Ana Sayfa Blog Sayfa 3252

Doğa savunucuları Maçka Parkı’ndan seslendi: Yaşam için #HAYIR

İstanbul ve Türkiye’den kent, çevre ve ekoloji hareketleri yıkım tehdidi altındaki Maçka Parkı’nda 26 Şubat Pazar günü bir araya gelerek anayasa referandumundaki tavırlarını açıkladılar.

Doğaya, kentlere yaşama Başkan olur mu? başlığıyla yapılan açıklamada Türkiye’de başkanlık rejiminin doğa ve kentler üzerindeki olumsuz etkileri vurgulandı.

Referandumla başkanlık geldiği takdirde tek bir kişinin ormanlar, denizler, kıyılar, tarih ve kültür üzerinde tek yetkili olacağını belirten yaşam savunucuları bu durumu eleştirerek referandumda hayır oyunu kullanacaklarını açıkladılar. Yaşamı savunanlar olarak özgürlük ve mutluluk, doğa ve kültür yok olmasın isteyen herkesi hayır demeye çağırdılar.

Yapılan basın açıklamasına 40’a yakın kent ve çevre örgütü temsilcileriyle çeşitli siyasi partilerden destekçiler katıldı.

Doğa Savunucularının Maçka Parkı’nda gerçekleştirdiği açıklamanın metni şu şekilde;

Doğaya, Kentlere, Yaşama Başkan mı Olur? #HAYIR!

Duyulsun sesimiz!

Yaşam savunucuları, asla yan yana gelemeyeceğimize inandırılmış kardeşlerimiz, doğa ve kent yıkımına, ekonomik çöküşe razı olmayan herkes duysun sesimizi!

Biz yaşamı savunuyoruz ve diyoruz ki, yaşama dair kararlar, o kişi kim olursa olsun, tek bir kişinin hükmüne ve yetkisine emanet edilemez. Güç düşkünlerinin zifiri karanlıklar yaratmasına imkan tanıyacak yetkilere, OHAL dayatmacılığının kalıcılaştırılmasına, memleketin tapusunun tek bir kişiye verilmesine #HAYIR diyoruz.

Çünkü;

Referandumla başkanlık gelirse; tek bir kişi, tüm Türkiye’nin temsil edildiği koca meclisten üstün olacak, doğaya ve kente darbe getiren Madde 80 gibi yasalar çıkarabilecek, birçok denetim mekanizmasından muaf olacak.

#HAYIR diyoruz. Çünkü;

Referandumla başkanlık gelirse, bu tek kişi, “Ormanı kes!” dediğinde ciğerlerimiz sökülecek, “Kıyılar benim!” dediğinde deniz kaybolacak, tarihi ve kültürel yapılar daha da hızla yok edilecek, rantın otelleri yükselecek, parklar kapanacak ve bu kişi istediği her yere nükleer santral yaptırabilecek.

#HAYIR diyoruz. Çünkü;

Güçbela ayakta kalmaya çalışan hukuk tek kişinin aracı haline gelecek; yürütmeyi durdurma, ÇED süreçleri, izin ve ruhsat gibi kavramlar yok olacak. Mahkemeler bu tek kişinin istediği gibi kayırdığı şirketlerin yararına çalışacak. Başkanlığın keyfiliği altında şimdiden başlayan Varlık Fonu gibi araçlarla halkın emeği şirketlere ve bu şirketlerin projelerine aktarılacak.

Biz yaşamı savunanlar, bu ağır koşullar karşısında, bir defa daha direnişin çağrısını, yaşamın şarkısını duyuyoruz.

#HAYIR, bu şarkı, kediyi köpeği korkutarak, dozer gibi ağaç sökerek, gelmiyor. Konu komşu kolunda, çoluk çocuk bir arada, şenlikle geliyor. Her mahallenin, her ormanın derininden; her bir karacanın beneğinden, her bir karıncanın su içişinden, sinema gişelerinden, parkların banklarından, kentlerden ve tüm yaşam alanlarımızdan, Gezi’nin nefesiyle geliyor: Ortak hafızamızın, ortak geleceğimizin sesidir bu! Bu ses ormanı, köyü, suyu, kıyıyı, parkı, ağacı bir tek kişinin iki dudağı arasına bırakmayanların sesidir.

Biz, yaşamı savunanlar, bu sesle özgürlük ve mutluluk isteyen, doğa ve kentler yok olmasın diyen herkesi #HAYIR demeye çağırıyoruz.

Yaşam icin, #HAYIR!

 

(Yeşil Gazete)

İntihar eden akademisyen Mehmet Fatih Traş’ın hocasına son mektubu…

Çukurova Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’ndeki dersleri alınan ve ardından intihar eden Dr. Mehmet Fatih Traş’ın bir hocası tarafından ‘PKK sempatizanı’ olarak suçlandığı ortaya çıktı. Traş’ın hocasına yazdığı mektubunun yanı sıra, yakın arkadaşı Lütfü Uçal, “Bu intihar bir politik cinayettir” dedi.

Barış İçin Akademisyenler imzacısı Dr. Mehmet Fatih Tıraş işten atıldıktan sonra okuldaki bir hocasına yazdığı mektupta yaşadıklarını anlattı.

BirGün’den Meltem Yılmaz’ın haberine göre, Dr. Traş, mektubunda “Hakkımda alınan karar gelecekte beni çok zor duruma düşürecek” diyor.

Mektupta şu ifadeler yer alıyor:

Hocam merhabalar yeniden

Hatırlayacağınız gibi birkaç hafta önceki mesajlaşmamızda fakülteden üç ders için görevlendirme aldığımı, bu yolla hem fakülte ile bağımı koruyup hem de ders verme deneyimi kazandığımı ifade etmiş idim.

Ancak geçen hafta olan fakülte kurulunda hocalardan birinin Beşiktaş’taki TAK saldırısından hareketle Türkiye’nin çok hassas günler geçirdiğini, benim Barış İçin Akademisyenler bildirgesinde imzamın olması müsebbibi ile PKK sempatizanı olduğumu ve dolayısıyla bu üç ders için yapılan görevlendirilmelerin iptal edilmesi gerektiğini önerdiğini öğrendim. Buna cevaben Dekan’ın konuyu Rektörlük’e sorduğunu, Rektörlük’ün ise benim fakültedeki görevlendirmemi sakıncalı bulduğunu söylediğini ve gerekeni yapması için Dekanlık’a telkinde bulunduğu bilgisini edindim.

Sonuç olarak gerekçesi ‘görülen lüzum üzerine’ olan bir fakülte yönetim kurulu kararı ile derslerim elimden alındı. Dekan ile yaptığım görüşmede iddianın ispata muhtaç olduğunu, hakkımda açılmış hiçbir dava ve soruşturma olmamasına rağmen dönemin bitimine üç hafta kala alınan bu karar gelecekte başka üniversitelere yollayacağım kadro başvurularında beni çok zor duruma düşüreceğini söylesem de…

“Bu intihar bir politik cinayettir”

Mehmet Fırat Traş’ın yakın arkadaşı olan Lütfü Uçal, arkadaşının yaşama vedasının ardından yazdığı yazıda, Traş’ın intiharının aynı zamanda bir politik cinayet olduğunu vurgulayarak şu ifadeleri kullandı:

Onuru için kendine kıyan bir insan evladı: Mehmet Fatih Traş… Genç bir insan, sevgi dolu, naif…. Alçakgönüllülüğü ile en sıradan insanı utandıran cinsten… Sanata, bilime ve insana dair ne varsa bitip tükenmek bilmeyen bir merak ve coşkuyla yaşadı. Aynı zamanda genç bir akademisyendi… 25 Şubat 2017 gününün ilk saatlerinde sessiz sedasız çekilip gitti aramızdan. Çekip giderken kimseye bir laf etmedi. Çıkışsızlığını gün be gün gösterse de en yakınındakilere, o derin sessizliğin böyle bir sonuca varacağını tahmin edemedi hiç kimse. Birkaç arkadaşına elveda demekle yetindi….

Bu intihar aynı zamanda politik bir cinayettir. Bu yazı en yakınındaki arkadaşlarından biri tarafından bu gerçeği göstermek için yazılıyor. Fatih, Barış için Akademisyenler tarafından yazılan Barış Bildirisinin imzacılarından biri. Tam doktorayı bitirmek üzereyken attığı bu imzanın bedelleriyle ilk günden itibaren karşılaşmaya başladı. Çevresinde değer verdiği “hocaları” bu imzayı önce atmaması, devamında geri çekmesi için defalarca dostça nutuklar çektiler. Hepsine gülüp geçti… Sonra tüm güçlüklere rağmen doktorasını bitirdi. Artık İktisat ve Ekonometri alanlarında uzmanlığını kanıtlamış bir Doktor olmuştu.

Önce doktora derecesini aldığı Çukurova Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde bir iş arayışı oldu. Tüm rektörlerin doğrudan Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla hizaya girdiği bir ortamda Fatih’e kadro vermek pek göze alınacak bir karar değildi. Bir şekilde Fakülte Fatih’e ücretli ders ayarladı. Onun için attığı imzanın bedellerini ödemek çok da mühim değildi. Mühim olan dost yüzlü dost gülücüklü insanlarla bu bedelleri öderken karşı koyabilmekti. O yüzden, ilk defa kendi adına açılan ve tek başına yönettiği 3 derse emek vermek belki de mesleki anlamda en keyif aldığı işti. Tüm heyecanı ve coşkusuyla öğrencilerine yoğunlaşmışken dönemin ortasında bir anda tuhaf bir gelişme oldu. Fakülte Kurulu toplanıp Fatih’in üstlendiği ders verme görevine son vermişti.

Peki gerekçe neydi?

Gerekçe yoktu! Kağıtlara “görülen lüzum üzerine” yazmakla yetindiler. Attığı imzanın ilk ağrı bedeli ile karşı karşıyaydı. Sakın yanlış anlaşılmasın burada Fatih’i üzen şey derslerden aldığı “üç kuruşun bile altındaki” para değildi. Onu üzen şey tüm ısrarlarına rağmen üç dersin – ve o dersi alan öğrencilerin – yarı yolda bırakılmasıydı. “En azından dönemin bitmesini bekleselerdi” demekle yetindi. Bu kararda sorumluluk Fakülte Kuruluna aitti. Kurula öneriyi getiren “hoca” toplantıda ısrarla Fatih’in “terörist” olduğunu iddia etti. Kendisine kaynağı sorulduğunda ise gizli polisi ima etti. Ama Fatih’in onurunu esas kıran nokta, güvendiği ve dost bildiği “Hoca”larının bu kararı kendisine tüm açıklığı ve gerçekliğiyle izah etmekten imtina edişi oldu.

Takip eden ayların Fatih için zorlu geçeceği artık sır değildi. Çok geçmeden Mardin Artuklu Üniversitesi’nden bir dostu Fatih’i Fakülteye önerdi. Fakülte telefonla iletişim kurup Fatih’in “tam da aradıkları eleman” olduğunu söylediler. Yine heyecanlandı, yine umutlandı. Daha 2 gün geçmeden çalan telefonunu Mardin Artuklu Üniversitesinden bir görevli arıyordu. Görüşme çok kısa geçti. Yine “görülen lüzum üzerine” böyle bir atamanın yapılmasının olanaksız olduğunu anlatıyordu karşıdaki ses. Çok geçmeden İstanbul Aydın Üniversitesi’ne başvurdu Fatih. Mütevelli Heyeti, Rektör Yardımcısı, Fakülte Dekanı çok etkilenmişlerdi Fatih’in özgeçmişinden. Vereceği dersleri uzun uzun konuştular. Alacağı ücret konusunda da anlaşıp kontrat imzaladılar. Hatta kendine ev bak İstanbul’dan dediler. Yine çok heyecanlıydı. Artık mesleğini icra edebileceğine inanmıştı. Sonra yine yetkili biri aradı ve Fatih’in “maalesef terörist” olduğunu ima etti.

En çok da Toros Üniversitesi’ne içerledi Fatih. Türlü sınavlar, mülakatlar ve seremoniler neticesinde aradıkları “adamı” bulmuşlardı. Hatta yakında başlayacağı bölümün ders programını, ders içeriklerini vb. bile hazırlattılar. Ama o göreve başlayacağı “yakın tarih” bir türlü gelmedi. Son dönemde doktorasını aldığı Çukurova Üniversitesi’nde bir proje kapsamında çalışıyordu. Üzerindeki baskıya, aşağılanmaya ve hedef gösterilmeye rağmen hep o biricik hedefine ilerlemeye çalıştı. Ama olmadı.. olamadı… İntihar insanlık tarihinde hep anlaşılmayan-anlaşılamayan bir davranış olarak kalmıştır.

Tıpkı aşk gibi, sevgi gibi…

Ola ki “bunalıma girdi intihar etti” derlerse, emin olun ki yalan söylüyorlar! Fatih katledildi! Politik iktidar aldı aramızdan en değerlilerimizden birini… Hesabı sorulacak…

Paul Eluard’ın Gabriel Peri’ye yazdığı şiirle hatırlayacağım seni çocuk…

Paul Eluard’ın Gabriel Peri’ye yazdığı şiirle hatırlayacağım seni çocuk… Yaşatacağım kalbimin en derininde, bilincimde, eylemimde…

Gabriel peri

bir insan öldü başka silah bilmeden
hayata açılmış kollarından gayrı
bir insan öldü başka yol bilmeden
mavzerlerin kıpraştığı yollardan gayrı
bir insan öldü vazgeçmez hâlâ döğüşten
ölüme karşı o karanlığa karşı
madem onun istediği şeyleri
biz de istiyoruz
esenlik diyoruz ışısın bir
gözlerin gönüllerin derininde
adalet diyoruz ışısın yeryüzünde
insanı yaşatan kelimeler vardır
hani yunmuş arınmış sözler
sıcaklık diyelim güven diyelim
mesela aşk adalet hürriyet kelimesi
çocuk kelimesi insanlık kelimesi gibi
ve bazı çiçeklerin ülkelerin ismi
mesela yiğitlik kardeşlik arkadaşlık
çalışma kelimesi gibi
sonra bazı kadınların bazı dostların ismi
bizim peri de onların arasında

bizim dediysem boşuna değildi vurulduğu
peri öldüyse bu hayat yaşamaya değsin diyeydi
ondan öğrendik gücümüzün nelere yeteceğini
biz diyorsam onun umudu hâlâ harlı diyedir.

İmzacı olduğu için sözleşmesi yenilenmeyen akademisyenden Traş’a mektup

Barış Bildirisine imza attığı için Mustafa Kemal Üniversitesi’ndeki sözleşmesi yenilenmeyen Dr.Utku Sayın da, Mehmet Fatih Traş’a mektup yazdı. Sayın’ın ifadeleri şöyle:

Mehmet Fatih Traş’ın ardından;

Ne kadar acı ki “ardından” demek zorunda kaldım. Tam iki saattir milyonlarca sözcük arasında dolanıyorum. Girdaba girmiş gibiyim. Ne yazılır ki onurlu birisinin, erkenden yaşamamayı seçmiş olması karşısında. Kendimi yüreğime bırakıp yazmak zorundayım başka türlü anlatmam imkânsız sanki bu acıyı. Aslında o güzel insanı yaşamım boyunca tanıma onuruna, güzel gülüşünü yakından görme şansına hiç sahip olamadım. Oysa biz çok yakın kentlerin benzer idari anlayışına sahip iki üniversitesinin, Barış Bildirisine imza koyduğu için işinden olan iki bilim insanıydık. Aslında mekânsal uzaklığın haricinde son 13 aydır yaşamımız ne kadar ortakmış.

Mehmet Fatih Traş’ı yıllarca emek verdiği fakülteden ve işinden, Çukurova Üniversitesi İİBF dekanlığı ve rektörü, bir kıyım maddesi olan 50/D’nin arkasına saklanarak uzaklaştırdılar. Tabi, Ekonometri Bölüm Başkanlığını da unutmamak lazım. Belki doçent ve profesör olmalarında asistan olarak emeğini kattığı, kendisine akademisyen diyen ama iktidarın yanında duruşlarıyla bu sıfatla alakaları olmadığını gösterenler… AKP iktidarının kendi akademisyenini yaratmak için, bugün “terör örgütü” dedikleri Fetullahçılar aracılığıyla yıllarca neler yaptığını ve yapılanlara göz yumduğunu, akademide bilmeyen yoktur. Elbette Çukurova Üniversitesi rektörü, İİBF dekanı ve Mehmet Fatih’i atmak için gayretkeşlik gösteren Ekonometri Bölüm başkanı da bunları biliyordu. Ama onlar zaten iktidarın akademisyeni olmaya gönüllüydüler.

Mehmet Fatih ise iktidarın değil bilimin ve emeğin akademisyeni olanlardandı. Aylarca eğitiminin karşılığı olan bir iş için arayışları yetersiz kaldı, çünkü o “barış” isteyen bir akademisyendi. Öyle ya akademisyen eğer barış isterse, akademinin ve düşüncenin özgürlüğünü, insan haklarını savunursa iktidarın işine yaramayan bir akademisyen olurdu. Tıpkı diğer 2211 arkadaşı gibi O da iktidarın işine yarayanlardan olmadı.

AKP iktidarının suç listesi içine, ülkenin bilimsel geleceğini yok etmek de girdi. İktidar disiplin cezaları, işten atmalar ve KHK çarkıyla bilimi öldürürken, maalesef bugün Mehmet Fatih bize bilimin başka şekilde de öldürülebildiğini gösterdi. Ah be Mehmet Fatih tamam boyun eğmeyeceğiz dedik, sende eğmediğini gösterdin, ama keşke hala bizimle kalıp birlikte gösterebilseydik boyun eğmeyeceğimizi. İktidarın eğdiremediği boyunlarımızı sen büktün be… 13 aydır her türlü saldırıya göğüs gerdik, direndik hep birlikte, hadi söyle buna nasıl direneceğiz biz? Hepimiz öğrendik haksızlığa, adaletsizliğe direnmeyi belki, ama öğrenmedik ki erken ölüme göğüs germeyi. Az daha sabredemedin mi? Nisan ayı bahar gelecekti ülkeye, neden acele ettin be Fatih o baharı görmek aramızda en çok senin hakkındı belki. Hatta buluşup hep beraber YÖK denilen darbe kurumunun önünde halaya duracaktık birlikte. Düşünsene 2212 kişilik dev halay. Sana söz olsun Fatih o halayı yine kuracağız ve halay başı sen olacaksın. Hiç utanmaca bahanesi falan da dinlemeyiz bilesin. Asıl utanması gerekenler hala iktidarda, YÖK’te ve sensiz bıraktıkları Çukurova Üniversitesi’ndeler. Tabii hala utanma duyguları kaldıysa.

Hâlâ utanmayı bilen akademisyenlerin senin bu acı eyleminden öğrenecekleri şeyler de var. Düşünsene özgür bir akademisyen olmanın, işini kaybetme korkusu kadar değil, yaşamına kıyacak kadar zor bedelleri olabildiğini, öğrencilerden uzak durmanın bizim için ne kadar acı olduğunu öğreneceğiz senden. Öğrettin bize Fatih, aslında ne kadar zor şeyler yaşattıklarını tekrar öğrettin. Keşke bu kadar “acı bir dersle” öğretmesiydin be çocuk. Ama bitmedi, onların da bizden öğrenecekleri var. Senin ışığınla biz de onlara özgür akademinin ne olduğunu öğreteceğiz. Hep yanımızda ol, çünkü senin rehberliğine çok ihtiyacımız olacak.

Acı ve umutla,

 

(Birgün)

Oscar’da anons skandalı: La La Land dediler sonra Moonlight’a ödülü verdiler

89. Oscar ödülleri sahiplerini buldu. Ödül töreni Dolby Tiyatrosu’nda, ünlü komedyen Jimmy Kimmel’in sunumuyla başladı. Törene, en iyi film ödülünün yanlış açıklanması damga vurdu.

 

En iyi yönetmen ödülü La La Land filmiyle Damien Chazelle’in oldu. En iyi erkek oyuncu ödülü Manchester By The Sea ile Casey Affleck’in oldu. En iyi film ödülü Moonlight’ın oldu. Törende önce yanlışlıkla La la Land’in en iyi film seçildiği açıklandı. Ancak daha sonra bu hata düzeltildi.

https://www.youtube.com/watch?v=v3RLFhwzUgk

Hatanın üzerine Türkiye’deki sosyal medya kullanıcıları, Bursaspor’un şampiyonluğuyla biten 2009-2010 sezonundaki son maçta, Fenerbahçe stadındaki yanlış anons nedeniyle sarı lacivertli taraftarların yaşadığı erken şampiyonluk sevincine ve sonrasındaki hayal kırıklığına gönderme yaptı.

En iyi kadın oyuncu Viola Davis seçildi. En iyi yabancı film ödülü, The Salesman filmi ile İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin oldu. Farhadi, Trump’ın Müslüman ülkelere uyguladığı vize yasağından dolayı Oscar törenine katılamadı.

89. Oscar ödüllerinin sahipleri şöyle:

En iyi film

Moonlight

Diğer adaylar

Arrival
Fences
Hacksaw Ridges
Hidden Figures
Lion
Hell or High Water
Manchester by the Sea
La La Land

***

En iyi kadın oyuncu

Emma Stone (La La Land)

Diğer adaylar

Natalie Portman, Jackie
Meryl Streep, Florence Foster Jenkins
Isabelle Huppert, Elle
Ruth Negga, Loving

***

En iyi erkek oyuncu

Casey Affleck (Manchester By The Sea)

Diğer adaylar

Andrew Garfield, Hacksaw Ridge
Ryan Gosling, La La Land
Viggo Mortensen, Captain Fantastic
Densel Washington, Fences

***

En iyi yönetmen

Damien Chazelle (La La Land)

Diğer adaylar

Arrival, Denis Villeneuve
Hacksaw Ridge, Mel Gibson
Manchester By The Sea, Kenneth Lonergan
Moonlight, Barry Jenkins

***

En iyi orijinal senaryo

Manchester by the Sea

Diğer adaylar

Hell or High Water
La La Land
The Lobster
20th Century Women

En iyi uyarlama senaryo

Moonlight
Diğer adaylar
Arrival
Fences
Hidden Figures
Lion

***

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:

Mahershala Ali, Moonlight

Diğer adaylar

Jeff Bridges, Hell or Night Water
Lucas Hedges, Manchester By the Sea
Dev Patel, Lion
Michael Shannon, Nocturnal Animals

***

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:

Viola Davis, Fences

Diğer adaylar

Naomie Harris, Moonlight
Nicole Kidman, Lion
Octavia Spencer, Hidden Figures
Michelle Williams, Manchester By The Sea

***

En İyi Yabancı Film:

The Salesman, İran

Diğer adaylar

Land of Mine, Danimarka
A Man Called Ove, İsveç
Tanna, Avustralya
Tnoi Erdman, Almanya

***

En İyi Belgesel:

O.J: Made in America

Diğer adaylar

Fire at Sea
I Am Not Your Negro
Life Animated
13th

***

En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı:

Suicide Squad

Diğer adaylar

A Man Called Ove
Star Trek Beyond

***

En İyi Kostüm:

Fantastic Beast and Where to Find Them

Diğer adaylar

Allied
Florence Foster Jenkins
Jackie
La La Land

***

En İyi Ses Kurgusu:

Arrival

Diğer adaylar

Deepwater Horizon
Hacksaw Ridge
La La Land
Sully

***

En İyi Ses Miksajı:

Hacksaw Ridge

Diğer adaylar

Arrival
La la Land
Rogue One: A Star Wars Story
13 Hours: The Secret Soldiers of Benghazi

***

En İyi Kısa Animasyon Filmi:

Piper

Diğer adaylar

Blind Vaysha
Borrowed Time
Pear Cider and Cigarettes
Pearl

***

En İyi Animasyon Filmi:

Zootopia

Diğer adaylar

Kubo and the Two Strings
Moana
My Life as a Zucchini
The Red Turtle

***

En İyi Prodüksiyon Tasarımı:

La La Land

Diğer adaylar

Arrival
Fantastic Beast and Where to Find Them
Hail, Caesar!
Passengers

***

En İyi Görsel Efekt:

The Jungle Book

Diğer adaylar

Deepwater Horizon
Doctor Strange
Kubo and the Two Strings
Rogue One: A Star Wars Story

***

En İyi Film Kurgusu:

Hacksaw Ridge

Diğer adaylar

Arrival
Hell or High Water
La La Land
Moonlight

***

En İyi Kısa Belgesel:

The White Helmets

Diğer adaylar

Extremis
4.1 Miles
Joe’s Violin
Watani: My Homeland

***

En İyi Kısa Film:

Sing

Diğer adaylar

Ennemis Interieurs
La Femme et Le TGV
Silent Nights
Timecode

***

En İyi Sinematografi (Görüntü Yönetmenliği):

La La Land

Diğer adaylar

Arrival
Lion
Moonlight
Silence

***

En İyi Film Müziği:

La La Land

Diğer adaylar

Jackie
La La Land
Lion
Moonlight
Passengers

***

En İyi Orjinal Şarkı:

City Of Stars, La La Land

Diğer adaylar

Audition (The Fools Who Dream), La La Land
Can’t Stop The Feeling, Trolls
The Empty Chair, Jim: The James Foley Story
How Far I’ll Go, Moana

 

(Ajanslar, Yeşil Gazete)

1600 yıllık surlara portatif çatılı düğün salonu!

Fatih Belediyesi’ne ait Topkapı Sosyal Tesisleri’nin bitişiğinde bulunan, belediyenin düğün organizasyonları amacıyla kiraladığı alan için, yüzlerce yıllık tarihi surların üzerine dışarıdan da görülen bir çatı monte edildi.

Fatih Belediyesi tarafından 2015 yılında bir rölöve, restitüsyon ve restorasyon projesi hazırlanarak İstanbul 2 Numaralı Yenileme Alanları Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’na sunuldu. Projeyi inceleyen kurul, 12 Mayıs 2016’da, İstanbul’un en eski yapılarından olan ve UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne alınan tarihi surlara, ‘nitelikli portatif örtü’ sistemi kurulabileceğine karar verdi.

Hürriyet’ten İdris Emen’in haberine göre, kurulun bu kararı üzerine, açık hava düğün ve organizasyonlarında kullanılan sur bölgesine, Fatih Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü tarafından geçtiğimiz eylül ayında yaklaşık 3 metre yüksekliğinde açılıp kapanabilen bir çatı monte edildi.

“Duvarlara temas yok”

Söz konusu açılır kapanır çatının surlara zarar vermediğini savunan Fatih Belediyesi’nden konuyla ilgili yapılan açıklamada, “Yapılan uygulamanın, sur duvarları ile hiçbir şekilde teması yoktur ve kurul kararına uygun olarak yapılmıştır” ifadeleri kullanıldı.

Hareketli çatının çirkin bir görüntü ortaya çıkardığını söyleyen Fatih Belediyesi’nin CHP’li Meclis üyesi Fazıl Uğur Soylu ise, “Surların bitişiğinde bulunan sosyal tesis için inşa edilen hareketli çatıyı inceledim. Duvarlara monte edilmemiş. Ancak çirkin bir görüntü ortaya çıkmış. Surların dışından da görünüyor. Bu konuyla ilgili şikâyette bulunacağız” diye tepki gösterdi.

“Kimliğiyle ilgisiz kullanım şekli”

İstanbul surlarına yapılan hareketli çatının yüzlerce yıllık tarihi dokuyu bozduğunu savunan Arkeologlar Derneği İstanbul Şubesi ise konuyla ilgili şu açıklamada bulundu:

“Bu surlarda uygulanacak her proje surların kimliği göz önüne alınarak uygulanmalıdır. Surlara verilecek işlevler kültür varlığının korunmasına hizmet etmeli ve alanın bütüncül olarak algılanmasını engellememeli. Topkapı Sosyal Tesisi ise tüm bunların aksine kara surlarının bir bölümünde miras alanının kimliğiyle ilgisiz bir kullanım şekline neden olmakta, bu tarihi doku düğün ve benzeri etkinlikler için bir ‘konsept’ malzemesi olarak pazarlanmaktadır.”

 

(Hürriyet)

[Masal] Üç Sihirli İnci

Bazen yanlış doğru gözükür
Ak karaya bürünür
Bilmez insan önünü
Şer hayra dönüşür
Yoldur bahtımız yürünür
Derviş doğulmaz ölünür

Uzak diyarların birinde yaşarmış bir taş ustası. En uzak illerde dahi bilinirmiş sanatı. Değdiği taş dönüşürmüş hamura, kavuşurmuş sanki cana. Sultanlar, şahlar, zorbalar istemiş ustanın sırrını; o ise kimseye el vermemiş, eğmemiş hiç başını. Reddetmiş altını, dünya malını; dermiş yok hiçbirinin bana hayrı. Boşuna ağartmamış o ak sakalını.

Ancak zaman bu, durmaz; ihtiyarlık kaçınılmaz. Usta canından geçmiş ama, gönlü elvermemiş hünerini öksüz komaya. Başlamış bir çırak aramaya. Rüzgâra, uçan kuşa, dört tarafa haber salmış. Demiş, bir imtihanım var yüreği olana. Kolay değil can vermek taşlara. Ayırmak lâzım, kim layık kim lakayt; öğreteceğim maharetimi doğru durana.

Dört diyardan pek çok yiğit gelmiş tekkeye, talip olmuş her biri taşların efendiliğine. Usta her geleni tartmış, yoklamış; kimini gözü tutmamış, kimini dolu bulmamış. Söze efendilik makamından girene yüreği ısınmamış. Kalan bir avuç kişiden ise imtihanda vazcaymış. Sonunda “buymuş kaderim demek, hünerim de benle mezara gelecek”, diyerek yüreğine taş basmış.

Bir akşam vakti, masal burada bitecek değil ya, sıska mı sıska bir kız belirmiş tekkenin kapısında. Demiş ben talibim senin sanatına. Alırsan beni yanına söz veriyorum emanetini korumaya. Usta ak sakalını sıvazlamış, derin düşüncelere dalmış. Onca yiğidin yapamadığını bu sıska kız mı yapacakmış? Sormuş, ne bilirsin taşlar hakkında? Kız cevap vermiş: Bildiğim şu, hükmetmiyorsun taşlara. Gözlerin, ellerin, duruşun, uyum sağlamış zamanla. Sen taşlara, taşlar sana; beraber değişmeden keski hayat vermez asla. Usta dönmüş kızdan yana, süzmüş bu yiğidi ilk kez baştan aşağıya. Peki demiş, taş mı yoksa altın mı değerli, söyle bana. Kız demiş, maharet önemli, aklı olana.

İhtiyar bakmış kızın sözü kuvvetli, görelim bir de icraatta. Demiş, bir isteğim var senden, çırağım olursun yerine getirirsen. Üç sihirli inci ararım nicedir. Biri yağmuru dindirir, diğeri rüzgârı durdurur, sonuncusu ateşi söndürür. Bunların değeri ne altın ne gümüşle ölçülür. Bulmak kolay değil, âlemin öbür ucuna yürünür. Yolda bahtına göre iyilik engele dönüşür, düşman dost gibi görünür. Cesur olmaktır aslolan, bir de verdiğin sözdür.

Peki, demiş kız. Madem ustalık öğrenilmiyor yalnızca oturarak taşın başında, o hâlde düşerim ben de yollara. Usta gülümsemiş, demiş rastladım gözü pek, dili denk bir kıza. İlk kez el vermiş gönül rızasıyla: “İncilerin yerini soracağın kişi, yol geçmez kadim kara ormandaki bir evliya. Selam söyle aziz dostuma, haydi uğurlar ola.”

Sıska kız az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş; bir de bakmış arkasına, bir arpa boyu yol gitmiş. Ama yılmamış, devam etmiş. En sonunda geçit vermez bir bataklığa denk gelmiş. Aramış taramış, karşıya geçecek sığ bir yer bulamamış. O sırada çamurdan bir yılan çıkmış, ağzını açıp kıza yaklaşmış. Dile gelmiş seslenmiş: “Neyin nesi, kimin fesisin? Burada yılana sarılıp boğulan çoktur, bilmez misin?” Kız korkmamış, anlatmış meramını; incileri, ustayı, dünyanın gizemine vakıf evliyayı… Yılan peki demiş, gel sarıl boynuma, geçireyim seni öte tarafa. Ancak bir söz ver bana. Burası dünya güzeli bir göl idi zamanında, ancak yıllardır yağmur yağmıyor buralara. Bulduğunda sorar mısın evliyaya, nasıl çağırırım bulutları acaba? Kız tamam demiş, sana söz ve böylece geçmiş karşıya.

Az gitmiş uz gitmiş, kestirmeye tamah etmemiş; fakat bir de bakmış ki gölgesi kadar yol gitmiş. Yılmamış, devam etmiş. En sonunda zirvesi bulutları aşan dimdik bir dağın yamacına gelmiş. Aramış taramış, dağı aşacak bir geçit bulamamış. O sırada dev kanatları olan yağız bir at seke tökezleye yanına yanaşmış. Dile gelmiş, seslenmiş: “Neyin nesi, kimin fesisin? Buranın dağları atlıyı attan yaylıyı yoldan çevirir, bilmez misin?” Kız üşenmemiş, anlatmış meramını; incileri, ustayı, dünyanın gizemine vakıf evliyayı, yılanı… Peki demiş at, gel bin sırtıma, geçireyim seni öte tarafa. Ancak bir söz ver bana. Rüzgâr esmez oldu buralarda, uçamıyorum artık şu koca kanatlarla. Bulduğunda sorar mısın evliyaya, nasıl çağırırım rüzgârı acaba? Kız tamam demiş, sana söz ve böylece geçmiş dağın öte yanına.

Yine yollara düşmüş, az gitmiş uz gitmiş. Bu masala sığmayacak badireler atlatmış; bir de bakmış ki ancak bir adım atmış. Ama yılmamış, devam etmiş. En sonunda buzdan bir okyanusa gelmiş. Aramış taramış; ama buzları nasıl aşacağını bulamamış. O sırada buzların arasından kıpkırmızı bir ejderha çıkmış. Dile gelmiş seslenmiş: “Neyin nesi, kimin fesisin? Az ateş çok odun yakar, bilmez misin?” Kız çekinmemiş, anlatmış meramını; incileri, ustayı, evliyayı, yılanı ve atı…Peki demiş ejderha, tutun kuyruğuma, geçireyim seni karşı kıyıya. Ancak bir söz ver bana. Ateş çıkmıyor, sanki biri büyü yapmış boğazıma. Eğer böyle giderse donacağım buzlarda. Bulduğunda sorar mısın evliyaya, nasıl iyileşirim acaba? Kız tamam demiş, sana söz ve böylece geçmiş buzdan okyanusun karşısına.

Nihayet yel esmez, yol geçmez kadim kara ormana varmış. Aramış taramış, evliyaya benzer birini bulamamış. Yanlış mı geldim diyerek ilk kez korkuya kapılmış. Sonunda yorgunluğa dayanamamış, oturduğu meşenin altında derin bir uykuya dalmış. Rüyadır belki böyle biline, dile gelmiş üstündeki koca meşe: “Ey insan evladı, bir bak hele. Sefa geldin, hoş geldin evliyalar tekkesine; ama bunca yolu uyumaya gelmedin herhalde. Dünyanın gizemini aralayacak üç soru sorabilirsin bize. Düşün taşın bilmek istediğin neyse, olur ya, belki Karun gibi zengin dönersin eve. (Usulca fısıldamış sonra kendi kendine: İnsan dediğin nedir ki… Aklı parada, güçte.)

Kız duymamış bile cümlenin ardını, sırtına binmiş verdiği sözlerin ağırlığı. Düşünmüş tek tek yağmursuz kalan yılanı, uçamayan atı, ateş çıkaramayan ejderhayı. Bir de kendi sorusu var, dört eder toplamı… Sözden mi caymalı, yoksa tepmeli mi fırsatı? Bu şekilde kendini tartmış ve üç sorunun cevabını alarak yeniden yola çıkmış.

Karşısına çıkmış önce kırmızı ejderha, demiş sorabildin mi kaybolan ateşi evliyaya? Sormaz mıyım, sordum elbette diye cevap vermiş kız ona. Boğazında bir taş var, o engel olurmuş alevin çıkmasına. Ejderha öksürmüş, tıksırmış; kıpkırmızı bir taş çıkmış dışarıya. Taşla beraber alevler dolmuş ağzına, ısıtmış yakında uzakta ne varsa. Aydınlanmış yüzü mutlulukla ve şöyle demiş dönüp kıza: “Tuttun verdiğin sözü bana; al bu düşen taşı hatıra olarak sakla.” Sonra da onu masmavi okyanusun üstünden geçirmiş karşıya.

Bu kez kanatlı at gelmiş yanına, demiş sorabildin mi esmeyen rüzgârı evliyaya? Sormaz mıyım, sordum elbette diye cevap vermiş kız ona. Kanadında bir taş var, o engel olurmuş rüzgâra. At çırpmış kanatlarını; bembeyaz bir taş düşmüş aşağıya. Taşla beraber rüzgâr dolmuş kanatlarına. Aydınlanmış atın yüzü mutlulukla ve şöyle demiş dönüp kıza: “Tuttun verdiğin sözü bana, al bu düşen taşı hatıra olarak sakla.” Sonra da uçurmuş onu dağların öte tarafına.

Son olarak yılan çıkmış yoluna, demiş sorabildin mi yağmayan yağmuru evliyaya? Sormaz mıyım, sordum elbette diye cevap vermiş kız ona. Kuyruğun takılmış bir taşa, o engel olurmuş yağışa. Yılan savurmuş kuyruğunu havaya; masmavi bir taş düşmüş yanına. Taşla beraber kararmış gökyüzü simsiyah bulutlarla. Aydınlanmış yılanın yüzü mutlulukla ve şöyle demiş dönüp kıza: “Tuttun verdiğin sözü bana, al bu taşı hatıra olarak sakla.” Sonra da taşımış onu gölün karşı kıyısına.

Kız perperişan dönmüş ustanın yanına. Demiş, uzun yollar gittim; dağlar, bataklıklar, okyanuslar geçtim. Bu dünyanın gizemi kimde mahfuz, onu bildim. Dostlar edindim, kendim yetiştim. Ama usta affet, incilerin yerini sormaya yetemedim. Senin çırağın olmaya eremedim. Sana inci değil, işte bu değersiz taşları getirdim.

Taş ustası görünce taşları, bulduğunu anlamış aradığı çırağı. Kıza hemen vermiş bir keski, haydi aç demiş içlerini. Kız yapmış denileni, her birinden çıkmış birer inci. O zaman anlamış ancak yağmayan yağmurun, esmeyen rüzgârın, gürlemeyen ateşin hikmetini.

Çok oldu usta öleli, ama zanaat devam etti. Gelen her nesil sonrakine el verdi. İnsan, taşla toprakla şekillendi. Fakat kendiyle imtihanı hiç bitmedi.

Bu yazı ozanoyunbozan.blogspot.com.tr/ den alınmıştır

 

 

Sezai Ozan Zeybek

Nükleer enerji: Sınırsız güç, dönüşü olmayan yıkım

Üzerinden neredeyse 6 yıl geçmiş olmasına rağmen etkileri hala devam eden Fukuşima nükleer felaketi yine dünyanın gündeminde. 11 Mart 2011’de deprem sonrası yaşanan bu felaketle ilgili her geçen gün yeni bilgiler ortaya çıkıyor. Yetkililer birkaç hafta önce sızıntıyı temizlemek üzere uzaktan kumandalı bir robotu reaktörlerden birine göndermişti. Ancak bölgedeki radyasyon öylesine yüksekti ki robot görevini tamamlayamadı. 650 Sv[i] radyasyona maruz kalan robot alandan geri bile çekilemedi.

İşin fenası bundan önce de ergimenin gerçekleştiği bölgeye gönderilen robotlar defalarca etkisiz hale gelmişti. Üretilmeleri yıllar alan bu cihazlar çok yüksek düzeyde tehlikeli olan yüzlerce erimiş yakıt çubuğu baloncuklarını sökmek üzere gönderiliyor. Radyasyon düzeyinin görece düşük olduğu reaktördeki yakıt çubukları temizlenmiş olsa da diğer reaktörlerdeki radyasyon seviyesine robotlar bile dayanamıyor. Şimdilik bu şiddetteki radyasyona dayanabilecek robot üretebilecek bir teknoloji yok. Görünen o ki bu kirliliği temizlemek kısa vadede mümkün görünmüyor. Hatta temizleme çalışmalarının 40 yıl kadar süreceği tahmin ediliyor.

Nükleer kirlilik Pasifik Okyanusu’nun tamamına yayıldı 

Şimdi gelin kirliliğin boyutlarına bakalım. Geçtiğimiz Kasım ayında ABD’nin Tillamook Körfezi ve Gold Sahili’nde Fukuşima’daki felaketinin ardından sızan radyoaktif madde (Sezyum 134) tespit edilmişti. Aynı tür radyoaktif madde bundan da önce Kanada’nın British Columbia eyaleti kıyılarında da bulunmuştu. Geçtiğimiz sene kamuoyuyla paylaşılan bir harita[ii] Pasifik Okyanusu’ndaki Fukişima kaynaklı radyoaktif kirlenmenin boyutlarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu (Bkz. Harita 1).

Harita 1: Fukişima kaynaklı radyasyon kirliliği (2016)

Kaynak: ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi (NOAA)

Daha da beteri radyoaktif madde nükleer santralden sızıp koca okyanusu kirletmeye devam ediyor. Okyanusun iki yakasından alınan örneklerden anlaşıldığı üzere şimdiye kadar 760 bin tondan fazla radyoaktif madde suya karışmış durumda. Günde 300 ton radyoaktif madde ile kirlenmiş suyun 4 sene boyunca daha sızacağı tahmin ediliyor[i]. Sonuç olarak üzerinden 6 sene geçmesine rağmen Fukuşima felaketinin kontrol altına alındığı söylemek bile mümkün değil.

Dünya nükleer enerji kazalarıyla ilk kez karşılaşmıyor

Tabi dünyada yaşanan tek nükleer felaket Fukuşima’daki değil.  1986’da Ukrayna’da yaşanan Çernobil nükleer kazası 20. yüzyıla damgasını vuran olaylardan biriydi. Üzerinden otuz seneden fazla zaman geçmesine rağmen sadece Ukrayna’da değil çevre ülkelerde de 5 milyondan fazla insan halen radyoaktif atıklarla kirlenmiş bir çevrede yaşamaya devam ediyor. İşin halk sağlığı boyutuna bakacak olursak 1990-2000 yıllarında Belarus’da kanser oranı %40 arttı. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre Çernobil yakınında yaşayan 50 binin üzerinde çocuk tiroid kanserine yakalandı. Türkiye’de de Çernobil’den yayılan radyasyon nedeniyle kanser vakalarında artış olduğu Türk Tabipleri Birliği’nin yaptığı bir araştırmalarla ispatlandı. Hopa’da ölümlerin %47,9’unun kansere bağlı olduğunu biliyoruz. Radyoaktif kirlilik gelecek kuşakları da olumsuz etkiliyor.

Kyshtym (Rusya) yakınlarında bulunan Mayak Nükleer Santali’nde (1957), Cumbria’daki (İngiltere) bölgesinde bulunan Windscale nükleer santralinde (1957), Three Mile Island (ABD) nükleer santralinde (1979) ve yine Tokaimura (Japonya) nükleer santralinde (1999) doğaya ve insanlara büyük ve geri dönüşü olmayan zararlar ortaya çıktı.

Nükleer santrallerde her zaman küçük çaplı kazalar yaşanıyor

Ancak kayıtlara geçmiş şiddetteki nükleer kazalar sayıca çok olmasa da nükleer santrallerde kaza oldukça sık karşılaşılan bir durum. Almanya’nın nükleer santrallerinde her üç günde bir “güvenlik olayı” yaşanıyor. Federal Radyasyon Koruma Ajansı, her yıl, Almanya’nın nükleer santrallerinden, güvenlik ile ilgili 100-200 arasında olay raporu alıyor. Fransız nükleer reaktörlerinde ise her yıl ortalama 900 olay yaşanıyor. Bunlardan herhangi bir dikkatsizlik durumunda yeni bir Çernobil veya Fukuşima felaketi boyutlarında yaşanabilir.

Nükleer silahlanma boyutu

Nükleer enerjinin bir de nükleer silahlanmaya uzanan bir boyutu var. İlk defa ABD tarafından 6 ve 9 Ağustos 1946 tarihlerinde Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde nükleer bombalar kullanmıştı. Binlerce insanın yaşamını sonlandıran ve kuşaklar boyu hastalıklara neden olmasına rağmen, 1949’da Sovyetler Birliği’nde, 1957’de İngiltere’de, 1961’de Fransa’da, 1964 ve 1967 yıllarında Çin’de nükleer denemeleri başladı ve devam etti. Yayılmaya karşı 1965 yılında nükleer silahı olan bu beş ülke güvenlik denetim kurma çalışmalarına başladı. 1 Temmuz 1968’de başta ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği katılımıyla elli ülke tarafından imzalanan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) 1970’de yürürlüğe girdi[ii]. Ancak pek çok savaşın yaşandığı dünyamızda artan nükleer enerji kullanımıyla da birlikte bu tehlikenin yayılmasını önlemek hiç de kolay değil.

Nükleer santraller sadece risk değil, kirlilik de oluşturuyor

Nükleer santrallerde ortaya çıkan enerjinin meydana getirdiği yüksek sıcaklıkla baş etmek için suyla soğutma yöntemleri izlenir. Dolayısıyla pek çok nükleer tesis suyun bol olduğu deniz kıyılarına kuruludur. Soğutma için denizden çekilen suyun sıcaklık derecesi kullanım sonrası çok yüksek derecelere çıkar. Bu sıcak su çoğu durumda doğrudan denizlere geri verilir. Suda termal kirlilik dediğimiz bir çevre felaketi yaşanırken, su canlıları ve ekosistemleri zarar görür.

Üstelik bu santraller soğutma suyu olarak kullandıkları suyu sadece termal değil uranyum, sezyum gibi radyoaktif maddelerle de bir miktar kirletir. Rusya’nın Chelyabinsk oblastındaki Kyshtym şehri yakınlarında bulunan Mayak Nükleer Santrali’nde 1948 yılından itibaren radyoaktif atıkları yakınlardaki nehre döküyordu. Yüz binlerce insanın temel ihtiyacını karşıladığı bu su kaynağı o dönemde 124 bin kişiyi orta ve yüksek seviyeli radyasyona maruz bıraktı.

Peki, santrallerden çıkan radyoaktif atığa ne oluyor? Ortalama bir nükleer reaktörün senede 60 m3 atık ürettiğini hesaba katarsak dünyada yüz binlerce ton nükleer atık olduğu ortaya çıkıyor. Bunların üçte biri tekrardan işlenirken geriye kalanına neler oluyor? Avrupa’daki atıkların büyük bölümü Rusya’ya gönderiliyor. Atıkların depolandığı bölgedeki radyoaktivite seviyesi bölgedeki doğal seviyenin 40 katı. Yani bu depolama bölgelerinde kazasız belasız durumlarda bile bir radyoaktif kirlilik yaşanıyor. Hiçbir güvenliğe ya da denetime tutulmayan bu atıklar deprem gibi bir felaket söz konusu olduğunda tamamıyla doğaya karışıp büyük yıkımlara dönüşebilir.

Dünyada nükleer enerji ne durumda?

Dünyaya baktığımızda 30’dan fazla ülkede faaliyette olan 450 civarında nükleer santral var. 16 ülkede 60 adet nükleer santral da inşa aşamasında. 2035 yılına kadar dünyada nükleer enerjiden elektrik üretiminin toplam enerji üretimindeki payının %12,9’dan (2010 yılı için) %9,7’ye düşeceği bekleniyor. Avrupa Birliği’nde de nükleer kapasitede %32’lik bir düşüş beklenmekte. Ancak aynı dönem için Çin başta olmak üzere OECD-dışı Asya ülkelerinde 127 GW’lık artış olacağı tahmin edilmekte. Rusya’nın da ilave ünitelerle nükleer kapasitesini %50 (12 GW) kadar arttıracağı düşünülüyor. ABD’de de 5 GW’lık bir artışla 2035 yılında 111 GW’a ulaşılması beklenmekte.

Felaketi bizzat yaşayan Japonya’da ise elektriğin neredeyse %30’u nükleer enerjiden gelirken, 2012’de bu oran %2’ye kadar inmişti. Fukuşima’dan sonra İtalya da nükleer enerjiye hayır dedi.   İsviçre yeni reaktör yapmaktan vazgeçip, mevcutları da kapatma kararı aldı. Almanya sekiz reaktörünü birden kapattı. Geriye kalan dokuzu 2021’de kapatılacak.

Türkiye’nin nükleer enerji projeksiyonu

Peki Fukuşima’dan ders alan ülkeler arasında Türkiye de var mı? Elbette hayır. Nükleer enerji Türkiye’nin gündeminde yaklaşık yarım asırdır var. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı Türkiye’de elektrik enerjisi arz ve talep projeksiyonlarına bağlı olarak, 2025 yılına kadar, nükleer enerji santrallerinin, elektrik enerjisi üretimi içerisindeki payının en az %5 seviyesine ulaşmasını hedefliyor. Bakanlığa göre Türkiye bu doğrultuda artan elektrik talebini karşılamak ve ithalat bağımlılığından kaynaklı riskleri azaltmak için 2023 yılına kadar 2 nükleer güç santrali devreye alınıp, üçüncüsünün de inşasına başlanacak.

Planlanan üç nükleer santral projesinin ilki ve en somut adımlar atılmış olanı Akkuyu’da (Mersin) nükleer santrali. Diğer ikisiyse hakkında fazla bir şey bilinmeyen Sinop ve İğneada’da (Kırklareli) kurulması düşünülen santraller. Akkuyu nükleer santral projesi her biri 1200 megavat gücünde olacak dört reaktörü içeriyor. Tesisin Türkiye’nin enerji ihtiyacının %10-12’sini karşılayacağı hesaplanıyor. Türkiye ve Japonya ortaklığı ile kurulması planlanan Sinop İnceburun’daki nükleer Santrali ise 4400 MW kurulu güce sahip olacak şekilde projelendirilmiş. Tesis, Sinop’un İnceburun Yarımadası’nda kurulması planlanıyor. İğneada’daki projeyle ilgili olarak ise net bir bilgi olmasa da çeşitli yetkililerin konuyu gündeme getirdikleri görülüyor.

Hakkında pek bir şey bilinmeyen bu projelerden ilkiyle ilgili yapılmış olan bir Çevre Mühendisleri raporu var[iii]. Bu rapor Akkuyu’da yapılacak bir nükleer santralin deniz ekosisteminde nasıl muazzam bir termal kirlilik yaratacağına ve geri dönüşü olmaz ekolojik yıkımlara neden olacağını gösteriyor. Diğer iki projenin ise Karadeniz’de kurulacak olması dolayısıyla sadece ekolojik değil, uluslar arası krizlere de neden olması kuvvetle muhtemel. Nitekim Sinop’taki yapılması planlanan nükleer santral projesi için uluslararası anlaşma yürürlüğe girdiğinde Türkiye Barolar Birliği, çevre ülkelerin ve Japonya’nın barolar birliklerine birer mektup göndererek nükleer tehdide karşı dayanışma çağrısında bulunmuştu[iv].  Bu çağrıya Bulgaristan Barolar Birliği’nden de, Gürcistan Barolar Birliği’nden de Sinop’taki bir nükleer santralin Karadeniz Bölgesi’ndeki tüm ülkelerin çevre güvenliğini tehdit edeceğine dair destek mesajları gelmişti.

Türkiye Varlık Fonu ile nükleer enerjinin projelerinin de yolu açılıyor

Şimdi biraz nükleer enerji projelerinin önündeki hukuksal ve ekonomik pürüzleri tamamen kaldıracak olan iki önemli gelişmeden bahsedelim. İlki doğayı ve çevreyi tamamıyla korumasız bırakacak olan Madde 80. Geçen sene yürürlüğe giren bu maddeyle hükümetin stratejik proje bazlı yatırımları hızlandırılıyor. Böylece tabiat varlıkları ve SİT alanlarına yapılacak yatırımların tüm denetim mekanizmalarından muaf bırakılmasını sağlayacak hukuksal zemini hazırlıyor. Yani nükleer santraller gibi  mega projeler, bu yasayla tek bir Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası Danıştay’ın defalarca verdiği iptal kararlarına rağmen onaylanabilir[v]. İkincisi ise aynı dönemde kurulan Türkiye Varlık Fonu. Bildiğiniz gibi hükümet Şubat ayında OHAL ile birlikte ilan etme yetkisine sahip olduğu KHK ile Halkbank, Türk Hava Yolları ve Ziraat Bankası gibi çeşitli büyük bütçeli kamu kuruluşları ve hazine arazileri bu fona devretti. İşte bu fon mega projelere kamu kesiminin borcu arttırılmadan sermaye yaratılması, yaratılan kaynağın da Varlık Fonu çatısı altında toplanarak yine mega projelere aktarılması için oluşturuldu. Türkiye Varlık Fonu’nun genel kapsamında da zaten nükleer enerji santralleri gibi “stratejik yatırım” sayılan projeler var. Pelin Cengiz’in de belirttiği gibi önümüzdeki dönemde[vi]:

– ÇED süreçleri, imar izinleri, ruhsat, tescil ve tahsis kararı vb. hukuki prosedür tamamen ortadan kalkarken, projeleri üstlenen şirketler bedelsiz olarak Hazine arazilerine sahip olabilecek;

– Üstlenici ve taşeron firmalar vergiden muaf tutulacak.

– Genişletilen teşviklerle üstlenici ve taşeron firmaların işçi ücretleri, sigorta primleri gibi birçok masrafları devlet tarafından karşılanacak.

– Doğa yıkımına neden olacak projelere karşı dava açılamayacak.

Görünen o ki devletin hukuksal ve ekonomik desteğiyle daha da güçlenen şirketlerin dayattığı nükleer enerjiye karşı mücadele önümüzdeki dönemde daha da çetinleşecek.

Geç olmadan nükleer sevdasından vazgeçilmeli

2004 yazında Norveç’teki Halden Nükleer Reaktörü’nü[vii] ziyarete gittiğimde reaktörü tanıtan bir sunum yapan santral çalışanına kaza olma riski hakkında ne düşündüğünü sormuştum. Yetkili kişi küçük çaplı kazaların her gün yaşandığını, bunun gayet normal olduğunu söylemiş ve ardından şöyle eklemişti: “Bütün bu güvenlik saplantısı boşuna. Risk her zaman vardır ama dünyanın en yüksek teknolojisini kullanıyoruz. Endişe edilecek bir şey yok”. Bu rahat ve kendine emin cevabı duyan ben ve arkadaşlarımın şaşkınlığını anlatmama gerek yok. Politikacıların, teknokratların, yatırımcıların ve nükleer enerji alanında çalışan bilim insanlarının toplumun geri kalanı adına topluma danışmadan böylesine büyük risklere giriyor olmasıyla başlıyor her şey.

Nükleer enerjiye bir kez bulaştıktan sonra geri dönmek çok zor. Özellikle enerji alanında yüksek maliyetli yatırımların devletler tarafından nasıl birer gurur projesine dönüştüğünü biliyoruz. Ancak devletin kendi varlığını yenileme aygıtları gibi işleyen nükleer enerji projelerinin yıkıcı sosyal ve ekolojik etkileri ülkelerin sınırlarını ve jenerasyonları aşıyor. Dünyayı yüzyıllar boyunca ölüme boğacak bir teknolojinin atıklarının nereden nasıl taşınacağı, nereye götürülüp nasıl depolanacağı konusunda bile adil çözümler üretilemiyor. Atıkları üçüncü dünya ülkelerine, gelişmiş ülke sınırları içinde yoksul kesimlerin yaşadığı veya gözden ırak yerlere gömmeye devam etmek gezegene karşı işlenmiş en büyük suçtur. Nükleer riskler sıfırlanamıyor. Bu risklerin sorumluluğu hiçbir devletin, uluslararası oluşumun veya şirketin alabileceği ölçekte de değil. Ancak kaza riskinin ötesinde özellikle su varlıklarımızda rutin olarak termal kirliliğe ve radyoaktif madde kirliliğine neden olacak bu enerji sektörünün bu ülkeye hiç girmemesi gerekiyor. Dünya da ise mevcut santrallerin bir an önce kapatılması gerekiyor.

Sadece bizi değil, gelecek kuşakları ve tüm dünyayı içine alan bu nükleer enerji deneyinde artık denenecek bir şey kalmadı. Şimdi önümüzde ki soru şu: Sonucu önceden belli olan bu deneyin yeni kobayları mı olacağız? Yoksa mücadele edip nükleere hayır mı diyeceğiz? İşte bütün mesele bu…

Son notlar

[1] Sievert (Sv) canlı dokunun maruz kaldığı radyasyonun etkisini gösteren dozun SI sistemindeki birimine verilen ad. 4 Sv’lik radyasyon insanı öldürmeye yetiyor.

[1] Ken Buesseler (2016, 9 Mart). 5 years later, Fukushima radiation continues to seep into the Pacific Ocean http://www.pbs.org/newshour/updates/fukushima-radiation-continues-to-leak-into-the-pacific-ocean/

[i] The Telegraph (2016, 10 Mart). Fukushima nuclear plant will leak radioactive water for four more years.  http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/asia/japan/12189613/Fukushima-nuclear-plant-will-leak-radioactive-water-for-four-more-years.html

[ii] Tuğçe Acu (2016, 19 Ağustos) http://www.tuicakademi.org/gecmisten-gunumuze-nukleer-silahlanma-sorunu/

[iii] Çevre Mühendisleri Odası (2010). Akkuyu Nükleer Güç Santrali teknik değerlendirme raporu. http://www.cmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=91402&tipi=67&sube=2#.WLFP8_mLTIU

[iv] Türkiye Barolar birliği (2015). http://www.barobirlik.org.tr/Detay.aspx?ID=65686

[v] Pelin Cengiz (2017, 8 Şubat). http://www.artigercek.com/varlik-fonu-ile-mega-cevre-suclari-artacak/

[vi] Pelin Cengiz (2017, 8 Şubat). http://www.artigercek.com/varlik-fonu-ile-mega-cevre-suclari-artacak/

[vii] Halden Nükleer Reaktörü esasen araştırma amaçlı bir tesistir.

 

Akgün İlhan

Boğaziçi’nin “Açık Dersler”i internette

Boğaziçi Üniversitesi’nin bilimsel merak, özgür düşünce ve yaratıcı fikirlerin oluşmasına katkı sağlamak amacıyla başlattığı ‘Açık Ders’ seminer dizisi internetten yayınlanmaya başlandı. Farklı temalar altında psikolojiden bilgisayar mühendisliğine, fizikten dilbilime birçok alandaki gelişmelerin paylaşıldığı dersler Youtube kanalından bilim meraklılarının izlemesi için hazırlandı.

Boğaziçi Üniversitesi’nin farklı ilgi alanlarına dair birçok içeriği barındıran ve toplumun tüm kesimlerine hitap eden ‘Açık Ders’ seminer dizisi Youtube kanalına girdi. Zaman algısından iklim değişikliğine, kaostan Cern’de yaşanan gelişmelere kadar pek çok farklı konu başlığının ele alındığı dersleri kaçıranlar Youtube kanalı üzerinden istedikleri dersi izleyebilecek.

‘Açık Ders’ler artık daha ulaşılabilir

Yrd. Doç. Dr. İnci Ayhan’dan “Zaman Algısı”, Prof. Dr. Levent Kurnaz’dan “İklim Değişikliğinin Dünyaya ve Türkiye’ye Etkileri”, Prof. Dr. Erhan Gülmez’den “CERN’de Neler Oluyor?”, Prof. Dr. Yağmur Denizhan’dan “Belirsizlik ve Kaos”, Prof. Dr. Yaman Barlas’dan “Sistem Yaklaşımı Nedir?” konulu dersler, hâlihazırda Boğaziçi Üniversitesi Youtube kanalından takip edilebiliyor.

İnternet üzerinden paylaştığı ‘Açık Ders’lerle bilgiyi daha ulaşılabilir kılmayı amaçlayan Boğaziçi Üniversitesi, bu alanda ortaya koyduğu farklı yaklaşımla, örnek bir projeye imza atıyor.

28 Mart’ta dönem sona eriyor

Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyeleri tarafından verilen dersler, geçtiğimiz yıl Beşiktaş Belediyesi ile işbirliği çerçevesinde başlamış Sarıyer Belediyesi ile devam etmişti. Boğaziçi Üniversitesi Yaşam Boyu Eğitim Merkezi’nin (BÜYEM) katkılarıyla, Sarıyer Belediyesi Yaşar Kemal Kültür Merkezi’nde ücretsiz olarak gerçekleşen dersler 28 Mart tarihinde Elif A. Duman’ın ‘’Stresin Sinir Sisteminin Üzerindeki Etkileri’’ başlıklı semineri ile dönemi kapatacak.

Detaylı bilgi için: https://buplus.boun.edu.tr/etkinlik-turu/acik-ders

 

kaynak:haberler.boun.edu.tr

[Avustralya Günlükleri] Melbourne

Hayatımda ilk kez Güney Yarım Küre’deyim. Yıllardır hayalini kurduğum Avustralya seyahatinin başındayım, Melbourne’da on üç senelik dostumun yanında kalıyorum.

Melbourne’a dair ilk izlenimim insanlarının çok güleryüzlü, anlayışlı, tasasız ve uyumlu olmaları; ki bunlar benim için hayati meseleler. Onların neşesi, rahatlığı resmen bulaşıcı. Göz göze geldiğiniz anda gülümseyen yüzlerle karşılaşmak insanın içini ısıtıyor. Yürürken hiç tanımadığınız insanlarla selamlaşmak alelade bir durum.

Şehrin her köşesinin keyfini çıkaracak bir ortam yaratılabiliyor. Yemeğinizi evde hazırlayıp Yarra Nehri’nin kenarında bir sal üzerinde kürek antrenmanı yapan sporcuları izleyerek, parktaki bir bankta rengarenk kuşlar eşliğinde ya da bir sanat merkezinin çimlendirilmiş damında yiyebiliyorsunuz. Ayrıca halkın kullanımına açık barbekü masalarında yemeğinizi pişirebiliyorsunuz. Hatta eğer şanslıysanız, bir düğün kutlaması için orada bulunan grup artan bir kasa birasını sizinle paylaşabiliyor.

Yarra Nehri. Bisikletli antrenörler (bu fotoğraftaki antrenör değil), kürek sporcularına kıyıdan bisikletleriyle eşlik ederek hoparlörleriyle taktikler veriyor
Yarra Nehri üzerinde günbatımı pikniği

Sokakta/kamusal alanda içki içmek yasak ama Avustralyalıların uymadığı tek kural bu gibi gözüküyor. Sigara ise kapalı alanda zaten yasak, dışarıda da mekanların en az beş metre ötesinde içmenize izin veriliyor, ne mutlu! Kaldı ki herkes doğuştan sportmen, sigarayla pek ilgisi yok kimsenin. Ata sporları da sörf.

Tahmin edebileceğiniz gibi ulaşımda sorun yaşanmıyor. Teşekkür ya da kibar bir hatırlatma kornası dışında korna sesi duymak imkansız. Yola adım attığınızda ezilme korkusu yaşamıyorsunuz. Yalnız, trafiğin soldan işlediğini bir an önce kavramanızda fayda var; aksi halde sağdan sağdan gelen araçlar ürkütücü olabiliyor. Şehirlerarası yollarda “Drive on left in Australia” (Avustralya’da sol şeritten sür) yazılı uyarı tabelaları bulunuyor: oraya kadar sağlam geldiyseniz gerisi sorun değil yani.

Ehliyet alabilmek için birkaç aşamadan geçmek gerekiyor. 15 yaşından itibaren L (Learner/Öğrenci) türü ehliyet için başvurabiliyorsunuz, ama araç sürerken yanınızda profesyonel ehliyetli birinin olması gerekiyor ve taşıyabileceğiniz yolcu sayısı sınırlı. 18 yaşını geçtikten sonra tek başına kullanabilmek için P (Probationary/Deneme süresi) türü ehliyete başvurmanız gerekiyor. Bu ehliyeti 3 yıl boyunca taşıyorsunuz ve yine kendi içerisinde kısıtlayıcı kuralları var.

Benzinin fiyatı sabit değil; haftanın başında daha düşük. Haftasonu seyahatlerinde halkından daha fazla para almayı ihmal etmemiş Avustralya devleti sağ olsun…

2016’nın istatistiklerine göre Avustralya’da kayıtlı motorlu araç sayısı 18.4 milyon, 2017 sayımına göre nüfus ise 24 milyon. Neredeyse herkesin aracı olmasına rağmen toplu taşıma yine de çok tercih ediliyor. Tramvay şehir merkezinde belli istasyonlar arasında; genişçe bir kapsama alanında ücretsiz işliyor. Tramvaylarda boş koltuk çok oluyor, ayakta durmanın ciddi bir antrenman olduğunu düşünürsek, sportmen Avustralya halkının neden oturmadığını anlamak kolay.

Çoğu şehirli toplu taşımanın yanısıra ev-işyeri-ev hattını bisikletiyle kat ediyor. Bisiklet yolları şehri sarmalamış durumda. Engelliler de gayet rahat hareket ediyor gördüğüm kadarıyla. Sokakta engelli görmek bile bir şehrin engelliler için sunduğu altyapı hakkında fikir veriyor.

Emlak işleri bir değişik burada. Emlak şirketleri evleri belirledikleri gün ve saatlerde görücüye çıkarıyorlar. ‘Open inspection’ denen bu buluşma için önceden başvurmuş kişiler evi en fazla on dakika içinde gezip oradan ayrılıyorlar. Evler çoğunlukla beyaz eşyalı kiralanıyor. Badanaya kiracıyı karıştırmıyorlar, emlakçı ev sahibiyle konuşup kendisi yapıyor. Gezme süresi kısacık ama başvuru alırken kılı kırk yarıyorlar. Emlakçı evi kime kiralayacağına, maaş bordrosu ve çeşitli referansları gördükten sonra karar veriyor. Bakımlı, temiz giyinip gitmek ayrıca puan kazandırabiliyor. Kendi köylüsünü kayırma mevzuu burada da varmış tabii. Emlakçı Asyalıysa Asyalı müşteriyi, Hintliyse Hintli müşteriyi tercih edebiliyor. Bu arada Avustralya’nın yarısı Asyalı desem yalan olmaz.

Devlet barınma, sağlık gibi konularda sosyal devlet gibi işliyor neredeyse. İşsizseniz; evsizseniz ya da çok az kazanıyorsanız devlete başvurup ‘Commission flats’ denen konutlarda haftalık 30-80 dolar kira ödeyerek barınabiliyor, ücretsiz sağlık yardımı, üstüne de uzun sure işsizlik maaşı alabiliyorsunuz. Bu sürede iş aramanız ve başvurduğunuz işler hakkında kuruma bilgi vermeniz bekleniyor. Kurum gerçekten iş aradığınıza ikna olursa (dürüstseniz güven ilişkisini sağlamak hiç zor değil) işsizlik maaşı alma sürenizi uzatıyor. Bu sırada onlar da sizin için iş arıyorlar.

Evsizlere pek iyi gözle bakılmıyor, çünkü devlet onlara bunca imkan sunarken iş aramamak ya da verilen evde oturmamak kişisel seçim olarak değerlendiriliyor. Evsizlerin çoğu Avustralya kökenli. Çinliler ve Hintliler zaten göçmen olduklarından, göçmenlik haklarını sonuna kadar değerlendirip hayata tutunuyorlar.

Bu topraklarda deprem riski yok, buna karşılık en büyük tehlike yangın. Otobanlarda ‘Fire danger rating today’ (Günlük yangın çıkma risk oranı) tabelaları bulunuyor. Renk skalasındaki ibre o günün tehlike oranını bildiriyor.

Google (Benim gördüğüm tabelalarda ibre hep ‘Low-moderate’ı gösteriyordu ama 2015’te Great Ocean bölgesinde çok büyük yangınlar olmuş maalesef

Avustralya tüm dünya ülkelerini sıcaklıkla karşılayan tek ülke olarak biliniyor. Melbourne ise son 3 senedir dünyanın en yaşanılası şehri seçiliyormuş. Şehirdeki ‘Immigration Bridge’ (Göçmenler Köprüsü) üzerinde Avustralya’ya hangi ülkeden, hangi meslek grubundan kaç kişinin, ilk ne zaman ve hangi vasıtayla geldiğine, hangi dilleri konuştuklarına dair bilgilendirici tabelalar var. Bilgiler en son ne zaman güncellenmiş bilmiyorum ama Türkiye tabelasında, konuşulan dillerin karşısında Türkçe ve Kürtçe yazıyordu

Google (Immigration Bridge üzerindeki İngiltere’ye ayrılan tabela).

Burada senede bir kez yapılan, akşamın yedisinden sabahın yedisine kadar devam eden ‘White Night Melbourne’ etkinliğine denk geldim. Bu etkinlik daha çok turist çekmek, yerel, ulusal ve uluslararası sanatçılara eserlerini sergilemeleri ve icra etmeleri için özel bir fırsat sunmak ve şehri gece ışığında tanıtmak için yapılıyor. Şehir merkezindeki kütüphane, kilise gibi binalar sabaha kadar açık olup, konserden sanat gösterisine kadar çocukların da ilgisini çekecek şekilde hazırlanıyor. Şehrin tüm caddeleri trafiğe kapatılıyor, ara sokaklar, parklar, meydanlar insan denizi oluyor. Şehrin birçok büyük ve önemli binasının yüzeyine projeksiyonlardan yansıtılan video haritalama etkinliğin her zaman en ilgi çeken aktivitesi oluyor.

Royal Exhibition binası üzerindeki video haritalama gösterileri
Devlet Kütüphanesi’nin içindeki video haritalaması, bizi başımızın tepesine kadar bir akvaryumun içindeymişiz gibi hissettirdi

Buradaki ikinci haftamı devirdim bile. Haftaya Avustralya’nın başka bir köşesinden sesleniyor olabilirim. Hoşçakalınız.

 

Ceylan Yurdakuler

Nuri Bilge Ceylan’dan “Babamın Dünyası” – Merve Damcı

Nuri Bilge Ceylan’dan “Babamın Dünyası” fotoğraf sergisi

 

Galata Köprüsü’nde Bir Kış Günü

Bugün günlerden 8 Ocak. Deniz üşümüş. Yeşil yeşil bakıyor. Biraz efkarlı, biraz tedirgin. Martı çığlıkları arasına karışan vapurun düdüğü uzaktan bana selamını taşıyor. İnce bi keder, kağıt kesiği gibi dokunuyor kalbime. Zihnimin sessizliği, dolduruyor içimi umutsuzlukla oğul.

 

Sobalı Oda

Rüzgarla dans eden tüle baktıkça, gençliğimin en güzel hatıraları canlanıyor aklımda. Odamızın içine güneş gibi doğan annenin o güzel gülüşünü hatırlıyorum.Ömür dediğin nedir ki oğul, iki göz kırpması arasına sıkışan zaman. Hadi git bize bi’ çay doldur.

 

Fırtınalı Deniz

Ara sıra aklıma düşersin, iyi misin diye merak eder dururum seni. Yalnızlık büyütür insanı, sen de büyüdün mü oğul? Şu denizin dalgaları gibi serttir yaşam, sağlam durmadın mı vurur, çarpar, götürür insanı bilinmezliğe. Güzel gözlerinden öperim.

Bana dokunan 3 fotoğraf, karaladığım 3 hikaye. Nuri Bilge Ceylan, bu fotoğrafları çekerken baba Ceylan belki de bunları düşünmüş, hissetmişti onun için. Oğul Ceylan, 2012 yılında kaybettiği babasını “Babamın Dünyası” başlıklı sergide sevgiyle ve özlemle anıyor. Dirimart Nişantaşı’ndaki baba Ceylan’ın portreleri baba-oğulun iç dünyalarının çarpıcı birer yansımaları. Düşünceli ve efkârlı duyguların yükseldiği Ceylan portrelerine bakarken sadece hikayede anlatılan, hissettirilen değil, neyi anladığımız, hissettiğimiz de önem kazanıyor. Ziraat eğitimini Birleşik Devletler’de alan ve memleketi Yenice’de kendine bir hayat kuran Mehmet Emin Ceylan, doğayla bütünleşik bir yaşamın başrol oyuncusu olarak karşımıza çıkıyor. Oğul Ceylan’ın filmlerindeki gibi zaman bu fotoğraflarda da yavaş akıyor. Bir dinginlik, sükunet hali söz konusu. Telaşsız ve bilge… “Koza, “Mayıs Sıkıntısı” ve “Kasaba” filmlerinin başrollerinde oynayan Baba Ceylan’ın fotoğraflardan yansıyan hüzünlü yüzü, usta bir ışık ve mekan kullanımıyla bizi farklı duygudurumlarında gezdiriyor. Özellikle Sobalı Oda’nın muazzam renkleri ve mekanın büyülü dokusu, yalnızlık üzerine yazılmış şiirlere kafa tutan bir ayrıntı.

 

Babamın Dünyası’” 5 Mart’a kadar Dirimart Nişantaşı’nda görülebilir. Nuri Bilge Ceylan’ın 2003 yılından bu yana Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde çektiği 100 panoramik fotoğrafın bulunduğu Sinemaskop Türkiye kitabı da sergide incelenebilir.

 

Merve Damcı

[Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] Çiçekli Şiirler – Tuğba Gürbüz

Amerikalı doğabilimci John Burroughs, “Sevgi olmadan bilgi kalıcı olmaz. Fakat sevgi önce gelirse bilgi kesinlikle arkasından gelecektir,” diyor. Çocuklarımızı üzerinde yaşadığımız gezegene saygı duyan bireyler olarak yetiştirebilmek için biz ebeveynlerin öncelikli görevi, erken dönemde doğa sevgisi verebilmek. Onların minik omuzlarına taşıyabileceklerinden fazla yük ve korku bindirmeden, doğayla oyun arkadaşı olmalarını sağlamak, bu yolda atacağımız ilk adım. İkinci adım ise doğayla ve yaşadığımız çevreyle uyumlu, sürdürülebilir yaşam tarzı benimsemeleri için doğru rol modelleri sunan çocuk kitapları seçmek.

Yeşil Gazete, “Çocuklar için Yeşil Kitaplar” yazı dizisi illüstrasyonu için Gonca Mine Çelik’e teşekkür ederiz

Bu amaçla biz [Çocuklar İçin Yeşil Kitaplar] adını verdiğimiz bir diziye başladık. Çocuklara çevre bilinci aşılayan, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mümkün olduğunu gösteren kitapları derlemeye karar verdik. Bildiğimiz kitapları anımsamaya, bilmediklerimizle tanışmaya, tanıtmaya niyet ettik.

***

Gonca Mine Çelik, asıl mesleği okul öncesi öğretmenliğin yanı sıra yürüttüğü doğa eğitimciliği, buzağı bakıcılığı, çobanlık, domates yetiştiriciliği gibi işlerden edindiği deneyimleri, gözlemleri çizgilerine ve satırlarına yansıtmaya devam ediyor.

Çelik, Bir Kitap Yolla Meav Yayıncılık’tan yayımlanan son kitabı Çiçekli Şiirler‘de çocuk okurları, içinden doğanın, mevsimlerin, insan duygularının anlık kesitlerinin geçtiği şiirlerle buluşturuyor.

Biçimsel olarak 5-7-5 hece ölçüsü ve üç satır kuralına sadık kalmadan geleneksel Japon şiiri haikudan esinlenerek kendi formunu yaratıyor. Kitapta yer alan yirmi üç şiir, konularını, çiçeklerden, hayvanlardan, doğayla bütüncül yaşayan köylülerden ve her fırsatta kendini doğanın kollarına atan şehirli insanlardan alıyor.

Gonca Mine Çelik’in ilham kaynağının doğanın ta kendisi olduğunu söylemek mümkün. Yaratım sürecinde suluboya defterini yanına alarak doğada zaman geçiren Çelik, gözüne, ruhuna dokunan her şeyi resmetmiş. Böylece ortaya pastoral bir güzelleme çıkmış.

Çiçekli Şiirler çocukları doğada rengârenk bir yolculuğa çıkarıyor ve içlerine şiirden zevk alma tohumları ekiyor.

Çiçekli Şiirler
Yazan ve Resimleyen: Gonca Mine Çelik
Bir Kitap Yolla Meav Yayıncılık

 

Tuğba Alaybeyoğlu