Ana Sayfa Blog Sayfa 3552

Fransa’da yerel seçimlerden aşırı sağ zaferle çıktı

Fransa’da Paris saldırılarının ardından ilk kez sandık başına gidildi. Aşırı sağcı Ulusal Cephe, tarihinin en büyük zaferini elde etti. Gözlemcilere göre terör korkusu sandığa yansıdı.

Fransa İçişleri Bakanlığı’nın açıklamasına göre, yerel seçimlerin ilk turunda Ulusal Cephe (Front National, FN) oyların yaklaşık yüzde 28’ini toplayarak birinci parti oldu. Eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin lideri olduğu Cumhuriyetçiler oyların yüzde 27’sini aldı. Cumhurbaşkanı François Hollande’ın partisi, iktidardaki Sosyalist Parti yüzde 23,5 ile üçüncü sırada yer aldı.

27
Marine Le Pen’in liderliğini yaptığı FN, ülke genelinde 6 bölgede birinci parti oldu

Marine Le Pen’in liderliğini yaptığı FN, ülke genelinde 6 bölgede birinci parti oldu. Bölgesel parlamentolarda kimin çoğunluğu elde ettiği önümüzdeki hafta yapılacak ikinci turda belli olacak.

Aşırı sağcılara karşı işbirliği

İkinci turda aşırı sağın önünü kesmek için Cumhuriyetçiler ile Sosyalist Parti’nin işbirliğine gitmesi gündeme geldi. Cumhuriyetçiler, seçim sonrası yaptıkları değrlendirmelerde böyle bir işbirliğine sıcak bakmadıklarını açıkladılar. Sosyalist Parti ise iki bölgede adaylarını Cumhuriyetçiler lehine geri çekeceklerini duyurdular.

‘Terör korkusu yansıdı’

46 milyondan fazla kayıtlı seçmenin bulunduğu Fransa’da seçim nedeniyle yoğun güvenlik önlemleri alındı. Seçim merkezlerinin güvenliğini sağlamak için polis ve asker görevlendirildi. 13 Kasım 2015 tarihinde düzenlenen Paris saldırılarında 130 kişi katledilmişti. Gözlemciler terör korkusunun sandığa yansıdığı değerlendirmesinde bulundu.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin provası

Yerel seçimler ülkede 2017 yılında düzenlenecek Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin provası olarak görülüyordu. Kamuoyu yoklamaları FN lideri Marine Le Pen’in ikinci tura kalma ihtimalinin yüksek olduğunu gösteriyor.

Marine Le Pen, seçim zaferinin belli olmasından sonra yaptığı konuşmada, “Ülkenin ihtiyacı olan ulusal birliği sağlama görevi bize verilmiştir” dedi.

Fransız Yeşilleri Europe Écologie – Les Verts

31

Fransız Yeşilleri, Europe Écologie – Les Verts (Avrupa Ekoloji – Yeşiller) ise %5,5 oranında bir oy kaybı yaşadı yerel seçimlerde. Yeşiller, Fransa’da %6.81’lik oy oranı ile dördüncü parti durumunda.

 

(Deutsche Welle Türkçe)

Akçakaya Köyü’ndeki dev yürekli insanların taş ocağına karşı direniş masalı – Ferda Işık

Okuyacaklarınız son yıllarda ülkemizde sıkça duyduğumuz bir konu, aslında duymaya alıştığımız, alıştırıldığımız belki de . Can sıkıcı yazacaklarım, yürek burkucu birazda. Küçücük bir dağ köyündeki dev yürekli insanların masalını anlatacağım sizlere.

Bir varmış, bir yokmuş

20

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber, develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken sırtını kocaman bir dağa yaslamış verimli bir yaylaya kurulmuş, kıvrım kıvrım akan Sakarya nehrini seyreyleyen, evlerinin bacalarından dumanlar tüten, küçük şirin bir köy varmış. Küçük dediğime bakmayın sakın, vaktin birinde Roma döneminde, kocaman bir ilmiş adı Terbos olan. Apphos oğlu Kral Dilliphoris anıt mezarına ‘Henüz yaşarken kendi ellerimle diktirdim bu anıtı şimdi gömülü olduğum Terbos İli’ne’ diye yazdırmış zaten. Romalılar’dan öncede Bitinya Krallığı’nın topraklarıymış buralar. Zengin verimli topraklarmış, halkı bolluk içinde yaşarmış. Asırlar geçmiş, çağlar açılmış, çağlar kapanmış, sırası gelen yaşayıp geçmiş bu topraklardan kimleri anıt mezarlar yaptırmış, kimileri kiliseler, kimileri su yolları, kimileri küpler dolusu altınlarını, akçelerini gömmüş toprağa, hatıra kalsın diye kendinden sonrakilere. Fısıldasın diye geçmişi kulaklara.

Gel zaman git zaman yaşama sırası bizlere gelmiş artık bu topraklarda . Kimi toprağı işlemiş, kimi keçi, koyun yetiştirmiş. Ama kendinden önce bu topraklarda yaşayanların emanetlerini korumuş hep. Bu şirin köy vakit zamanda nasıl ki kralları çektiyse verimli topraklarına bu devirde de gözünü para hırsı bürümüş aç gözlüleri çekmiş üzerine. Öyle ki parayla her şeyi satın alabileceğini zanneden zamanın ünlü siyasetçilerinden biri alın size istediğiniz kadar para pul, satın topraklarınızı bana demiş. Köylü ‘’Bizim satılık köyümüz yok ‘’diyerek kovmuş köyden Bey’i. Köy halkının parayla pulla işi yokmuş pek. Akşam olunca sobanın üzerinde kaynayan bir bardak çayları, yiyecek bir somun ekmekleri varsa daha ne isterlermiş ki sağlıktan başka. Bilirlermiş topraklarının kıymetini.

Kel Tepeyi yıkacaklarmış, taş ocağı açacaklarmış

Bir gün bir fısıltı yayılmış kulaktan kulağa. Kel Tepe’yi yıkacaklarmış, taş ocağı açacaklarmış. Bizim şu Kel Tepe’yi mi? Hani tepesine çıktığında insana kendini dünyanın hakimiymiş gibi hissettiren, elini bulutlara uzatsan değecekmiş gibi olduğun, kollarını açsan uçacakmış gibi olduğun, rüzgarın kulağına efsunlu masalları fısıldadığı, baharda çeşit çeşit, renk renk çiçeklerin açtığı, buram buram kekik kokan Kel Tepe’yi mi ? Hani şu tepesinde taş mezarlar olan, yetişmesi zor olan Karaardıçların olduğu yeri mi?Yok canım nasıl açacaklarmış? Sit alanı orası, yasak değil mi orda bir şey yapmak? Tarla bile kazdırmıyorlar taş ocağı açılır mı hiç?’

Köy halkı olur olmazları konuşadursun çoktan minareler çalınmış da kılıflar hazırlanmış bile. Hemen tepe arkeolojik sit alanından çıkartılmış bir raporla. DSİ, “ÇED raporu gerekli değildir” demiş zaten . Asırlık ağaçları kesmek, yüzyıllık tarihi talan etmek için engel kalmamış yani. Bu yalandan, birilerinin isteği üzerine düzenlenen raporlara, izinlere kanmamış köy halkı. Hemen imza kampanyası başlatmış küçük büyük, genç yaşlı herkes imzalamış,istemiyoruz taş ocağı ,dokunmayın köyümüzedemişler. Dilekçeler yazılmış, ilgili kurumlara dertler anlatılmış.

19

Köyün bir avuç yürekli insanı eylem yapmış kendi çapında sesini ,sesiz çığlıklarını duyurmaya çalışmış sosyal medya ve yerel basın aracılığıyla. Destek olanlarda olmuş, köstek olanlarda. Bu arada aç gözlü devler durmamış gecenin bir yarısı başlamışlar devasa makinelerle kazmaya. İzinsiz girmişler şahsi mülklere, kesmişler ağaçları, söküp atmışlar karaardıçları, kırıp dökmüşler mezarları. Kazdıkları yerlerden iskelet parçaları tuğla parçaları çıkınca köy halkı koşmuş haber vermiş Kocaeli Kültür Varlıkları Koruma bölge Müdürlüğü’ne, “Yetişin, tarih talan ediliyor” diye. Kulak tıkayamamışlar bu çağrıya ertesi gün bir ekip gelmiş ve alanı çevirip arkeolojik kazı başlatılmış. Çalışma durdurulmuş, makinalar def edilmiş köyden. Parçalanmış bir iskelet bulunmuş. İnceleme için götürülmüş yetkililerce. Köy halkı derin bir nefes almış ‘oh demişler gittiler ya biz tekrar dikeriz ağaçları, yeniden yeşillendiririz Kel Tepemizi‘.

Sakarya ili Pamukova ilçesi Akçakaya Köyü’nün başına gelenler

Birkaç gün sürmüş huzur. Kel Tepe’den yine duyulmuş dev makinelerin sesleri. Meğer o iskeletin tarihi değeri yokmuş, canım aman boşuna yaygara koparmış köylü. İşe güce engel oldular birde iki kemik parçası, bir kaç taş için .Bir yandan da civar köylerde söylentiler çıkmış taş ocağının olduğu yerde içine merdivenle inilen mezar odasının çıktığına dair. İçinde küp küp altınlar varmış, bu söylenti de çevreye saçılmış. Uydurma haberlerdir bunlar canım olur mu hiç öyle şey. Ama gece çalışan makineler ve  hergün değişen işçiler de şüphe uyandırmıyor değilmiş kafalarda. Ateş olmayan yerden de duman da çıkmazmış hem.

Pes etmemiş yine köy halkı hemen tekrar yazmış dilekçelerini arkeolojik sit alanının genişletilmesi için. Genişletmesine genişletmişlerde lakin bu defada taş ocağı çalışma alanını göstermelik olarak hemen çekmiş sit alanının kenarına. ‘Her şey izinli yasal, neresi yasak ki, biz sit alanını kazmıyoruz‘ demiş yüklenici firma. Sonrasında dinamitlerde patlatılmaya başlamış, evler sallanmış kökünden deprem olurcasına. Toz duman kaplamış köyü, taşlar fırlamış yerleşim yerlerine. Ne doğaya ne insana saygısı olmayanlar için bunlar önemli mi ki! Anlayacağınız ne yaptıysa baş edememiş köy halkı aç gözlü devlerle. Kovamamış Kel Tepe’nin tepesinde dolanan fırsatçı akbabaları.

18...

Hani masalların sonunda bir kahraman çıkarda öldürür ya kötü kalpli devi, kurtarır ya halkı; maalesef benim masalımda öyle bir kahraman yok. Ama umudumuzu yitirmiyoruz. Belki bir kahraman duyarda gelir sesimizi diye her yerde yüksek sesle korkmadan anlatıyoruz masalımızı. Bize bırakılan emanetleri gelecek nesillere de bırakabilmek tüm derdimiz.

Sakarya ili Pamukova ilçesi Akçakaya Köyü’nün başına gelenleri ve Eylül ayından bu güne kadar verdiği mücadeleyi anlatmaya çalıştım. İlgilenenler, merak edenler yerel basından pamukovanınsesi.com, pamukovahalk.com, geyveyöresi.com , sakarya54.com adreslerinden haber detaylarına ulaşabilirler.

Eğer mücadelemize yardım etmek ve destek olmak isterseniz bana [email protected] adresinden yazabilirsiniz.

Destekleriniz için şimdiden teşekkür ediyorum.

Yazımın yayınlanmasında bana yol gösteren Durukan Dudu’ya ve Alper Tolga Akkuş’a teşekkürü bir borç bilirim.

16-Ferda-Işık...

 

Ferda Işık

[email protected]

İçe ve Dışa Patlamalar Üzerinden Yükselen Parazit Kentleşme – Cihan Uzunçarşılı Baysal

Bugün, Lefebvre’in 1970 tarihli Kentsel Devrim kitabının girişinde provokatif bir şekilde ileri sürdüğü “Toplumun bir bütün halinde kentleşmesi” durumu ile karşı karşıyayız.

Lefebvre, 70’lerde, gezegenin tümünün kentleşmesini gerçekleşmiş bir durumdan ziyade doğmakta olan/belirmekte olan bir durum olarak öngörmüş ve argümanını da geleneksel Avrupa kentlerinin parçalanmalarına ve tahrip edilmelerine dayandırmıştı: İngiltere, Paris ve Ruhr Havzası’ndan İskandinavya’ya uzanan büyük çaplı bölgesel bir metropolisin ortaya çıkışı, bir zamanların ırak bölgelerine uzanmış lojistik, ticari ve turistik alt yapılar, kırsal yerleşimlerdeki otonomvari tarım topluluklarının yok edilmeleri ve kıta boyunca meydana gelen çevresel tahribat.

Marksist filozofa göre, Avrupa kıtasındaki bu gidişat, gezegen ölçeğinde gerçekleştiğinde tüm dünya çapında insafsız bir kentsel dokunun örüldüğünü görecektik. Kapitalist endüstriyel büyümenin açgözlü arayışları, yeryüzünün yüzeyinden, arazilere, okyanuslardan atmosfere ve hatta yerin altına, her şeyi birikimi için araçsallaştıracak, işlevselleştirecekti. (1)

21.Yüzıl Lefebvre’i haklı çıkarttı! Her şeyin kentsel olduğu bir dünyada sermayenin gezegen çapında istilası ile karşı karşıyayız. Üzerinde yaşadığı organizmanın kanından, canından beslenen parazitler misali sermaye de gelişimini dünyayı yok ederek, tüketerek sağlıyor.

Kentleşmeye yüzdelerden bakarsak, eşik 2007’de aşıldı ve gezegenin tarihinde ilk kez dünya nüfusunun yarıdan fazlası kentlerde yaşamaya başladı. Birleşmiş Milletler (BM) Raporlarına göre, 2014 itibariyle yüzde 54 olan oranın, 2050’de yüzde 66’ya çıkacağı öngörülmekte.

Bu durumda, gezegen düzeyinde yüzde 100 kentleşme gerçekleşmediğine göre “Toplumun bir bütün halinde kentleşmesi’’ nasıl mümkün olmakta? Kentleşme derken her yere bina kümeleri, gökdelenler, AVMler… dikileceğini kastetmiyoruz; geniş anlamıyla, kentleşmenin dışarıya doğru kırsala, atmosfere, okyanuslara taşan etkilerinden ve ayrıca piyasa güçlerinden arz ve talebe, idari düzenlemelerden popüler kültür pratiklerine, jeopolitik uygulamalara kadar kentselin bir yaşam tarzı olarak küresel ölçekte her yere sızmasından bahsediyoruz:

“Sibirya’nın tundralarından Brezilya’nın yağmur ormanlarına, Antarktika’nın buzullarından hatta belki okyanuslara ve nefes aldığımız havaya kadar, dünyanın tüm yüzeyi hiçbir dönemde olmadığı kadar, şöyle ya da böyle kentleşmiş durumda.”(2)

Burada, uzaya gönderilen haberleşme uydularından, okyanusların diplerinden geçen kablolara, kentlerin enerji ve altyapı başta olmak üzere ihtiyaçlarının sağlanabilmesi için kırsaldaki doğa ve çevre talanına kadar geniş bir spektrumdan söz edebiliriz. Kent Yüzyılı olarak da adlandırılan 21.Yüzyıl’da, daha önce hiç rastlanmadığı derecede, artık yeryüzü üzerindeki hiçbir şey kapitalizmin etki alanı dışında kalamıyor.

Böyle bir düzlemde, kentselin nerede bitip, kırsalın nerede başladığını tayin etmek de güçleşmekte. Harvey’in altını çizdiği üzere, sadece daimi bir banliyöleşmeden, kentin çeperlere yayılmasından ya da çevresine saçaklanan megapolden bahsetmiyoruz; her köyü ve de her kırsal inziva köşesini de içeren bir kentleşmeden bahsediyoruz ki bu tanımlama, bir zamanlar nüfusları kolaylıkla kentsel ya da kırsal olarak ayırabildiğimiz tüm basit kategorileri de alt üst ediyor. (3) Nitekim Lefebvre de kapitalist kentleşmenin gezegen yüzeyinde yaygınlaşmasının altını çizerek, bu düzende sermayenin içe doğru patlamalar (implosions) ve dışa doğru patlamalar (explosions) vasıtasıyla birikimini sağladığını belirtiyor.

İçe doğru patlamalar, dünya üzerinde şimdiye dek olmadığı kadar geniş kapsamlı neredeyse gezegen çapında gerçekleştirilen ve toplumsal ve çevresel tahribata yol açan mahalle yıkımları, mülksüzleştirmeler, zorla tahliyeler, yerinden etmeler, kentsel kamusal alanların özelleştirilmeleri, ticarileştirilmeleri…

“Parazitler dünyanın müşterek refahını kıtır-kıtır yiyerek bitirmekte; insanların mal varlıklarına el koyarak, konutlarını haciz ederek, toprağa bir finans varlığı ve spekülatif kazanç aracı muamelesi yaparak toplumsal gövdeyi içinden yavaş yavaş yok etmekteler.’’ (4)

Parazitler Ayazma’yı, Sulukule’yi, Şen Mahalle’yi, Tokludede’yi yiye yiye doyamadılar şimdi kıtır-kıtır Tarlabaşı’nı parçalıyorlar! Parazitler kentin en sağlam zeminli ilçelerinden Gaziosmanpaşa’ya, Sultangazi’ye ardı ardına riskli alan ilanları peşindeler. Fatih Ormanları’nın içindeki ağaçları katlederek rant kulelerini dikmekle meşguller ama bir türlü doyamıyorlar; sırada Fatih’in 500 küsur yıllık tersaneleri var, açgözlülüğün adı 5-yıldızlı oteller, marinalar, AVM’ler…

Baron Hausmann Paris’in merkezine dalarak kentin eski mahallelerini yok etmiş, yoksul nüfuslarını da çeperlere sürerek kentin merkezini sermaye projelerine açmıştı. Böylece, kenti bir büyüme motoru ve ayrıca böl ve yönet aracı kılmıştı. Bugün Hausmann her yerde; İstanbul’da belediye başkanı, Ankara’da Çevre Şehircilik Bakanı, KaçAKSaray’da sultasını sürdüren… Neo-Hausmancılık benzer şekilde, küresel şirketlerin, finans sermayesinin ve neoliberal devletin çıkarlarını bütünleştirirken, mahalle yıkımları, acele kamulaştırmalar, yerinden etmeler ile topyekûn saldırıyor! Ve bu saldırı gezegen çapında.

Dışa doğru patlamalar ise kentlerin kırsal ve kent dışı alanlara etkileri. Kent sosyoloğu Neil Brenner, editörlüğünü yaptığı kitabın kapağına ay yüzeyi gibi bir fotoğraf yerleştirmiş. (5) Bir önceki yüzyılın ikonik kent imgesi nasıl ki yüksek gökdelen ise 21.Yüzyılın kent imgesi de budur diyor. Burası, petrol içeren kayaçların dinamitle patlatılmasıyla petrolün elde edildiği ‘’tar sands’’ ya da teknik adıyla ‘’bituminous sands’’ olarak bilinen bir arazi.

21. Yüzyılın kent imgesi işte böyle bir doğa talanı! Bu fotoğrafı alıp 3.Havalimanı sahasında yapılan doğa talanını belgeleyen fotoğrafların yanına koyun ya da 3.Köprü bölgesinin ya da termikler, HESler, RES’ler, maden ocakları ile katledilmiş Anadolu kırsalının fotolarının yanına, fark göremeyeceksiniz. Parazit kentleşme her yere uzanmış kanını emiyor, yok ediyor.

“Hiper sömürücü demokrasi dışı bir küresel kentsel sistem’’ ile karşı karşıyayız. (6) Mülksüzleştirme ve yerinden etme yoluyla birikim, toprağa el koyma, müştereklerin yok edilmeleri, ekolojik yıkım, iklim değişikliği hep birlikte küresel ölçekte yaşadığımız sorun ve ihlaller. Parazit kentleşme, emisyonları, gazları, kömür gibi kirletici yakıtları ile yaşamı zehirlemekte.

Harvey’in altını çizdiği üzere sermayenin ajandası birikim için birikim olduğundan derdi de gezegenin sürdürülebilmesi değil kendi birikimini sürdürebilmesi. Parazit kentleşmenin gezegen çapında yeryüzünün altı da üstü de atmosfer de dâhil her yeri ve her şeyi etki alanına aldığı ve toplumu da bütün olarak etkilediği böyle bir zaman diliminde, küresel iklim değişikliği çağında, ulusal ve uluslararası dayanışmaları kurmamız gerekiyor. İklim değişikliğinin önemle gündeme girdiği, gezegenin emniyet eşiğini aştığı, buzulların erimekte olduğu günümüzde, gidişata karşı atılacak adımların en başında kuşkusuz böyle bir kentleşmeyi tersine çevirmek geliyor.

Cihan Baysal Uzunçarşılı – Bianetcihan baysal

1-Neil Brenner; ‘’Introduction: Urban Theory Without an Outside’’, Implosions/ Explosions: Toward a Study of Planetary Urbanization (2014)  içinde.

2-Edward W Soja; J. Miguel Kanai; ‘’The Urbanization of the World’’  (2014).

3-David Harvey; Rebel Cities (2014).

4-Andy Merrifield; The New Urban Question (2014).

5-Neil Brenner; Implosions/ Explosions: Toward a Study of Planetary Urbanization (2014)

6-Andy Merrifield; The New Urban Question (2014).

Yıkım – Arzu Yılmaz

Tahir Elçi’nin Dört Ayaklı Minare’nin hemen yanına yüzüstü yığılan bedeni topyekûn bir yıkımın sembolü olmaya namzet… Her şeyden önce barışın, artık bir söylem olarak bile ayakta tutulamayacağı tescillendi.

Türkiye, Tahir Elçi’yle birlikte barışı da gömdü…

Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da cinayetin haberini verirken adeta müjdeliyordu: “Bu olay terörle mücadelede kararlılığın ne kadar doğru olduğunu göstermiştir…durmak yok, yılmak yok”.

Peki ne var?

Yıkıma devam…

Ertesi gün Elçi’nin cenaze töreninde konuşan HDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ise “onurlu ölüm” den söz ediyordu.

Tam da Tahir Elçi için toplanan binlerce insanın arasına sığınıp, biraz olsun ısınmaya çalışırken meydanda yankılanan bu söz kanımı dondurdu.

Bir insanın, üstelik barış çağrısı yapan bir insanın, ensesinden yediği kurşunla hayata veda etmesi nasıl “onurlu” bir ölüm olarak tarif edilebilir?

Üstelik, Tahir Elçi’nin şahsında bir halk taşıdığı değerlerin, verdiği emeklerin, ödediği bedellerin ayaklar altına alındığını hissederken…

“Onurlu bir yaşam” vaadiyle kitlelerden destek bulan bir liderin, nihayetinde “onurlu bir ölüm”e rıza üretmeye çalışması, yaşanan yıkımın bir başka göstergesiydi.

O arada edilen “Tahir Elçi’yi öldüren devlet değil, devletsizliktir” sözleri, acaba kimseye değdi mi diye etrafıma baktım, kimse yeni bir şey duymuş gibi görünmüyordu.

Kalabalık dağıldıktan sonra “Ne demek istedi Başkan?” diye sorduklarım arasında dikkate değer tek yanıt ise şu oldu: “Ağzımıza bir parmak bal çaldı, o kadar!”

Ama Kürtlerin ağzı belli ki bir parmak balla tatlanmayacak kadar acı…

Tahir Elçi’nin cenazesi sabahın daha ilk saatlerinde Diyarbakır sokaklarında ağır ağır ilerlerken, toplanan kalabalık az ve şaşkındı.

Nerdeydi bu insanlar?

Neden sokağa bakan tüm pencereler sıkı sıkıya kapanmış, perdeler indirilmişti?

Cenazenin arkasından yürüyenler, kısa süren bir şaşkınlığın ardından seslenmeye başladı: “Amed uyuma, şehidine sahip çık!”

Fısıltıyla dillendirildiği kadarıyla herkes Vedat Aydın’ın cenazesinde yaşananlara benzer bir olayın çıkmasından tedirgin evlerine kapanmıştı…

Kimileri iyi bir organizasyon yapılmadığından yakınıyordu…

Neyse ki Koşuyolu Parkı’na ulaşıldığında en az ölüm kadar ağır yalnızlık biraz hafifledi.

Ve Türkan Elçi’nin ifadesiyle, “faili meçhuller ordusunun” yanına Tahir Elçi’yi taşıyan insanların sayısı elli bin oldu.

Peki ya milyonlar?

Daha bundan birkaç ay önce, mesela Newroz Meydanı’nı dolduran bir milyon insan?

Neden yoktular?

Yanıtı aslında sadece o günde aramak yanlış.

Zira Diyarbakır’dan Hewler’e Kürdistan’da sokaklar, caddeler, meydanlar zaten artık boş…

Ve korkarım bir bir boşalan mahalleleri, kasabaları, şehirler izleyecek.

Nedeni ise yalnızca Kürdistan’ı saran şiddetin yarattığı can korkusu değil,

İnsanın görmeye tahammül edemediği bir yıkım,

Ve bu yıkımın ardından neyin inşa edileceğine dair belirsizlik…

Kepenkler inmiş, okullar kapalı, gündelik hayatın sesi kısılmış ve yalnızca patlayan silahların gürültüsü duyuluyor. Havada ise hiç eksilmeyen çatışmalardan kalan gaz ve barut kokusu…

Üstelik daha da ağırlaşacak bu hava.

Çünkü henüz adı konulmamış olsa da küresel bir savaşın içinden geçiyoruz.

“Postallarımız karaya değmeyecek” diyen ABD’nin Irak’ta mevcut asker sayısının daha şimdiden 3300’ü bulduğu söyleniyor. Dolayısıyla, iki gün önce “ABD Irak’a asker gönderiyor” haberlerine bakıp da sakın ola yanılmayın. Zira resmi olarak ilan edilmese de ABD, özel kuvvetleri aracılığıyla özellikle son aylarda IŞİD’e karşı karada da savaşıyor. Yalnız da değil. Irak’ta mevcut ABD askerlerine halihazırda 200 Alman, 198 İtalyan ve sayıları hakkında kesin bir bilgi olmasa da Kanada ve Avustralya askerlerinin de eşlik ettiği biliniyor.

Üstelik Almanya IŞİD’e karşı savaşa daha etkin biçimde katılma kararı gereği 1200 asker daha göndermeyi planlıyor. Diğer yandan, İncirlik Hava Üssü’nün kullanılması için Türkiye’den de onay bekliyor. Almanya geçen hafta IŞİD militanlarına karşı savaşan 1500 Fransız askerine katılmak için Mali’ye de 650 asker yollamaya karar vermişti.

İngiltere Parlamentosu’nun hükümete Suriye’de IŞİD’e karşı hava saldırıları düzenleme yetkisi vermesinden saatler sonra ise Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin Suriye’deki ilk operasyonu gerçekleşti.

Nihayetinde, NATO ve AGİT zirvelerinden yapılan açıklamalar da açıkça gösteriyor ki Ortadoğu’da yürütülen savaşta artık küresel güçler doğrudan yer alacak.

Bu haliyle, Rusya’nın Suriye’de ele geçirdiği inisiyatifin sınırlandırılması artık IŞİD’le mücadelenin önüne geçmiştir demek yanlış olmaz.

Dolayısıyla, herkesin malumu gerçeklere rağmen, ABD’nin Rusya’ya karşı Türkiye’ye arka çıkan son açıklamaları bu yönüyle de okumak yerinde olur. Zira Rusya Devlet Başkanı Putin’in düşürülen Rus uçağını unutmayacaklarını söyleyerek, Türkiye’nin yaptıklarından dolayı pişman olacağı tehdidi Türkiye’den önce NATO’da karşılık buldu. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, ittifakın Türkiye’ye destek olmak üzere hem Türkiye’ye, hem bölgeye takviye hava ve deniz gücü göndereceğini açıklarken, amaçlarının “Rusya ile ilişkilerde öngörülebilirliği sağlamak” olduğunu söyledi.

Peki ya siyaset sahnesine çıkışı heyecanla tartışılan Kürtler?

Kürtler bu küresel savaşın neresinde yer alacak?

Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ABD-Türkiye ekseninde bir ittifak içinde yer alacağını öngörmek zor değil.

Fakat PKK, en son Cemil Bayık’ın yaptığı açıklamaya bakılacak olursa, Üçüncü Yol’da devam edecek görünüyor.

Şu an itibariyle, bir yandan ABD’nin Rojava’da bir üs kurduğu bir yandan da Rusya’nın PYD’ye askeri yardım yaptığına ilişkin haberler Üçüncü Yol’un hâlâ açık olduğunu düşündürebilir.

Ancak, çok yakında Cerablus’da bir yol ayrımına girilmesi de kaçınılmaz.

İş o noktaya geldiğinde ise PKK’nin Rusya’nın yanında yer alacağının işaretini yine Cemil Bayık verdi: “ Eğer [ABD ve Türkiye Cerablus harekatı konusunda] anlaşırlarsa biz de Türkiye’de mücadeleyi yükseltiriz”…

İşte onun için Kürdistan sokaklarında, caddelerinde, meydanlarında milyonlar yok…

Diyarbakır için yıkımdan başka bir şey vaat edilmediği için Tahir Elçi “faili meçhuller ordusunun” yanına 50 bin kişiyle uğurlandı.

6-8 Ekim’de Kobane için ayağa kalkan Türkiye Kürtleri, kendileri için “onurlu ölüm”den başka bir politika üretemeyenlere deyim yerindeyse bir parmak balla mı bizi ikna edeceksin dedi…

Ezcümle, Tahir Elçi’nin Dört Ayaklı Minare’nin hemen yanına yüzüstü yığılan bedeni topyekûn bir yıkımın sembolü olmaya namzet.

Çünkü Cemil Bayık’ın da hatırlattığı gibi “Kürtler artık o eski Kürtler değil”…

Arzu Yılmaz – Birikimdergisi.comarzu_yilmaz

Herkes Volkswagen’i konuşuyor fakat kimse gerçek soruya değinmiyor

Christiane Kliemann tarafından degrowth.de‘de yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Sıla Özkavaf‘ın çevirisiyle sunuyoruz.

***

Gün geçmiyor ki medya, en azından Alman medyası, Volkswagen hakkında yeni suçlamalar ortaya çıkarmasın. Şu anda dizel salımları için önceden ayarlanmış deneme yazılımları gündemde. Pek çok insan güncel krizlerin şirketi ve Alman otomotiv endüstrisini çok ciddi bir biçimde etkileyeceğinden ve bunun etkisinin tüm Alman ekonomisinde hissedileceğinden korkuyor. Angela Merkel’in de daha önce belirttiği gibi Almanya’da neredeyse yedi işten birinin dolaylı ya da dolaysız olarak otomotiv sektörüne bağlı olduğu yaygın inanışı düşünülürse, bu endişelerin hiç de yersiz olmadığı görülüyor. Otomobil sahipleri kendilerini ihanet edilmiş hissediyor ve Volkswagen hisseleri düşüş içinde, bu durum aynı zamanda başlıca hissedar olan Aşağı Saksonya hükümetini de ağır bir şekilde etkilemiş vaziyette.

Fotoğraf: Chris Goldberg
Fotoğraf: Chris Goldberg

Hepsi bu da değil. Volkswagen’de yaşanan güncel skandal tüm otomotiv endüstrisini etkileyecek daha derin krizlerin bir göstergesi olacakmış gibi görünüyor ve bu durum sadece Almanya için geçerli değil. Geçtiğimiz yıllarda Uluslararası Temiz Ulaşım Konseyi (ICCT), otomobillerin gerçek sera gazı salım değerleri ile otomobil üreticilerinin resmi açıklamaları arasında hızla artan çelişkiler saptadı. 2001 yılında yeni Avrupa otomobillerine ait gerçek sera gazı salımları, resmi açıklamaları ortalama olarak %8 oranında geçti. 2013 yılında bu farklılık %25 iken 2015 ile birlikte %40’lara ulaşmıştır.

Carbon Brief tarafından hazırlanan rapora göre, otomobillerin karbon salım ölçümlerinde görülen bu skandal, Avrupa Birliği’nin resmi salım hedefleri ile kaydedilen salım miktarı arasında kalan fazla salım miktarının en temel sebeplerinden biridir. Bu demek oluyor ki, zaten fazla sera gazı salımı yapan otomotiv endüstrisi, üzerinde anlaşma sağlanmış iklim hedeflerini de riske atıyor.

Büyümeye ya da ölmeye mahkum edilmiş otomotiv endüstrisi

Bunlarla birlikte, Volkswagen’deki zanlıların kimliğini tespit etme ve otomobillerdeki sera gazı salımı ölçümüne dair yönetmelikleri geliştirme çalışmaları üzerinden devam eden tartışma olayın ön planında kalmakta ve asıl nokta gözden kaçmaktadır: küresel kapitalist büyüme ekonomisinin kilit endüstrilerinin büyük aktörleri ve dolayısıyla büyük otomobil firmaları, ya büyümeye ya da ölmeye mahkumdur. Her iki durum da felaket getirir. Büyümeye dair gidişatla alakalı olarak: yavaş ama emin bir biçimde otomobiller tarafından boğulan bir gezegende yaşamak isteyen biri gerçekten var mıdır? Son on sene içinde, küresel otomobil üretimi 2004’de 44.554.268 iken 2014’de 87.037.611’ye yükselerek neredeyse iki katına çıkmıştır. Yakın zamanda yapılan tahminlere göre, dünyadaki toplam otomobil sayısı 2014’de 1,2 milyar iken 2035’e kadar bu sayının 2 milyar yükselmesi bekleniyor. Bu tarz büyüme oranlarının çevre ve sosyal etkileri, tüm otomobiller elektrik ve yenilenebilir eneriyle çalışıyor olsa bile teknolojik çözümlerle telafi edilemez. Ortalama olarak, bir otomobilin üretimi, otomobilin bütün ömrü boyunca kullanılmasından kadar çok sera gazı salmasına sebebiyet veriyor.

Trafik saçaklanması ve elektrikli otomobiller

Sadece Almanya’da kentsel yayılma her gün 73 hektar alanı silip süpürüyor ve bu büyük çoğunluk trafik yüzünden. 2013’de, trafik yüzünden yutulan toplam alan neredeyse kişi başına 224 metrekareye ulaştı. Kişi başı 46 metrekare olan konut alanlarıyla karşılaştırılınca bunun çok büyük bir rakam olduğu görülüyor. Küresel olarak arazi ve toprak üzerine trafik, besin üretimi, iklim ile alakalı ormanlar, enerji santralleri gibi endüstriyel altyapı saçaklanmaları ve doğal yaşam yerleri arasında giderek artan bir rekabet var. Tahmin edilen otomobil üretimi ve kullanımı artışı bu rekabeti ciddi sonuçları olan örneği görülmemiş bir seviyeye çekecektir. Buna bir de elektrik ile çalışan otomobil filolarına enerji sağlayacak yenilenebilir enerji tesisleri yerleştirmek için gerekli arazi ve doğal kaynaklar ekleniyor. Son olarak, yenilenebilir enerji büyük çapta sanayileşmiş ve aşırı CO2 içeren süreçlerin son ürünüdür ve sınırsız değildir. Bu manzara şimdiden oldukça korkutucu, ya bu otomobil istilası büyük oranda hala petrol ya da daha kötüsü biyoyakıtlar ile çalıştırılıyor olsaydı?

Bizim otomobil merkezciliğimizin dünya şehirlerindeki yaşam koşullarına yan etkileri de hiçbir zaman üzerinde durulmayan bir başka konu. Otomobiller ve yollar için gerekli kentsel alan, onların yarattığı gürültü, yayalar özellikle çocuklar üzerindeki tehlikeleri sıklıkla küçümsenen stres sebepleri ve ciddi bir biçimde sağlığımızı etkilemekte. Bir zamanların yeni özgürlük vaadi, bizi giderek daha tutsak hale getiren ve ölümcül bir yola sokan bir bağımlılığa dönüşmüş durumda. Bireysel taşıtların geçtiğimiz senelerde geniş çaplı ve hızlı artışı, yerel ve yaya dostu tedarik sistemlerinin yok oluşunun en önemli sebebidir. Dolayısıyla, insanların günlük ihtiyaçları için kat etmeleri gereken mesafe de giderek artmıştır ve bu durum otomobil sahibi olmayı özellikle kamusal ulaşımla kolaylıkla ulaşılamayan güzergahlarda daha da cazip hale getirmektedir. Sonuç olarak, insanlar günlük hayatlarını devam ettirmek için otomobile ihtiyaç duyduklarını hissetmeye başladılar. Dahası, her sene kazalarda 1.2 milyon insanın ölüyor olması da durumu açıklamaya yetiyor.

Tüm bunların ışığında, sormamız gereken asıl soru:

Otomobil merkezli ekonomi ve toplumumuz, gerçekten bizim gelecek için istediğimiz şey midir?

Ortak otomobil bağımlılığımızı her pahasına devam ettirmek yerine, ekonomi ve toplumumuzun otomobil-merkezciliğini sorgulamamız daha derin, sürdürülebilir ve yaratıcı çözümlere yer açmamıza olanak tanıyabilir. Hadi hayal kuralım: Eğer kendimizi yavaş ama emin bir biçimde otomobil bağımlılığımızdan kurtarırmış olsak hayat nasıl olurdu? Şehirlerde çocukların dışarıda oynaması için daha çok imkan, büyük yeşil alanlar, spor, eğlence ve sosyal aktiviteler için mahallelerde alanlar, kolay ulaşılabilen günlük ihtiyaçlar ve daha iyi bir kamusal ulaşım, köylerde yine o küçük dükkanlar ve gürültülü sosyal yaşam vs. olabilirdi.

Tabi ki böylesi bir öngörü bir gecede gerçekleşemez ve tüm ekonomiyi ekonomik büyüme zorunluluğundan ve başarısız olmak için çok büyük olan şirketlerin pençesinden kurtarmak için geçişken stratejilere ihtiyaç vardır. Bu stratejiler, daha fazla ekonomik büyümeye ve de üretim ve tüketimin büyük çoğunluğunun yeniden bölgeselleşmesine dayanmayan, yeni sosyal güvence ve egemenlik düzenlemeleri gerektirir. Günümüz kapitalist büyüme ekonomisinde, otomotive endüstrisinde yaşanacak ani bir aksaklık, yalnızca Volkswagen’de olsa bile, yıkıcı sonuçlara neden olabilir. Yunanistan’da yaşanan güncel krizler gösteriyor ki, ekonomik gerileme biçiminde yaşanan küçülme, bizim dilediğimiz şey olamamalı. Bundan dolayı, küçülme aktivistlerinin yorulmak bilmeden “sizin gerilemeniz bizim bahsettiğimiz küçülme değil” diye tekrar ederek belirtmek istedikleri şey ne büyüme saplantısına takılı kalmak ne de onu durdurmak bu noktada bize fayda edemez. Gereken şey dünyadaki insan faaliyetini düzenlemek için tümüyle yeni bir yol. Neyse ki, çok fazla fikir, kavram ve alternatif daha şimdiden var. Volkswagen meselesine dönersek eğer, küçülme toplumuna geçiş, ekonomilerin otomotiv endüstrisinden daha bağımsız ve krizlere karşı daha dirençli ve esnek hale gelmesi adına iyi bir seçenek olabilir.

Yazının İngilizce Orijinali

Yazı: Christiane Kliemann

Yeşil Gazete için Çeviri: Sıla Özkavaf

(Yeşil Gazete, degrowth.de)

Paris izlenimleri-3: Birinci hafta ilerleme olmadan kapandı ve Türkiye artık daha aktif

Paris izlenimleri-1: Olağanüstü hal altında iklim zirvesi

Paris izlenimleri-2: Dünyayı yakma kararının sayısal özeti

Paris izlenimleri-4: Yeni anlaşma yetersiz hedeflerle 10-15 yılımızı bağlayacak mı?

Geçen yazımda Paris’in Kopenhag’a değil ama Kyoto’ya benzediğini söylemiştim. Bunu başkaları da söylüyor. Örneğin dünyaya iklim değişikliğinin varlığını kabul ettiren en önemli iklim bilimcilerden James Hansen, ilk kez bir COP’a katılıyor ve burada çeşitli etkinliklerde konuşurken, bunca yıldır hiç uğramadığı iklim zirvelerine bu kez gelmeye politikacıların Kyoto’yu tekrarlamaya, yani buradan hiçbir işe yaramayacak bir anlaşma çıkarmaya niyetli olduklarını anladığı için karar verdiğini söylüyor. Gerçekten de çıkacak anlaşma Kyoto’dan bile daha yetersiz ve daha az bağlayıcı olabilir. Paris’in tek üstünlüğü Kyoto’dan farklı olarak bu kez sadece gelişmiş ülkelerin değil, tüm ülkelerin iklim değişikliğiyle mücadele için bir şeyler yapma niyetini ortaya koymaları; ama niyet yetmiyor. Niyet beyanları (INDC’ler) o kadar yetersiz ki, hele ki 2030 öncesinde yeni bir hedefler bütünü ortaya çıkmasını garanti altına almayacak bir anlaşmaya varılırsa, değil 1,5-2 derece, 3 dereceden fazla ısınma kesin gibi.

Paris'te süren ADP toplantısından görünüm
Paris’te süren ADP toplantısından görünüm

Ancak bir yandan da Paris’in Kopenhag’a dönüşmesi, yani buradan da bir anlaşma çıkmadan ayrılmamız ihtimali belirmiş durumda. Dünkü ADP toplantısında ülkeler ve ülke grupları arasındaki keskin anlaşmazlıkların, geçen bir haftalık müzakereye ve liderlerin ettiği onca süslü lafa rağmen azalmadığı bir kez daha ortaya çıktı. Burada key elements, yani anlaşmanın kilit öneme sahip maddeleri konusundaki anlaşmazlık önemli rol oynuyor. Bir ülke temsicisi çıkıp müzakereleri hızlandırmak için key elements üzerinde yoğunlaşmalıyız dediği anda, bir diğer ülke temsilcisi hemen ‘senin önem verdiğin nokta başka, bizimki başka, hangi maddenin daha önemli olduğuna kim karar verecek’ diye cevap veriyor. Örneğin bazı ülkeler için kilit önemdeki madde finansmanla ilgiliyken, diğer bazı ülkeler kayıp ve zarar mekanizmalarına, bir başkası INDC’lerin nasıl değerlendirileceğine, bir diğeri ise ülkeler arasındaki farklılıkların anlaşmaya nasıl yansıyacağına vurgu yapıyor.

ADP eşbaşkanı Cezayirli Ahmed Djoghlaf
ADP eşbaşkanı Cezayirli Ahmed Djoghlaf

Sonuçta sözleşmeye taraf 195 ülkenin ve bu ülkelerin dahil oldukları çok sayıda grubun açtığı parantezler taslak metni işgal etmiş durumda. Dün akşam da bir ilerleme sağlanamaması üzerine aracılar tarafından kısaltılan (46 sayfadan 38 sayfaya indirilen) taslak metin bu sabah tekrar köşeli parantezleri ve madddelerin farklı seçenekleri hiç ayıklanamadan 48 sayfa halinde “taslak anlaşma” olarak yayımlandı ve gelecek hafta bakanların katılacağı son tur müzakereye hiçbir ilerleme sağlanamadan aktarıldı.

Türkiye’nin pozisyonu

Türkiye de kendi önem verdiği başlıca konu olan differantiation, yani ülkelerin aralarındaki farkların anlaşmaya nasıl yansıyacağı konusundaki ısrarını sürdürerek metindeki köşeli parantezlerin korunmasını sağlayan ülkelerden biri oldu. Türkiye, ısrarla Sözleşme’nin 1992’deki orjinal halinde gelişmiş ülke (Ek 1 ülkesi) olarak tanımlanması durumunun değiştirilmesini istiyor. 1992’de Rio’da İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi hazırlanırken, Türkiye de OECD ülkesi olduğu için diğer gelişmiş ülkelerle birlikte hem sera gazı azaltım yükümlülüğü olan Ek 1, hem de gelişmekte olan ülkelere finansal yardım yapması gereken Ek 2 listesinde yer almıştı. Sonradan yapılan itirazlarla Türkiye Ek 2’den çıkmayı başardı, ancak Ek 1’de kaldı, bu nedenle de otomatik olarak metinde her gelişmiş ülke lafı geçtiğinde Ek 1 anlaşıldığı için Türkiye de okkanın altına giriyor. Türkiye de özellikle gelişmekte olan ülkelere para vermesi gereken ülkeler arasında yer almak istemediği için bu ülke sınıflamasına itiraz ediyor. Ya Ekler’in tamamen kaldırılmasını, ya yeni anlaşmada Ekler’e referans verilmemesini, ya da yok Ekler olacaksa, yeni anlaşmanın eklerinde gelişmekte olan ülkeler arasına alınmasını istiyor. Bunun en önemli nedeni Türkiye’nin de azaltım yapabilmek için finansal mekanizmalardan yararlanabilecek ülkeler arasında yer almak istemesi, oysa gelişmiş ülke olarak tanımlanmaya devam ederse bu şansı olmayabilir.

Türkiye bu konuda haklı. Soğuk savaşın yeni bittiği, henüz blokların etkisini sürdürdüğü 1992’nin şartlarıyla oluşturulmuş ülkeler sınıflamasında Türkiye’ye gelişmiş ülkelerle birlikte yer verilmiş olması, aradan 23 sene geçtikten sonra hala bu sınıflamanın anlamlı olduğunu göstermiyor. Ekler sınıflamasının saçmalığını anlamak için dünyanın en zengin ülkesi Katar’ın gelişmekte olan ülkeler arasında yer aldığını hatırlatmak yeter. Ancak Türkiye’nin iklim finansmanı alma (ki Türkiye heyeti “biz hibe istemiyoruz, kredi alabilecek grupta olmamız yeter” diyor) talebinde bulunurken elinin daha güçlü olması için, azaltım konusunda anlamlı bir hedef belirlemiş olması gerekirdi (zaten tam da bu yüzden bu yıl bir kez daha Günün Fosili “ödülünü” aldı Türkiye). Oysa daha önce de defalarca yazdığımız gibi, enerji politikaları yeni kömür yatırımlarına, ekonomi politikaları da yüksek karbonlu kalkınma anlayışına kilitlenmiş olan Türkiye, sera gazı azaltımı yapmanın hayalini bile kuramıyor. Oysa Türkiye eğer ciddi bir azaltım hedefi vaat etseydi ve bunu finansman koşuluna bağlasaydı, bence şu anda Ekler konusundaki ısrarında çok daha güçlü olurdu.

Türkiye ile ilgili bir olumlu not da dün amaç maddesinden çıkartılmak istenen anlaşmanın “ekosistemlerin bütünlüğüne ve sağlamlığına hizmet etmesi” cümlesini tekrar metne sokmayı önermesiydi. Türkiye bu tür müdahalelerini artırmalı ve “Kayıp ve Zarar Mekanizmaları” gibi konularda da az gelişmiş ülkelerin haklarını savunan çıkışlar yapmalı. Hatta iklim finansmanı konusundaki ısrarında samimi olduğunu göstermek için Yeşil İklim Fonu’na (gerekirse ülke sınıflaması konusundaki şartlarını ön koşul olarak koyarak) anlamlı bir parasal katkıda bulunacağını açıklamalı. Yıllardır müzakerelerde pasif kalmasını eleştirdiğimiz Türkiye delegasyonu bu kez daha aktif, hatta bu yüzden galiba mesele çıkaran ülke olarak algılanmaya başlamış durumda. Bu konumunu az gelişmiş ülkelerden yana tavır koyarak sürdürürse hem iklim adaleti anlayışına katkıda bulunur, hem de kendi tezlerine faydası olur.

Sonuç olarak haftaya bakanlar geldiğinde köşeli parantezler ne olacak, göreceğiz. Eğer metnin herkesin kırmızı çizgilerini uzlaştıracak şekilde yeniden düzenlenmesi başarılmazsa (burada oylama, yani çoğunlukçuluk olmadığını hatırlatalım) Paris görüşmeleri de çökebilir. Kişisel tahminim, ABD’nin her ülkeyle arasındaki ilişkileri kullanarak hem kendi işine yarayacak, hem de ülkelerin kırmızı çizgilerinden kısmen geri adım atmasını sağlayacak bir yol bulacağı, ancak bunun çok zor olacağı ve zirvenin yine Cumartesi’ye hatta Pazar’a kadar uzayabileceği.

Yeni kavramlar

Müzakereciler işin bu kısmıyla ilgilenmeyebilir, ama yılardır iklim zirvelerini izleyen bir aktivist olarak ben son yıllarda çok önemli bir değişiklik gözlemliyorum. Bunu da tamamen iklim hareketinin ve sivil toplumun başarısı olarak görüyorum. Bu da bundan birkaç yıl önce ancak çok dar bir çevrede dillendirilen bazı görüşlerin (ki gerçekte bunlar iklim değişikliğiyle mücadelenin ana damarları) artık her yerde ve hatta bazen resmi müzakerelerde bile duyulması.

Bu kavramlar %100 yenilenebilir enerji (rüzgar ve güneş savunucusu bilim insanlarının ve çevre örgütlerinin ısrarı sayesinde), fosil yakıtların yeraltında bırakılması (ekoloji hareketinin yanı sıra IPCC’nin, UNEP’in ve karbon bütçesi hesaplarının ana akımlaştırılması sayesinde) ve 2 derece değil 1,5 derece hedefi (James Hansen başta olmak üzere iklim bilimciler, 350.org ve ada ülkeleri sayesinde).

Ayrıca karbon fiyatlandırması (hala köşeli parantez içinde ve metne giremeyebilir), meselenin insan hakları ve toplumsal cinsiyet boyutu, en kırılgan ülkelerin kayıp ve zarar mekanizmalarından yararlandırılması (iklim borcu kavramı ABD ve diğer zengin ülkeler tarafından reddedilse de), iklim değişikliğinden dolayı göç etmek zorunda kalan topluluklar gibi konular da artık müzakerelerin gündemine kalıcı olarak girmiş durumda.

İşin asıl püf noktası da işte bu “yeni” tartışmalarda ve iklim adaleti olarak adlandırılan mücadelede. Bir hafta daha Paris’teyiz. Müzakereye de, mücadeleye de bakmaya devam edeceğiz.

Paris izlenimleri-1: Olağanüstü hal altında iklim zirvesi

Paris izlenimleri-2: Dünyayı yakma kararının sayısal özeti

Paris izlenimleri-4: Yeni anlaşma yetersiz hedeflerle 10-15 yılımızı bağlayacak mı?

Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Öğrencilerden sağlıklı bir abur cubur tarifi: Kıyam – Buket Acar ve Simaynur Özkan

Muğla’nın Marmaris ilçesinde bununan ve 9 yıldır Eko Okullar Projesi‘nde yer alan Orhaniye İnci Narin Yerlici Ortaokulu‘nda görev yapan Cihan Şen öğretmenimizin öğrencileri ile yaptığı çalışmalara Yeşil Gazete’de daha öncede yer vermiştik. Öğrencilerin Yeşil Önlük projesi kapsamındaki sağlıklı beslenme çalışmaları hakkında Cihan Şen öğretmenimizin bize gönderdiği mektubu aynen yayınlıyoruz.

***

Merhaba,

Okulumuzda Eko Okullar Projesini yürütüyoruz. Sağlıklı Yaşam konusunda çalışmalar yapıyoruz. Bu kapsamda sağlıklı beslenmeyle ilgili çeşitli çalışmalarımızda oldu. Proje öğrencilerimizle el yapımı pizza, fırında patates, kırma zeytin, yoğurt, salata gibi yiyecekleri Yeşil Önlük ismini verdiğimiz bir küçük projeyle kendimiz yaptık.

65

Yeşil Önlük adını verdiğimiz çalışmamızda, okul çıkışlarında proje öğrencilerimize sağlıklı, yerel olarak üretilmiş ve mevsiminde olmasına özen gösterdiğimiz yiyecekler hazırlamayı öğretiyoruz. Tabi önce bu kavramlar öğrencilerimize ayrıntılı olarak anlatılıyor.

Bir örnek olması açısından; köy bazlama ekmeğini ortadan ikiye ayırıp pizza hamuru yerine kullanıyoruz. Üzerine ev yapımı salça, zeyinyağı karışımı sürüp mümkün olduğunca az hazır gıda kullanarak pizza hazırlıyoruz. Hazırladığımız ürünlerden okulda Ekolojik Gıda Kermesi düzenleyip elde ettiğimiz gelirle okula fırın bile aldık. Kermeslerde, yiyeceklerin içeriklerini de ayrıntılı belirterek kermesten yiyecek alanların bu konuya dikkatini çekmeye çalıştık. Yoğurt ve sofralık zeytin yapımı, cips yerine fırında patates gibi tarifleri de uyguladık. En son kıyam ve aşure yaptık. Böylece çocukların yoğun tükettiği gıdalara sağlıklı alternatifler üreterek sağlıklı beslenme, tüketim alışkanlığı edinmelerini amaçlıyoruz.

61

Abur cubur yemeyi seven çocuklara örnek olması adına proje öğrencilerimizle köyümüzde Kıyam, Muğla’da ise çıtırmık denilen bir tatlıyı yapıp video kaydını aldık.

Kıyam tarifi ayrıca Yeşil İnci dergimizde de aşağıdaki şekilde yazı olarak yer alacak. Yazı Buket Acar ve Simaynur Özkan‘a ait.

İçindekileri bildiğimiz tatlı: Kıyam

Acıktığımda marketten kola, cips, çikolata, bisküvi, jelibon ve gofret alırdım. Eve gelir karnımı doyurduğumu sanırdım. Sabah uyandığımda yüzümde sivilceler çıkardı. Bunların sebebi cips ve çikolata oldu, kısacası abur cubur. Cips yağlı olduğu için yüzümde sivilceler oluşturdu. Her acıktığınızda sizde böyle mi yaparsınız? Annem beni görür ve her zaman kızardı.

62

Onbeş tatile girmiştik. Bir akşam evde otururken canım sıkılmaya başladı ve bir şeyler yemek istedim. Hemen anneme kek gibi bir şeyler yapayı önerdim. Annem “kıyam yapalım” dedi. Anneme kıyam bir kek türü mü diye sordum ve anlatmaya başladı. Balla yapılan bir tatlıymış, balı pek sevmesemde denemek istedim.. Sonra ondan tarifini aldım. Şimdi size sağlıklı bir atıştırma anlatacağım. Adı Kıyam. İçinde bal ve susam ve çerezler var. Yapılışı da çok basit:

64

İlk önce susamı beş dakika kadar kokusu burnumuza iyice gelinceye kadar kavururuz. Sonra küçük parçalar halindeki ceviz-badem-fıstık-fındık karışımını da ekleyip bir süre daha kavurmaya devam ederiz. Balı ekleyip kaynayıp koyulaşana kadar bekliyoruz. Beş dakika dinlendikten sonra bor cama döküp soğumasını bekliyoruz. Dolapta hatta derin dondurucuda iyice soğutursak sonrasında parça parça kesebiliriz. Artık yiyebiliriz!

Kıyam markette satılan krokana benziyordu. Tadı da çok güzeldi.  Bal bize enerji verir ve güçlendirir. Şeker bulunmadığı için sağlıklıdır. Bundan sonra umarım ki siz de benim yaptığım hataları yapmazsınız. Marketten içindekileri bilmediğiniz ürünleri almazsınız. Jelibonların ambalajlarına baktığınızda anlamını bilmediğimiz kelimeler var ama kıyama baktığımızda bal susam ve çerezler var. Umarım bunan sonra marketten zararlı yiyecekler almazsınız. Sağlıklı beslenir ve dinç kalırsınız. Annem bizim abur cuburumuz bunlardı dedi ve yemeğe başladık.”

 

Buket Acar ve Simaynur Özkan

 

Bankacılıktan mandala ile serbest nakışa: Manaraya – Gamze Diplen

Üniversite bitti, artık para kazanmam gerekiyordu ve bir banka bana iş teklifinde bulunmuştu.

Sanırım herkes için tanıdık bir senaryo.

Ve kendime dünyanın en büyük yalanını söyleyerek “önce bir gireyim, sonra çıkarım” diyerek işi kabul ettim. 3,5 sene bankada çalıştım. Hiçbir bir zaman büyük konuşmamaya çalışırım. Elbette asla bankada çalışmayı düşünmüyordum ama işletme mezunu biri olarak banka çalışanı olma şansımın yüksek olduğunu düşünerek “asla bankada çalışmam” demedim. Hep bunun “Z” planım olduğundan bahsettim.(!) Ama kendi ellerimle kendimi bankanın kollarına bırakmıştım.

Buğday, Viktor Ananias, “Yaşam Dönüşümdür”

El Nakışı Mandala Kolye Serisi
El Nakışı Mandala Kolye Serisi

Şimdi düşününce, banka deneyimimin neyi istediğimi bulmamda çok büyük bir rolü olduğunu anlıyorum.

Ben sadece “sade bir hayat” istiyordum.

Sonra Buğday Derneği ve Victor Ananias’ın “Yaşam Dönüşümdür” adlı güzel kitabı ile tanıştım. Benim için inanılmaz önemli bir dönüm noktası oldu bu. Sade bir hayat isteğimi keşfetmiştim ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.

Önce kurumsal hayatım boyunca kendimi iyi hissettirmek için ne kadar çok harcama yaptığımı farkettim. Gittiğim restoranlar, aldığım kıyafetler, ıvır zıvırlar.. Aslında bunların hiçbirine ihtiyacım yoktu. Ve aslında beni mutlu da etmiyorlardı. Kendimi kendim yapan şeyin ellerimle üretmek olduğunu bu son bir yıl içerisinde öğrendim. Herkes aslında kendine neyin iyi geleceğini az çok biliyor. Ama ben yine de bunun ilk akla gelen şey olmadığını düşünüyorum. Kendimizi tanımak için o kadar zaman ayırmamışız ki. İlk akla gelen, kaçmak için üretilen bahaneler olabiliyor. Ama kendini keşfe çıktığında daha neler yapabileceğini öğrenmek omuzlarından hem büyük bir yükü kaldırıyor hem de inanılmaz bir zevk veriyor.

El Nakışı Mandala Kolye Serisi
El Nakışı Mandala Kolye Serisi

Kurumsal çalışma hayatım boyunca biraz para biriktirebilmiştim. Kararımı verdim. İstifa ettim. En kötü, “dibe batarsam gelir yine çalışırım” diyordum kendime. Çalışmak kelimesi belki yanlış olur. Çünkü şimdi daha çok çalışıyorum. Ve çalıştığım her dakika eziyete değil beni geliştiren bir sürece dönüşüyor. Bunun için minnettarım.

Herkes farklıdır. Herkes farklı biçimlerde mutlu olduğuna inanabilir. Huzur farklı biçimlerde gelebilir. Bunu, sürecin içine girmeden yani hayal ederek ya da geleceği kurgulayarak deneyimleyemeyiz. Hiç korkmadan kafa üstü suya atlamak gerekiyor. Her şeyin hazır olduğuna inandığımda işimden istifa etmek istiyordum. Hiçbir zaman her şeyin hazır olduğu o vakit gelmedi. Ve ben “an”ı kaçırarak yaşamaya devam ediyordum. En güzel niyetlerimle işimden istifa ettiğimde, yapmak istediklerimin hiçbirini yapamadım. Ama bu bir hayal kırıklığı öyküsü değil. Bu bir sene, gerçekten yapmak istediğim şeyin “gerçekten” yapmak istediğim şey olmadığını farkedip kendimi keşfe çıkarttığım yol oldu. Bu dönem içerisinde parasız kaldım, istediğim konserlere gidemedim, o çok beğendiğim elbiseyi alamadım ama neler yapabileceğimi keşfettim. Bu yolda başarılı olurum ya da olmam. Ama artık ne istediğimi bilen bir kadın oldum. Sağlığıma kavuştum. Ve işte bu paha biçilemez.

59

Ellerimle neler yapabileceğimi anlamama neden olan olay ise, Duygu Bircan’nın amigurumi workshopuna katılmam ile oldu. Küçükken nefret ettiğim ve asla sabredemediğim tığ işi bir anda tutkum oldu. Amigurumi, tığ ile örülen tatlı oyuncaklara verilen isim.

Keçe İğneleme, Örgü, Nakış ve Mandala

Hala örmeye devam ediyorum ama el sanatları çok geniş bir yelpazeydi ve ben sürekli yeni malzemeler ve teknikler öğrenmeye devam ediyordum. Keçe iğneleme tekniği ile yumuşak heykeller, örgü ile oyuncaklar, polimer kil ile takılar yapmaya başlamıştım. Sürekli daldan dala konup bir türlü tek bir alana yoğunlaşamıyordum. Bu beni biraz rahatsız etmeye başlamıştı. Çünkü vakit kaybediyordum ve artık para kazanmam gerekiyordu. Ama sonra anladım ki, bu dönem benim küçük güzel sanatlar okulum oldu. Ve, evet youtube videoları da hocalarım! Bunca sene kendimi keşfetmek için ayırmamış olduğum zamanı kendime tanıma şansını yakalamıştım.

Kafasında minicik çiçekleriyle el nakışı panda kolye
Kafasında minicik çiçekleriyle el nakışı panda kolye

Sonra nakışla tanıştım. Ben, kendi yaptığım işleri serbest nakış olarak adlandırıyorum. Çünkü yapılan işte kendimi özgür hissediyorum ve hiçbir kurala uymak zorunda değilim. İçinizde nakışla ilgilenenler olabilir. Tabii ki belli teknikler var ve bunları kullanıyorum. Ama işin en zevkli tarafı bu tekniklere bağlı kalmak zorunda olmayıp farklı malzeme ve tekniklerle birleştirme şansımın olması. Aynı zamanda bu aralar çok moda olan mandala ile ilgilenmeye başladım. Tüm gün boyunca hiç yerimden kalkmadan mandala çizdiğim günler oldu. Aynı çekirdek gibi.. Bırakamıyordum.

Mandala ve nakış. Bu iki güzel şeyi birleştirmek istedim. Ve ortaya mandala serisi nakış kolyelerim çıktı. Fazlaca zaman ve emek gerektiren bu kolyeler bazen yarım günümü alabiliyor. Çünkü nakış bittikten sonra ortaya çıkan deseni, kolye haline getirebilmek için çok nazik hareket etmek gerekiyor.

Özel bir nakış tekniği ile kadife görünümü elde edilen el nakışı kolyeler
Özel bir nakış tekniği ile kadife görünümü elde edilen el nakışı kolyeler

Diğer keşiflerimden biri de kadife görünümü vermemi sağlayan özel bir nakış tekniği. Çok emek gerektiriyor ama verilen emek sonucunda ortaya çıkan sonuç itibari ile karşılığını alıyorum.

Bunun dışında oyuncaklar ve yastıklar da tasarlayıp dikmeye başladım. Nakış bir çok alana uygulanabilecek bir teknik. Film sahnelerini, müzisyenleri, unutulmaz karakterleri nakış ile aynı resim yaparmış gibi kumaşa nakşedip yastık haline getiriyorum.

Manaraya

Arkadaşlarımın doğum günlerinde de diktiğim oyuncak hayvanların tişörtlerine onlar için anlamlı sözler ya da önemli bir objeyi nakış ile işliyorum ve hediyem hazır! Sanırım bundan sonra hediye vermek için bir şey satın almayacağım !

Cesaret edip işimden ayrıldığım için, herhangi bir şeyin tam olmasını beklemeden hareket ettiğim ve yapmak istediğim şeyleri ne pahasına olursa olsun hayata geçirmek için almış olduğum risklerin hiç birinden pişman değilim.

56

Şimdi çok daha sade, emek vererek ve yaptığım işten tatmin sağlayarak, daha çok çalışarak ve daha çok çalışıyor olmaktan şikayetçi olmayarak, yeryüzünden, doğadan, canlılardan ilham alarak manaraya ismiyle yoluma devam ediyorum.

Hayatıma yön veren ve kendimi keşfetmeme vesile olan herkese ve her şeye minnettarım. Beni motivasyon eden en önemli şey ise; bekleme, hemen şimdi! Çünkü hayatını değiştirmek için beklediğin o an çoktan geldi. O “an”ı yaşıyoruz.

Instagram: www.instagram.com/manarayahandmade
Facebook: www.facebook.com/manarayahandmade
Pinterest: www.pinterest.com/manaraya

50-Gamze-Diplen-2

 

 

Gamze Diplen

[FotoÖykü] Sen de yalnız mısın Lenin? – Ümit Aykut Aktaş

“Alaca karanlık yerini güneşin kızıllığına bırakmakta direniyordu,” gibi bir cümleyle açılış yapmak pek de gerçekçi olmayacak. Çünkü güneş, yüzünü göstermemekte bir saray cariyesi kadar başarılı bu topraklarda. Sürekli koyu gri bir gökyüzü tepenizde.

Yurt dışı iş seyahatlerine nedense hep Kiril Alfabesi kullanılan ülkelere gittim. Ve nedense hep yalnız başıma. Bu sefer çocukluk arkadaşım Metin’i de davet ettim bana yarenlik etsin diye. İş anlaşmasını imzalamam topu topu yarım günümü alacaktı, ondan sonraki üç günde hem Selin’i unutmaya çalışacak hem de Metin’le eski anılarımızdan dem vurup kentin altını üstüne getirecektik.

Metalist Kharkiv. Bu kentin adını dahi duymadan önce futbol takımının adını duymuştum. Karkiv… Karkov… Harkov… Havalimanından kente adım atıncaya değin telaffuzu değişip durmuştu. Bizi otele getiren taksiden indikten sonra Metin, kendi hattını yurtdışı konuşmaya açtırmadığı için benim telefonumla, karısıyla konuşurken, ben de simple past tense’ten öteye gidemeyen, devlet okullarında öğrenilmeye çalışılmış İngilizcemle, resepsiyonda görevli Charlize Theron’la, Jessica Biel arası kızdan gözlerimi ayıramayarak oda anahtarlarımızı istedim. Asansöre doğru yürürken Metin, sadece burada kullanacağı yeni hattın sim kartını telefonuna yerleştiriyordu. Bana dönüp “Bir kaç ay önce Skype’den çok şirin bir kızla tanıştım sen iş anlaşmanı imzalarken ben de onunla bir şeyler içmeye gideceğim, bizim hatun ararsa akşamüzeri buluşacağız, o otelde kaldı dersin. Pahalı olduğunu bildiği için oteli aramaz, merak etme,” deyip yeni numarasını kaydetmemi istedi. Belli etmemeye çalışsam da, bozulmuştum. Alengirli işler çeviriyor ve bana yeni haber veriyordu. Ben bordrolu yaşamın sıkıcı ama garantili patikasından ayrılıp ciddi riskler içerse de kendi işimi kurmuştum. Metin ise tüm çağrılarıma rağmen bu riske girememiş, bordrolu çalıştığı işinden ayrılamamıştı. Benim banka hesabımdaki bakiye ile onun hayatındaki kadınların sayısı aynı hızla artmıştı. Hayat böyleydi işte, her şey aynı anda olamıyordu. İlk başlarda sanki olacakmış gibi görünüyorsa da, olamıyordu.  Metin, iş hayatında alamadığı riskleri aşk hayatında sıkça alır olmuştu. Hem de karısını kuşkulandırmamayı başararak. Karısına yalan söylemeye doğal bir yatkınlığı vardı. Ben bile kaçamaklarını bildiğim halde çoğu zaman ona inanıveriyordum.

İş anlaşmasını kısa ve acısız bir şekilde imzaladıktan sonra yeşil ve sarı balgamlı tükürüklerin süslediği kaldırımlarda yürürken Metin’i aradım. Telefonu sürekli meşguldü. Tükürükler, Slav diyarındaki Türk izleri miydi? Yoo… Her şeyi de Türklerin üzerine yığamayız yaa… Kuru soğuğun hâkim olduğu bu kentte yaşayan insanlar üst solunum yolları enfeksiyonlarından mustaripti büyük olasılıkla. Güneş, burada Tanrı gibi, hiç görünmüyor ama bir gün görünebileceği umudunu bir sonraki güne taşıyordu.

Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA3

Saat dörtte hava kararıvermişti. Akşamüzeri, dışarıdan lezzetli yemekleri olduğunu hissettiren bir kafeye gittim. Çat pat İngilizcem pek işe yaramıyordu çünkü buradakiler simple present tense kadar bile ilerleyememiş görünüyorlardı. İngilizce menüden siparişlerimi verdim. Tüm personel kadındı. Sokaklarda gördüğüm kadınlar ve buradakiler bir manken kadar çekiciydiler. Önce yerel bir salata geldi. Burada salata ile açılış yapılıyordu. Ardından yerel yemekleri borç çorbası; baharatı tuzu yağı az olan, haşlama pancar, lahana, havuç ve patatesli lezzetli bir çorbaydı. Yolda yürürken görmüştüm, pek çok yerde kadınların işlettiği küçücük dükkânlarda bataklık gibi kapkara bir toprakta yetiştiği belli olan garip şekilli kumlu patatesler ve havuçlar satılıyordu. Çorbamı iştahla kaşıkladım. Hiç bir şifre olmadan her yerden internet erişimi mümkündü. Bir süre şirketten gönderilen e-postalarıma baktım.  Hazır doymuş ve rahatlamışken Metin’i bir kez daha aradım. Telefonunu kapatmıştı. Yaptığı domuzluğa sinirlenip kendimi yemeğe verdim. Menüden parmağımla red wine ve grilled pork’u işaret ettim. Çatlayıncaya kadar yedim. Kadehteki şarabımın en tatlı yudumlarını içtikten sonra hesabı istedim. Bahşişle birlikte yüz elli grivna ödedim. Burada vergilerden dolayı yiyecek, içki, sigara muazzam ucuzdu. Moskova’da olsam en az beş katı hesap öderdim.

Otele döndüğümde yorgunluktan ölüyordum. Metin’in karısı aradığında endişeyle iş toplantısında olduğumu, Metin’in çok yorgun olduğu için odasında uyuduğunu söyledim. Cümleyi kurarken vurguyu “iş toplantısı” kısmına yükledim. Telefonu halen kapalıydı. “Uçkur düşkünü”nden daha nazik bir sözcük aradım ama başarılı olamadım. Uyduruk otel şampuanlarını kullanmak yerine yanıma aldığım medikal şampuan ile uzun, gevşetici bir duş aldım ama gevşeyemedim.

Keyfimi kaçırdıkları için sırasıyla Metin’e, karısına, taharet musluğu olmayan tuvalete okkalı küfürler savurdum. Buradaki kafe ve otellerde sigara yasağı bizdeki kadar katı değildi. İstanbul’da, ziftlenmek için paketine 8,5 lira saydığınız sigaraya burada 2,5 lira karşılığı 10 grivna toka edip, helalleşebiliyordunuz. Ucuna bastırdı mı nane kapsülü çıtlayanlarından bir tane sigara yaktım. Televizyonu açtım. Kanal ayarları yapılmış sadece beş kanal vardı. 1+1 kanalında karşımda Hürrem Sultan ya da onlara göre Roxelana endam gösteriyordu. Koridordan farklı farklı kıkırdamalar, gürültüler geliyordu. Kapıyı açtığımda farklı odalara girip çıkan genç kızlarla karşılaştım. Sahte olmayan sarışınlar, sahte gülücükler saçıyorlardı. Zannedersiniz ki koridorda Victoria’s Secret defilesi düzenleniyor. Metin’in telefonunu bir kez daha çaldırdım halen kapalıydı. Acaba başına bir şey mi gelmişti? Tarantino’nun Hostel’ine benzer gerilim senaryoları gece boyunca zihnimde dolandı durdu. Gürültüler gece ikiye doğru azaldı sanırım o aralıkta sızmışım.

Sabaha karşı gelen mesajda küçük harflerle özensizce “seni arıcam” yazıyordu. Rahatlığına ifrit olmama rağmen en azından başının dertte olmadığına sevinmiştim. Sabah otelin kahvaltı salonunda pek çok Türk’ün konuşmasına kulak misafiri oldum. Para karşılığında vücut sıvılarının değiş tokuşu niyetiyle kente gelen, sevgili yurttaşlarımın konuşmalarından Ukrayna hakkında önceden roket atarlı ön yargı bombardımanına tabi tutulmuş oldukları anlaşılıyordu. “Beraber duj elli dölar,” imgelemiyle sınırlı bu sohbetleri daha fazla dinlemek istemedim. İlla sevgili bulmak istiyorlarsa gece kulüplerine, barlara da gidebilirlerdi. Kaç grivna verirlerse versinler bir tenin gerçek sıcaklığını satın alabilirler miydi sanki?

Kahvaltı için dışarıda güzel bir yer aradım. Gotik caddelerde gezindim. Flatron binasının benzerlerinin arasından geçtim. Caddelerde seksenli yıllara ait kaportası her an dağılacakmış hissi veren üç otomobile karşılık bir son model jeep gezinmekteydi. Buz gibi ıssız sokaklara saptım. Ayaküstü bir kafeden çikolatalı kruvasan ve filtre kahve aldım. Tam kahvenin yanına bir sigara yakmayı planlıyordum ki; Metin telefonumu çaldırıp kapattı. Sigaramı kulağımın arkasına koydum. Metin efendiyi aradım. “Oğlum, nerelerdesin yaa… Meraktan öldüm. Karın sürekli arıyor ne diyeceğimi bilemiyorum artık… Beni çok zor durumda bıraktın,” der demez sevişme sonrası bir sesle karşılık verdi. “Söz yarın geliyorum. Altını üstüne getireceğiz şehrin.” Yüzünü göremesem de, yatakta yanında yatan kıza doğru göz atarak, üç numaralı sahte Bruce Willis gülüşünü yüzüne yerleştirdiğine yemin edebilirim. Adam Antepli tabii ne de olsa Kharkiv’le kardeş şehirli, kendince ülkesini tanıtacak elbet!

Kıçımda yaşlıların giydiğine benzer yün bir içlik olmasına rağmen yine de donuyordum. Soğuktan ellerim, dudaklarım çatladı. Keşke sırt çantama askerdeyken kullandığım yağlı küçük Arko tüplerinden atıverseydim. Bunlar yetmezmiş gibi bir de kesik kesik öksürüyordum. Pastil almak yerine küçük bir cep kanyağı aldım. Yakıtı alınca yol daha katlanılır olmuştu. Yola devam ederken bir Metalist forması satın alıp attım sırt çantama.

  Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA 1 Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA2

Sonraki iki gün boyunca geceli gündüzlü katedrallerin tümüne girip çıktım. Ayinlere katıldım. Aynı kiliseye bir kaç kez girip çıktığımdan pederle de ahbap gibi olduk. Birbirimize gülümseyip duruyorduk. Hatta buralarda biraz daha kalsam baş piskopos seçilme şansım bile olabilirdi.  Doğrusunu söylemek gerekirse kendimi kımıldayan her şeyin fotoğraflarını çeken Japon turistlere benzetiyordum. Telefonumu da kapatmıştım. Metin’de, karısı da umurumda değildi artık. Bulmak isteyen beni bulurdu, nasıl olsa kaldığım otel belliydi. Hem karısının oteli arayıp, Metin’e ulaşamayınca önüne geleni haşlamayacağı ne malumdu.

Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA5 Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA4

Yaş ortalaması 60 olan kadınların çalıştığı Tarih müzesinin dört katını da hatmettim. Müzede neredeyse fotoğrafımı çekeceklerdi, sergilemek için olsa gerek… Çıkarken müzeye en son beş yıl önce bir Türk’ün ayak bastığını söylemeden edemediler.

Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA6 Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA7

Arka sokaklarına girmeden, metroya, tramvaya, otobüse binmeden o kenti tanıyamazsınız. Metroya, cırtlak renkli yerel minibüslere, müzelik tramvaylara bindim. Girilmedik sokak, gezilmedik anıt, heykel bırakmadım.

Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA8 Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA9

Bilinmeyen bir şehrin sokaklarında kaybolmak kadar güzeli var mı? Diye düşünüken; Kayboldum. Asosyal medyada habire nerede olduklarını etiketleyenlere öykünerek “I’am at kayboldum lan!” yazmak istedim bir yerlere. Cep telefonumun şarjı bitip navigasyonu kullanılamaz hale geldi ama sorun etmedim. Elmalı votka alıp içe içe gezdim. Bizdeki vergilere, sırasını hatırlamamakla birlikte yaşama, yürütmeye, ön yargıya küfrettim. Elimde 200 grivna bahşiş atacak sokak müzisyeni aradım ama bulamadım. Aç karnına içince kafayı bulmaya başlamıştım. Aslında kafam güzelken eski sevgilimi aramak geliyor içimden her seferinde. Ansızın. “Hadi gel Selin, o seyredemediğimiz Lost’un 5. Sezonunu izleyelim mi?” diyebilmek için belki de… Kafanız sürekli onunla meşgulken, zihin alkolün etkisiyle esir tuttuğu ayrıntıları serbest bırakıveriyor hemencecik. Kamufle edilmiş arzular kompartımanım kapılarını ardına kadar açmıştı, üstelik inilecek istasyona henüz ulaşmamıştım, votkam daha yeni yarılanmıştı. Mutluluk bir istasyon değil ve yanınızda olmasını istediklerinizin hep daha mühim işleri var. İlk ankesörde durdum ve kredi kartımı soktum deliğe. Çevirdim aklımdan hiç çıkmayan numaraları. Dakikalarca aramama rağmen telefonu sürekli meşguldü. Yeni sevgili bulmuş dedim içimden, iyi bilirim annesini iki dakikada paketleyiverir yoksa.

Aşk meşk olaylarını elimin tersiyle itip tek yolun devrim olduğunu düşündüğüm üniversite zamanlarıma dönmeye başladım votkam dibine yaklaşırken. Üniversitede dernek başkanıyken şimdilerde yurt dışında asortik yerlerde çektirdiğim fotoğrafları facebook’a yükleyerek mastürbasyon yapanlardan oluvermiştim. Kafamda kızıl renkli bir şimşek çaktı. Parasız dönemlerimin kahramanı Lenin’e gitmeliydim. Bir tek o anlardı beni. Özgürlük Meydanı yakınlarda olmalıydı. Son kalan beş Lenin heykelinden birine doğru emin adımlarla ilerlemeye başladım.

 Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA10

Asitli içecek reklam panoları arttıkça Özgürlük meydanına yaklaştığımı hissediyor, arada bir elimdeki şişeden kuvvetli yudumlar almaya devam ediyordum. Aniden üstüne bastığım meşrubat kapağı dengemi bozdu. Lağım ızgarasına doğru pis burun vurdum kapağa. Logosu Kiril harfleriyle yazılmış meşrubat kapağı şandelden girdi kaleye. Üç puan Metalist’e. Nefes nefese kalmıştım ama Frenklerin Freedom Square dedikleri meydana doğru yaklaşıyordum.

Sen de Yalnız Mısın Lenin - ÜAA11

İşte Lenin karşımdaydı. Bir yakını ölmüş gibi bakıyordu gerçi ama havadandır dedim, üstelemedim. “Sinirlerim çok bozuk, bildiğin gibi değil,” dedim ve boş votka şişemi mozoleye bıraktım. “Çirkin Sosyalizm yoktur az votka vardır,“ dediğimde şaçmalamaya başladığımı anlamıştım ama anlayışlı adamdı beni anlardı. “Bi de sana ne zamandır söylemek istiyorum,”dedim, cümlenin sonuna bir de sigara ekleyerek; “Sosyalizm, eşitlik vaadediyor özgürlüğün ucunu gösteriyor. Kapitalizm ise konfor ve özgürlük vadediyor ama kıçını gösteriyor ,” dedim. “Neyse bunların artık bi önemi kalmadı,” derken yanan sigara elimden düşmüştü.

“Ben çok yalnızım… Gerçekten çok yalnızım… Sen de yalnız mısın Lenin?”

NOT: Fotoğraflı kısa öykülerinizi (öykü yazarı ve fotoğrafı çeken farklı kişiler olabilir) ‘[email protected]’ adresine gönderebilirsiniz.  

41-Ümit-Aykut-Aktaş

 

Öykü ve Fotoğraflar: Ümit Aykut Aktaş

 

[Yeşil Mutfak Denemeleri] Brokoli ve Mantarlı Risotto- Sevin Turan Bettscheider

Bildiğiniz gibi yeşil mutfak denemeleri bir süredir imece usulü hazırlanıyor. Sevin’e pişirmek bana yayına hazırlamak düşüyor. Bu hafta soğuklar iyice kendini hissettirmeye başlamışken kışın habercisi brokoli ve mantarlı risotto düştü ocağımıza. Yanına bir kadeh şarap açmayı atlamazdım ben olsam, afiyetle! (Gizem Hasırcıoğlu)

riMalzemeler (3-4 kişilik)

250 gr risotto pirinci (arborio)

2 orta boy soğan

1-1,2 lt  sebze suyu

500 gr brokoli (1 adet)

6-7 adet mantar

2 adet kırmızı tatlı biber

150 ml beyaz şarap

4 yemek kaşığı zeytinyağı

150-200 gr civarında gorgonzola peyniri (veya parmesan veya eski kaşar peynir)

Tuz, karabiber, muskat

Hazırlanışı:

Soğanları doğrayıp, zeytinyağı ile biraz sote yapıyoruz. Burada soğanların renk değiştirmemesine dikkat etmek gerekiyor. Soğanlar yumuşayınca pirinci ekliyoruz ve sotelemeye devam ediyoruz. Risotto pirinci alışık olduğumuzdan farklı olarak yıkamadan kullanılması gereken bir tür pirinç. Marketlerde “arborio” pirinci etiketiyle bulabilirsiniz.

Daha sonra beyaz şarapı ekliyoruz ve kaynatıp alkolun uçmasını ve suyunu çekmesini bekliyoruz. Suyunu çektikçe sebze suyunu 1-2 kepçe daha koyup arada karıştırarak çektirme işlemine devam ediyoruz. Bu işlemi 4-5 kez tekrarlıyoruz. Pirinç yavaştan pişmeye ve pirinçler büyümeye başladığı zaman brokoliyi ekliyoruz. Dikkat etmemiz gereken suyu başlarda bol bol koymamak çünkü sebzeleride çiğ ekleyeceğimiz için, sebzeyi ekledikten sonra su eklemeye ve pişirme işlemine devam edeceğiz. Ben toplamda yaklaşık 1 lt sebze suyu kullandım. Sebzeleri biraz diri bırakmayı seviyorum, tadı daha lezzetli oluyor ama sebzeleri birazcık daha pişirmek isterseniz 1,2lt kullanabilirsiniz. Fazlası risottoyu lapa hale getirir. Risottonun lapa gibi olanı değilde biraz diri kalmış olanı makbul.

Brokoliyi de ekledikten sonra sebze suyunu azar azar verip çektirmeye devam ediyoruz. Daha sonra küçük parçalar halinde doğradığımız mantar ve tatlı kırmızı biberide ekleyip,karıştırarak sebze suyunu ekleme işlemine devam ediyoruz. Aralarda sebzelerin ve risottonun tadına bakarak ne kadar su ihtiyacı olduğuna karar verebilirsiniz. Sebzelerin diriliğine karar verip su ekleme işlemini bıraktığınız da tuz, muskat ve gorgonzola peynirini de ekleyip karıştırarak suyu iyice çekene kadar kısık ateşte ocakta tutuyoruz.

Not: Kullandığım sebze suyunda tuz vardı ama yeterli olmadığı için biraz daha ekledim. Sebze suyunu kendim yaptığım için çok tuzlu olmuyor ama bulyon kullanacaksanız veya peynir olarak parmesan peyniri kullanacaksanız ikisinin de daha tuzlu olduğunu unutmayın.

40-Sevin-Turan-Bettscheider

 

Sevin TURAN BETTSCHEIDER