Hafta SonuKöşe YazılarıManşet

Nükleer enerji: Sınırsız güç, dönüşü olmayan yıkım

0

Üzerinden neredeyse 6 yıl geçmiş olmasına rağmen etkileri hala devam eden Fukuşima nükleer felaketi yine dünyanın gündeminde. 11 Mart 2011’de deprem sonrası yaşanan bu felaketle ilgili her geçen gün yeni bilgiler ortaya çıkıyor. Yetkililer birkaç hafta önce sızıntıyı temizlemek üzere uzaktan kumandalı bir robotu reaktörlerden birine göndermişti. Ancak bölgedeki radyasyon öylesine yüksekti ki robot görevini tamamlayamadı. 650 Sv[i] radyasyona maruz kalan robot alandan geri bile çekilemedi.

İşin fenası bundan önce de ergimenin gerçekleştiği bölgeye gönderilen robotlar defalarca etkisiz hale gelmişti. Üretilmeleri yıllar alan bu cihazlar çok yüksek düzeyde tehlikeli olan yüzlerce erimiş yakıt çubuğu baloncuklarını sökmek üzere gönderiliyor. Radyasyon düzeyinin görece düşük olduğu reaktördeki yakıt çubukları temizlenmiş olsa da diğer reaktörlerdeki radyasyon seviyesine robotlar bile dayanamıyor. Şimdilik bu şiddetteki radyasyona dayanabilecek robot üretebilecek bir teknoloji yok. Görünen o ki bu kirliliği temizlemek kısa vadede mümkün görünmüyor. Hatta temizleme çalışmalarının 40 yıl kadar süreceği tahmin ediliyor.

Nükleer kirlilik Pasifik Okyanusu’nun tamamına yayıldı 

Şimdi gelin kirliliğin boyutlarına bakalım. Geçtiğimiz Kasım ayında ABD’nin Tillamook Körfezi ve Gold Sahili’nde Fukuşima’daki felaketinin ardından sızan radyoaktif madde (Sezyum 134) tespit edilmişti. Aynı tür radyoaktif madde bundan da önce Kanada’nın British Columbia eyaleti kıyılarında da bulunmuştu. Geçtiğimiz sene kamuoyuyla paylaşılan bir harita[ii] Pasifik Okyanusu’ndaki Fukişima kaynaklı radyoaktif kirlenmenin boyutlarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu (Bkz. Harita 1).

Harita 1: Fukişima kaynaklı radyasyon kirliliği (2016)

Kaynak: ABD Ulusal Okyanus ve Atmosfer Dairesi (NOAA)

Daha da beteri radyoaktif madde nükleer santralden sızıp koca okyanusu kirletmeye devam ediyor. Okyanusun iki yakasından alınan örneklerden anlaşıldığı üzere şimdiye kadar 760 bin tondan fazla radyoaktif madde suya karışmış durumda. Günde 300 ton radyoaktif madde ile kirlenmiş suyun 4 sene boyunca daha sızacağı tahmin ediliyor[i]. Sonuç olarak üzerinden 6 sene geçmesine rağmen Fukuşima felaketinin kontrol altına alındığı söylemek bile mümkün değil.

Dünya nükleer enerji kazalarıyla ilk kez karşılaşmıyor

Tabi dünyada yaşanan tek nükleer felaket Fukuşima’daki değil.  1986’da Ukrayna’da yaşanan Çernobil nükleer kazası 20. yüzyıla damgasını vuran olaylardan biriydi. Üzerinden otuz seneden fazla zaman geçmesine rağmen sadece Ukrayna’da değil çevre ülkelerde de 5 milyondan fazla insan halen radyoaktif atıklarla kirlenmiş bir çevrede yaşamaya devam ediyor. İşin halk sağlığı boyutuna bakacak olursak 1990-2000 yıllarında Belarus’da kanser oranı %40 arttı. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre Çernobil yakınında yaşayan 50 binin üzerinde çocuk tiroid kanserine yakalandı. Türkiye’de de Çernobil’den yayılan radyasyon nedeniyle kanser vakalarında artış olduğu Türk Tabipleri Birliği’nin yaptığı bir araştırmalarla ispatlandı. Hopa’da ölümlerin %47,9’unun kansere bağlı olduğunu biliyoruz. Radyoaktif kirlilik gelecek kuşakları da olumsuz etkiliyor.

Kyshtym (Rusya) yakınlarında bulunan Mayak Nükleer Santali’nde (1957), Cumbria’daki (İngiltere) bölgesinde bulunan Windscale nükleer santralinde (1957), Three Mile Island (ABD) nükleer santralinde (1979) ve yine Tokaimura (Japonya) nükleer santralinde (1999) doğaya ve insanlara büyük ve geri dönüşü olmayan zararlar ortaya çıktı.

Nükleer santrallerde her zaman küçük çaplı kazalar yaşanıyor

Ancak kayıtlara geçmiş şiddetteki nükleer kazalar sayıca çok olmasa da nükleer santrallerde kaza oldukça sık karşılaşılan bir durum. Almanya’nın nükleer santrallerinde her üç günde bir “güvenlik olayı” yaşanıyor. Federal Radyasyon Koruma Ajansı, her yıl, Almanya’nın nükleer santrallerinden, güvenlik ile ilgili 100-200 arasında olay raporu alıyor. Fransız nükleer reaktörlerinde ise her yıl ortalama 900 olay yaşanıyor. Bunlardan herhangi bir dikkatsizlik durumunda yeni bir Çernobil veya Fukuşima felaketi boyutlarında yaşanabilir.

Nükleer silahlanma boyutu

Nükleer enerjinin bir de nükleer silahlanmaya uzanan bir boyutu var. İlk defa ABD tarafından 6 ve 9 Ağustos 1946 tarihlerinde Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde nükleer bombalar kullanmıştı. Binlerce insanın yaşamını sonlandıran ve kuşaklar boyu hastalıklara neden olmasına rağmen, 1949’da Sovyetler Birliği’nde, 1957’de İngiltere’de, 1961’de Fransa’da, 1964 ve 1967 yıllarında Çin’de nükleer denemeleri başladı ve devam etti. Yayılmaya karşı 1965 yılında nükleer silahı olan bu beş ülke güvenlik denetim kurma çalışmalarına başladı. 1 Temmuz 1968’de başta ABD, İngiltere, Sovyetler Birliği katılımıyla elli ülke tarafından imzalanan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) 1970’de yürürlüğe girdi[ii]. Ancak pek çok savaşın yaşandığı dünyamızda artan nükleer enerji kullanımıyla da birlikte bu tehlikenin yayılmasını önlemek hiç de kolay değil.

Nükleer santraller sadece risk değil, kirlilik de oluşturuyor

Nükleer santrallerde ortaya çıkan enerjinin meydana getirdiği yüksek sıcaklıkla baş etmek için suyla soğutma yöntemleri izlenir. Dolayısıyla pek çok nükleer tesis suyun bol olduğu deniz kıyılarına kuruludur. Soğutma için denizden çekilen suyun sıcaklık derecesi kullanım sonrası çok yüksek derecelere çıkar. Bu sıcak su çoğu durumda doğrudan denizlere geri verilir. Suda termal kirlilik dediğimiz bir çevre felaketi yaşanırken, su canlıları ve ekosistemleri zarar görür.

Üstelik bu santraller soğutma suyu olarak kullandıkları suyu sadece termal değil uranyum, sezyum gibi radyoaktif maddelerle de bir miktar kirletir. Rusya’nın Chelyabinsk oblastındaki Kyshtym şehri yakınlarında bulunan Mayak Nükleer Santrali’nde 1948 yılından itibaren radyoaktif atıkları yakınlardaki nehre döküyordu. Yüz binlerce insanın temel ihtiyacını karşıladığı bu su kaynağı o dönemde 124 bin kişiyi orta ve yüksek seviyeli radyasyona maruz bıraktı.

Peki, santrallerden çıkan radyoaktif atığa ne oluyor? Ortalama bir nükleer reaktörün senede 60 m3 atık ürettiğini hesaba katarsak dünyada yüz binlerce ton nükleer atık olduğu ortaya çıkıyor. Bunların üçte biri tekrardan işlenirken geriye kalanına neler oluyor? Avrupa’daki atıkların büyük bölümü Rusya’ya gönderiliyor. Atıkların depolandığı bölgedeki radyoaktivite seviyesi bölgedeki doğal seviyenin 40 katı. Yani bu depolama bölgelerinde kazasız belasız durumlarda bile bir radyoaktif kirlilik yaşanıyor. Hiçbir güvenliğe ya da denetime tutulmayan bu atıklar deprem gibi bir felaket söz konusu olduğunda tamamıyla doğaya karışıp büyük yıkımlara dönüşebilir.

Dünyada nükleer enerji ne durumda?

Dünyaya baktığımızda 30’dan fazla ülkede faaliyette olan 450 civarında nükleer santral var. 16 ülkede 60 adet nükleer santral da inşa aşamasında. 2035 yılına kadar dünyada nükleer enerjiden elektrik üretiminin toplam enerji üretimindeki payının %12,9’dan (2010 yılı için) %9,7’ye düşeceği bekleniyor. Avrupa Birliği’nde de nükleer kapasitede %32’lik bir düşüş beklenmekte. Ancak aynı dönem için Çin başta olmak üzere OECD-dışı Asya ülkelerinde 127 GW’lık artış olacağı tahmin edilmekte. Rusya’nın da ilave ünitelerle nükleer kapasitesini %50 (12 GW) kadar arttıracağı düşünülüyor. ABD’de de 5 GW’lık bir artışla 2035 yılında 111 GW’a ulaşılması beklenmekte.

Felaketi bizzat yaşayan Japonya’da ise elektriğin neredeyse %30’u nükleer enerjiden gelirken, 2012’de bu oran %2’ye kadar inmişti. Fukuşima’dan sonra İtalya da nükleer enerjiye hayır dedi.   İsviçre yeni reaktör yapmaktan vazgeçip, mevcutları da kapatma kararı aldı. Almanya sekiz reaktörünü birden kapattı. Geriye kalan dokuzu 2021’de kapatılacak.

Türkiye’nin nükleer enerji projeksiyonu

Peki Fukuşima’dan ders alan ülkeler arasında Türkiye de var mı? Elbette hayır. Nükleer enerji Türkiye’nin gündeminde yaklaşık yarım asırdır var. Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı Türkiye’de elektrik enerjisi arz ve talep projeksiyonlarına bağlı olarak, 2025 yılına kadar, nükleer enerji santrallerinin, elektrik enerjisi üretimi içerisindeki payının en az %5 seviyesine ulaşmasını hedefliyor. Bakanlığa göre Türkiye bu doğrultuda artan elektrik talebini karşılamak ve ithalat bağımlılığından kaynaklı riskleri azaltmak için 2023 yılına kadar 2 nükleer güç santrali devreye alınıp, üçüncüsünün de inşasına başlanacak.

Planlanan üç nükleer santral projesinin ilki ve en somut adımlar atılmış olanı Akkuyu’da (Mersin) nükleer santrali. Diğer ikisiyse hakkında fazla bir şey bilinmeyen Sinop ve İğneada’da (Kırklareli) kurulması düşünülen santraller. Akkuyu nükleer santral projesi her biri 1200 megavat gücünde olacak dört reaktörü içeriyor. Tesisin Türkiye’nin enerji ihtiyacının %10-12’sini karşılayacağı hesaplanıyor. Türkiye ve Japonya ortaklığı ile kurulması planlanan Sinop İnceburun’daki nükleer Santrali ise 4400 MW kurulu güce sahip olacak şekilde projelendirilmiş. Tesis, Sinop’un İnceburun Yarımadası’nda kurulması planlanıyor. İğneada’daki projeyle ilgili olarak ise net bir bilgi olmasa da çeşitli yetkililerin konuyu gündeme getirdikleri görülüyor.

Hakkında pek bir şey bilinmeyen bu projelerden ilkiyle ilgili yapılmış olan bir Çevre Mühendisleri raporu var[iii]. Bu rapor Akkuyu’da yapılacak bir nükleer santralin deniz ekosisteminde nasıl muazzam bir termal kirlilik yaratacağına ve geri dönüşü olmaz ekolojik yıkımlara neden olacağını gösteriyor. Diğer iki projenin ise Karadeniz’de kurulacak olması dolayısıyla sadece ekolojik değil, uluslar arası krizlere de neden olması kuvvetle muhtemel. Nitekim Sinop’taki yapılması planlanan nükleer santral projesi için uluslararası anlaşma yürürlüğe girdiğinde Türkiye Barolar Birliği, çevre ülkelerin ve Japonya’nın barolar birliklerine birer mektup göndererek nükleer tehdide karşı dayanışma çağrısında bulunmuştu[iv].  Bu çağrıya Bulgaristan Barolar Birliği’nden de, Gürcistan Barolar Birliği’nden de Sinop’taki bir nükleer santralin Karadeniz Bölgesi’ndeki tüm ülkelerin çevre güvenliğini tehdit edeceğine dair destek mesajları gelmişti.

Türkiye Varlık Fonu ile nükleer enerjinin projelerinin de yolu açılıyor

Şimdi biraz nükleer enerji projelerinin önündeki hukuksal ve ekonomik pürüzleri tamamen kaldıracak olan iki önemli gelişmeden bahsedelim. İlki doğayı ve çevreyi tamamıyla korumasız bırakacak olan Madde 80. Geçen sene yürürlüğe giren bu maddeyle hükümetin stratejik proje bazlı yatırımları hızlandırılıyor. Böylece tabiat varlıkları ve SİT alanlarına yapılacak yatırımların tüm denetim mekanizmalarından muaf bırakılmasını sağlayacak hukuksal zemini hazırlıyor. Yani nükleer santraller gibi  mega projeler, bu yasayla tek bir Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası Danıştay’ın defalarca verdiği iptal kararlarına rağmen onaylanabilir[v]. İkincisi ise aynı dönemde kurulan Türkiye Varlık Fonu. Bildiğiniz gibi hükümet Şubat ayında OHAL ile birlikte ilan etme yetkisine sahip olduğu KHK ile Halkbank, Türk Hava Yolları ve Ziraat Bankası gibi çeşitli büyük bütçeli kamu kuruluşları ve hazine arazileri bu fona devretti. İşte bu fon mega projelere kamu kesiminin borcu arttırılmadan sermaye yaratılması, yaratılan kaynağın da Varlık Fonu çatısı altında toplanarak yine mega projelere aktarılması için oluşturuldu. Türkiye Varlık Fonu’nun genel kapsamında da zaten nükleer enerji santralleri gibi “stratejik yatırım” sayılan projeler var. Pelin Cengiz’in de belirttiği gibi önümüzdeki dönemde[vi]:

– ÇED süreçleri, imar izinleri, ruhsat, tescil ve tahsis kararı vb. hukuki prosedür tamamen ortadan kalkarken, projeleri üstlenen şirketler bedelsiz olarak Hazine arazilerine sahip olabilecek;

– Üstlenici ve taşeron firmalar vergiden muaf tutulacak.

– Genişletilen teşviklerle üstlenici ve taşeron firmaların işçi ücretleri, sigorta primleri gibi birçok masrafları devlet tarafından karşılanacak.

– Doğa yıkımına neden olacak projelere karşı dava açılamayacak.

Görünen o ki devletin hukuksal ve ekonomik desteğiyle daha da güçlenen şirketlerin dayattığı nükleer enerjiye karşı mücadele önümüzdeki dönemde daha da çetinleşecek.

Geç olmadan nükleer sevdasından vazgeçilmeli

2004 yazında Norveç’teki Halden Nükleer Reaktörü’nü[vii] ziyarete gittiğimde reaktörü tanıtan bir sunum yapan santral çalışanına kaza olma riski hakkında ne düşündüğünü sormuştum. Yetkili kişi küçük çaplı kazaların her gün yaşandığını, bunun gayet normal olduğunu söylemiş ve ardından şöyle eklemişti: “Bütün bu güvenlik saplantısı boşuna. Risk her zaman vardır ama dünyanın en yüksek teknolojisini kullanıyoruz. Endişe edilecek bir şey yok”. Bu rahat ve kendine emin cevabı duyan ben ve arkadaşlarımın şaşkınlığını anlatmama gerek yok. Politikacıların, teknokratların, yatırımcıların ve nükleer enerji alanında çalışan bilim insanlarının toplumun geri kalanı adına topluma danışmadan böylesine büyük risklere giriyor olmasıyla başlıyor her şey.

Nükleer enerjiye bir kez bulaştıktan sonra geri dönmek çok zor. Özellikle enerji alanında yüksek maliyetli yatırımların devletler tarafından nasıl birer gurur projesine dönüştüğünü biliyoruz. Ancak devletin kendi varlığını yenileme aygıtları gibi işleyen nükleer enerji projelerinin yıkıcı sosyal ve ekolojik etkileri ülkelerin sınırlarını ve jenerasyonları aşıyor. Dünyayı yüzyıllar boyunca ölüme boğacak bir teknolojinin atıklarının nereden nasıl taşınacağı, nereye götürülüp nasıl depolanacağı konusunda bile adil çözümler üretilemiyor. Atıkları üçüncü dünya ülkelerine, gelişmiş ülke sınırları içinde yoksul kesimlerin yaşadığı veya gözden ırak yerlere gömmeye devam etmek gezegene karşı işlenmiş en büyük suçtur. Nükleer riskler sıfırlanamıyor. Bu risklerin sorumluluğu hiçbir devletin, uluslararası oluşumun veya şirketin alabileceği ölçekte de değil. Ancak kaza riskinin ötesinde özellikle su varlıklarımızda rutin olarak termal kirliliğe ve radyoaktif madde kirliliğine neden olacak bu enerji sektörünün bu ülkeye hiç girmemesi gerekiyor. Dünya da ise mevcut santrallerin bir an önce kapatılması gerekiyor.

Sadece bizi değil, gelecek kuşakları ve tüm dünyayı içine alan bu nükleer enerji deneyinde artık denenecek bir şey kalmadı. Şimdi önümüzde ki soru şu: Sonucu önceden belli olan bu deneyin yeni kobayları mı olacağız? Yoksa mücadele edip nükleere hayır mı diyeceğiz? İşte bütün mesele bu…

Son notlar

[1] Sievert (Sv) canlı dokunun maruz kaldığı radyasyonun etkisini gösteren dozun SI sistemindeki birimine verilen ad. 4 Sv’lik radyasyon insanı öldürmeye yetiyor.

[1] Ken Buesseler (2016, 9 Mart). 5 years later, Fukushima radiation continues to seep into the Pacific Ocean http://www.pbs.org/newshour/updates/fukushima-radiation-continues-to-leak-into-the-pacific-ocean/

[i] The Telegraph (2016, 10 Mart). Fukushima nuclear plant will leak radioactive water for four more years.  http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/asia/japan/12189613/Fukushima-nuclear-plant-will-leak-radioactive-water-for-four-more-years.html

[ii] Tuğçe Acu (2016, 19 Ağustos) http://www.tuicakademi.org/gecmisten-gunumuze-nukleer-silahlanma-sorunu/

[iii] Çevre Mühendisleri Odası (2010). Akkuyu Nükleer Güç Santrali teknik değerlendirme raporu. http://www.cmo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=91402&tipi=67&sube=2#.WLFP8_mLTIU

[iv] Türkiye Barolar birliği (2015). http://www.barobirlik.org.tr/Detay.aspx?ID=65686

[v] Pelin Cengiz (2017, 8 Şubat). http://www.artigercek.com/varlik-fonu-ile-mega-cevre-suclari-artacak/

[vi] Pelin Cengiz (2017, 8 Şubat). http://www.artigercek.com/varlik-fonu-ile-mega-cevre-suclari-artacak/

[vii] Halden Nükleer Reaktörü esasen araştırma amaçlı bir tesistir.

 

Akgün İlhan

More in Hafta Sonu

You may also like

Comments

Comments are closed.