkı oluşturan bireylerde yatmaktadır. Ne zaman ki insanlar çocuklarına adil olmayı öğretir, kendi zararına dahi olsa adalet duygusundan kopmayacak şekilde yetiştirmeye başlarsa, işte o zaman bir umut ışığı parlayabilir, çürüme tersine döndürülebilir ve bu distopyadan bir kaçış şansı doğabilir. Tabi yozlaşmış bir halkın bu bilince ulaşması ilk aşamada beklenen bir durum olamaz, öyle olsa yozlaşmayı başlatan faktörlerden daha en başında uzak durulabilirdi. Bu bilinç düzeyine ulaşılması için belki de halkanın tamamlanıp, daha kötüye gidilemeyecek bir eşiğin aşılması gerekiyor – ki bu eşiğe giden yolun pek çok insanın yaşamına maddi ve manevi anlamda mâl olacağı da bir gerçek. Yine de, her şeyin kötüye gittiğini görürken bile “güneşli, güzel günler görmek” hayali ve en kötüden sonra o günlerin geleceğini bilmenin yarattığı buruk beklenti, yaşamak, mücadele etmek ve çabalamak için sığınılacak bir liman olabilir.
Not 1: Bu yazıda bahsedilen ülke ve toplum tamamen kurgusal bir evrene aittir. Gerçek bir ülke ve toplumla ilgisi yoktur. Tüm benzerlikler tesadüftür.
Not 2: Yazar, birinci notu düşme zorunluluğu hissettiği bir distopyada yaşamaktan üzüntü duymaktadır.
1 Nietzsche, F. (2006) Thus Spoke Zarathustra (Çev. A. Del Caro) Cambridge University Press: Cambridge. Sf: 67.
2 Nietzsche, F. (2007) Tan Kızıllığı – Ahlaksal Önyargılar Üzerine Düşünceler (Çev. H. Salihoğlu & Ü. Özdağ) İmge Kitabevi: Ankara. Sf: 145-146.
Ali Buğra Küçük
Kırıkkale Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Araştırma Görevlisi
Peter Wooders tarafından International Institute for Sustainable Development‘da (IISD) yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Deniz Demirel‘in çevirisiyle sunuyoruz.
***
Antalya’daki G-20 Liderler Zirvesi ve Paris’teki UNFCC’nin COP21’den birkaç gün önce, 12-13 Kasım tarihlerinde, pek çok Türk uzman, akademisyen ve aktivistin katılımıyla İstanbul’da ‘Ben de Varım!’ sloganıyla İklim Forumu gerçekleştirildi.
Kolombiya Üniversitesi Dünya Enstitüsü Direktörü Jeffrey Sachs, endüstriyelleşme öncesi döneme oranla Dünya’nın 1°C daha sıcak olduğunu ve bu sıcaklığın en azından 0,5°C daha artacağının kesin olduğunu belirtmişti. Türkiye’nin INDC değerleri (Ulusal Olarak Belirlenmiş Katkı Niyetleri) sunulmuştur ve değerler emisyon oranlarındaki büyük yükselişe işaret etmektedir. Yani şu anki koşullar değişmezse 2030 yılındaki emisyon değerleri 2012 emisyon değerlerinin üç katına çıkacaktır (Bkz Tb 1). Türkiye, INDC’de beyan ettiği sera gazı salımlarını azaltma yönündeki politikasını uygulamada başarılı olsa bile 2030 yılındaki emisyon değerleri şimdikinin yine de iki katından fazla olacaktır.
Tablo1. Toplam Sera Gazı Emisyonu ( milyon ton CO2eşdeğer) Mavi: Şartların Değişmediği Senaryo Yeşil: Sera gazı salımları azaltım senaryosu – Alınan Önlemler Uygulanırsa Kaynak: Türkiye INDC, 2015
Forum boyunca, pek çok farklı oturumda bu resmi tahminlerden kaynaklanan hayalkırıklığı dile getirildi. Emisyonlardaki artışın en büyük nedeni ise Türkiye’nin kömüre dayalı elektrik üretimi planları [1]: Türkiye, 2030’a kadar kömür ve linyit santrallerinin kapasitesini 35 GW’a yani şimdiki rakamın 3 katına çıkarmayı hedefliyor ama asıl rakamın bu tahminlerden de fazla olacağı belirtiliyor. Çünkü şimdiye kadar yapılmış ve yapılması tasarlanan kömür ve linyit santrallerinin toplam kapasitesi 65 GW.
Forum süresince yenilebilir enerji (2GW’lık rüzgar enerjisinine ek olarak yapılacak santraller ve yeni güneş enerjisi sistemleri) olası kömüre dayalı geleceğe güçlü bir alternatif olarak sunulmuştur. Bir dizi çevresel, toplumsal, ekonomik, politik ve hukuki tartışma yapılmış ve analizler sunulmuştur. Ancak Forum temsilcileri çok temel bir soruya cevap verememiştir: neden tüm olumsuz ve bariz etkilerinin yanı sıra hiç bir mali avantajı olmayan kömür tercih sebebi olmaktadır?
Küresel Teşvikler Girişimi (GSI) ve CAN (Climate Action Network – İklim Eylemleri Ağı) Avrupa, ‘Değişen Bir İklimde Fosil Yakıt Teşviklerini Anlamak’ adı altında, kömüre ve yenilenebilir enerji alternatiflerine odaklanan ilgili teşviklere dair bir oturum düzenlemiştir. Bu kapsamda GSI’dan Peter Wooders ve Kemerburgaz Üniversitesi’nden Doçent Doktor Sevil Acar, Türkiye’nin kömüre ve yenilebilir enerjiye verdiği en güncel teşvikleri açıklamışlardır. Bu teşvikler, Küresel Teşvikler Girişimi Mayıs 2015’de yayınlanmış ve G-20 ülkeleri arasında fosil yakıt üreticilerine hükümet desteğini inceleyen OCI (Oil Change International)’nın yeni raporundaki Türkiye bölümünde ve ayrıca GSI tarafından güncellenmiştir.
Bu rapordaki bulgular aşağıdaki gibidir:
Kömür madenciliğine ve kömüre dayalı elektrik üretimine verilen bilinen ve nicel teşvik 2013 yılında 627-730 milyon ABD Doları olarak tahmin edilmektedir. Bu teşvik büyük oranda Türkiye’deki küçük ve rekabetsiz taşkömürü endüstrisine (bir tekel olan TTK aracılığılıyla ) ve bir kamu kurumu olan TPAO’nun petrol aramacılığına verilen destek sayesinde sağlanmaktadır.
Türkiye bankaları aracılığıyla fosil yakıt üretimine verilen belirlenmiş destek 2013-2014 yılları arasında yaklaşık 1 milyar ABD Doları’na ulaşmıştır. Bu miktarın 300 milyon ABD Doları, ulusal teşviktir.
Pek çok teşviğin miktarı, kolaylıkla saptanamayıp, tam olarak da belirlenememektedir. Bu sebeple, teşvik miktarlarına ilişkin tahmin rakamlarının düşük olabileceği belirtilmektedir. Yeni Yatırım Teşviki Projesi, 2012 yılında Türkiye pazarına girişinden itibaren, kömür madenciliğine ve enerji üretimi oluşumlarına, vergi (gümrük vergisi dahil) indirimleri, işverenlere sosyal sigorta primi ve başka avantajlar gibi pek çok teşvik sunmaktadır. Bu paket dahilinde sunulan destek göz önüne alınarak, yapılan tahminlere göre bu teşvik miktarı ilerleyen zamanlarda artabilir. Yani yazarlara göre, eğer 2014-2030 yılları boyunca 14,5 GW’lık linyit santrali kurulursa bu teşvik, 11,6 milyar ABD Doları’na ulaşabilir.
Rüzgar ve güneş enerjisi de büyük oranda tarife garantisi planı aracılığıyla teşvik almaktadır. Ancak yenilenebilir enerji için tarife garantisi düzeyi [2] ve buna ulaşmak için çekilen idari zahmetler sebebiyle, rüzgar enerjisi oluşumlarının büyük kısmı; tarife garantisini tercih etmek yerine rekabetçi bir şekilde elektrik piyasasında satış yapmaktadır. Sağlık ve Çevre Paktı’nın bir araştırması baz alınarak çıkarılan sağlık etkilerinin maliyeti, farklı tip enerji üretimi seçenekleri arasında bir seçim yapmamıza imkan sağlamaktadır. Kömür kullanımının sebebiyet verdiği sağlık sorunları masrafları dahil edildiğinde, rüzgar enerjisi, üretilen birim elektrik anlamında çok daha ucuzdur. 2030 yılı masrafları tahminleri yapılırken rüzgarın kömürden daha az maliyeti olduğunu ve sağlık sorunları masrafı göz önüne alındığında güneş enerjisinin daha da az maliyetli olduğu anlaşılmıştır (bkz Tb 2 ). Oturum sırasındaki bir tartışmada – ve Forum kapsamındaki diğer tartışmalarda- kömüre kıyasla yenilebilir enerjinin karşı karşıya kaldığı fazladan idari ve bürokratik engel olduğu belirtilmiştir.
Tablo 2. 2030 yılına kadar Kömür ve Yenilebilir Enerjinin Bilinen Masraflar Bazında Karşılaştırılması (€ kWh başı) Rüzgar enerjisi için rekabet koşullarındaki adil olmayan uygulamaların göz önünde bulundurulması önemlidir. Kaynak: GSI-IISD
Türkiye’nin kömüre dayalı bir geleceğin peşinde koşmasının hiç bir belirgin ekonomik, toplumsal ve çevresel gerekçesi bulunmamaktadır. Türkiye politikacılarını, geniş ölçekli yenilebilir enerji sistemlerinin, güvenilir bir şekilde ve makul fiyata elektrik üretebileceğine ikna etmek için daha fazla tartışma ve kanıt gerekmektedir. Ayrıca bu konuyla ilgili etraflıca bilgilenmek adına daha fazla veri ve analiz ihtiyacı bulunmaktadır. Örneğin; Yeni Yatırım Teşviki Projesi’nin çıkardığı maliyetlerin daha iyi anlaşılmasıyla beraber, popülasyon ve ekonominin ana unsurları üzerinde, bu teşviklerin yol açacağı reformların kavranması gerekmektedir.
Küresel bazda, başarılı kömür teşviki reformlarının ve enerji üretimi yöntemi olarak kömürün yürürlükten kaldırılması örneklerinin sayısı artmaktadır. Bu başarının sırrı; sosyal olarak savunmasız grupların korunması ve yeterli düzeyde yenilenebilir enerji oluşum stratejileri gibi, iyi düzenlenmiş tamamlayıcı politikalardır. Türkiye’nin temiz enerji lideri olabilmek için büyük bir fırsatı bulunmaktadır. Ayrıca toplumsal sağlık ve refah da bu fırsatın iyi değerlendirmesine bağlı olabilir.
İKLİM Formu tanıtım materyali – Solda GSI’dan Peter Wooder
[1] Greenpeace ve CEE Bankwatch Network’üne ait bir araştırma, şu anki sera gazı miktarının %28,7’nin enerji üretimi kaynaklı olduğuna dikkati çekiyor. Eğer hükümetlerin artan kömür kullanımı hususundaki tahminleri gerçekleşirse, 2023’e kadar inşa edilecek kömür santrallerinden kaynaklanacak gaz emisyonu 300 MtCO2e’ye ulaşacak ki bu da şu an sektörün ürettiği CO2 emisyonunun 2,5 katına eşit bir miktadır.
[2] Rüzgar ya da su ile üretilmiş olan elektriğin kWh başı fiyatı 0,073 ABD Doları, güneş enerjisiyle üretilmiş olanınki ise 0,133 ABD Doları’dır. Bu rakamlar, kullanılan ekipmana bağlı olarak değişiklik gösterebilir.
Sorumsuz ve gayriciddî medya sayesinde hem içeride hem dışarıda AB ile Türkiye arasında yeni bir dönem başladığı, Ekim 2016’da pasaportu cebine koyanın kapağı Avrupa’ya atacağı, Türkiye’nin üç zamanda üye olacağı haberleri uçuşuyor. Pazar akşamüstü Brüksel’de ne oldu ve esas ne olmadı, açalım.
Davutoğlu’nun “tarihî anlaşma” lâflarının aksine Belçika ve Hollanda başbakanları at pazarlığının sadece mülteciler için yapıldığını açıkladı. Zira vize muafiyeti ve üyelik müzakeresi, baş düzenbaz Komisyon başkanı Juncker’in daima çaktırmadan ima ettiği gibi Türkiye’nin asla yerine getirmeyeceği veya getiremeyeceği koşullara bağlı olacak.
Vize muafiyetinin 72 koşulu olan kendi yol haritası var. Bağımsız think tank ESİ yol haritasının çetelesini tutuyor. Şu bağlantıdaki çetele (http://www.esiweb.org/index.php?lang=en&id=555) geçen yıl bu zaman Türkiye’nin koşulları karşılamaktan ışık yılı kadar uzak olduğunu gösteriyordu. Misâlen, iktidarın hiç işine gelmeyen kişisel veriler sözleşmelerini imzalamak, Türkiye’ye vizesiz seyahat hakkı olan bazı ülke vatandaşlarını engellemek, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4 ve 7. Protokollerinin onaylanmak gibi. Geçen bir yıl zarfında son derece az yol alındı. Ama muafiyetin, medyanın muştuladığı gibi Ekim 2016’da gerçekleşebilmesinin önündeki en büyük engel Türkiyeli IŞİD’ciler. MİT’in ilân ettiği 3000 Türkiyeli IŞİD’ci dahî vizenin kalkmaması için yeter de artar. Bu psikoza kronik İnsan Hakları ihlalleri sonucunda artan Türkiyeli mültecileri eklemek lâzım. Sonuç olarak Ekim 2016 da bugüne kadar verilmiş bütün uyduruk tarihler gibi gelip geçebilir, haberiniz ola!
Üyelik müzakeresine gelince, 14 Aralık’ta açılacak olan ortak para euroyu kapsayan Ekonomik ve Parasal Politika faslının açılmasısembolik bir anlam taşısa da faslın olmazsa olmaz koşulu ve müzakerenin bitmesi için gereken “Merkez Bankası bağımsızlığı” hükümet programında bile yok. Ama en önemlisi Türkiye yapısal ekonomik nedenlerden ötürü öngörülebilir bir zaman zarfında euroya asla dâhil olmayacak.
Zirve sonuç bildirgesinde açılabileceğinden bahsedilen diğer fasılların hangileri olduğu belli değil. Açılmasının önünde siyasî engel olmayan üç fasıl Kamu Alımları, Rekabet Politikası ile Sosyal Politika Ankara’nın açılış kriterlerini karşılamamasından açılamıyor. Öte yandan toplantının bire bir konusu olan mülteci politikası epeyidir adı edilen ama Kıbrıs’ın tek taraflı olarak bloke ettiği Adalet Özgürlük Güvenlik faslında ele alınır. Suriyelilerin Avrupa’da istikbal aramalarının nedeni Türkiye’nin 1951 BM Cenevre Mülteci Sözleşmesi’ne koyduğu çekince dolayısıyla kurumsallaştıramadığı mülteci politikasıdır. Çekincenin kaldırılması bu faslın gereğidir. Oysa AB Türkiye ile mülteci pazarlığı yaparken bu temel konuyu olması gerektiği gibi üyelik müzakereleri kapsamında ele almıyor, mülteci zaptiyeliği kapsamında ele alıyor. Her hâl ve kârda Zirve sonuç bildirgesinde diğer başlıklar üye ülkelerin pozisyonlarına halel getirmemek kaydıyla açılabilir ibaresi Kıbrıs vetosunun devam edeceği anlamına gelir. Müzakeresi süren 13 fasılda Komisyon’un yakında açıkladığı İlerleme Raporu’na göre pek bir ilerleme olmadığını düşünecek olursak üyelik müzakereleri her iki tarafın da önceliği değildir.
Gelelim verilecek 3 milyar euroya. Bu meblağın 500 milyonu AB bütçesinden geri kalanı üye ülkeler tarafından verilecek. Üye ülkelerden şimdiye kadar sadece İngiltere bir rakam telaffuz etti. Komisyon’dan gelecek 500 milyon Türkiye’nin zaten alacağı Katılım Öncesi Araç’tan mı yoksa yeni bir kaynaktan mı belli değil. Her hâl ve kârda AB tarafı bu kaynakları uzman BM kuruluşları üzerinden aktarır ve sürekli denetler. Bu kuruluşların Türkiye’de çalışmalar çok sınırlı. Türkiye gibi malî denetimi olmayan bir ülkeye bu kaynaklar nasıl ve hangi vasıtayla verilecek bu da belli değil.
Bu çerçevede AB’nin yükün paylaşımı adı altında öngördüğü 3 milyar euro, Türkiye’nin harcadığı rivayet olunan ama hiçbir resmî kaydı bulunmayan 8 milyar dolara karşılık geliyormuş. AKP’lilerin meydanlarda salladığı bu rakamın kaydı olmamasına rağmen AB bunu veri olarak kabul ediyor. Normal değil.
Mutabakat uyarınca AB tarafı mültecileri düzenli bir şekilde Avrupa ülkelerine transfer edecek (resettlement). Ancak bu, üyelerin paşa gönlüne kalmış bir uygulama. Yani uygulanmayabilir, uygulandığında ise en vasıflıları seçilecektir. Kaldı ki AB’nin diğer ülkeleri taahhütte bulundukları transferleri İtalya ve Yunanistan’dan aylardır yapmıyor.
Gelelim AB’nin Türkiye’den beklentilerine. İlkin Kuzey Kore gibi sınırları askerî olarak sımsıkı kapalı bir ülke olmadıkça insan göçünü engellemek mümkün değildir. Mülteciler maalesef Türkiye’nin göstermelik bir iki sert uygulamasına maruz kalacaklar ama akım devam edecek.
2 milyon Suriyeli mülteciyi burada kalmaya teşvik etmek üzere AB’nin sunduğu havuç Arapça eğitim, sosyal güvenlik ve sigortalı çalışma olanakları öngörüyor. Abesle iştigal diyip geçelim.
İltica talepleri reddedilenlerin geri kabulü ise kâğıt üzerinde pek fiyakalı duran ama dünyada uygulanabilirliği/ infazı yüzde 5’in altında olan bir anlaşmadır.
Kotarılan anlaşmanın Türkiye’nin AB üyelik sürecini canlandırmak üzere yapılmadığı açıktır. Aksine bu anlaşma üyelik sürecinin sonunun ya da en hafifinden, üstelik her iki taraf için hiçbir öncelik arz etmediğinin kanıtıdır. AB yaz aylarından beri “müstakbel üyesi” Türkiye’deki hukuk, demokrasi, insan hakları ihlâllerini alenen görmezden gelmeye başladı. Kendi ilke ve değerlerini Türkiye bağlamında hiçe sayarken Türkiye ilişkisini yeniden tanımladı ve memleketi herhangi bir üçüncü ülke konumuna indirdi. Buna rağmen bu beyhude anlaşmanın kısmen gelecek para dışında hiçbir ciddî sonucu olmayacaktır. Olan, eziyet çekecek mültecilere ve elbet Türkiye’de yalnız başlarına demokrasi mücadelesi vermeye çabalayan insanlara olacaktır.
Bu yazı 1 Haziran 2012’den bu yana yazdığım Taraf’taki son yazım. Memleketin içinde bulunduğu toplu cinnet ve derin çürüme hâline tanıklık etmeye haberdar.com sitesinde devam edeceğim. Gazetedeki dostlara ve okurlara bakî selamlarımı iletiyorum.
Bayrampaşa Metro İstasyonu yakınlarındaki Kadife Kavşağı’nda dün akşam 17:30 sıralarında bir patlama meydana geldi. Patlamada en az bir kişi hafif yaralandı. Yaralanan Adnan Yalçın’ın (36) hastaneye kaldırıldığı, sağlık durumunun iyi olduğu belirtildi. Doğan Haber Ajansı, patlamanın meydana geldiği yerde hasara uğramış bir araç bulunduğunu iddia etti. Hürriyet’e konuşan güvenlik kaynaklarına göre, patlamaya parça tesirli bir bombanın neden oldu.
Doğan Haber Ajansı, Bayrampaşa’da gerçekleşen patlamanın, polisleri taşıyan bir otobüse yönelik olduğunu aktardı. Ajansın güvenlik kaynaklarından edindiği bilgiye göre, Çevik Kuvvet otobüsünün hedef alındığı saldırıya el yapımı parça tesirli bomba yol açtı. Öte yandan polis bölgede olayın öncesi ve sonrasında şüpheli hareketleri görülen bazı kişilerin eşkallerini belirledi ve yakalamak için çalışma başlattı.
İstanbul Valisi Vasip Şahin, “Bayrampaşa’da Kadife Kavşağı’nda bir patlama meydana geldi. Bir vatandaşımız hafif yaralandı, patlamanın neden kaynaklandığını henüz bilmiyoruz. Bütün ihtimalleri değerlendiriyoruz” dedi.
Patlamanın olduğu bölgede polis tarafından geniş güvenlik önlemleri alındı. Çok sayıda itfaiye aracının sevk edildiği bölgeden araç ve yaya geçişine izin verilmiyor.
Polis telsizlerinden patlamanın trafodan kaynaklandığı bilgisi geçtiği iddia edilirken Doğan Haber Ajansı, patlamanın meydana geldiği yerde hasara uğramış bir araç bulunduğu bilgisini geçti. Hürriyet’e konuşan güvenlik kaynaklarına göre, patlamaya parça tesirli bir bomba neden oldu.
2020 sonrasında karbon salımlarının azaltılması ile ilgili yeni bir küresel anlaşmaya varılması ve yoksul ülkelerin iklim değişikliğiyle başa çıkmasına yardımcı olacak finansman konusunda görüş birliği oluşturulması.
Zirve ne zaman ve nerede gerçekleşiyor?
Paris’in kuzeydoğu banliyösü Le Bourget’de, 30 Kasımdan 11 Aralık’a kadar.
Kimler gidiyor?
195 ülke katılıyor, ayrıca ABD Başkanı Barack Obama, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, Hindistan Başbakanı Narendra Modi ve Birleşik Krallık’tan David Cameron’un da dahil olduğu 138 liderin de katılımı bekleniyor. Devlet başkanları ancak zirvenin başlangıcında Paris’te bulunacaklar.
Zirve benim yaşamımı değiştirecek mi?
Evet – ancak hemen değil. Hükümetlerin ve şirketlerin Paris’te varılacak anlaşma nedeniyle alacakları uzun dönemli kararlar kullandığınız enerjiyi üreten santrallerden yediğiniz gıdaya, gelecekte yaşanabilecek aşırı iklim olayları nedeniyle evinizin sel baskınına uğraması ya da hasar görmesi olasılığına kadar herşeyi etkileyecektir.
İklim üzerine zaten anlaşmaya varılmamış mıydı?
Dünyanın hukuki yönden bağlayıcı tek uluslararası iklim antlaşması olan Kyoto Protokolü başlangıçta yalnızca gelişmiş ülkeleri kapsamaktaydı, bugün ise yalnızca AB, Avustralya ve 2020 yılına kadar salımlarını azaltmak zorunda olan diğer bir avuç ülkeyi kapsıyor. Ayrıca zengin-yoksul, bir sürü ülkenin 2020 yılına kadar salımlarında gerçekleştirecekleri azaltımları kapsayan ayrı, bağlayıcı olmayan bir bildirge var.
Terör saldırılarının etkisi ne oldu?
Fransa makamları zirvenin gerçekleşeceğini ancak güvenlik önlemlerinin sıkılaşacağını bildirdiler. Bazı gözlemciler saldırılar nedeniyle daha fazla acil eylem ve dayanışma arzusunun ortaya çıkabileceğini söylüyor. Paris’te düzenlenmesi planlanan büyük yürüyüş gibi bazı yan etkinlikler ise iptal edildi.
Anlaşma çıkma olasılığı ne?
Yüksek ama temkinli olmakta yarar var. Çin’in baş müzakerecisi ve geçen yıl Lima’da gerçekleşen zirvenin başkanı bir anlaşmaya varmak için gerekli siyasi iradenin nihayet mevcut olduğunu söyleyenlerden.
Öyleyse …?
Olası birçok pürüz var. Fransa’nın en önde gelen iklim savunucusu Laurence Tubiana yoksul ülkelere finansman sağlanması konusunun işin en zor kısmı olacağını düşünüyor. ABD ve AB de çıkacak anlaşmanın ne kadarının hukuki açıdan bağlayıcı olması gerektiği konusunda farklı görüşlere sahip.
Farklı ülkelerin konumu ne?
Dünyanın en büyük iki emisyon kaynağı Çin ve ABD, Paris’te bir anlaşmaya varılması fikrini destekliyor – bu da 2009’da Çin’in oyun bozanlık ettiği bir önceki büyük iklim zirvesinden farklı bir durum. Üçüncü büyük emisyon kaynağı olan Hindistan ise biraz daha ikircikli bir rol üstlenebilir; Hindistan son G20 toplantısında gelecekte ülkelerin emisyon taahhütlerini gözden geçirecek bir mekanizmanın oluşturulması ile ilgili kaygıları olduğunu net bir şekilde ortaya koydu.
Bugüne kadar gelinen nokta nedir?
Dünyanın toplam salımlarının %97’sini temsil eden 170’ten fazla ülke BM’ye iklim konusundaki taahhütlerini sundular. Ancak yapılan analizler bu taahhütlerin hala dünyanın 2.7-3.3C ısınmasına neden olacağını gösteriyor. Bu sıcaklık dünya liderlerinin sıcaklık artışını sınırlandırmak üzere anlaşmaya vardığı 2C’nin çok üzerinde, bu nedenle birçok ülke bu taahhütlerin beş yılda bir gözden geçirilmesini içeren bir mekanizmanın oluşturulmasını istiyor.
Zirvenin kendisi büyük bir karbon ayak izin bırakmayacak mı?
BM’e göre konferans 21.000 ton CO2 eşdeğeri karbon ayak izi bırakacak, bu da aşağı yukarı Estonya’nın yıllık salımlarına eşit. Organizatörler salımları telafi edecek.
Paris öncesi süreçle ilgili daha fazla bilgi nerede bulabilirim?
Kapsamlı rehberimizde yirmi yıldır devam eden iklim müzakerelerinin bizi bu noktaya nasıl getirdiğine ilişkin bilgi bulabilirsiniz.