Ana Sayfa Blog Sayfa 3026

Fındığın gözyaşları!

“Duman vurmuş kemençenin yayına
Haramiler el uzatmış aşına
Tütününe fındığına çayına
Ne susarsın çağır can yoldaşını
Dağlar başına”

Şair İbrahim Karaca, “Karadeniz” isimli bu şiirini yazarken, Karadeniz’e yönelik ekolojik talan ve yıkıcı tarım politikalarının boyutunun bu denli yüksek olacağını tahmin etmiş miydi bilmiyoruz. Ancak, biliyoruz ki, Karadeniz insanı bugün tam da bu şiirde anlatıldığı gibi. Karadenizli tütününü ekemiyor, fındığına yok muamelesi ediliyor ve çayı da iyice değersizleştirilmiş. Sanayisi bölgesi değil tarım bölgesi olan Karadeniz’de bölge insanı can damarı olan tarımdan koparılmış. Özellikle, çay ve fındıktan elde ettiği gelir ile bir yıllık geçimini sağlayan üreticiler, oldukça sıkıntılı günlerden geçiyor.

Çay üreticisi,  ÇAYKUR’dan gönderilen “Organik çaya geçin” yönündeki telefon mesajları ve yıllarca ithal gübreler ile sanayii atığına dönüşmüş organik tarım yapılması neredeyse imkansız olan tarım toprakları arasında sıkışmış durumda. Fındık üreticisinin durumu ise çok daha vahim. En sadeleştirilmiş hali ile, fındık üreticisi kendi ürettikleri fındığı satın almak için markete gittiğinde tüccara sattığı fındığın 2 – 3 katı bir ücret ödüyor. Başka bir deyişle, üretici 1 kilosunu 5-9 liraya sattığı aynı fındığı marketten 20-30 liraya satın alıyor.

CHP öncülüğünde düzenlenen yürüyüşe katılan fındık üreticileri, 18 Eylül’de Ordu’dan başlayan ve Giresun’da sona eren 3 günlük bir yürüyüşle seslerini duyurmaya çalıştılar. Üstelik bunu, 2011, 7 ve 1 Kasım 2015 Genel Seçimleri’nin hiçbirinde yüzde 50’nin altına düşmeyen AKP’ye rağmen yaptılar.

‘Biz üreticiyiz bizi desteklemeleri gerekir’

O halde, önce bu konuya açıklık getirmekte fayda var. Ordu’daki yürüyüşe dair,  fındık üreticileri dışında kalan yani Türkiye’nin geri kalanının neredeyse tamamından şöyle yorumlar duyuldu:

“Oh olsun, bunlar değil  miydi ‘evet’ diyenler bunlar değil miydi AKP’ye oy verenler” Yürüyüşe katılanlar en çok da bu ve benzeri söylemlere tepkiliydi. “Bu başka bir konu burada ortada bir emek var” diyen de vardı, “Biz üreticiyiz bizi desteklemeleri gerekir” diyen de.

Görüşme şansı yakaladığım üreticilerin büyük bir bölümü emeklerinin karşılığını alamadığını ve seçim olduğunda da bu yönde bir tavır ortaya koyacaklarını beyan ediyordu. Ancak, görünen en yakın seçim 2019’da ve üreticinin vereceği oyu elbette tahmin etmek oldukça zor. Tahmin edebileceğimiz en kesin bilgi ise üreticiden oy almak için miting meydanlarında ifade edilen söylemler.

Bakan ‘Tüm fındıkları alacağız’ dedi, üretici ‘gerçekçi’ bulmadı

Yürüyüş aslında daha ilk günden etkili oldu. Yürüyüşün başlayacağını duyan Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Ahmet Eşref Fakıbaba, “Tüm fındıkları alacağız ve ödemelerini yapacağız” diye açıklama yaptı.

Ancak, üreticiler, bu kadar fındığın aynı anda alınamayacağına ve ödemelerinin yapılamayacağına dikkat çekti. Hatta bir üretici fındık satmak için Toprak Mahsülleri Ofisi (TMO)’ni aradığını ancak kendisine en erken 20 gün sonraya gün verildiğini söyledi. Bu da, 20 gün daha artı iş gücü demek. 20 gün daha o fındıkları kuru tutmaya çalışmak, yağmur yağarsa çuvallara doldurmak güneş açtığında yeniden kuruması için yerlere sermek demek.

Fındık Sen: Fındık ağaçlarını kesmeyelim daha iyi bakalım

Açıklamayı yürüyüş sırasında duyan üreticiler, “Ekmek demek fındık demek” sloganı ile ilk gün 21, ikinci gün 17 ve son gün 8 km yürüdü.

Mustafa Akgün

Yürüyüş boyunca taşınan dövizlerden biri oldukça dikkat çekiciydi. Mustafa Akgün isimli üreticinin taşıdığı  “Fındık toprak emek bizim, Ferrero defol” yazılı döviz, tüm üreticilerin de ortak sözüydü.

Üreticinin ilk başvuru yeri olan Fındık Tarım Satış Kooperatifleri Birliği (FİSKOBİRLİK) zamanla işlevsiz hale getirilince üretici İtalyan şirket Ferrero’ya mecbur bırakıldı. Fındık Sen Başkanı Kutsi Yaşar bu durumu, “2015 yılı fındık ihracat rakamları incelendiğinde yaklaşık 3 milyar dolara ulaşan bir döviz geliri ve 20 şirketin adı anılıyor. Oysa Oltan Gıdanın tamamını satın almış olan Ferrero bu rakamın üçte birini tek başına toplayarak büyük tekelin temelini yükseltiyor. Serbest piyasaya atıfta bulunarak Fiskobirliğe yıllarca  düşmanca tutum takınan yerli sermaye ve şirketleri Ferronun Tekelinin depolarına emanete fındık taşıyıp daha sonra Ferroronun iki dudağından çıkacak fındık fiyatlarını bekliyorlar” diye açıklıyor.

Fındık bahçelerini kesen üreticilerin de yanlış yaptığını anlatan Yaşar, “Fındık ağaçlarını kesmek yerine onlara daha iyi bakmalıyız” uyarısı da yapıyor.

Yürüyüşünün etkisini anlamak için beklemek gerekir

Kimi zaman güneş kimi zaman hafif çiseye rağmen, şarkıları, türküleri, sloganları, fındık sepetleri ile yürüyen üretici,  soluğu Giresun’daki mitingde aldı.

Fındık üreticilerinin yıllar sonra sokağa çıkmaları önce bir yürüyüş arından bir miting düzenlemeleri, kuşkusuz toplumsal dokuyu ve siyasi çevreyi etkiledi. Ancak daha derin etkilerine ve sonuçlarına bakmak için önce gelecek sene açıklanacak fındık fiyatını ardından 2019’u beklemek şart gibi.

Son olarak akılda kalan bir kareyi de üreticiye saygı notu ile paylaşmak da yarar var: Kadın üreticilerin kocaman bir gülümseme eşliğinde taşıdıkları döviz:  “Fındığın gözyaşları”

 

Evrim Kepenek

Milli Park Yasağı 2 milyon plastik su şişesinden kurtardı ama Trump geri adım attı

Amerika Birleşik Devletleri’nde 23 milli parkta uygulamaya konulan plastik su şişesi yasağı her yıl 2 milyon plastik su şişenin kullanılmasını ve atılmasını engelledi.

Amerikan Milli Park Hizmetleri’nin paylaştığı Mayıs ayındaki veriler, bunun 53.3 litreye kadar (326 varil) yağ emisyon değerine, 419 metreküp depolama alanına ve 50.6 kilogram plastiğe eşdeğer olduğunu ortaya koyuyor.

Buna rağmen Trump yönetimi, 3 ay sonra bir kararname ile plastik su şişe yasağını geri aldı. Karar çevre aktivistlerini dehşete düşürürken, plastik şişe endüstrisini memnun etti.

“Dakikada bir milyon plastik şişe satılıyor”

Plastik şişe endüstrisinin yıllarca karşıt bir kampanyaya öncülük ettiğini anlatan Corporate Accountability International kampanya yöneticisi Lauren DeRusha Florez, geçtiğimiz Mayıs ayında Trump yönetiminin yürütülen bu politikanın faydalarını bildiklerini ve lobicilik faaliyetlerini karşısında karardan geri döndüklerini söyledi.

Ülkedeki vahşi alanlardaki çevre kirliliğini önleme girişimi kapsamında uygulamaya koyulan ve sonra geri çekilen yasağa göre; her yıl 331 milyon kişinin ziyaret ettiği Amerika Birleşik Devletleri’nin Arizona eyaleti sınırlarında bulunan Büyük Kanyon’da plastik su şişelerinin hediyelik eşya dükkanlarında satılması yasaklanmıştı.

İngiliz Guardian gazetesi tarafından yapılan analize göre, dakikada bir milyon plastik şişe satılıyor. Dünya sıralamasındaki ilk 6 içecek firması yüzde 6,6 oranında geri dönüşümlü plastik kullanıyor.

 

(Guardian, Yeşil Gazete)

Son 40 yılda yabani hayatın yarısı yok oldu: Altıncı toplu soy tükenmesini nasıl yavaşlatabiliriz?

Yabani hayata yönelen ‘altıncı toplu soy tükenmesi’ dalgası çoktan başladı.

Bu soy tükenmesi dolayısıyla aynı zamanda birçok insanın gıda teminini sağladığı bitki ve hayvanlar da tehdit altında.

Bioversity International Araştırma Grubu Başkanı Ann Tutwiler, bugün yayımladıkları yeni raporun ardından, yabani hayatta yaşanan soy tükenmelerinin etkileri için “bitki ve hayvanların toplu bir oranı da yabani hayat ile birlikte tehlikeye giriyor ve bu durum neredeyse hiç dikkat çekmiyor” dedi.

Tarımsal biyoçeşitlilik arttırılmalı

İngiliz Guardian’da yer alan haberde, Ann Tutwiler tarımsal biyoçeşitliliğin arttırılmasına vurgu yapıyor.

“Eğer soyunun tükenmesine izin veremeyeceğimiz bir şey varsa, o da milyarlarca insanın gıdasını temin ettiği ve yaşamını sürdürmesini sağlayan türlerdir. Bu tarımsal biyoçeşitlilik kaybetmekte olduğumuz çok değerli bir kaynaktır, kaldı ki hala dünyanın yüzleştiği birçok problemi çözmemize yardım edebilir. Aslında bunun küresel beslenme alışkanlıklarımızı, çevremize olan olumsuz etkimizi değiştirmek ve iklim değişikliğine adapte olmamızı sağlamak gibi gözden kaçan rolleri var.

Dünyadaki gıdanın dörtte üçü sadece 12 mahsul ve 5 hayvan çeşidinden sağlanıyor.

Dolayısıyla aslında gıda temin ettiğimiz şeyler hastalıklara ve zararlı böceklere karşı çok hassas olduğu söylenebilir, onları etkileyen bir şey çıkması durumunda insanlar toplu oranda bu durumdan etkilenecektir.

Örneğin İrlanda’da çıkan bir patates kıtlığında, tek türlü tarım alanına yayılan zararlı böcekler birçok insanın ölmesine sebep olmuştu.”

Çeşitlilik artmazsa ürünler büyüyen nüfusa yetişemeyebilir

“Aynı zamanda sadece belli şeylere ‘dayanmak’, dünyanın hızlıca değişen ikliminden de dolayı, büyüyen küresel nüfusa karşılık ürünümüzün çok az kalacağı anlamına geliyor.

Değişen çeşitlilikte besleyici gıdalar sağlayabilen, hastalıklara ve değişen çevreye dirençli olan on binlerce vahşi veya nadiren ekili tür var.

Fakat yaban alanların tahrip edilmesi, kirlilik ve aşırı avlanma Dünya’daki bu türleri de yok ediyor.”

Son 40 yılda yabani hayatın yarısı yok oldu

“Son 40 yılda yabani hayatın yarısı yok oldu, şimdi de yok olma tehlikesi ile en çok karşı karşıya kalanlar yabani türler.

Raporda belirtildiği üzere, bin ekili bitki türü çoktan tehlike altına girmişken, bu problem insanlığın gıda teminini de etkileyecek.”

‘İnsan ölümlerinin’ birincil nedeni yeteri kadar beslenememek

Tutwiler’e göre dünyadaki tarımsal biyoçeşitliliği korumak aynı zamanda ‘insan ölümlerinin’ birincil nedenini de oyun dışı bırakmak demek:

“Obezliği ve az gıda alımını yenemiyoruz. Çoğunlukla insanlar yeteri kadar beslenemiyor, yeterli çeşitlilikte gıda tüketemiyor. Tarımsal biyoçeşitliliği korumak bunun için de önemli.”

Rapor aynı zamanda hükümetlere ve şirketlere bu durumu aşmak için ‘az bilinen mahsul’leri ekmeleri konusunda önerilerde de bulunuyor.

 

(Gazete Karınca)

 

‘Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek’

Cumhuriyet Gazetesi davasının Çağlayan Adiyesi’nde görülen 3’üncü duruşmasında tahliye edilen Kadri Gürsel’in eşi ile kavuşma anı günün en anlamlı karesi olarak binlerce kişi tarafından sosyal medyada paylaşıldı.

Duruşma sonrası Gürsel tahliye edilirken Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, Cumhuriyet Vakfı İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, muhabir Ahmet Şık, muhasebe çalışanı Emre İper ve “Jeansbiri” adlı hesabı kullandığı iddia edilen Kemal Aydoğdu’nun tutukluluk halinin devam etmesine karar verilmişti.

Silivri Cezaevi’nden tahliyesi sırasında AFP muhabiri Yasin Akgül’ün yakaladığı karede Gürsel eşi ile hasret giderirken cezaevi aracı önündeki jandarma erinin muzip mahcubiyeti de akıllarda kalan bir diğer enstantane.

Fotoğrafı sosyal medya üzerinden paylaşanların genelinin bu unutulmaz kareye uygun gördükleri isim ise Adnan Yücel’in sözlerini yazdığı “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek” parçası

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek! from KAZIM KIZIL on Vimeo.

Adnan Yücel’in yazdığı sözleri, Eftal Küçük bestesi ile Çağdaş Türkü seslendirmişti.

Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek

Aşksız ve paramparçaydı dünya
bir inancın yüceliğinde sevdim seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Aşk demişti yaşamın büyük ustaları
aşk ile sevebilmek bir güzelliği
ve dövüşebilmek o güzellik uğruna.
işte yüzünde badem çiçekleri
saçlarında gülen toprak ve ilkbahar.
sen misin seni sevdiğim o kavga,
sen o kavganın güzelliği misin yoksa…
Bir inancın yüceliğinde buldum seni
bir kavganın güzelliğinde sevdim.

Bin kez budadılar körpe dallarımızı
bin kez kırdılar.
yine çiçekteyiz işte yine meyvedeyiz
bin kez korkuya boğdular zamanı
bin kez ölümlediler
yine doğumlardayız işte,  yine sevinçteyiz.
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri
suyun ayakları olmuştu ayaklarımız
ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.
yağmurlara susamış sabahlarda çoğalırdık
sabahlarda dikilirdik burçlarınıza.
türküler söylerdik hep aynı telden
aynı sesten, aynı yürekten
dağlara biz vermiştik morluğunu,
henüz böyle yağmalanmamışken gençliğimiz…

Ne gün batımı ölümlerin üzüncüne
ne tan atışı doğumların sevincine
ey bir elinde mezarcılar yaratan,
bir elinde ebeler koşturan doğa
bu seslenişimiz yalnızca sana
yaşamasına yaşıyoruz ya güzelliğini
bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Saltanatlar saraylar çöker
bu kan susar
bu zulüm biter.
menekşeler de açılır üstümüzde
leylaklar da güler.
bugünlerden geriye,
bir yarına gidenler kalır
bir de yarınlar için dövüşenler…

Şiirler doğacak kıvamda yine
duygular yeniden yağacak kıvamda.
ve yürek,
imgelerin en ulaşılmaz doruğunda.
ey herşey bitti diyenler
korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler.
ne dağlarda direnen çiçekler
ne kentlerde devleşen öfkeler
henüz elveda demediler.
bitmedi sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!

Bir Gezi Belgeseli

“Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek”, Gezi Parkı Direnişi’ni anlatan Reyan Tuvi belgeselinin de adı aynı zamanda.

 

(Yeşil Gazete)

İklim değişikliği nedeniyle Irma ve Maria’nın vurduğu Porto Riko’da yıkım büyüyor

Irma ve Maria kasırgaları nedeniyle tarihinin en büyük yıkımını yaşayan ABD’ye bağlı özerk Karayip adası Porto Riko’daki tahribatın büyüklüğü artıyor.

Kasırga sonrası Teo Alta’da (Porto Riko) tahrip olan bir yolda bisiklet süren adam, 24 Eylül 2017 –  Ricardo Arduengo, AFP

Climate Nexus, adadaki insani krizin hafta sonunda da devam ettiğini duyurdu. Yetkililer, geçtiğimiz hafta saatte 281 kilometre hızla Porto Riko’yu vuran Maria Kasırgası’nın yarattığı yıkımı “kıyamet”e benzetti.

Adada yaşayan Amerikalı vatandaşların elektriksiz ve tüm iletişim araçlarından uzak kaldığı belirtilirken, bazı bölgelere aylarca elektrik verilemeyeceği uyarısında bulunuldu.

Adada merkezden uzakta, izole bulunan kasabalarda ve gelir seviyesinin düşük olduğu yerleşim birimlerinde yakıt ve gıda sıkıntısı ise her geçen gün artıyor. Adada mahsul değerinin yüzde 80’inin yok olduğunu açıklayan yetkililer, şiddetli yağışlar nedeniyle tehlike arz eden bir barajın sel felaketine yol açmasından ve içme suyuna erişimi engellemesinden endişe edildiğini ifade etti. AP’ye konuşan Porto Riko’nun Amerikan kongresindeki temsilcisi Jenniffer Gonzales, Porto Riko’daki yıkımın adayı 20-30 yıl geriye götürdüğünü söyledi.

 

(Climate Nexus, Yeşil Gazete)

Almanya seçimlerinin ardından: Yeşiller bu riski neden alıyor? (1)

Almanya’da sonucu merakla beklenen federal seçimler sona erdi ve gazetelerin bayıldığı bir klişeyle özetlemek gerekirse “sandıktan kriz çıktı”! Ama bu kez sonuçlar yeşil politikayla ilgilenenler için özellikle ilgi çekici. Çünkü dört yıldır küçük ortağı oldukları koalisyonda ciddi oy kaybına uğrayan ve yüzde 20’ye kadar gerileyen Sosyal Demokratlar (SPD), yeniden koalisyona girmeyeceklerini açıkladılar ve ana muhalefet partisi olmaya karar verdiler.

Almanya seçimlerinde partilerin aldıkları oy yüzdeleri (Kaynak: DW Türkçe)

SPD’nin Hıristiyan Demokratlar (CDU/CSU) ile yeniden “büyük koalisyon” kurması halinde, oy patlaması yaparak üçüncü olan ve Almanya tarihinde Naziler’den beri federal parlamentoya giren ilk aşırı sağcı parti unvanını kazanan yabancı düşmanı ve ırkçı Almanya için Alternatif (AfD) ana muhalefet partisi olacak. Sistem için kriz yaratacak bu durumu engelleme kaygısı da Sosyal Demokrat Parti’nin bu kararı almasında önemli rol oynamış görünüyor. Böylece seçimden ikinci çıkan SPD ana muhalefet partisi olacak ve iktidar yıpranmasından kaynaklandığı varsayılan oy kaybını onararak bir dahaki seçimlerden birinci çıkmaya çalışacak.

Almanya seçimlerinde partilerin aldıkları oyda bir önceki seçime göre değişim (Kaynak: DW Türkçe)

Ancak oyları %8,5 azalarak birinci parti olmaya devam eden şansölye Angela Merkel’in partisi CDU’nın Bavyera ikizi CSU ile birlikte kazandığı sandalye sayısı alıştıkları gibi sağ liberal Hür Demokratlar (FDP) ile ikili koalisyon kurmalarına yetmiyor ve üçüncü bir parti gerekiyor. Hiçbir parti ırkçı AfD ile koalisyona girmeyi kabul etmeyeceği ve Sol Parti (Die Linke) sağ partilerle koalisyona kapılarını en baştan kapadığı için de (tabii tersi de geçerli) geriye matematiksel ve politik tek koalisyon ihtimali olarak Hıristiyan Demokratlar – Hür Demokratlar – Yeşiller koalisyonu kalıyor.

Almanya seçimlerinde partilerin aldıkları oya göre sandalye dağılımı (Kaynak: DW Türkçe)

İşte şu anda açıkça dillendirilen ve pazarlıkların da yapılmaya başladığı bu koalisyon ihtimali Almanya’da Yeşiller’in üçüncü kez koalisyon ortağı olması anlamına gelecek. Böylece daha önce 1998-2002 ve 2002-2005 dönemlerinde SPD ile iki kez kızıl-yeşil koalisyonda hükümet ortağı olan Yeşiller 12 sene sonra tekrar iktidara gelirken, tarihlerinde ilk kez federal hükümette sağ ağırlıklı bir koalisyona dahil olmuş olacaklar.

İlk kez denenecek bir koalisyon

Kurulan parti ve seçim sistemi nedeniyle İkinci Dünya Savaşı sonrasında hiçbir zaman tek partili hükümetlerle yönetilmeyen ve koalisyonun kural haline geldiği Alman siyasi sisteminde bugüne dek alışılmış dört koalisyon biçimi vardı: 1- CDU/CSU-FDP, yani ikili sağ koalisyon; 2- SPD-FDP, yani ikili sol-sağ koalisyon; 3- CDU/CSU-SPD, yani ikili sol-sağ “büyük” koalisyon ve 4- SPD-Yeşiller, yani ikili sol “kızıl-yeşil” koalisyon. Yani Almanya’da sol ve sağ partiler arası koalisyonlar alışılmadık bir şey değil (CDU/CSU-SPD, ya da SPD-FDP gibi), ancak Yeşiller sağ partilerle (CDU/CSU ve FDP) bir eyalet yönetiminde (Schleswig-Holstein) bir araya gelseler de, bugüne dek federal hükümette koalisyona girmemişlerdi.

Bilindiği gibi 1980’de kurulan ve sistemin en genç büyük partisi olan Almanya Yeşilleri, kuruluşundaki radikal duruşundan giderek uzaklaştı; özellikle de 1998’de iktidar ortağı olduktan sonra kimi neoliberal politikaları uygulamaya koyması ve Yugoslavya’ya ve Afganistan’a askeri müdahale kararlarına ortak olması nedeniyle sert bir şekilde eleştirildi. Ancak yine de Yeşiller siyasi yelpazenin solunda kalmaya devam etti ve oylarında muhalefette olduğu son 12 yıldır ciddi bir düşüş görülmedi, %8’in altına da düşmedi. Hatta iktidar ortağı iken 2002 seçimlerinde oylarını artırmayı başaran Yeşiller, tekrar muhalefete düştükten sonraki ilk seçimlerde (2009’da) %11’e kadar çıktı.

Yeşiller büyük risk alıyor

Seçim öncesinde Yeşiller’in iki sağ partinin koalisyonunda üçüncü ortak olması dillendirildiğinde bunun ihtimal dışı olduğunu düşünmüştüm. Çünkü böyle bir karar hem parti içindeki sol kanadın ciddi itirazıyla karşılaşacaktı, hem de bir sonraki seçimlerde Yeşiller’in oylarının bayağı düşmesine neden olabilirdi. Bunun bir örneği 2009’da CDU/CSU ile küçük parti olarak koalisyona giren FDP’nin 2013 seçimlerinde %5 olan barajın altında kalarak parlamento dışında kalmasıdır.

Sorunlu koalisyonlar özellikle baraj sorunu yaşayan küçük partiler için yıkıcı olabiliyor. Gerçi Yeşiller iktidar ortağı oldukları dönemde oy kaybı yaşamadılar ve tarihleri boyunca sadece bir kez (1990’da Almanya’nın birleşmesi sırasında yanlış politika izledikleri için) baraj altı kaldılar; ancak duble sağ bir koalisyonda kendi politikalarından daha fazla taviz vermek zorunda kalabilecekleri için şimdi bu ihtimal daha yüksek. Yeşiller bir sağ koalisyonda kendileri için en çok önem taşıyan sosyal politikaları, göçmen politikalarını ve çevre/iklim politikalarını yeterince uygulama şansı bulamazlarsa bir sonraki seçimlerde seçmenlerinin Sol Parti’ye ve SPD’ye kayması kaçınılmaz olur. Hatta parti bölünebilir.

Bu nedenle parti yönetiminin böyle bir risk almayacağını düşünüyordum. Ancak anlaşılan yanıldım. Zira partilerin renkleri (siyah-sarı-yeşil) bir araya geldiğinde Jamaika bayrağına benzediği için Jamaika koalisyonu da denen bu daha önce denenmemiş üçlü koalisyon biçimi neredeyse seçeneksiz hale geldi. Yeşiller de “sorumluluk gereği” böyle bir koalisyona hayır demeyecekler (aşırı sağcı popülist AfD’nin oy patlaması yaparak parlamentoya girmesi bu sorumluluk retoriğini güçlendirecektir) ve kilit parti olma fırsatını kullanarak küçük ortak bile olsalar temel politikalarını gündeme taşıma şansı arayacaklar gibi görünüyor. Yeşiller, sağ bir koalisyonda yer almalarını meşrulaştırmak ve tabanlarına açıklamak için de büyük ihtimalle iklim ve enerji politikalarını kullanacaklardır. Tahminim, 1998’de nükleerden çıkış yasasını (nuclear phase-out) SPD’ye koalisyon şartı olarak dayatan ve başarılı olan Yeşiller’in bu kez de kömürden çıkış planını (coal phase-out) koalisyon kartı haline getirecekleri yönünde.

Peki, üstelik büyük sermayenin başlıca temsilcisi olan FDP’nin de ortağı olduğu duble sağ bir koalisyonda bu mümkün mü? En azından kolay değil, çünkü kömürden çıkış planı Almanya için çok radikal bir adım olur. Dört büyük enerji şirketinin kontrolündeki dev enerji sektörü nükleer santrallardan sonra kömürün de ellerinden gitmesine razı olur mu? Zira büyüyen yenilenebilir enerji sektörü büyük şirketlerin kontrolünde değil. Zaten FDP, Yeşiller’le koalisyona sıcak bakmadığını söyledi bile. Öte yandan onların da Jamaika koalisyonundan başka şansları yok.

Ben bu hükümete girmenin Yeşiller’in kendi siyasi geleceği açısından çok riskli olduğunu, partiyi baraj altına itebileceğini, hatta bölünmeye götürebileceğini düşünüyorum; ancak bu enteresan koalisyon denemesinde Energiewende (Enerji Dönüşümü) denen iklim ve enerji politikalarında büyük bir sıçrama yaratmalarının da sanıldığından daha mümkün olduğu kanısındayım. Bu açıdan Yeşiller’in hükümete dönmesi ihtimali heyecan vermiyor da değil.

Bunun nasıl mümkün olduğunu da bir sonraki yazıda tartışalım. Zira bu meseleyi hafife almak hata olur.

Ümit Şahin – Yeşil Gazete

Gediz Deltası’ndan geçecek otoyol projesine karşı eylem: ‘Flamingoma Dokunma!’

Bu yıl yirmi bin flamingonun üremek için geldiği Gediz Deltası, İzmir Körfezi’nde yapılması planlanan otoyol projesiyle yok olma tehditi altında. Doğa Derneği gönüllüleri ve kuş gözlemciler, flamingolara ve onlarla birlikte bölgede yaşayan tüm canlıların karşı karşıya oldukları tehlikelere dikkat çekmek amacıyla 23 Eylül Cumartesi günü Mavişehir’de buluştu.

Gediz Deltası’nın İzmir şehir merkeziyle bağlandığı noktada bir araya gelen 80 kişi, kuşların yaşam alanı olan bölgedeki çamur düzlüğün üzerinde el ele tutuşarak bedenleriyle flamingo resmi çizdi.

Toplam 12.6 kilometre otoyol ve 16.4 kilometre raylı sistemden oluşacak, 4.2 km uzunluğunda körfez köprüsü, 1.9 km uzunluğunda batırma tüp tünel ve bu iki yapıyı birbirine bağlayan yaklaşık 880 metre uzunluğunda yapay adanın yer alacağı İzmir Körfez Geçişi Projesi’nin flamingoların beslenme alanı üzerinden geçecek olmasına tepki olarak “Flamingoma Dokunma” pankartı açıldı.

İzmir Körfez Geçişi Projesi’nin inşa edilmesi halinde dünyadaki on flamingodan birinin yaşadığı Gediz Deltası’nın büyük tehdit altına gireceği ve kuşların bundan zarar göreceği iddia ediliyor. Türkiye’deki 14 uluslararası öneme sahip Ramsar Alanı’ndan biri olan 1. dereceden doğal sit alanı Gediz Deltası, sulak alanların korunması ve sürdürülebilir kullanımını sağlamayı amaçlayan uluslararası bir sözleşme olan Ramsar Sözleşmesiyle korunuyor.

Sivil toplum kuruluşları ve halk tepkili

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, körfezi güney kuzey yönünde geçmesi planlanan projenin çevresel etki değerlendirme (ÇED) raporunu Mart 2017’de onaylamış, bu karar karşısında Doğa Derneği, EGEÇEP, TMMOB ve 85 kişi, yürütmenin durdurulması ve projenin iptali için dava açmıştı.

Flamingolar terk ettiği yerde insan da var olamaz

Doğa Derneği Koruma Programı Koordinatörü Itri Levent Erkol, ‘İstanbul için üçüncü köprü projesi ne anlama geliyorsa, İzmir için de Körfez Otobanı projesi aynı anlama geliyor. Her ikisinin de amacı ulaşım gibi görünse de, asıl sonucu şehrin doğal alanlarının yağmalanması olacak’ dedi, tehlikenin rengini şu sözlerle tarif etti: ‘Üçüncü köprü nasıl ki İstanbul’un akciğerleri olan Kuzey Ormanları’nı tehdit ediyorsa, İzmir Körfez Otobanı da, İzmir’in nefesi Gediz Deltası’nı yaşanmaz hale getirecek. Bölgede yaşayan flamingoların varlığı aslında İzmir’de yaşayan insanların sağlığı demek. Flamingoların yaşayamadığı bir şehirde insan da var olamaz. Bu nedenle, Doğa Derneği yasalarla korunan Gediz Deltası’nın yaşaması için her türlü hukuki ve vicdanı mücadeleyi diğer sivil toplum kuruluşları ve İzmir halkıyla birlikte sürdürmeye devam edecek.’

 

(Yeşil Gazete)

Kürd referandumu, bir turnusol kâğıdı – Ahmet İnsel

Bu yazı cumhuriyet.com.tr sitesinden alındı

Dün Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin düzenlediği referandum, bölgenin içinde bulunduğu ortamda acil miydi? Bağımsızlık yerine bir Irak federasyonu veya konfederasyonu içinde yer almak, en başta bölge Kürtleri için en iyi çözüm olabilirdi. Karşı taraftan bunu onlara öneren çıktı mı? Diğer taraftan, IKBY içinde siyasal olarak sıkışan Barzani yönetimi, bağımsızlık referandumunu gündeme getirerek, bu durumu aşmayı mı esas olarak hedefledi? Muhtemelen.
Sonucun açık ara “evet” olacağı kuşkusuz olan bu referandumla ilgili sorulacak çok soru var. Bu soruların hemen hepsi Barzani muhalifi Kürd siyasal hareketleri tarafından dile getirildi. Muhalefet, Mesud Barzani’nin süresi biten IKBY başkanlığını fiilen uzatılmasına tepki gösterdiği için, Ağustos 2015’ten beri IKBY meclisi kapalıydı. Mesud Barzani 2015’te, cihatçılara karşı savaşılan ortamı neden gösterip başkanlık seçimi yaptırmamıştı. Yeğeni Başbakan Neçirvan Barzani, meclis başkanını görevden almış ve muhalif Goran partisi milletvekillerinin Erbil’e girmesini yasaklamıştı. Büyük ölçüde Barzani devleti olan IKBY, fiilen başkanlık sistemiyle iki yıldır idare ediliyor. Muhalefet meclisin başkanlık yasasını yürürlüğe koymasıyla açılmasını talep ediyordu.

Bağımsızlık referandumunun yöntemi, zamanlaması ve kapsadığı coğrafya ile ilgili eleştirilerde haklılık payı var. Bunların hepsini Kürdler dile getiriyor. Ama aynı Kürdlerin, etnik kimlikleri nedeniyle dışlanmaya devam ettikçe, eşit vatandaş statüsü elde edemedikçe, çeşitli vesilelerle aşağılandıkça, bu bağımsızlık ülküsünü hep yüreklerinde hissetmelerinden daha doğal ne olabilir? Referanduma karşı olduğunu açıkça ilan etmiş bazı örgütler, referandumdan bir gün önce taraftarlarını sandığa gitmeye ve “evet” oyu vermeye çağırdı.

Referandum kararını KDP tek başına almadı. İki yıl aradan sonra ilk kez eylül başında, referandum kararı almak için toplanan 111 üyeli IKBY meclisinde, oturuma yalnız 68 milletvekili katıldı. El kaldırarak yapılan oylamada, 65 evet oyu çıktı. Barzani’nin partisi KDP’nin milletvekili sayısı 38’di. Sadece Barzani’nin partisi referandum kararını onaylamamıştı. Sonuçlarından endişeli de olsalar, on yılların birikmiş özlemi ve Arap-Türk-İran ulus-devletlerinin aşağılayıcı tehdit ve tepkileri karşısında, referandum ister istemez bir haysiyet meselesine dönüştü.

***

Bu referandum Türkiye’de milliyetçiliğin nasıl esas büyük koalisyonu oluşturduğunu bir kez daha gösterdi. Türk milliyetçiliği, sağdan sola yayılan bir yelpaze içinde ve sürekli aktif olan bir koalisyondur. Hem etnik hem de dini temellidir. Yakın zamana kadar büyük kentlerde eğitimli ve modern Türk aileleri Yahudi, Rum veya Ermeni komşularından “ecnebi” diye bahsetmekte bir sakınca görmezlerdi. Sadece tescilli aşırı milliyetçiler arasında değil, muhafazakârların ve modern, eğitimli, laik kesimin içinde de Kürd Kürt oldu ama Kürd kimliği taşıyarak “yerli ve milli” olması bir türlü kabul edilemedi.
Tayyip Erdoğan, tekrarlattığı 2015 seçimi öncesinde, “Meclis’e 550 tane yerli ve milli milletvekili gönderin” deyince, Sözcü gazetesi on AKP adayının fotoğraflarını, “Kim milli, kim yerli?” başlığı altında yayımlamıştı. “Kürt kökenli”, “Zaza”, “Ermeni kökenli”, “Afgan asıllı” ibareleriyle. Milliği ve yerliliği sorgulanan bu kişilerin sekizi Kürttü. Bugün IKBY’deki referandum konusunda sergilenen aşağılayıcı ve tehditkâr tavrın özünde bundan farkı yok. Bu referandum, bir turnusol kâğıdı gibi, Türk milliyetçi koalisyonunu bir kez daha gösteriyor.

IKBY yönetimini tasvip etmeyen, yapılan referandum konusunda çekinceleri olan bir Türkiyeli Kürt olsanız, bugün Türk milliyetçiliğinin sergilediği tavır karşısında, gönlünüz Irak Kürdistanı’nda yapılan referandumda olmaz mı?

Ahmet İnsel – Cumhuriyet

Türkiye’nin akademiyle savaşı ve direniş üzerine…- Umut Özkırımlı / Pınar Dinç

Bu yazı diken.com.tr sitesinden alındı

“Büyük fikirler dünyaya bir güvercin gibi nazik ve yumuşak bir şekilde gelir derler.

Eğer öyleyse, dikkatlice kulak verirsek, imparatorlukların ve milletlerin kükremeleri arasında hayatın ve umudun ürkek bir kanat çırpışına benzeyen nazik ve yumuşak kıpırdanışlarını duyabiliriz belki de. Kimileri bu umudun kaynağını bir millette, kimileri bir liderde arar. Bana göre ise bu umudu uyandıran, yeşerten ve besleyen, eylemleri ve ürettikleriyle tarihin en acımasız sonuçlarını reddeden, sınırları zorlayan tek tek bireylerdir, sayıları milyonları bulan.”

Albert Camus

Rakamlar dudak uçuklatıcı. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminden bu yana, Türkiye’de 117 üniversiteden 5717 akademisyen çeşitli gerekçelerle işlerinden atıldı; 15 üniversite tamamen kapatıldı. 2016 yılı sonu itibariyle cezaevinde olan öğrenci sayısı 69 bin 301 – ki Adalet Bakanlığı verilerine göre bu sayı cezaevindeki toplam mahkûm sayısının üçte biri.

Artan baskı ortamında halihazırda yurt dışında olan akademisyen ve öğrencilerin Türkiye’ye dönmemesine, bir şekilde işlerine devam edebilen akademisyenlerin büyük çoğunluğunun otosansür uygulamasına, henüz yurtdışına çıkmaları yasaklanmayanların da kariyerlerini ve eğitimlerini başka ülkelerde devam edebilmek için her fırsatı kollamasına şaşırmamak gerek. Nilüfer Göle’nin Türkiye’de akademik özgürlükler konusunu tartıştığı yakın tarihli bir söyleşisinde sarf ettiği şu cümle durumun bir özeti gibi: ​​ “Konuşma özgürlüğümüz saldırı altında, kişisel seslerimiz susturuldu, sözlerimiz cezalandırıldı.”

Türkiye’nin akademiyle savaşı

Zia Weise’nin 15 Temmuz 2016 sonrasında yaşanan akademik kıyım ve sonuçlarını anlattığı makalesinde kullandığı ‘Türkiye beynini kaybediyor’ (Turkey loses its brains) başlığı aslında oldukça manidar! Zaten Türkiye’nin akademiyle savaşı ve bu savaşın sonuçları da sadece sayılarla anlatılacak kadar basit değil. Yaşanan bir ‘akademik kıyım’ ve bu kıyımın gerçek kurbanları var. İş bulamadıkları için umutsuzluğa kapılıp intihar eden ya da geçimlerini sağlamak için geçici işlerde çalışırken kaza sonucu hayatlarını kaybeden akademisyenler; seyahat yasakları yüzünden ayrı düşürülen aileler; kamu sektöründe çalışmaları yasaklanan, KHK’larla işten çıkarıldıkları için ‘sakıncalı piyade’ gözüyle bakılan, dolayısıyla özel sektörde de iş bulamayan ve açlıkla test edilen eğitmenler, bilim insanları… Bir hücrede değilse bile bir boşlukta, geleceği olmayan karanlık bir şimdiki zamanda kapana kısılmış on binler…

Ve direniş

Bu boğucu baskı ortamında bile Camus’nün sözünü ettiği ‘hayatın ve umudun ürkek bir kanat çırpışına benzeyen nazik ve yumuşak kıpırdanışları’nı duymak mümkün. Direniş kimi zaman Erdoğan’ın Türkiye’sinin dayattığı yeni normları kamusal alanda açıkça reddeden eylem ve ‘performanslar’ biçiminde; kimi zamansa kendini ünlü antropolog James C. Scott’un klasikleşmiş eseri ‘Güçsüzlerin Silahları’nda (Weapons of the Weak) anlattığı daha örtülü, ‘sembolik bir konformizm’ maskesinin ardına gizlenmiş gündelik karşı koyuşlarla kendini gösteriyor.

Nisan 2016’da 1260 meslektaşıyla birlikte işinden edilen Doç. Dr. Latife Akyüz’ün Ankara Üniversitesi bahçesinde öğrencileriyle buluşması ya da Şubat 2017’de KHK’yla ihraç edilen 330 akademisyen arasında bulunan Prof. Dr. Yüksel Taşkın’ın Abbasağa Parkı’nda verdiği ‘alternatif’ ders bu direnişin ilk akla gelen örnekleri. O gün Taşkın, aralarında meslektaşları ve milletvekillerinin de bulunduğu bir dinleyici kitlesine kar yağışı altında verdiği derste ‘sabırla direneceğini’ söylemişti. Ocak 2017’de ihraç edilen 631 akademisyen arasında bulunan Prof. Dr. Nilgün Toker de “Benim akademik niteliğim o binalarla sınırlı değil” diyerek derslerini anlatmaya ve yazılarını yazmaya devam edeceğinin altını çizmişti.

İşlerinden edilen kimi akademisyenler ise teknolojik imkanlardan yararlanarak akademik faaliyetlerini sürdürüyor. Örneğin ihracının ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği son derse Skype üzerinden bağlanan Doç. Dr. Murat Sevinç sözlerine “Hiç bu kadar teknolojik bir şey yapmadım bugüne kadar, hayatımda ilk kez Skype’ı dün bu alete indirdim” diyerek başladı. Öyle ki, Türkiyeli muhalif akademisyenlerle dayanışma içinde hareket eden uluslararası akademik camia konferans çağrılarında ‘seyahat hakkı elinden alınan akademisyenlerin Skype ile konferansa katılabileceğini’ belirtir oldu. İşi bir adım daha ileri taşıyan Doç. Dr. Ertuğrul Uzun “Dünyanın en büyük üniversitesinde ders vermeye başladım: YouTube!” şeklinde bir Twitter duyurusuyla YouTube üzerinden hukuka giriş dersleri yayınlamaya başladı. Uzun’un bir hafta içinde yüklediği üç ders binlerce kez izlendi.

Akademisyenlerin seslerini duyurması bazı derneklerce de destekleniyor. Yeşil Düşünce Derneği Mart 2017’de akademisyenlerle “Akademi susmuyor, dersler devam ediyor!” sloganıyla gerçekleştirilen bir konuşma dizisi düzenledi. 2017 yazında KHK’larla işlerinden atılan akademisyenler İstanbul Dayanışma Akademisi’ni kurdular ve ilk etkinliklerini bir kampüste değil, İstanbul Beşiktaş’taki Dünya Barış Parkı’nda gerçekleştirdiler.

Bu direniş eylemlerinin en son örneği ise KHK’yla işten atılan üç Barış İmzacısı Prof. Dr. Ayşegül Yılgör, Doç. Dr. Ulaş Bayraktar ve Deniz Galip Altınay ile feminist aktivist Nalan Turgutlu Bilgin tarafından Mersin’de kurulan Kültürhane. Kurucuları tarafından bir ‘bilim [ve] akademi bostanı’ olarak tanımlanan Kültürhane, görevlerinden atılan diğer akademisyenler tarafından bağışlanan kitaplardan oluşan bir kütüphane ile isteyenlerin okumak, çalıştay düzenlemek, kitap tanıtmak ve tasfiye edilen akademisyenlerle dayanışma dersleri gerçekleştirebilmelerini sağlayacak şekilde tasarlanmış bir kafeden oluşuyor.

24 Eylül’de yüzlerce kişinin katılımıyla açılan Kültürhane şimdiden direnişin sembolleri arasına girmiş görünüyor. Ülkeyi yöneten siyasi irade ise direnişe gözlerini ve kulaklarını kapamaya devam ediyor. Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın temmuz ayının sonunda İslam Dünyası Yükseköğretim Alanının Oluşturulması Toplantısı’nda yaptığı konuşmasında sarf ettiği “Allah aşkına şu yardımcı doçentlik olayı nedir? Şunu bir gözden geçirin” sözlerini sadece görevlerinden atılan on binlerce akademisyenin yerini doldurmaya yönelik bir arayışın göstergesi olarak değil, bir tür umursamazlık olarak da okumak mümkün. Ancak Kültürhane’nin kurucularının başlattıkları yardım kampanyasında belirttiği gibi, “[Hedefimize] ulaşabilirsek, bizi kamu görevlerinden ihraç edenleri, işimizi yapmak için ve kamuyla ilişkimizi korumak için unvanlara ve makamlara ihtiyacımız olmadığını göstermiş olacağız”.

Başladığımız gibi Albert Camus ile bitirelim. Bu tür direniş eylemleri, bu ‘umutsuz umut’ zor zamanlarda bizi ayakta tutan tek şey. İhtiyacımız olansa ‘infaz memurlarından daha sabırlı ve onların mermilerden çok daha fazla’ olmak.

Umut Özkırımlı / Pınar Dinç – diken.com.tr

Cumhuriyet Davası’nda Kadri Gürsel’e tahliye

Cumhuriyet Gazetesi davasının 3’üncü duruşması Çağlayan Adliyesi’nde görüldü.

Mahkemede Akın Atalay, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dilekçeyi Alev Coşkun’un gönderdiğini kanıtladı. Savcı tutukluluğun devamını istedi. Mahkeme Kadri Gürsel’in tahliyesine, diğer gazetecilerin ise tutukluluklarının devamına karar verdi.

“Terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına ve anayasal düzene karşı suç işlemek” iddiasıyla beşi tutuklu yargılanan Cumhuriyet yönetici, yazar, muhabir ve avukatları hakkındaki davanın üçüncü duruşmasında Cumhuriyet Yayın Danışmanı Kadri Gürsel’in tahliye edilmesine karar verildi. Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, Cumhuriyet Vakfı İcra Kurulu Başkanı Akın Atalay, köşe yazarı Kadri Gürsel ve muhabir Ahmet Şık, muhasebe çalışanı Emre İper ve “Jeansbiri” adlı hesabı kullandığı iddia edilen Kemal Aydoğdu’nun tutukluluk halinin devam etmesine karar verildi.

Duruşma öncesi Adliye önünde basın açıklaması gerçekleştirildi. Ortak basın açıklamasına okuyan Cumhuriyet Gazetesi Sorumlu Yazıişleri Müdürü ve DİSK/Basın-İş Başkanı Faruk Eren “Türkiye’yi bu karanlıktan aydınlığa çıkaracak olan hakikatin ışığıdır. Dışarıda kalan gazeteciler olarak hakikati dillendirmeye devam edeceğiz” ifadelerini kullandı.

 

(Cumhuriyet, T24)