Böyle Buyurdu Zerdüşt’te (Also Sprach Zarathustra) Friedrich Nietzsche şöyle yazmıştır: “Böyle der erdemi arayan: Utanç, utanç, utanç – İnsanın tarihi budur!”1 Gerçek ya da kurgusal olsun, yazılı tarihe şöyle bir göz gezdirildiğinde bunun ne kadar haklı bir sitem olduğu görülebilir.
İnsanlık tarihi felaketler tarihidir. Eski çağlarda tufandan, vebadan, nefes alan her şeyi yok etmeye ant içmiş barbar kabilelerden, zalim krallardan korkardı insanlık. Bugün tufan yerine nükleer sızıntılardan korkuyoruz; vebayı yok ettik belki, ancak AIDS, domuz gribi ve obezite canımıza okuyor; savaş baltalarını savurarak üstümüze gelen barbar akıncılarına gerek yok artık, onların yerini belli periyotlarla mantar gibi türeyen dinci terör örgütleri aldı; zalim krallar çağı kapandı, ama modern “demokrat” diktatörler hayatımıza hükmetmekte…
Felaketler hususunda değişen pek bir şey yok gibi. Ancak farkına varmadığımız, yeniden türeyen başka belalar kapıda. En azından dünyanın bir kesimi için.
Evrimin insanlara sunduğu belki de en önemli hediye, gelişmiş “empati” yeteneğidir. Diğer canlılarda var olduğuna dair henüz somut deliller bulunmayan “adalet” duygusu, empati ile doğrudan bağlantılıdır; dolayısıyla adalet duygusu insanı insan yapan en önemli kategoridir. Bu duygunun kaybolduğu toplumlar, diğer insanlık kalitelerini de birer birer kaybetmeye mahkûmdurlar. Bugün önümüze “gelişmiş”, “modern” veya “uygar” gibi adlarla konulan toplumlar, her ne kadar çağlar boyunca emperyal ve sömürgeci vahşeti kendileri dışındaki dünyaya yaşatmış olsalar da, kendi içlerinde, birbirlerine yönelik adalet duygusunu bir ölçeğe kadar korumayı başarmış ve bu konuda ciddi bir literatür oluşturmuş toplumlardır. Bu nedenle, adaleti birey ve toplum bazında tesis etmek için yaratılan yasalara güven, o toplumların tanımlayıcı özelliklerinden biri hâline gelmiştir. Zira uygar toplum, yasaya güvensizlik duymaya ve adalet duygusunu yitirmeye başladığı andan itibaren, bir felaketler çukuruna düşeceğinin bilincinde yaşamaktadır. Elbette adalet duygusunun her bir toplum için yok olduğu dönemler tarihte bolca mevcuttur; ancak bugün engizisyon mahkemelerinin dünyasından farklı bir dünyada yaşadığımızı da unutmamak gerek. Bilim ve teknolojinin tek geçerli “ideoloji” olduğu bu çağda sağlıklı bir adalet duygusuna sahip olamamak bir toplumun moderniteye evriminde bir şeylerin eksik olduğuna işaret eder.
Bu eksiklikler nedeniyle adalet algısı, hep uygar olmak isteyen ama uygar ülkelerle benzerliği “-mış gibi yapmak”tan öte gidemeyen ya da uygarlığın kendisinden nefret ettiği için onun tüm değerlerini kategorik olarak reddeden bazı üçüncü dünya halklarına kesinlikle çok yabancı gelmektedir. Yüzyıllar boyu krallıklarla yönetilmiş, “tebaa” olmayı içselleştirmiş ve vatandaşlık bilincinin esamesinin okunmadığı bir halkın bireylerinin kolaya kaçarak, adaletin esasında kendi gündelik, basit düşünüş biçimi ve empati duygusundan kaynaklandığını ve bunlarla sürekli beslenmesi gereken bir şey olduğunu düşünmek yerine, tepedeki bir monarkın ve o monarkın kişisel çıkarına göre dizayn edilmiş bürokrasinin halka bahşettiği bir lütuf olduğunu düşünmesi bir geri kalmışlık göstergesidir.
Bu geri kalmışlık durumu, daha büyük problemlere yol açan bir tutarlılığı ve aynı zamanda çelişkileri de beraberinde getirmekte ve sürekli kendini tekrar eden bir kısırdöngü yaratmaktadır. Sattığı ürünün fişini kesmeyen bir esnafın politikacıların yolsuzluklarını görmezden gelmesi tabandan tavana izi sürülebilecek yozlaşma hattının tutarlı izdüşümüyken, kırmızıda geçerek yasayı çiğneyen birinin, basitçe protesto hakkını kullanan gençlere terörist yakıştırması yapması ya da kendisi gibi yasayı çiğneyen, dolayısıyla kategorik olarak aynı şeyi yapan teröriste nefret kusması aynı yozlaşmışlığın getirdiği düşünsel-davranışsal çelişkilerden biridir. Sürekli ana-bacı edebiyatının yapıldığı bir ülkede kadın cinayetlerinin normalleşmesi, herkesin namus bekçisi olduğu bir toplumda tecavüz, pedofili, ensest ve hatta zoofilinin hiç de azımsanmayacak ölçüde yaygın olması yozlaşmışlığın vulgar ve açık görüntüsü iken, yine herkesin hemen her konuda sosyal duyarlılık iddiasını savunduğu bir söylem çerçevesinin bulunduğu ortamda, yediği yemeğin resmini sosyal medyada paylaşma görgüsüzlüğünün insanların günlük rutini hâlini alması ise bu yozlaşmışlığın örtülü yansımasıdır. Bu basit göstergeler toplumun tüm kültürel, etnik ve ekonomik grupları için geçerlidir ve şüphesiz, bir distopyanın çekirdeğini oluşturan böylesi bir ahlaki düaliteye işaret eden örnekler çoğaltılabilir.
Nietzsche, Tan Kızıllığı’nda (Morgenröte) şöyle yazar:
“Halklar çok sık aldatılırlar, çünkü hep bir dolandırıcı ararlar, özellikle duyularına heyecan verici bir şarap. Ona sahip olabilirlerse, o zaman mutlaka kötü ekmeğe razı olurlar. Sarhoşluk onlar için beslenmeden daha önemlidir… bu onların her zaman ısıracakları oltaya takılı bir yemdir! (…) Ama, sarhoşluğu beslenmekten daha önemli bulan bu ayaktakımı beğenisi, kesinlikle avamın derinliklerinde ortaya çıkmış değil: Daha çok oraya taşındı ve oraya nakledilip dikildi ve orada öncelikle aşırı şekilde direnip, bereketle serpildi, oysa kökenini en büyük zekâlardan almış ve binlerce yıl onların içinde büyümüştü. Halk, üzerinde bu parlak yabani otun büyüyebileceği son bakir topraktır. – Nasıl! Ve tam da bu halka mı siyaseti emanet edeceksiniz? Ondan günlük sarhoşluğunu çıkarsın diye mi?”2
Tutarlı veya çelişik olsun, yoz davranış kalıplarının normalleşmesi ve kültürel dokuya nüfuz etmesi sadece tek bir anlama gelir: Dekadans. Çürümüş ve bireysel anarşizmin herkesçe içselleştirildiği bir toplumda ahlaklı politika üretmek, vatandaşı insan yerine koymak ve dürüstlük ne ölçüde seçmen davranışlarını ve o ülkenin genel politik yapısını etkilemede başarılı olabilir? Olsa bile bu etki kalıcı olabilir mi? İnsanlar, Nietzsche’nin tabiriyle, şarabın leziz tadına karşı koyabilir mi?
Onun “ayaktakımı” olarak adlandırmayı tercih ettiği bu gibi çürümüş halk tabakalarının ana problemi televizyonlarda tartışıldığı gibi sistem problemi mi yoksa sosyolojik bir problem mi? Cevap aslında gayet açık. Toplum mühendisliği denemelerinin genel olarak başarısız olduğu gerçeği ortada durduğu müddetçe politik yapıların belli bir sosyolojik taban üzerine inşa edildiğini kabul etmek durumundayız. İlişkinin yönü aşağıdan yukarıya kurulu olduğu için bozuk politik yapıların sorumlusu olarak o bozuk yapının oluşumunu kabullenen ve o yoz politikacıları kendi içinden çıkarıp onaylayarak var eden halkı görmekte bir sakınca yoktur.
Tabi Nietzsche’nin “(…) bu beğeni, kesinlikle avamın derinliklerinde ortaya çıkmış değil (…)” sözüyle ifade ettiği, gözden kaçırılmaması gereken nokta şudur: Halk dekadansın sebebi değil, bir kere kurulan çürümüş ahlakın taşıyıcısıdır. Çünkü asıl sebep sadece sosyolojik reflekslerle açıklanamayacak kadar karışıktır. Salt söylem bazında dahi olsa bir toplumda iyilik, dürüstlük ve duyarlılık gibi kavramlar oluşmuşsa, bu iyimser bir şekilde, verili sosyal yapının çürümenin merkezinde oluşmadığına dair bir işaret olarak okunabilir. Tarihin o ilk noktasında, insanda bir arada yaşama ihtiyacını ve empati yeteneğini geliştiren dışsal faktörler sosyal yapının oluşumunda da geçerlidir. Dolayısıyla yozlaşmanın sebebini halkın özgül özelliklerine bağlamak hiçbir şekilde analize yardımcı olmayacaktır. Başlangıç noktasının kolayca tespit edilememesinin nedeni problemin pek çok kaynaktan beslenmesinde yatmaktadır.
Hâlihazırdaki çağ, zaten başlı başına değerlerin ufalandığı ve karıştığı, her şeyin bir başka şeyin kopyasından oluştuğu, kaotik bir döneme denk gelmekte. Bu çağda artık iyi-kötü, doğru-yanlış gibi kategoriler yok, hem iyi hem de kötü, hem doğru hem de yanlış var. Bu değer karışmasına doğrudan etki eden kitle iletişim araçlarının miktar ve hızlarının ölçülemeyecek dereceye ulaşması, içinden çıkılamazmış gibi bir illüzyon yaratan vahşi kapitalizm ve insan yaşayışının günden güne zorlaşması ama buna rağmen hayatın ucuzlaması… Tüm bunlar ve daha birçok şey, eşzamanlı olarak çalışmakta ve sosyal çürümenin, kültürel bozulmanın kolektif nedenlerini oluşturmaktadırlar. Ve bu faktörler artık adalet duygusunu ve yasaya bağlılığını yitirmemekle övünen uygar dünyayı da bozmaktadır. Zira “dünyanın büyüsü” bir kere bozuldu ve kimse artık şövalyeler çağında yaşamıyor.
O hâlde çözüm nedir? Tüm insanlığı yok edecek bir Armageddon mu beklemeliyiz, yoksa hepimizi kurtaracak bir Mesih’in göklerden inmesini mi? Dünya hayatından el çekip maneviyatın sübjektif aldatıcılığına mı kaptırmalıyız kendimizi, yoksa tamamen dünyaya odaklanıp her şeyi değiştirecek devrimler peşinde mi koşmalıyız? Bir şeylerin değişmesi için hayatımızın mahvolması riskini göze alarak mücadele mi etmeliyiz, yoksa her şeyi bildiğine inanılan bir adama oy vererek belli bir kesiminin devamlı yaptığı gibi kaderimize razı gelip sanki sorun yokmuşçasına yaşamımıza devam mı etmeliyiz? Her ne kadar acıtsa da gerçekleri haykırmalı mıyız, yoksa 1984vari bir biçimde, olmayan güzellikler sanki varmış gibi, gönüllü bir beyin yıkamanın kurbanı mı olmalıyız? Her seçenek, adeta ayrı bir distopya.
Hangi yol seçilirse seçilsin bir şey açık: Eğer yıkılmış olan adalet duygusu bir an önce tesis edilmezse, ne sosyal barış için bir umut ne de gelecek nesillerin mutluluğuna dair bir ihtimal kalacak. Adalet duygusunun restore edilmesi ise sadece bir takım politikacıların çıkaracağı yasalarla, hukuki kural ve uygulamalarla veya bir devrimcinin ekonomi-politik sistemi yeniden yaratmasıyla gerçekleştirilemeyecek kadar zor bir iş. Eğitim politikalarının değişmesi veya refah seviyesinin yükselmesi bile bir anlam ifade etmiyor. Tüm bunlar değişimin tabanda başlamadığı her durumda kaybetmeye mahkum, palyatif çabalar olabilir ancak. Bu nedenle içinde bulunulan krizden çıkmanın yolu yine bu krizin öznesi olan halkta ve o halkı oluşturan bireylerde yatmaktadır. Ne zaman ki insanlar çocuklarına adil olmayı öğretir, kendi zararına dahi olsa adalet duygusundan kopmayacak şekilde yetiştirmeye başlarsa, işte o zaman bir umut ışığı parlayabilir, çürüme tersine döndürülebilir ve bu distopyadan bir kaçış şansı doğabilir. Tabi yozlaşmış bir halkın bu bilince ulaşması ilk aşamada beklenen bir durum olamaz, öyle olsa yozlaşmayı başlatan faktörlerden daha en başında uzak durulabilirdi. Bu bilinç düzeyine ulaşılması için belki de halkanın tamamlanıp, daha kötüye gidilemeyecek bir eşiğin aşılması gerekiyor – ki bu eşiğe giden yolun pek çok insanın yaşamına maddi ve manevi anlamda mâl olacağı da bir gerçek. Yine de, her şeyin kötüye gittiğini görürken bile “güneşli, güzel günler görmek” hayali ve en kötüden sonra o günlerin geleceğini bilmenin yarattığı buruk beklenti, yaşamak, mücadele etmek ve çabalamak için sığınılacak bir liman olabilir.
Not 1: Bu yazıda bahsedilen ülke ve toplum tamamen kurgusal bir evrene aittir. Gerçek bir ülke ve toplumla ilgisi yoktur. Tüm benzerlikler tesadüftür.
Not 2: Yazar, birinci notu düşme zorunluluğu hissettiği bir distopyada yaşamaktan üzüntü duymaktadır.
1 Nietzsche, F. (2006) Thus Spoke Zarathustra (Çev. A. Del Caro) Cambridge University Press: Cambridge. Sf: 67.
2 Nietzsche, F. (2007) Tan Kızıllığı – Ahlaksal Önyargılar Üzerine Düşünceler (Çev. H. Salihoğlu & Ü. Özdağ) İmge Kitabevi: Ankara. Sf: 145-146.
Ali Buğra Küçük
Kırıkkale Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü
Araştırma Görevlisi