Ana Sayfa Blog Sayfa 3253

Son dönemin Yeşil Kitapları

Gaia- Dünyadaki Yaşama Yeni Bir Bakış

Gaia varsayımı ilk olarak 1960’ların ortalarında öne sürülmesinin ardından evrime ve çevreye dair bilimsel görüşler üzerinde çok çabuk bir etki sahibi oldu. Birçok okuruna ilham kaynağı olmayı sürdüren bu değerli eserde James Lovelock, dünya üzerindeki yaşamın tek bir organizma işlevi gördüğü şeklindeki fikrini ustaca açıklıyor. Bilim insanı olmayan kişiler için yazılmış olan Gaia, gezegenimize dair yeni ve çarpıcı biçimde farklı bir modeli destekleyecek kanıtların peşinde, zaman ve mekânda bir yolculuk niteliği taşıyor. Gaia, yeryüzündeki canlı maddenin, havanın, okyanusların ve kara yüzeylerinin, Dünya’nın yaşam için elverişli bir yer olarak kalmasını sağlayacak karmaşık bir sistem olduğunu ortaya koyuyor. Bu yeni baskıda Lovelock, tartışmaların bugünkü konumunu da özetliyor.

 

Gaia- Dünyadaki Yaşama Yeni Bir Bakış
James Lovelock
Çeviren: Ozan Karakaş
Alfa Yayınları
2017

 

Ekolojik Kriz,Etik ve Hukuk

Bu kitabın konusunu oluşturan, ekolojik krizle ilgili olarak, insanoğlu her şeyden önce doğaya ve dünyaya verdiği zararı kabul etmeli, bu zararın ekolojik dengeyi ve gelecek nesilleri tehlikeye attığını görmeli ve birçok alanda olduğu gibi hukuk alanında da harekete geçmelidir. Hukukun ne olduğu sorusuna, hukuk felsefesinde verilen yanıt klasiktir: Hukuk “olan”ı görür, “olması gereken”i tespit eder ve “norm” koyar. Hukukun bu üç unsuru, eserin de planını oluşturmaktadır. Hukukun nasıl işe yarayabileceğini görmek için birinci bölümde dünyayı tehdit eden tehlikenin ne olduğu ortaya konulmuş.

İkinci bölüm, “olması gereken”in yani değerli olanın ne olduğuna ilişkin tartışmaların yapıldığı bölümdür.  Üçüncü bölümde, ekolojik krizin yarattığı ve yaratma ihtimali olan tehlikeleri bertaraf etmeye yönelik doğru ve adil hukuk kurallarının bulunması için, hukuka dair yeni bir ideolojik alt yapı ve doğa-insan ilişkisinin tasarlanması gerekmektedir. Farklı bir anlayışla kurulan doğa ile insan arasındaki ilişki farklı bir hukuk sistemi yaratacaktır. Bunu başaran ülkelerin anayasal düzenlerinden örneklerin bulunduğu ve aynı zamanda yeni bir insan-doğa tasarımını içeren “doğa dostu” bir evrensel beyannamenin tartışıldığı bir bölümdür.  (Girişten)

 

Ekolojik Kriz,Etik ve Hukuk
Zeynep Özlem Üskül Engin
Filiz Kitabevi Basım
2017

 

 

100 Maddede Sürdürülebilirlik Rehberi

Toplumumuzun sürdürülebilirlik yolculuğunda; doğru bilginin öğrenilmesi, bilginin uygulamaya geçirilmesi, uygulama sonuç- larının takip edilmesi ve değerlendirilmesi, değerlendirme so- nuçlarının paylaşılması sürecinin ilk adımının bir parçası olarak hazırlanan “100 Maddede Sürdürülebilirlik Rehberi”; sürdürülebilirliğin temel ilke ve prensipleri, buna dair önemli konu alanları, ilgili kurum, uluslararası anlaşma ve standartları, yöntem ve indikatörler ile çözüm ve tedbirler hakkında temel bilgiler sunuyor. Rehber, kavramların ve aktörlerin yanı sıra tartışmalı konular ve alternatif yaklaşımlara da yer vererek sürdürülebilirliği geniş bir pencereden ele alıyor.

100 Maddede Sürdürülebilirlik Rehberi
Editor: Barış Doğru
SKD Yayınları
2017

Derleyen: Barış Gençer Baykan

Soylu’dan ‘itiraf’ gibi işkence yanıtı: Yaşlı dediğiniz adam teröre ev sahipliği yapıyor

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun Mardin’de 15 gündür haber alınamayan köyde çekildiği iddia edilen fotoğraf için sorduğu soruya cevap verdi. Soylu, “O yaşlı dediğiniz adam teröre ev sahipliği yapıyor” dedi. Türkiye’nin de imzaladığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 5. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesi işkenceyi yasaklamasına rağmen Soylu’nun sözleri ‘işkence itirafı’ gibi.

CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Koruköy’de köylülerin yoğun baskı altında tutuldukları ve işkenceye maruz kaldıklarını ve infaz iddialarını Twitter’dan bir fotoğraf paylaşarak İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya sormuştu.

Soylu, Trabzon’un düşman işgalinden kurtuluşunun 99’uncu yıl dönümü nedeniyle Trabzon Valiliği önünde düzenlenen törene katıldı. Soylu, işkence iddiasına ilişkin şunları söyledi:

“Terörle mücadele ediyor Türkiye. Terörle mücadele sürerken bir muhalefet milletvekili çıkıp, ‘Mardin’de Koruköy’de ne oluyor? Orada bir köyü neden çevirdiniz?’ diye soru soruyor. ‘Orada işkence yapıyorsunuz’ diye bir anlayışı ortaya koyuyor. Bir yaşlıdan bahsediyor. ‘Ona işkence ediyorsunuz’ diyor. Hukuk devletinin dışında hiçbir şey yapılmıyor. O yaşlının bulunduğu evi biz 5 aydır takip ediyoruz. O ev İstanbul’da, Mersin’de, İzmir’de ve milletin canını acıtan patlamalara ev sahipliği yapan planın evidir. O yaşlı dediğiniz adam ise teröre ev sahipliği yapıyor. O köyde güvenlik güçlerimiz var. Köyün altını tamamen sığınağa çevirmişler. Belli ki bir hazırlığın içerisindeler. Orada çatışma hala daha sürüyor. Köyde bombaların, el yapımı patlayıcıların, Kalaşnikofların ve bu tür hazırlıkların ne işi var? Orayı üs haline getirdiler. Bunlar olurken çıkıp muhalefet partisinin birkaç milletvekili bana soru soruyor. Bana ne soruyorsun, git Kandil’e sor, git Karayılan’a sor da sana anlatsın ne olduğunu.”

Tanrıkulu-Soylu tartışması

CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Nusaybin’de 14 gündür haber alınamayan Koruköy’de bir vatandaşın işkence gördüğü iddiasını dile getirdiği için kendisini “terör propogandası” yapmakla suçlayan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yanıt vermişti.

Soylu, Koruköy’e dair sorduğu sorunun cevabını alamadığını belirtirken “Suçunuzu yüzünüze vuranlara terörist deme haddiniz yok, utanmazlar!” demişti.

Tanrıkulu, Twitter hesabından ayrıca şu mesajı paylaşmıştı:

“Yaşlı bir köylüye işkence yapıldığı iddiasına yanıt veremeyip ‘vatan-millet-sakarya’ söylemiyle suçunuzu örtemezsiniz!”

Soylu ne demişti?

Tanrıkulu, Koruköy’de gözaltına alındıktan sonra işkenceye maruz kaldığı iddia edilen Abdi Aykut’la ilgili sosyal medya hesabından bir mesaj paylaşmıştı. Soylu, paylaşım sonrası Tanrıkulu’nu hedef alarak Kılıçdaroğlu’na şu ifadeleri kullanmıştı:

“Kılıçdaroğlu’na söylüyorum; adamlarını bir araya topla terör örgütünün propagandasını yapmasınlar. Onların teminatı olmasınlar. Milletimizi istismar etmesinler. Çok net şekilde söylüyorum. Burada bu millet büyük bir mücadele yapıyor. İstiklal mücadelesi… 4 gündür, 5 gündür, 6 gündür, 7 gündür susuyoruz, söz söylemiyoruz. 85 kilogram patlayıcı Mersin’in göbeğinde çıktı. Ankara’da İstanbul’da, ülkemizin her tarafında bir şer odakları odaklanmış, oradan bu ülkenin yarınlarını karalamaya, ülkemizin birliğini bozmaya, oradaki insanları korkutmaya, orayı kendine sığınak alanı olarak görmeye, oradan iş adamlarına ‘şu kadar para göndereceksiniz, evlatlarınızı Kandil’e göndereceksiniz.’ diyor. Neyin tarafındasınız siz? Türkiye kararlı bir mücadele vermektedir. Bu mücadeleyi de demokrasi ve hukuk devleti çerçevesinde vermektedir.”

İnsan Hakları Evrensel Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ne diyor?

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Madde 5:

“Hiç kimse işkenceye, zalimane, gayriinsani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulamaz.”

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Madde 3:

“Hiç kimse işkenceye, gayriinsani yahut haysiyet kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulamaz.”

Türkiye, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni 1949, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ise 1952 yılında imzalamıştı.

 

(T24, Yeşil Gazete)

Hangi Hayır!? – Orhan Esen

Çoklu Hayır!’a karşı tekçi Evet!

“Nasıl Bir kampanya?”sorusu ıskartaya çıktı bile. “Bir” adet Hayır! kampanyası olmayacak, bunu tasarlayacak, yayacak “bir” merci de yok. Sosyal medyanın da sayesinde, ya da tam da oraya mahkumiyet nedeni ile, türlü çeşitli hayır kampanyaları çok koldan yürüyor, eğilim artış yönünde. Bunları koordine etmeye, tekseslendirmeye niyetli girişimlerin ne şansı kaldı ne de gereği. Evet!’in ise, iktidar partisi tarafından götürülen, merkez seçmene oynayan bir adet resmi kampanyası var. O cenahta, çeşide zaten pek yer yok.

Çok telden çalması Hayır!’ın özgünlüğü; gücünü bu ortaya karışık halinden, çeşitlilikten alıyor. Kazanırsa eğer, muhtemelen çoksesliliğin imkanları sayesinde kazanacak: Hemen her kesime hitap edecek bir Hayır! dolaşıma girdiği için kazanacak. Farklı Hayır! söylemleri yerine göre birbirleri ile rekabet edecek, bazan birbirlerini tamamlayacak, çokluk birbirlerini tekrar edecek. Peki, herkesin kendini bulabileceği bir Hayır! çıkacak mı ? Kritik gruplar hangileri ve onlar için Hayır! seçeneği nasıl formüle edilmeli ? Hangi Hayır!lar henüz sahiplenilmedi ? Peki farklılaşan Hayır!lar birbiri ile çelişen siyasi mantıklara işaret ediyor olabilir mi ? ‘Netice itibari ile’ farketmez denebilir, ama ‘Hatice’ye de bir göz atmak ilginç olabilir mi ? Hangi Hayır!? sorusu bu çerçevede ilgiyi hakkediyor.

Sahi, neyi oyluyorduk? Hayır! Başkanlığı Değil

Tüm Hayır! ya da Evet! kampanyaları iki gruba birden hitap etmek durumunda. İlki “kemik” seçmenler. Siyasi aidiyet/biat nedeni ile oy verecek asker-seçmenler. Onların oyu ister Evet!, ister Hayır! olsun, baştan belli, değişme ihtimali sıfır ya da sıfıra yakın. Olsa olsa geri durur, sandığa gitmekten imtina ederler. Bunlara yönelik kampanyalar safları sıklaştırma amaçlı: sandığa götürmeyi hedefliyor. Onlara ne anlatıldığının muhtemelen pek de önemi yok. Ezberler işgörüyor. İkinci grup ise bunların dışında kalanlar, ya da “Ortadakiler”. Bu ikinci gruba yönelik kampanya imkanları siyasi açıdan daha vaadedici. Bunlara yoğunlaşacağım. Kendi kampanyasını yaratmak isteyenler hala vardır, belki zihin açmaya katkı sağlar.

Asker-seçmene yönelik gerek Hayır! gerek Evet! kampanyası ortak bir varsayıma dayanıyor. Asker-seçmenin Evet!’i olsun Hayır!’ı olsun, oyladığımız şeyin (adı her ne konmuş olursa olsun) ‘başkanlık rejimi’ olduğu varsayımında birleşiyor. Büyük ortak ezber bu. Ana akım medyanın tüm kalemleri bu ‘bilgi’yi her gün defaten üstümüze boca ediyor. Bunu siyasal aidiyetiniz gereği beğeniyor ya da beğenmiyorsunuz, fazlasını düşünmeye gerek de kalmıyor. Oysa bizzat bu varsayım, oylamanın sonucundan bağımsız olarak, siyasal kültür üzerinde kuşaklar boyu tahribat yaratacak bir yanlış anlamadan, tatsız bir dezinformasyondan başka bir şey değil. Seçmeni önemsemeliyiz: Oyladığımız şeyin başkanlık rejimi olmadığını anlatmaya bir tür “amme hizmeti” olarak mesai harcayacak Hayır! kampanyaları teknik anlamda kaliteli, ve siyasal etik anlamında dürüsttür. Bunun ötesinde, “başarı odaklı” sıfatını da hakkeder; ortada kalmışlara daha iyi hitap etmekle Hayır!ın başarı şansını yükseltirler. Göstermeye çalışacağım.

İnsanlık, kendini felaketlere boğan otokratik yönetimleri tarihsel olarak anayasalar ile denetim altına almış, demokrasiye geçmiştir. Anayasacılık hareketinin demokrasiyi yerleştirmek, otokrasiyi denetlemek için geliştirdiği tek ve çok basit bir ilke vardır: Güçler ayrılığı. Tersten söyler isek, bir anayasayı anayasa yapan yegane ve asgari özellik güçler ayrılığını hayata geçirmesidir. Bir metin ona anayasa adını verdiğiniz için değil, güçler ayrılığını hedeflediği için anayasa olur.

Başkanlık, yarı başkanlık ya da parlamenter rejimler ise aynı hedefe varmanın farklı yöntemleridir: Hedefin tanımı, ‘otokrasiyi denetlemek ve dengelemek üzere güçler ayrılığını yerleştirmek’tir. Başkanlık (ya da yarı başkanlık) rejimleri de aynen parlamenter rejimler gibi, güçler ayrılığını gerçekleştirmeyi amaçlayan yöntemlerdir. Başkanlık ve parlamentarizm, ana kutuplar olarak düşünülebilir, ancak rejim seçenekleri, gerek varolan devletler aleminde, gerekse teorik seçenekler olarak bu üç ana kategoriden çok daha zengindir.

Başkan Trump, Birleşik Devletler anayasası gereği sınırsız yetkili, ama sorumsuz bir Tekadam, bir Otokrat olsa idi ne olurdu ? Düşünmek bile istemeyiz, öyle değil mi ? Dünyanın en güçlü ülkesinin, insanları dini ya da milliyeti nedeniyle ayrımcılığa tabi tutması dünyayı felakete götürebilir. ABD anayasal başkanlık rejiminde başkan, sınırsız yetkili ama sorumsuz bir Tekadam değildir: Başta federal meclisler, üye devletlerin organları (ki bunlar, Türkçede kendi üniter devlete endeksli ufkumuzun garabeti nedeni ile ‘eyalet’ demeyi tercih ettiğimiz yapılardır. Bunlar aslında bir federasyonu aşağıdan yukarıya oluşturan kurucu ‘devlet’lerdir), ve yüksek yargı kurumları, başkanı denetler ve dengeler, olası hatalarını frenler. Böyle de oldu. Frene hızla basıldı, yürütme askıya alındı. Trump’ın KHK’sı geçmedi. Anayasal bir başkanlık rejimi bir Tekadamlık Düzeni değildir: Hataları felakete çevirmemenin yollarını da gösteren bir rejimdir. Ha başkanlığı beğeniriz beğenmeyiz, ama şu an gerçekten konu dışı, çünkü ‘bizim referandum’un konusu ile pek bir alakasız.

Adını koyalım: 16 nisan günü, Anayasal Başkanlık Rejimine geçip geçmemeyi değil, Sorumsuz Muktedir Tekadam Rejimine ya da basitçe Otokrasi’ye geçişi oyluyoruz. Kısaca, bir “Anayasa’dan vazgeçip vazgeçmemeyi oyluyoruz” da diyebiliriz. Soydan geçsin, seçilmiş olsun farketmez, otokrasinin yanına anayasalık vehmettiğiniz bir metin iliştirmekle, anayasal bir rejim kurmuş olmazsınız. Bu iki sözcüğün birarada durması, bakire doğum misali, bir ‘oxymoron’dur. Anayasal Otokrasi diye bir anayasal rejim tipi yoktur, seçilecek bir Otokratın kafasına eseni yapmaya hakkı olduğunu kağda dökmekle anayasa yapılmış olmaz, anayasa ortadan kaldırılmış olur. Dolayısı ile anayasal bir rejim seçeneği olan başkanlık rejimi oylanmış olmaz.

Türk Tipi Başkanlık söylemi de bir yanıltmacadır: Onümüze konan şey Türk Tipi Otokrasidir. Elbette, tüm anayasal demokratik başkanlık  rejimleri zaten ülkesine özgüdür. ABD tipi, Kostarika tipi, Arjantin tipi, … Eğer Türkiye başkanlık rejimine geçmek isteyecek ise, bu zaten Türkiyeye özgü bir karakterde olacaktır, ama güçler ayrılığı ilkesinden taviz vermemek kaydı ile. Türk Tipi Başkanlık söylemi de bir tür Başkanlık oyladığımız demeğe getirir ki, iktidar söylemini meşrulaştırır.

Evet!çiler Otokrasi rejimini bir demokratik geleneği ve saygınlığı olan Başkanlığın arkasına gizleyerek açıkgözlülük edebilir. Bilgi kirliliğinin hakim olduğu ortamda yeni dünya, ABD çağrışımlarına sırtlarını dayamaya çalışabilirler. Demagojidir, tek şanslarıdır. İyi bir Hayır! Kampanyası ise, seçmeni doğru bilgilendirmek ve hakiki bir siyasal tartışmanın önünü açmakla yükümlüdür.

İlk tezimiz şudur: Eğer, bu referandum kampanyanızı başkanlığı oyladığımız savı üstüne inşa eder ve seçmeni Başkanlığa Hayır! demeye davet ederseniz, kemik asker seçmeninize oynuyorsunuz demektir. Kararsız seçmeni Başkanlığa Evet!e kaptırma riskiniz yüksektir. Başkanlığı karşınıza almak ortadaki seçmeni de karşınıza almak anlamına gelebilir. Otokrasiye Hayır! ya da Tekadamlığa Hayır! çizgisinin ise imkanları daha zengin, hitap gücü daha yüksek. İktidarı veya bilinçli tercih olarak demokratik anayasal bir başkanlık rejimine geçişi destekleyen seçmene de hitap edebilir.

Ortada sıkışanları güçlendirmek

Kemik seçmenler dışında kalanların henüz sağlam bir Hayır!la hitap edilmedi. Bu alandaki ilk grup, öncelikle eski Türkiye’den içtenlikle gına getirmiş olan, ama aynı zamanda bu iktidarın sunduğunun yeni bir Türkiye olduğuna zerrece ikna olmayan demokratlardır. Sayıca büyük olmasa da, ama stratejik açıdan, çoğaltıcı etkisi açısınan önemli bir grup. Mevcut siyasi partiler aleminde çok iyi temsil edilmeyen bir grup. Yenilenmiş bir Türkiye talep eden ve bunun demokratik özelliklerinden tavize yanaşmayan bu grup, bilinçli bir seçmen grubudur. Kendini ifade edeceği özgün bir siyaseti ve kampanyası olmasa da, kendiliğinden bir doğal Hayır! verecektir ve buna motivedir. Bu kesimin özgün siyasal duruşunu görünür kılacak kampanyalar, bu kesimi ezberden-başkanlığa-hayırcı’lardan ayrıştırmakla Türkiye’nin içten ve kalıcı demokratik dönüşümüne güç kazandıracaktır. Referandum kampanya süreci, bu çizginin kamplar ötesi özerk bir siyasi alan olarak inşası için bir adım olabilir.

Oyu belli ve sandığa motive olanların dışında kalan, ve sonuç açısından kritik, sayıca geniş bir seçmen kitlesi daha var. Nihai sonucu bu seçmen grubunun sandık günü davranışı belirleyecek. Bu kitle, bir blok değil, tersine hayli heterojen, kabaca 4 alt-grup sayılabilir: 1.kararsızlar 2.sandığa gitmeyecek olanlar 3. Evet! vermeyi düşünmekle beraber çok kemikleşmiş olmayanlar, oyunun gerekçesi ideolojik olmayanlar, akıllıca formüle edilmiş alternatif bir Hayır!a bir kere daha kulak verebilecek olanlar ve 4. Hayır! vermeyi düşünmekle beraber, Evet!’e kayma ihtimali bulunanlar.

Bu 4 alt grubun 7 Haziran’dan 1 Kasım’a tavır değiştiren kesimle kısmen özdeş, kısmen ona benzer bazı özellikler gösteren bir kitle oluşturduğu düşünülebilir. Bu grup muhtemelen en ürkek, en ihtiyatlı, en ortada kalmış seçmendir. Öyle çok vazgeçilmez ideolojik tercihleri yok: olsa kemik cephelerden birinde yeralırlar, aidiyetin peşinden giderlerdi.

Araştırmalar bu kesimi kabaca bir %10-15 aralığında tanımlıyor. Nihai kararı verecek olanlar da bu “Ortadakiler”. Kuşkusuz, Hayır! açısından hayli riskli bir seçmen: Güçlüye sessiz onay vererek huzur arama tavrına girebilir. Evet!çiler ertesi sabah neye uyanacağını iyi kötü biliyor. Bu durumu çok beğenmese de ne olacağını bildiği bir şeye vermeyi, güvencede olmayı önemsiyor. Hayır!ın belirsizlik getirmesinden ürküyor. Ortadakilere sirayet etme riski olan bir tutum. Resmi Evet! kampanyasının da bu kesime oynadığı, mesela Reina tepkisinden itibaren belirginleşti: Başkanlığa geçit ver, huzur bul!

Evet!’in barutu burda bitiyor, alternatif Hayır!lar’a alan açılıyor. Ortada kalmışlara hitap edecek bir imkan şu: Mevcut toplumsal durumun gereksiz bir gerginlik hali, bir tür ‘anormallik’ olduğunu görüyor ya da hissediyorlar. Fikren iktidarı destekliyor, ya da kararsız veya sandığa gitmeme eğiliminde olabilirler, ama gerilimden rahatsızlar. Bu algı ile bilinçli demokrat kesime yaklaşıyorlar. Akıllı, sakin kampanyalar, ortada kalmışlara, kendi içine kapanan, demokratik muhalefet ve denetimi dıştalayarak denge ve fren mekanizmalarını işlevsizleştiren bir fiili otokrasinin, hatalı kararlar alma riskinin arttığını gösterebilir. Güçler ayrılığının varlığının değil yokluğunun kriz ve huzursuzluğun gerçek nedeni olduğu Trump’ın kararnamesi benzeri, basit örneklerle anlatılabilir. Suni gündemlerle yaratılan krizlerin güçler ayrılığı zayıfladıkça sıklaştığı, ama güçler ayrılığı sağlam ise, aşılma ihtimalinin güçlendiği gösterilebilir. Güçler ayrılığına dayalı iyi yönetim toplumun ortak aklını ortaya çıkarır, herkesin ihtiyacıdır.

Bu anlamda, Hayır! yeniden normalleşmeye işaret eder. Ortadakilere Hayır! vermekle normalleşmenin öznesi olmaları teklif edilmelidir. Aktif bir tavır alarak aradıkları huzura kavuşabilirler. Bunu söylemek alttan alta getirilen, Hayır! çıkarsa kaos olur tehdidine karşı önemli. Hayır! sonucu, mevcut siyasal akörlerin değişmesi değil, (genel seçim yapmıyoruz!) mevcut anayasanın öngördüğü sınırlara çekilerek icraatini meşru zeminde sürdürmesi talebidir. Burda realist olunması kritik nokta. Realist bir Hayır! hükümete oy vermiş, sürmesini de arzulayan, ancak mevcut iktidar pratiğinden huzursuz seçmenin de arkasında durabileceği bir pozisyondur. Önce mevcut anayasanın harfiyen uygulanması talebidir. Huzursuzluk varsa anayasal sınırların ihlalinden kaynaklanmaktadır; taşlar yerinden oynadığı içindir.

Normalleşme süreçleri herzaman iradi diplomatik girişimlerin sonucudur: Akıllı reelpolitika güden bir Hayır! kampanyası siyasetçi karşısında seçmenin elini güçlendirir, onu Hayır! tercihi üzerinden inisiyatif sahibi kılar. Seçmeni normalleşme diplomasinin öznesi haline getirir. Normalleşme, siyasette kartları yeniden karacaktır.

Kırmızı çizgisiz, pozitif kampanyalar

Ortadakiler acaba eski Türkiye’yi nasıl görüyor? Buna varoluşsal kaygı ve endişelerle sımsıkı sarılsalardı, zaten kemik Hayır! bloğu içinde yeralırlardı. Peki adına resmi jargonda Yeni Türkiye denen şeye nasıl bakıyorlar? Bu pakete gönül indirselerdi zaten kemik Evet! bloğuna asker yazılırlardı. Öyle ise ‘ruhen’, yukarda tanımladığımız, her iki kemikleşmiş bloğa da mesafliler. Ancak sandık tavrı tartışmasız bir Hayır! olan bilinçli demokrat kesimle içgüdüsel düzeyde müştereklerde buluşuyorlar. Bu müştereğin altı nasıl çizilir? Nasıl oyulur?

Başkanlığa Hayır! çizgisinde yoğunlaşan kampanya, bazan açıkça telaffuz eder, bazan da doğallıkla varsayar, şu alt metni geçmektedir: Parlamenter Rejime Evet! Bu sorgulanmayan ezber, seçmeni parlamentarizm/başkanlık ikilemi karşısında bir seçim yaptığı yanılgısına sürüklemektedir. Hayır! açısından burdaki tuzak şudur: haklı ya da haksız, tartışması ayrı ve uzun mesele, seçmenin hatırı sayılır bölümünün algısı itibari ile Parlamenter rejim ‘eski’ Türkiye ile özdeşleşmiştir: Koalisyonlar eşittir istikrarsızlık eşittir ekonomik büyümenin durması algısı örnek verilebilir. Parlamentarizmde ilkesel ısrar, eskide inat gibi algılanma riski taşır. Hayır! vermekle başkanlık opsiyonunu elimine ettiğini sananlar, parlamentarizme “takılmış” durumdalar ve bu rejim biçiminin eski Türkiye ile özdeşleşmiş olduğunun ya bilincinde değiller ya da zaten bilinçli olarak eskiye sahip çıkıyor, iktidarın söylemini güçlendiriyorlar.

Bu çizgi, bir tür negatif kampanya’dır. “Hayır! vermekle parlamenter rejim tercihine angaje oluyorum” algısı, ortada sıkışmışların demokrasi bloğuna katılım ihtimalini zayıflatır. Tersine, vurgu Parlamentarizm’e değil, basitçe Legalizm’e ya da Meşru Düzene Saygı çerçevesinde olursa, ittifak güçlenir, Hayır! daha rahat “geçer”. Öncelikle Mevcut Anayasanın Doğru Uygulanması için Hayır! çizgisi parlamentarizmi ilkesel düzeyde savunanlarla buna eleştirel yaklaşanları bu referandumda müttefik kılar. Hakiki ve özgür bir rejim tartışmasını, ilerdeki daha demokratik bir ortama ertelemeye karar vermiş olduk.

Demokrat ruhlu bir Hayır! kampanyası ısrarla seçimin bir anayasaya sahip olmak ile anayasasızlaşmak arasındaki bir tercih olduğunu anlatmalıdır. Anayasasızlaşmak bir Yeni Türkiye’ye geçmek değildir; çok daha eskilere, anayasal tarihimizin miladı sayılan Sened-i İttifak’ın da öncesine, 18 yy ortamına dönüştür… Hayır! çıkar ve normalleşir isek, yenilenmiş bir Türkiye’nin 1980 anayasasını ruhen de yenileyebileceği koşullar oluşabilir. Demokrat ruhlu bir Hayır! kampanyası olası bir rejime ilişkin kırmızı çizgilere sahip olmamalıdır. Parlamenter rejimin ıslah edilmesi, sorun yarattığı düşünülen yönlerinin yeniden ele alınması kuşkusuz ciddi bir seçenektir, ama bunu ‘başkanlığı tartıştırmayız!’ kırmızı çizgisine taşımanın anlamı başkadır. Başkanlığın tartışılmasını dahi tabu gören bir anlayışın Hayır! ile özdeş hale gelmesi ortada kalmışlara atılacak en büyük kazıktır, onların Hayır!a yabancılaştırma riskini güçlendirir. Demokratik bir Hayır! bu badire atlatıldığında yarın bir gün eğer rejim meselesi açılacaksa, parlamentarizmi de başkanlığı da olası her türlü karma rejimi de tartışmaya açık olduğunu bugünden açıkça ilan etmelidir.

Bir imkan: Kurucu irade olarak ‘Hayır!ı geçirmek’

Halkoylamasının meselesine bir de tersten bakmayı deneyelim: Hayır!ı geçirmek ibaresi buna işaret eder.  Hayır! oyunu bir red olarak değil, pozitif bir bir kurucu iradenin oyu gibi de okuyabilir miyiz ? Asıl olumsuz tavrın Evet! olduğunu göstermek anahtar önemde.

Güçler ayrılığı anayasal gündemimize 1960 anayasası ile girdi, 1980’de tırpanlansa bile ayakta kaldı. Ancak tabandan gelen bir kurucu irade ile yerleşmiş olmadı, özünde bir darbe sonrasında ihsan edilmişti. Kuşkusuz iyi niyetli bir hamle idi, ama bir ihsandı; bir ‘ihsan eyleme’ toplumsal deneyim açısından ‘elde etme’den çok farklıdır. 60 yıla yaklaşan pratiği içinde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bu ihsanın göreceli lüksünü yaşadı. Toplumların uzun tarihi açısından bakıldığında demokratik bilincin evrilmesi için 60 yıl nedir ki ?

Şimdi ise iyi kötü bir güçler ayrılığı üstüne kurulu bir devlet işleyişi toplumun elinden alınmak isteniyor: Toplumun tam da bu anda vereceği karar, denge ve denetim mekanizmalarının yaşamsal bir ihtiyaç olarak algılanıp algılanmadığnı tespit etmek için uygun bir fırsat. Seçmenin yarıdan fazlasının hele bu günün koşullarında Hayır! vererek güçler ayrılığına sahip çıkması, Türkiye anayasa tarihinde bugüne dek tabandan ifade edilmiş en güçlü kurucu irade beyanı, bir milat olacaktır. Hayır! ile meşruiyetçi bir kurucu iradenin tecelli edecek olması onu pozitif bir tavra dönüştürmektedir.

Evet!in yarının az üstünde oy alması ise, topluma yeni bir anayasa kazandırmış, anayasa sorunumuzu kalıcı bir çözüme kavuşturmayacak, hiçbir pozitif sonuç üretmiş olmayacaktır. Evet!in toplumun diğer yarısı için yolun sonu olarak algılanması kaçınılmazdır. Evet! sonucunun bir anayasadan beklenen temel özellik olan toplumu teğelleme işini becerme şansı hiç yok. Bir anayasa oylamasını herhangi bir oylamaran ayıran temel özellik şudur: Bir Evet! ancak %80ler %90 larla geçerse o toplumu bağlayan ana sözleşme niteliğini kazanır.

Oysa tersi, çok farklı olabilir: Hayır! çıkması Evet! verenler için yolun sonu olmak zorunda değil.  Siyaseten doğru konumlandırılmış bir Hayır! kucaklayıcı bir anayasal sürecin miladı olabilir. Bunun ön koşulu, gerçekçi, olabilir, talep edilebilir ve  basitçe zaten olması gerekeni tarifliyen, ve tam da bu nedenle bir değişime işaret eden bir ’17 Nisan senaryosu’ yazmaktır. Evet!in askerlerini de rahatlatacak, gerçek değişimin tasavvur ve hayaline işaret eden Hayır! kampanyaları, yaşanası bir ülkede vatandaşlık birliğini sağlamanın ilk adımını oluşturabilir.

Bu yazının dertleri şerefli bir yenilgi ile tarihe not düşmeyi sevenler için muhtemelen pek mesele değildir.

 

Orhan Esen

Çekya ormanlarında Çernobil’den 31 yıl sonra radyoaktif yaban domuzları bulundu

Çekya Devlet Veterinerlik İdaresi, ülkenin kırsal bölgelerinde görülen yaban domuzlarında Çernobil’den 31 yıl sonra radyoaktivitenin tespit edildiğini açıkladı.

Yapılan açıklamada, yaban domuzlarındaki radyoaktivitenin yüksek seviyede radyoaktif izotop emilimi yapabilen trüf mantarı yiyerek oluşmuş olabileceği belirtildi.

Trüf mantarının, Sezyum 137 de dahil olmak üzere yüksek seviyelerde radyoaktif izotopları emme kapasitesi olduğu kaydedildi. Sezyum 137, 1986 yılındaki çernobil Faciasında çevreye en çok yayılan radyoaktif maddelerden biriydi. Bu maddenin izotoplarındaki radyoaktif madde gücünün yarıya inmesi için geçmesi gereken süre, 30 yıl olarak biliniyor.

​Uzmanlar radyoaktif mantarları yiyen yaban domuzlarının da radyoaktif özellik taşıdığını vurguluyor. Bu nedenle Çekya’da oldukça popüler bir gıda olan yaban domuzunun vatandaşlarca tüketilip radyoaktivitenin yayılmasından endişe ediliyor.

Çekya Devlet Veterinerlik İdaresi’ndan Jiri Drapal, “Önümüzdeki birkaç yılda, radyoaktiviteden etkilenmiş birçok gıda ürünü ile karşılaşacağımızı tahmin ediyoruz” ifadelerinde bulunarak tüm et ürünlerinin özel testlerden geçirilmesi gerektiğini kaydetti.

Elde edilen verilere göre 2014 ila 2016 yıllarında uzmanlar 614 yaban domuzunu inceledi. Bunlardan yüzde 47’sinin radyoaktif olduğu ortaya çıktı. Geçtiğimiz aylarda yapılan bir araştırma da, Çernobil faciasının üzerinden 30 yıl geçmesine rağmen, çevre bölgelerde yaşayan insanların tükettiği gıdalar aracılığıyla radyoaktitiviteyle yakın bir şekilde temas halinde olduğunu vurgulamıştı.

26 Nisan 1986 günü Ukrayna’nın Kiev iline bağlı Çernobil kentindeki Nükleer Güç Reaktörünün dördüncü ünitesinde meydana gelen nükleer kaza sonrasında atmosfere büyük miktarda fisyon ürünleri salınmış, bölgede yıllarca sürecek etki yaratmıştı.

 

(Sputnik News)

Günün güzel haberi: Piyanist Dengin Ceyhan tahliye edildi

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği iddiasıyla tutuklanan piyanist Dengin Ceyhan hakkında tahliye kararı verildi.

14 Şubat’ta sosyal medya paylaşımları gerekçe gösterilerek evine yapılan baskınla gözaltına alınan Ceyhan, sekiz günlük gözaltı sürecinin ardından adliyeye sevk edilmişti. Ceyhan, 22 Şubat’ta tutuklanmıştı.

Hürriyet’ten İsmail Saymaz’ın haberine göre mahkeme, savcılığın itirazı üzerine Ceyhan hakkında tahliye kararı verdi.

Genç piyanist, Gezi Parkı eylemleri sırasında piyano çalmış, Soma katliamında yaşamını yitiren işçilerin çocuklarına burs vermeyi amaçlayan ‘Piano for Soma’ etkinliğine katılmış, kanun hükmünde kararnamelerle (KHK) ihraç edilen akademisyenlere de destek vermişti.

(Hürriyet)

Eşcinsel evlilik bir ülkede daha yasallaştı

Slovenya da eşcinsel evliliğin yasallaştığı ülkeler arasına katıldı.

Bugün itibariyle eşcinsel çiftler evlenebilecek. Yeni yasa eşcinsel çiftlere heteroseksüel çiftlerle neredeyse aynı hakları tanısa da halen birlikte evlat edinmeyi yasaklıyor.

2015’in Aralık ayında yapılan referandumda, Slovenya parlamentosu tarafından kabul edilen ve ve aynı cinsiyetten çiftler arasındaki evliliklerle izin veren yasanın yürürlükte kalıp kalmayacağı sorulmuştu. Halkoylamasına sağ muhalefet ve Katolik kilisesi önayak olmuştu.

Slovenya Ulusal Seçim Kurulu tarafından yapılan yazılı açıklamada, resmi olmayan rakamlara göre evlilik eşitliğini ve eşcinsel çiftlerin evlat edinme hakkını içeren yasa yapılan referandumda katılımcıların yüzde 63,48’nin “hayır” oyu ile reddedilmişti.

KaosGL’de yer alan habere göre, Maribor’daki evlilik törenlerini yürüten Ksenija Klampfer, ülkedeki ilk lezbiyen evlilik töreninin önümüzdeki cumartesi gerçekleşeceğini “İlk defa bir eşcinsel evlilik düzenleyeceğimiz için çok mutlu ve gururluyuz. Böyle evliliklerin herkesin eşit haklara sahip olduğu daha kapsayıcı bir topluma dönüşebilmek için çok önemli adımlar olduğuna inanıyoruz.” sözleriyle açıkladı.

Slovenyalı LGBT örgütü Legebitra grup sözcüsü Lana Gobec, “Bu ileriye doğru büyük bir adım, fakat bizler eşcinsel çiftlerin heteroseksüel çiftlerle tamamen eşit haklara sahip olabilmesi için uğraşmaya devam edeceğiz” diye konuştu.

Eşcinsel çiftler ülkede aslında 2006’dan beri ‘kayıtlı partnerlik’ yapabiliyor ve kan bağı olmayan çocuklar haricinde partnerlerinin önceki ilişkisinden olmuş çocuklarını da evlat edinebiliyordu.

İki yıl önce ülkenin Avrupa Parlementosu üyelerinden biri, referandumla eşcinsel evliliği durdurmanın ‘utanç verici’ olduğunu dile getirmişti.

Şu an evlilik eşitliği, İngiltere, Fransa ve İspanya’yı da kapsayan birkaç Avrupa ülkesinde yasal.

 

(Kaos GL)

AKP’li belediye başkanı: NASA’nın bulduğu gezegenler 618 yıl önce cami minberine işlenmiş

AKP’li Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanı Recep Altepe, geçtiğimiz günlerde NASA tarafından dünyaya benzeyen gezegenlerin bulunmasına ilişkin açıklamaya değinerek, yeni bulunan gezegenlerin kent merkezinde 618 sene önce yapılan Ulu Cami’nin minberine işlendiğini iddia etti.

Astronomi uzmanlarını caminin minberindeki gezegenleri incelemek üzere kente davet eden Altepe, “Yaklaşık 80 yıl önce var olduğu bilinen Plüton, 618 yıl önce bu minbere işlenmiş. Burada gizemini koruyan farklı bir gezegen de var. Bu gezegenin de bugünlerde bilim adamlarının üzerinde çalıştığı ve ‘Yeni gezegen bulundu’ şeklinde açıklama yapılan gezegenlerden biri olduğunu tahmin ediyoruz.” dedi.

Altepe’nin açıklamaları, iktidara yakınlığıyla bilinen Güneş gazetesinin internet sitesinde yer aldı. Güneş’in haberi şöyle:

Günümüzde yeni keşfedilen gök cisimlerinin asırlar evvel Bursa Ulucamii’nin minberine işlendiği bildirildi. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, astronomi uzmanlarını bu cisimleri incelemeleri için Bursa’ya davet etti.

Son günlerde NASA tarafından dünya benzeri gezegenlerin bulunmasına dair yapılan heyecan verici açıklamanın ardından gözler Ulu Cami’ye çevrildi. Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe, yüzyıllar öncesinden Ulu Cami minberine işlenmiş farklı cisimlerin bulunduğuna işaret ederek, “Bilim adamlarımız dünyaya ilmi öğretti. Sıfırı, pi sayısını, sinüsü, kosinüsü, yerçekimini ve atomun parçalanmasını da bizim bilim adamlarımız Batı’ya naklettiler. İşte onlardan biri de astronomi ile ilgili çalışmalar. “Dünya yuvarlaktır” dediğinde başına gelmedik kalmayan Galileo, Batı’da bunları savunurken, ondan 230 yıl kadar önce Bursa’da Ulu Cami’ye güneş sistemi işlenmiş. Daha 1399 yılında güneş sistemi minbere nakşedilmiş. Bu sistem, Kadızade-i Rumi ve Molla Fenari’nin ortak eseri” diye konuştu.

Minberdeki güneş sisteminde dünya, güneş ve tüm gezegenlerin yanı sıra 1930 – 1934’lü yıllarda bulunan Plüton’un var olduğuna da dikkat çeken Başkan Recep Altepe, “Yaklaşık 80 yıl önce var olduğu bilinen Plüton, 618 yıl önce bu minbere işlenmiş. Burada gizemini koruyan farklı bir gezegen de var. Bu gezegenin de bugünlerde bilim adamlarının üzerinde çalıştığı ve “Yeni gezegen bulundu” şeklinde açıklama yapılan gezegenlerden biri olduğunu tahmin ediyoruz. Bilim adamlarımız çok daha önceden bunların çalışmalarını yapmışlar, 618 yıl önce tarih atarak buraya işlemişler. Tüm bilim adamlarını, astronomları ve bu konuda yetkili otoriteleri çağırıyoruz. Gelsinler, bunların sırlarını çözsünler ve buradan Batı’ya verdiğimiz bu ilim ve bilgileri en güzel şekilde ortaya çıkarsınlar. Bu konuda elimizde güzel bir kaynak var. Herkesi Bursa’ya Ulu Cami’ye ve bu eserleri aydınlatmaya davet ediyoruz” açıklamasını yaptı.

“Minberde cisimler var”

Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi (BTM) Astronomi Danışmanı Astronom Dr. Bülent Yaşarsoy da minberin üzerinde gök cisimlerini andıran şekiller olduğunu ifade ederek, “2016 yılının Ocak ayında Kaliforniya Teknoloji Üniversitesi’nde astronomlar güneş sistemi içinde daha büyük bir gezegenin olması gerektiğini düşünüp yaptıkları matematiksel hesaplamalar sonucunda 10 dünya kütlesi büyüklüğünde bir cismin Plüton’dan da daha uzakta olması gerektiğini hesapladılar. Ancak bununla ilgili gözlem sonuçları ellerinde yok. Aynı şekilde 1930’lu yıllarda da Plüton bulunurken aynı teknikle bulunmuştu. Minbere bu açıyla baktığınız zaman burada bir tane daha obje var. Bilimsel temeller üzerinde bu minberin bize anlatmak istediği bir şeyler varsa onları ortaya çıkarabilirler” şeklinde konuştu.

 

(Güneş, Yeşil Gazete)

Küresel İklim ve Felaket Raporu: En çok artış gösteren tehditler deprem, su baskınları ve kuraklık

Dünyada risk yönetimi, sigorta ve reasürans brokerliği ile insan kaynakları danışmanlığı konularında faaliyet gösteren Aon’un yayınladığı  2016 Küresel İklim ve Felaket Raporuna göre küresel felaketlerin yarattığı 210 Milyar $’lık ekonomik kaybın bu zamana kadar tespit edilen/kayıtlara geçen kayıplar arasında 7. sırada olduğu belirtildi.

Raporda Japonya ve Yeni Zelanda depremleri sebebiyle rekor kayıp yılı olan belirlenen 2011’den beri devam eden aşağıya inme trendinin de sona ermiş olduğu kaydedildi.

Küresel İklim ve Felaket Raporunda son 10 yılda en çok artış gösteren tehditlerin deprem, su baskınları ve kuraklık olduğu belirtildi. Bu olaylardan 14’ü Amerika Birleşik Devletleri’nde, 11’i Asya-Pasifik ülkelerinde, 3’ü Avrupa, Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde ve 2’si ise Latin Amerika’da meydana geldi.

Küresel İklim Risklerinin yükselmesinin temelinde küresel ısınmanın deniz seviyesindeki yükselişe sebep olması, alışılmışın dışında hava olayları, ısı değişimlerinin yanı sıra küresel nüfus ve göç dalgaları da etkili oluyor.

Rapora göre en fazla insanın hayatını kaybettiği doğal afetlerden biri Lionrock Tayfunu oldu. Çin, Japonya, Güney Kore ve Kuzey Kore’yi etkisi altına alan tayfun, en fazla ekonomik kayba yol açan felaketlerden biri olarak kaydedildi.

Doğal afetler son 10 yılda içinde APAC (Asya-Pasifik) ülkelerinde %35 oranında artış gösterdi. Bunu %20 ile Latin Amerika, %14 ile EMEA ve %10 ile ABD izledi.

2016’da Batı ve Orta Avrupa’da yoğun yağışlar nedeni ile bahar aylarında meydana gelen su baskınları, 2013’ten bu yana meydana gelen doğal afetler içinde en çok zarar veren olay olma özelliğini de taşıyor.

2016 içinde ekonomik kayıplara neden olan toplam 315 farklı olay yaşandı. Bu olayların %70’lik ağırlığını sel, deprem ve ağır hava olayları oluşturdu. Yıl boyunca meydana gelen olaylar arasında Japonya’daki büyük depremler, Amerika ve Karayipler’deki Matthew Kasırgası, Çin, Avrupa ve Birleşik Devletler’deki yıkıcı yaz selleri, Kanada ve Amerika’daki kontrol edilemeyen yangınlar ve Güneydoğu Asya ile Afrika’nın çeşitli bölgelerinde meydana gelen kuraklıklar sayılabilir. Ancak, 2016’daki en kötü olay Nisan ayında Ekvador’da meydana gelen ve en az 673 kişinin ölümüne sebep olan depremdi.

 

(Yeşil Gazete)

“Tüm Türkiye metal müzik dinleyecek, kabul eder misiniz?”

Müziyen Hayko Cepkin, katıldığı bir programda 16 Nisan’da düzenlenencek referandumda kullanacağı oyu açıkladı.

Hayko Cepkin, katıldığı bir programda 16 Nisan’da yapılacak Anayasa Değişikliği ve Başkanlık Sistemi referandumunda ‘Hayır’ oyu vereceğini belirterek, “Tüm Türkiye metal dinleyecek. Bunu kabul eder misiniz? Hayır” dedi.

https://www.youtube.com/watch?v=VCVeR0inczQ

 

(Yeşil Gazete)

İstanbul’da 3 kişiden 2’si ambalaj atıklarını ayırmıyor

ÇEVKO Vakfı’nın İstanbul’da 11 ilçede (Ataşehir, Avcılar, Bağcılar, Bakırköy, Beşiktaş, Kadıköy, Kartal, Maltepe, Pendik, Şişli, Zeytinburnu) yaşayan tüketicilerle yüz yüze görüşme yöntemiyle 503; Türkiye halk geneli tüketici nezdinde ise dijital ortamda 1.133 kişiyle görüşülerek yapılan “İstanbul ve Türkiye Halk Geneli Tüketici Nezdinde Ambalaj Atıklarının Geri Dönüşümü Algı Araştırması” sonuçlandı.

Bağımsız bir araştırma şirketi tarafından gerçekleştirilen araştırmaya; İstanbul’da yüzde 48’i, Türkiye genelinde ise yüzde 34’ü kadın olmak üzere, 18 yaş üstü ve yaş ortalaması yaklaşık 35 olan; AB, C, DE sosyo-ekonomik statüdeki tüketiciler katıldı. Tüketicilere; doğaya karşı duyarlılıkları ve bu duyarlılıklarını tüketim alışkanlıklarına nasıl yansıttıkları, ambalaj atıklarını ayrı biriktirip biriktirmedikleri, bağlı bulundukları ilçe belediyesi tarafından ambalaj atıklarının ayrı toplanıp toplanmadığı konusundaki bilgi yeterlilikleri soruldu.

İstanbul geneli tüketici sonuçları

BirGün’de yer alan habere göre, İstanbul genelinde yapılan “Ambalaj Atıklarının Geri Dönüşümü Algı Araştırması”nda, tüketicilerin yüzde 23’ü “Doğaya duyarlı markaların ürünlerini satın alırım” derken; “Doğaya duyarlı markaların ürünlerini fiyat farkı olsa dahi tercih ederim” diyenlerin oranı ise yüzde 15 oldu. İstanbul genelindeki tüketicilerin yüzde 32’si ise “Ambalaj atıklarını çöpten ayrı biriktiririm, geri dönüşüm kutularına atarım” dedi.

Ambalaj atıklarını ayrı toplamada sorumluluklarını yerine getiren ilçe belediyelerinin bölgelerinde yaşayan tüketicilere bu konudaki çalışmalarıyla ilgili daha fazla bilgilendirme yapması gerektiği analizine ulaşılan araştırmada; ambalaj atıklarını ayrı biriktiren İstanbullu tüketicilere, muhteviyatı nedeniyle toplanmasında ayrı bir özen ve dikkat isteyen cam ambalaj atıklarını ayrı toplayıp toplamadıkları da soruldu. Ambalaj atıklarını ayrı topladığını belirten tüketicilerin yüzde 51’i, cam ambalaj atıklarını da diğer ambalaj atıkları ile birlikte topladığı bilgisini verdi.

Dijital kullanıcılar daha bilinçli

Dijital araştırma ile Türkiye genelinde yapılan araştırma sonuçlarının analizinde; dijital dünya kullanıcılarının çevre ve doğaya karşı daha duyarlı tutum sergilediği, doğaya duyarlılıkta ve ambalaj atıklarını ayrı toplamada oranlarının yükseldiği görüldü. Bu grubu oluşturan tüketicilerin yüzde 62’si “Doğaya duyarlı markaların ürünlerini satın alırım” derken, “Doğaya duyarlı markaların ürünlerini fiyat farkı olsa dahi tercih ederim” diyenlerin oranı ise yüzde 44 oldu.

Dönüşümde toplumsal bilinç artmalı!

ÇEVKO Vakfı (Çevre Koruma ve Ambalaj Atıkları Değerlendirme Vakfı) Genel Sekreteri Mete İmer araştırma değerlendirmesinde, “Birçok önemli verinin yanı sıra her üç kişiden sadece bir kişinin ambalaj atıklarını ayrı topladığını ortaya koyan araştırma, bu konuda toplumsal bilincin daha fazla artması gerektiğini ifade ediyor” dedi.

Ambalaj atıklarının ayrı biriktirilerek geri dönüşüme kazandırılmasının hayati önemine dikkat çeken Mete İmer, Dünya’yı tehdit eden iklim değişikliği ile mücadelede, atıkların kaynak olarak geri dönüşüme kazandırılması ve tüketicilerin nezdinde, toplumun her kesiminde bu farkındalığın artması gerektiğini kaydetti. İmer ayrıca, ekonomik ve sürdürülebilir bir geri dönüşüm sisteminde, cam ambalaj atıklarının diğer ambalaj atıklarından ayrı toplanması ve geri dönüşüme sağlıklı bir şekilde sevk edilmesinin önemine de dikkat çekti.

 

(Birgün)