Ana Sayfa Blog Sayfa 3007

[Yeşil Gazete BIFED’de] “Glocal” bir festivalin ardından: Kalbimizde mutluluk ve umut var

4 günlük güzel bir düşün sonundayız. 4’üncüsü düzenlenen Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali bu akşam (14 Ekim) sona erdi. Yeşil Gazete ekibi olarak yoğun ama her anından çok keyif aldığımız günlerin ardından ödüller sahiplerini buldu.

Güneş’in, Alper’in ve benim, festivalin ikinci gününde izlerken darmadağın olduğumuz, Julia Dahr’ın yönetmenliğini üstlendiği “Yağmur İçin Teşekkürler – Thank You For The Rain” filmi festivalde birinci çıkarak Fethi Kayaalp Büyük Ödülü’nü kazandı. Bizim için hiç şaşırtıcı olmadı elbette. Bozcaada’nın mimari yapısının ve özgün kimliğinin korunmasında rol oynayan Türk özgün baskı sanatının değerli ustası Kayaalp adına verilen büyük ödül hak ettiği yeri buldu. Julia sayesinde mücadelenin, sabrın ve azmin ne olduğunu Kenyalı, aydın bir çiftçiden görme fırsatı bulduk.

İklim değişikliğinin sadece fiziksel değil insani etkilerini bize tamamen doğal bir şekilde, kamerası aracılığıyla gösteren Kisilu, çok sevdiği ailesi ve toprağı için neler yapabileceğini ortaya koydu.

Babası yüzünden köylüleri tarafından dışlanarak büyüyen bir çocuğun, Kisilu’nun, yetişkin bir erkek olduktan sonra sınırlarını zorlayıp Kenya’dan Fransa’nın başkenti Paris’te düzenlenen BM İklim Zirvesi’ne uzanan çetrefilli yolculuğuna, mutluluklarına, hayal kırıklıklarına, heyecanlarına, özlemlerine, hayallerine 87 dakikalığına tanık olduk.

Geçen sürede kâh güldük, kâh ağladık. Ama başına ne gelirse gelsin kısa bir süre sonra Kisilu’nun gölgelenen gözleri yeniden güneş gibi aydınlanmaya başlıyordu. Onun hiçbir koşulda kaybetmediği umudu bize güç verdi.

Geride bıraktığımız dört günlük sürede gösterimlerin yapıldığı Salhane ve Halk Eğitim Merkezi’nin tıklım tıklım olduğu festivalde, Uluslararası Yarışma Üçüncülük Ödülü’nün sahibi “Aşağı Yukarı & Yana – Up Down & Sideaways” filmiyle Anushka Meenakshi ve Iswar Srikumar olurken, Uluslararası Yarışma İkincilik Ödülü’nün sahibi “Plastik Çin – Plastic China” filmiyle Jiu-liang Wang oldu.

Bu yılın diğer kategorideki ödülleri ise “GAIA Öğrenci Ödülleri”ydi. GAIA Ödülü’nün sahibi yönetmenliğini Nika Saravanja ve Alessandro D’Emilia’nın yaptığı “Alacakaranlık Korosu – Dusk Chorus – Based on Fragments of Extinction” filmine gitti. Alper ve Durukan ile belgeseli temsilen Bozcaada’ya gelen kurgucusu Otis Buri’yi tebrik edip Selçuk Gürışık’ın tasarladığı ödülüyle anı ölümsüzleştirdik. Boğaziçi Caz Korosu’nun sahne aldığı gece “Yağmur İçin Teşekkürler” filminin yeniden gösterimiyle sona erdi.

İlk günden itibaren hangi filmleri izlemeliyiz telaşını taşıdığımız, yetişemediğimizde üzüldüğümüz, yazamadığımızda kendimizi eksik hissettiğimiz dolu dolu bir festivali geride bıraktık.

Bozcaada Kalesi karşısındaki Salhane gösterimleri sırasında Yeşil Gazete işbaşında

Buna rağmen düşünülenin aksine kalbimizde hüzün yerine mutluluk ve umut var. Zira Türkiye’nin yaşanabilecek en güzel yerlerinden birinde, ekoloji gibi hayatımızı derinden etkileyen bir konu daha iyi anlatılamaz, dünyanın dört bir yanından yönetmenler filmleriyle bundan daha iyi çeşitlilik sağlayamazdı.

Geçtiğimiz yıl festivalin jüri üyelerinden olan Nejat Yavaşoğulları bu yıl da BIFED’deydi

Şüphesiz bu başarının ardında 1 yıl boyunca gece gündüz çalışan başta Petra Holzer Özgüven ve Şebnem Konçak Demirtaş olmak üzere festival ekibinin, Bozcaada Belediye Başkanı Hakan Can Yılmaz’ın ve sponsorların payı büyük. Bu zincirin en değerli halkalarından bir diğeri de sanatı destekleyen Bozcaada halkı. Her birinin yardımseverliği ve misafirperverliği bir kez daha birbirimize ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu hatırlattı. Öte yandan genç belgeselcilere destek veriliyor olması ve kadın yönetmenlerin varlığı da BIFED’i bence en güçlü kılan özelliklerden biri oldu.

Yüzleşme filminin yönetmeni Nejla Demirci

Festival jürisinin ödül töreninde söylediği gibi: BIFED global ve yerelin bileşimi “glocal” yani “gloyerel” bir festivale dönüştü. Birbirimizi gördük, dinledik, anlattık, paylaştık. Aslında o kadar da farklı olmadığımızı, benzer yenilgiler ya da mücadelelerin ruhlarımıza kazındığını ve onlardan edindiğimiz kazanımlarla yolumuza devam ettiğimizi hatırladık.

Bozcaadalıların sevgilisi Pakize

Bu sayede kısa süreliğine de olsa birçok güzel insanın ve hayvan dostlarımızın hayatlarına dokunduk. Şermin Abla, Işıl Hanım, Aydoğan Ağabey, Pakize ve arkadaşları, Erkan Ağabey, İnci, Nesime, İbrahim, Can Hoca ve daha niceleri…

Yaşam bizim.

Onu kendimize ve çevremize faydalı kullanabilmek için tek bir fırsatımız var. Bu farkındalığı nefes aldığımız her an hissedebilmek umuduyla.

İyi ki varsın ve teşekkürler BIFED.

 

Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

Alakır’dan destek çağrısı: Hayrat Bir Şey!

Alakır’dan destek çağrısı var. Alakır’da yaşam mücadelesini sürdüren Birhan ve Tuğba’ya yönelik saldırıların şiddetini giderek artırması üzerine Alakır Nehri Kardeşliği destek çağrısında bulundu.

Antalya’nın Kumluca ilçesinde bulunan Alakır Vadisi’nde yaşayan Birhan Erkutlu ve Tuğba Günal’ın bölgede faaliyet gösteren HES şirketlerinin vadiyi ve nehri yok etmesine müsaade etmeyerek her suistimali sosyal medya ağları üzerinden kamuoyu ile paylaşması üzerine kendilerine yönelik yapılan tacizlerde son nokta sularının kesilmesi oldu.

Bir süredir Birhan ve Tuğba’nın yaşam alanlarına yönelik silahlı taciz atışlarına dair habere gazetemizde de yer vermiştik.

Uluslararası Bozcaada Ekolojik Belgesel Festivali sırasında konuya dair kendisi ile konuşma imkanı bulduğumuz İnci Bilgiç, tacizlerin yaşam alanlarının içine doğru taşındığını, bu durumun da Alakır Nehri Kardeşlerinin çiftin hayati tehlike altında olduğuna dair endişelerini giderek yükselttiğini belirtti.

Alakır Nehri Kardeşlerinden İnci Bilgiç ile Bozcaada’da konuştuk

İnci sözlerini şu şekilde sürdürdü,

“Tuğba ile Birhan’ın yaşam alanının yanındaki arazi satın alınmıştı. Son olarak onların içme ve kullanım suyunun geldiği diğer yandaki arazi de satın alındı. Arkadaşlarımın bana aktardığına göre araziyi satın alan kişi Metamar/Dedegöl Enerji şirketine ait HES’lerin şantiye şefi Ali Süzen.

Tuğba ve Birhan şu an susuz kaldılar. çünkü Ali Süzen “hayrat yapma” bahanesi ile bu suyu borulara hapsetti. Oysa ki burası köyden çok uzak ve bu su sadece arkadaşlarım tarafından kullanılıyordu. Yoldan geçen de pek kimse yok, çünkü burası HESlere ve madene giden yol, buradaki tek yaşam alanı Tuğba ile Birhan’ınki. O suya ihtiyacı olanlar onlar. ”

Yaşanan bu gelişmelerin ardından duruma dikkat çekmek için sosyal medyada 12 Ekim Perşembe’den itibaren her akşam 20:00 – 22:00 arasında #hayratbirşey etiketi ile paylaşım yapılıyor.

Alakır Nehri Kardeşleri tüm yaşam savunucularını Tuğba ile Birhan’ın yalnız olmadıklarını göstermek için destek vermeye çağırıyorlar.

İnci Bilgiç sözlerini, “Destek vermek isteyenler Alakır Nehri Kardeşliği sosyal medya sayfalarına özel mesaj atmak yerine kendi hesapları, grupları, sayfaları üzerinden kamuoyuna açık şekilde paylaşım yapabilirler. Hazırladıkları kısa videoları ve destek mesajlarını #hayratbirşey etiketi ile görünür bir şekilde paylaşabilirler.” diyerek noktaladı.

 

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

 

 

Damdan avluya düşen hikayeler: Mardin Masalcılar Buluşması

Sen koskoca yaz bir tek kelime yazma, “Kuşlar, Orman ve Ben” boş kalsın, ekim ayının sonuna yaklaştığımız şu günlerde kalk, kel alaka bir konuyu yaz, olacak iş değil.

Ama emin olun Alper her hafta bıkıp usanmadan ve en ufak bir kızgınlık belirtisi göstermeden bana görevimi hatırlattı.

Konumuz Mardin Masalcılar Buluşması.

Son yıllarda amma arttı ama bu masalcıların sayısı demiyor musunuz siz de içinizden? Ama bu böyle olmuştur hep, bir dönem herkes reiki masterı oluyordu, bir dönem yogacılar köşe başında çoğalıyorlardı neredeyse, şimdi de masal anlatıcılarının zamanı. Einstein’dan Dalay Lama’ya kadar masalların önemiyle ilgili herkes iki çift laf etmiş, şimdi biz eksik mi kalalım?

Madem bu köşe bir anı köşesi, bana eşim, dostumdan, arkadaşlarımdan gelen şu soruyu kendi tanıklığımdan cevaplayayım isterim: Peki ama nasıl başladı bu masal hikayesi?

Masalın geçmişini anlatmak bize düşmez elbette ama sanırım ülkemizdeki bu akımın hikayesini anlatabilecek olanlardan biri benim. Umarım kimseye haksızlık etmeden bunu başarabilirim. Lakin bu oldukça uzun bir konu. Tıpkı binbir gece masalları gibi uzun uzun anlatılsa yeridir.

Bu nedenle en iyisi mi ben, önce geçtiğimiz hafta, 3-8 ekim tarihlerinde gerçekleşen Mardin Masalcılar Buluşması’ndan kısaca bahsedeyim. Kısaca diyorum zira o klişe lafı söylemeden edemeyeceğim: anlatılmaz yaşanır!

Dengbejler doğudan, Mabira’lar kuzeyden

Bu yıl ikincisiydi. Geçen yıl da birincisi. Geleneksel olmasına ramak kaldı. Ev sahibimiz Mardin Müzesi, müdürüyle, bütün personeliyle, binalarıyla, çalışma mekanlarıyla seferber olmuş bu umut dolu, iyilik tohumu serpen organizasyona kendisini adamış adeta.

Masalcılar buluşması diyoruz ama, aslında zamanla birbirinden ayırdığımız pek çok disiplini bir araya getiriyoruz yeniden. Masalın içinde sadece hikaye yok, müzik, şarkı, ses, sessizlik, dans, mimik, yol,  muhabbet; ne ararsan var.

Türlü çeşit masal anlatıcıları hikayelerini şehrin çeşitli yerlerinde, evlerin damlarında, antik kentlerin duvarlarının dibinde, geçmişin kemiklerinin üzerinde, sarnıçlarda, manastır avlularında anlattılar, hakikatin kapılarını aradılar, belki bir nebze araladılar.

Hikaye bu ya, sözün olduğu her yere sığar, bazen şarkılara saklanır. Dengbejler doğudan, Mabira’lar kuzeyden seslerini Mardin’e getirdiler. Dilleri anlamasak da şarkı duyguyu koluna takıyor, meramı bize aktarıyor.

Spoilerı verdim bakın, Dengbejler, Rebabiler, Mabiralar diyorum. Görüyor ve yükseltiyorum, horonu da ekliyorum. Müzik,ses,dans; insan ruhunu yükselten ne varsa, bu buluşmada vardı.

Derler ki Sergisi

Buluşmanın programını bu yazıya görsel olarak ekleyeceğim ve ne şahane anlar yaşadığımızı görmemiz için bir takım takip adresleri, hashtagler filan vereceğim tabii ama bendeniz ne yaptım bu buluşmada onu anlatayım.

Bu toplaşma için Muti (tam adı Muteber Yüğnük) ile birlikte taa yazdan beri çalışıyoruz. “Derler ki” başlıklı bir katılımcı sanat etkinliği için.

Serginin de hikayesi uzun ama özetle katılmak isteyen herkes bir kasnak alıyor (ya da kasnak benzeri bir malzeme) buraya kendince önemli bulduğu, yaralandığı bir duygusunu (malum yaraların derinleştiği bir çağda yaşıyoruz), istediği bir malzeme ve teknikle işliyor. Biz de onları bir mekana yerleştirerek ziyaretçilere sunuyoruz.

Bütün bir yaz koordinasyonu ile uğraştığımız bu kasnaklı sergiye aralarında dijital sanat, film, nakış, bakır dövme, şiir, ses kayıt, seramik, baskı tekniklerini kullanan 30’un üstünde kişi katıldı. Katılım çağrısı yapıp katılamayanlar bin pişman oldu. Sonucu biz beğendik.

Burada önemli not şu: “Derler ki Sergisi” şehir şehir, kasaba kasaba, hatta köy köy gezecek gibi görünüyor, katılım her zaman mümkün. Buradan bunu da duyurayım.

Sergi dışında programa hikayelerimizle katıldık elbette. Akşamları Mardin evlerinde toplaşıldı. Bunlardan birine Refika Kadıoğlu ve Güler Topaloğlu ile birlikte katıldım. Suriyeli mülteci kadınların çocuklarıyla katıldığı bu masal çemberinde 1001 geceden bir hikaye anlattım, Refika ve Güler’in şarkılarına eşlik ettim, oradaki herkesle horon ettim. Refika ve Güler’le ayrıca Dem’li şarkılar söyledik bir başka programda.

Mardin Gençlik Merkezi’nde Hopilerin (Orta Amerika’da yaşayan ve tarımla uğraşan Amerikan yerlileri) Yaradılış Efsanesi‘ni anlattım. Ki bu coğrafik uzaklık, dinleyiciler için benden sonra Ferhat Budak’ın anlattığı Ferhat ile Şirin’in hikayesi ile keskin bir tezatlık oluşturdu kanımca.

Mardin Müzesini Nihat Erdoğan‘dan, Şahmaran’ı Kemal-Metin Kahraman‘dan, Cemal Süreya’yı Sezai Sarıoğlu‘ndan dinledik. Dara Antik Kentinde Sıla Topçam, Bengü Demiray, Avrupa’dan kalkıp gelen Sam Cannarozzi, Mor Evdin Manastırında Argın Kubin ve Beyza Akyüz masallar anlattı. Dengbej Abdurrahman Oğuz ise her fırsatta billur sesiyle bizi aldı götürdü.

Bunlardan gayrı anlatacak çok şey oldu olmasına da, bazısı anlatılır, bazısı anlatılmaz.

Mesela, Şahmarancımız Ebuburak ile Deniz (Soruklu Evren)’in Hatay’dan Mardin’e masal yürüyüşleri ayrı bir hikaye, anlatmak bize değil onlara düşer. Mesela kaldığımız eski Mardin evinin avlusundaki muhabbetler birer masal olmaya aday. Mardin şehri başka bir masal. Buluşmaya gelen her masalcı ayrı ayrı masal zaten.

Fazlası olsun, eksiği olmasın; Mardin Masalcılar Buluşmasında ben takip edemediğim için, anamadığım bütün hikayecilerinin isimlerini burada geçirelim; Arbil Çelen Yüce, Arzu Candoğan, Berzan Bakır, Fuat Ercan, Gökçe Kurt, Göknur Birincioğlu, Göksel Altınışık, Gönül Reyhanoğlu, Günnur Başar, Hüsamettin Oğuz, İnci Gül, Kenan Olpak, Mehmet Tekirdağ, Metin Kahraman, Oruç Çakmaklı, Özge Sönmezcan, Özlem Durmaz, Pınar Özütemiz, Rebabi Koçer Bakır, Sema Çeker, Songül Bozacı, Şenol Morgül, Yıldıray Lise, Yücel Feyzioğlu. Herbirine, sevgili Sezai (Sarıoğlu)’nin dediği gibi yollarımıza masal döktükleri için binlerce şükran!

***

Derler ki, hikaye anlatılırken tüm evren katılırmış. Hakikatçi “kuş” dediğinde kuşlar şakır; “su” dediğinde dereler şırıldar; “ateş” dediğinde korlar harlanırmış.
Ya rüzgar?

O, sözü uçururmuş, taşırmış uzaklara…

***

Mardin Masalcılar Buluşması’ndan kareler için:
Facebook sayfaları:
Mardin Müzesi
Mardin Masalcılar Buluşması

Hashtag:
#mardinmasalcılarbuluşması ve türevleri
#derlerki ve türevleri

Özel Teşekkür: Bu teşekkür işine girişmek ürkeklik vesilesi. Çünkü başladı mı bitmek bilmiyor. İlk insana kadar gidiyor. Burada bir şekilde adını geçiremediklerim gönül koymasınlar, affetsinler şimdiden.

Bize ev sahipliği yapan Mardin Müzesi personeline (sayıları o kadar çok ki hepsini yazmak mümkün değil), bu güzel ekibi bir araya getirip can-ı gönülden çalışmalarına imkan sağlayan müze müdürü Nihat Erdoğan‘a; organizasyonun kalbi Seher İvrendi‘ye; Masalcılar Buluşması fikir tohumunu Çanakkale’den Mardin’e taşıyan Tacettin Toparlı‘ya; organizasyonun her noktasında ellerinin izlerini hissettiğimiz Berna Yağcı Erdoğan‘a; gece geç saatlere kadar çıkardığımız yüksek perdeden seslere tahammül ederek, tılsımımıza dokunmayan sabırlı ev sahiplerimiz Tuzkan ailesine; kaldığımız yeri güzelleştiren Velat Kaya ve Filiz Demiratay‘a; rehberimiz, işlerimizin kolaylaştırıcısı Arzella Dinç‘e, etrafta bulunup ihtiyacımız olduğunda yardımcı olan arkadaşlarımız Çiğdem Mezguaşe ve Burçak Belli‘ye; Derler ki sergisinin kuruluş aşamasında çivi çakan, misina bağlayan, sergi odasını düzenleyen, afişlerin tasarımını yapan herkese bir kere daha ve sonsuz teşekkürler.

Şifa olsun!

Güneşin Aydemir

[Hayvan Deneyleri] Türkiye’de mevcut durum ve yasal düzenlemeler – Yağmur Özgür Güven

İnsanlık tarihi boyunca, insan menfaatine küçük ya da büyük her bilimsel gelişme için mutlaka bir bedel ödenmesi gerekti. Peki bu bedeli kim ödeyecek? [Hayvan Deneyleri] yazı dizisinde bu sorunun cevabını hep birlikte bulmaya çalışacağız

***

Birleşik Krallık, 1876 tarihli “The Cruelty to Animals Act” ile hayvanların deneylerde kullanılmasıyla ilgili yasal düzenleme yapan dünyadaki ilk ülke.

Ülkemizde hayvanların bilimsel deneylerde kullanılmasıyla ilgili ilk yasal düzenleme ise: 16 Mayıs 2004 tarihli “Deneysel ve Diğer Bilimsel Amaçlar İçin Kullanılan Deney Hayvanlarının Korunması, Deney Hayvanlarının Üretim Yerleri ile Deney Yapacak Olan Laboratuvarların Kuruluş, Çalışma, Denetleme, Usul ve Esaslarına Dair Yönetmelik.

 

2004 tarihli bu yönetmelik, 13 Aralık 2011’de Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın çıkardığı “Deneysel Ve Diğer Bilimsel Amaçlar İçin Kullanılan Hayvanların Refah ve Korunmasına Dair Yönetmelik” ile yürürlükten kalkmış ve bu yönetmeliğin 18 Mayıs 2012’de çıkartılan Uygulama Talimatı ile de Avrupa Birliği üyelik sürecinde AB’nin 2010/63/EC direktifine uygun olarak bir de Kılavuz yayımlanmıştır.

Etik Kurulların görev ve çalışmalarını düzenlemek üzere Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından hazırlanarak 15 Şubat 2014’te (tam da 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun revizyonu için TBMM Çevre Komisyonu’nun çalışma ve hazırlık yaptığı hayli karmaşık bir dönemde çıkartılarak) Resmî Gazete’de yayınlanan Hayvan Deneyleri Etik Kurullarının Çalışma Usul Ve Esaslarına Dair Yönetmelik” ise şu an yürürlüktedir ve Türk Tabipleri Birliği’nin yürütmeyi durdurma istemiyle Danıştay’da açmış olduğu, halen devam etmekte olan iptal davasının da konusudur.

Bu yönetmeliğin Madde.11 (c) bendinde yer alan “Kedi, köpek gibi evcil türlerin sokakta başıboş olanları, deneylerde kullanılmaz. Ancak, hayvanların sağlık ve refahı ile ilgili çalışmalara ihtiyaç duyulması, çevre, insan ve hayvan sağlığına karşı ciddi tehlike oluşturması ve çalışmanın amacının sadece başıboş hayvan kullanılarak gerçekleştirilebileceğine dair bilimsel gerekçeler sunulması hallerinde bu hayvanlar deneylerde kullanılabilir.” ifadesi üzerine İstanbul’da geniş katılımlı bir eylem yapılarak, bu yönetmelik ve değiştirilmek istenen 5199 sayılı kanundaki hayvan aleyhine maddelere itiraz edilmiştir.

2014’de Kadıköy’de gerçekleşen hayvan hakları eyleminden

TBMM Çevre Komisyonu’nda yapılan toplantılarda, bilirkişi olarak görüş bildiren Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyesi ve ayrıca Türk Tabipleri Birliği’nin Hayvan Deneyleri Merkez Etik Kurulu’ndaki (HADMEK) temsilcisi Prof.Gülriz Erişgen, yönetmelikte ve çıkacak olan kanunda suistimal edilme riski olan ucu açık maddelerin gözden geçirilmesi gerektiğine vurgu yapmış, deney karşıtı mücadelenin tarihine bakacak olursak, deney karşıtı örgüt ve deneyin asıl uygulayıcısı olan hekimlerin aynı safta yer almasıyla gelişen bu ortak itiraz dünyada bir ilk olmuştur:

“… Bir de sokakta başıboş olan kedi, köpek ve evcil türlerin deneylerde kullanılamayacağını açıkça belirtmek gerekiyor. Çünkü, yönetmelik diyor ki: ‘Sokak hayvanları deneyde kullanılamaz ama…’ O ‘ama’nın altı çok dolu değil ve hani bir bilim insanı olarak da insan yararına hayvan deneyi yaptığını söyleyen bir mesleğin üyesi olarak da sokak hayvanlarında standardize edilmemiş koşullarda deneyin zaten kabul göremeyeceğini söylemek gerekir. O yüzden bu, sokak hayvanlarının değişik amaçlarla kötüye kullanılmasının önünü açan ama bilimsel bir katkı da sağlamayan bir maddedir. Yönetmelikte ‘ama’yı ekletmemek için burada mutlaka sokakta başıboş kedi, köpek gibi evcil türlerin deneylerde kullanılamayacağı açıkça belirtilmelidir. Şimdi, burada yasada deney hayvanının karşısında ‘deneyde kullanılan hayvan’ diyor. O kadar geniş bir kavram ki bu yani ‘Ben bu hayvanı deneyde kullanacağım’ dediğiniz andan itibaren hiç niteliğine bakılmaksızın o deney hayvanı oluyor. Bunun da herhâlde tanımının iyi konması gerekir diye belirtmek istiyorum.” [TBMM Komisyon Tutanak Arşivinden Alıntıdır]

2014’de Kadıköy’de gerçekleşen hayvan hakları eyleminden

Ülkemizde deney karşıtı mücadelenin sesinin yükselmesinden bahsedecek olursak; 5199 sayılı kanunda değişiklik yapılması için TBMM Çevre Komisyonu’nun geçtiğimiz yıllarda yaptığı toplantılarda, baroların hayvan hakları komisyonları, sivil toplum örgütleri, Ankara Veteriner Hekimler Odası ve bağımsız hayvan korumacıların  ortak ve kararlı tutumunu deney karşıtı mücadelede bir başlangıç olarak kabul edebiliriz zira meclis tutanaklarına da geçen bu itirazlar, Türkiye’de onyıllardır süren hayvan hakları savunusunda deney ve deneylerde kullanılan hayvanların haklarının konuşulmasının ve hatta tabu olarak görülen “hayvan deneylerinin ahlaki yönü ve güvenirliği”nin tartışmaya açılmasının zamanının geldiğine de işaret eder.

Ülkemizde yeni yeni başlamış olan bu tartışmaların batıda neredeyse yüz yıldır yapılmakta olmasının sebebi, İngiltere ve ABD’de -özellikle 1960’lardan itibaren- insan hastalıklarıyla ilgili hayvanlar üzerinde devletin sağladığı fonlarla yapılan araştırma çalışmalarının sayısının çokluğu ve bu çalışmalarda kullanılan hayvanların yaşadığı ısdırap ve korkunun, hayvan hakları örgütleri tarafından topluma duyurulmasının yarattığı etkidir. Ayrıca, hepatit, HIV gibi hastalıklara tedavi bulmak için yapılan hayvan çalışmalarının yanıltıcı ve insana uyarlanamaz sonuçları da toplumun bu çalışmaları sorgulamasında ayrı bir etken olmuştur.

Mevcut kanun ve yönetmeliklerimize göre; hayvan üzerinde çalışma yapmak isteyen resmi (üniversiteler, hastaneler, devlete bağlı araştırma laboratuvarları vb. gibi) ya da özel kuruluşlar, öncelikle Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’ndan çalışma izni almalıdırlar.

Bakanlığın “​Çalışma İzni Verilen Deney Hayvanı Üretici, Kullanıcı ve Tedarikçi Kuruluşlar” ​​ listesine göre: bugün itibariyle, yönetmelikte belirtilen hayvan türleri üzerinde araştırma izni olan 121 merkez var ve bu merkezlerin 11’i özel, 110’u da kamu kurumlarına bağlı. Bu izin, üretim-kullanım-tedarik şeklindeki üç ayrı kategoride -ya da hepsi için- verilebiliyor.

Üretim, kullanım ve/veya tedariği yapılacak türler de izinde ayrıca belirtiliyor, mesela; çalışma izninde köpek olan merkezler: Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Deney Hayvanları Üretim ve Araştırma Merkezi, Bilkent Üniversitesi Fen Fakültesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü Deney Hayvanları Ünitesi, Uludağ Üniveristesi Tıp Fakültesi Deney Hayvanları Yetiştirme Uygulama ve Araştırma Merkezi ve Erciyes Üniversitesi Hasan Çetinsaya Deneysel ve Klinik Araştırma Merkezi. Bu 121 merkezin içinde, kedi üzerinde çalışma-üretim-tedarik izni olan tek yer: Selçuk Üniversitesi Veteriner Fakültesi Deney Hayvanları Üretim ve Araştırma Merkezi.

Köpek ve kedi dışında deneylerde kullanılabilecek türler: fare, sıçan, kobay, hamster, tavşan, balık türleri, koyun, keçi, sığır, domuz, at, eşek, katır, kanatlılar, sürüngenler. Büyük insansı maymunların deneylerde kullanımı ise çoğu ülkede olduğu gibi bizde de sınırlı, bunun sebebi de aynı grupta yer aldığımız primatlar takımıyla aramızdaki biyolojik yakınlık. Dünya ülkeleri içinde büyük insansı maymunlar üzerinde deneyi kesinlikle yasaklamış olan tek ülke: Yeni Zelanda.

Mevzuata göre, hayvanlar üzerinde araştırma yapan merkezlerin her birinde “Yerel Etik Kurul” bulunması (HADYEK) ve oluşturduğu “Yönerge”sini Orman ve Su İşleri Bakanlığı bünyesindeki Merkez Etik Kurul’a (HADMEK) onaylatması gerekiyor. HADYEK’in, yapılacak araştırma çalışmalarını inceleyerek izin vermek ya da iptal etmek, kullanılacak hayvan tür ve sayılarına gerektiğinde müdahale etmek ve değiştirmek, çalışmayla ilgili değişiklik ve düzeltme istemek gibi yetkileri var ve bu kurul, 5-21 arası üyeden oluşabiliyor. Kâğıt üzerinde HADYEK’in varlığı deneylerle ilgili bir kontrol mekanizması olduğuna işaret etse de pratikte şu tuhaf durum ortaya çıkıyor: bir merkezde yapılacak hayvan deneylerine izin verecek olan etik kurul, o merkezin kendi içinden seçilmiş kişilerden oluşuyor, yani kurul kendi kendine izin veriyor.

HADMEK ise, hayvanların deneylerde kullanılmasına dair etik ilkeleri belirleyen, HADYEK’lerin yönergelerini onaylayan, çalışmaları denetleyen ve ülke çapında hayvan deneylerine ait yıllık istatistik raporları hazırlamakla yükümlü 21 kişiden oluşan hayvan deneyleriyle ilgili en üst yapı. Bizdeki mevcut sistem, Brezilya, Birleşik Krallık, Hindistan’dakine benziyor ancak hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle ilgili yasal düzenlemesi olan her ülkedeki ortak problem; yerel etik kurulların sağladığı iç denetimin yeterli ve güven verici olmaması. Bu noktada da devreye girmesi gereken HADMEK gibi bir üst yapıya ihtiyaç duyuluyor ancak bu üst yapının yetkileri ve çalışma biçimi çok önemli. Üç ayda bir toplanan HADMEK yüz küsur merkezi ne kadar denetleyebilir, çalışmaları ne derecede kontrol edebilir, şüpheli.

Engin Arıkan, Hayvan Hakları İnsan Hukuku adlı kitabında, deneylerde hayvan kullanımıyla ilgili dünyada yapılmış tüm mevzuatın hayvan hakları değil-hayvan refahını gözettiğini ve hayvan hukukunun en gelişmiş örneklerinin dahi insanmerkezci ve türcü nitelikte olduğunu söyler ki buna katılmamak elde değil; hukuken bir “eşya” statüsünde olan hayvanlara (hepsine değil, sadece bazılarına) verilen (her zaman değil, belli durumlarda) haklar (insan menfaatiyle çatışmamak suretiyle), hayvanlara ahlaken doğru davrandığımız anlamına gelmiyor. Sonraki haftalarda, mevcut işleyişle ilgili sıkıntıları ayrıntılı olarak ele alacağız…

 

Yağmur Özgür Güven

‘Barış çalışması şifa çalışmasıdır’ – Gülengül Anıl

Lizbon istasyonundan bindiğim tren iki saat sonra Funcheira’ya vardı. Karşılamaya gelen eski model mercedesle yaklaşık yirmi dakikalık yolu alırken, kilometreler boyunca soyulmuş gövdeleriyle mantar-meşesi ağaçlarını görüyorum. Sonunda yolculuk bitti, hedefe ulaştım. Uluslararası bir buluşma ve çalışma için geldiğim yerin adı: Tamera.

Tamera nedir, nerede ne yapar?[1]

Tamera üç kişinin kuvvetli bir niyet oluşturmasıyla başlıyor. Birincisi, II. Dünya Savaşı yıllarında Berlin’de doğmuş sosyolog ve psikolog Dieter Duhm. Ergenlik çağı gelip de Nazilerin yaptıklarını öğrendiğinde olana bitene inanmakta zorluk çekmiş, sonunda, “tamam bu olmuş ama dünyada bir daha böyle bir şey olmaz” düşüncesine geldiğinde, 68 kuşağının öğrenci liderlerinden biriyken bu kez Vietnam’da olanları görüp ne kadar yanıldığını anlamış. Böylece savaşın, batı kültürü ve değerlerinin karanlık yüzü olduğuna karar vermiş.  O günlerden sonra artık ait olduğu kültürde barınamayacağını görmüş, kendisine yapılan akademisyenlik tekliflerini geri çevirerek küresel şiddete karşı alternatif yeni bir kültür oluşturmaya adanmış bir hayata başlamış. Baskıcı yapılarda yaşayan insanların özgür bir topluluk olamayacağını, insanın düşünce kalıplarında değişiklik olmadığı sürece şiddetin bitmeyeceğini görmüş. İçimizdeki nefret ve şiddet çözülmeden sadece baskılayarak yaşamanın bizi şiddetsiz topluma ulaştırmayacağını yazmış. İnzivaya çekildiği dönemde değişik kaynaklardan ilham almış ve vizyonunu yavaş yavaş oluşturmaya başlamış.

Daha sonra bu vizyonu politik bir kavrama dönüştürmüş. Gündelik hayata dair yaşadığımız savaşlar onun başlangıç noktası olmuş: kadınlarla erkekler, çocuklarla  yetişkinler, bireyle toplum ve insanla doğa arasındaki savaşlar… Değişim tam da buradan başlamalıymış ona göre. Paradigma değişimi lafla olmaz diyerek politikasını hayata geçirmek üzere yola çıkmış.

İkincisi, 1954’de sanatçı bir ailenin kızı olarak doğan Sabine Lichtenfels. Onun meselesi de sevgi ilişkilerinde içtenlik, samimiyet, doğru sözlülükmüş. Kaybetme korkusunun ve kıskançlığın ayrılığa götürdüğü ilişkiler yerine, insanların barışı öğrenebilecekleri bir birlikte yaşam modeli keşfetmek istemiş. Sabine, ateist anne-babasını şaşırtarak ilahiyat okumayı seçiyor. Ancak eğitimi sırasında kilisenin tarihini öğrenmesi ona, Nazilerin yaptıklarına sessiz kalan anne-babasının kuşağına karşı duyduğu hayal kırıklığının aynısını yaşatıyor. Sonuçta Sabine’nin de geldiği nokta Dieter ile aynı oluyor: “Kendi içimizde değişmeden dışarıdaki dünyanın değişmesini bekleyemeyiz. Ve eğer savaş istemiyorsak, barış için bir vizyonumuz olmalı.

Dieter, vizyonunu paylaşan fizikçi ve aynı zamanda müzisyen arkadaşı Charly Rainer’la boydan boya Almanya’yı dolaşmaya başlıyor. Amaç kafalarına uygun kişileri bulmak. Böylece Charly’nin ergenlik çağından beri tanıdığı Sabine’ye geliyorlar.

Bu üçlünün oluşturduğu grup hızla büyüyor ve disiplinler arası bir araştırma merkezi olarak çalışmaya başlıyor.

1978’de grup olarak Almanya’nın güneyinde bir çiftlikte başlayan teknolojik bazlı ve ekolojik yaklaşımlı araştırmalarda, önceleri detaylarda başlayan çatışma halleri grupta patlamalara neden olup dağılmaya kadar getiriyor onları.  Böylece; sadece iyi niyetli ve kendi konularında uzman olmalarının, topluluk olarak yaşamaları için yeterli olmadığını görüyorlar. Dünyada barış içinde yaşamı mümkün kılacak bir model oluşturmak için yola çıkmış insanların, kendi aralarında barışı sağlayamamaları, hemen her konuyu bir yana bırakıp çatışmayı yaratan en derindeki gerçeği aramaya itiyor onları.

En derindeki gerçeğe inmek, insanın mahremiyet dünyasına bağlanmak yani sevgi, aşk, cinsellik, tanrıyla ilişki ve beraber yaşam konularını araştırmak anlamına geliyor. Şiddetin ne şekilde yükselmeye başladığını ve bunun kalıcı bir şekilde bitirilmesinin mümkün olup olmadığını keşfetmeye çalışıyorlar. Böylece yeni bir sosyal deney uygulamaya karar veriyorlar, kendilerini de araştırmalarının içine katıyorlar.  Bu cesareti gösteren elli kişi üç yıl boyunca ortamı ve grubu terk etmeden bu deneyi sürdürüyor. Üç yılda; inşa teknikleri, gıda, ekonomi, sanat, topluluğun karar alma süreçleri, şifa, bahçecilik, hayvanlarla ilişkiler, suyun yönetimi, aşk ve cinsellik konularında araştırma yapıyorlar.  Bu süreçte; yaptıkları hatalardan ders çıkarabilmeyi, birbirlerini gözetip ilgilenmeyi, dua edebilmeyi, kendi gerçeklerini şeffaflıkla ifade etmeyi öğreniyorlar.

1983-86 yılları arasında süren bu sosyal deney sonunda grup; istikrarlı bir topluluk kurmanın, topluluk için verimli iletişim şeklinin ve açık sözlülükle sürdürülen bir sevgi ilişkisinin bilgisini ortaya çıkarmış. Dieter Duhm, bu birikimden ve Rupert Sheldrake’nin morfojenetik alan teorisinden yola çıkarak kendi politik teorisini ortaya atmış: “Sacred Matrix (Kutsal Matriks)”. Dünyanın bir bölgesindeki küçük bir değişimin bütünü etkilediğini, bir başka deyişle yerelde yapılan barış çalışmasının küresel etkisinin olacağını nedenleriyle açıklamış.

İşte, kendi kendine yeten özerk bir yaşam modelinin, küresel bir harekete dönüşmesi tam da bu teoriye dayanıyor.

Bu deneyim sonucu elde edilen topluluk olmaya dair bilgi birikimi, farklı konulardaki uzmanlar ve küresel işbirliği ortaklarıyla beraber, küresel bir “barış araştırma projesi”nin başlamasına temel oluşturuyor.

Benim de katılmak için geldiğim Tamera’daki toplantıda işte bu projenin bölgelerinden gelen barış topluluklarının temsilcileri vardı. Toplantıya ayrıca, Lakota yerlileri davet edilmişti. Kuzey Dakota’da yaşayan bu yerliler, petrol boru hattının kutsal saydıkları göllerinin içinden geçirilmesine karşı 2016 sonunda Standing Rock’da barışçıl bir protesto kampı kurmuşlardı. Sosyal medyanın yardımıyla dünyaya duyurulan bu eyleme dünyanın her yanından çok sayıda destekçi katılmıştı. Tamera’nın ev sahipliği yaptığı buluşmada, birkaç ay önce Dakota’da ‘Defend the sacred – Kutsalı savunmak’ söylemiyle başlayan bu hareketin devamını nasıl sağlarız, bizim için kutsal nedir, kutsalımızı korurken eylemlerimizi şiddetsiz bir şekilde nasıl hayata geçirebiliriz soruları konuşuldu. Toplantı için yapılan çağrıda önemli bir tespit vardı:

Karşı olduğumuz şeyleri biliyoruz, neyi istemediğimizi biliyoruz ve protestolarımızı hep istemediklerimizi söyleyerek yapıyoruz: “ona hayır, buna hayır!” Peki ya istediklerimizi söylesek, eylemlerimiz bizim kutsalımızı, yaşam için olmazsa olmazımızı söylese, tıpkı Dakota’da yapılan gibi… Eğer yaşamın kazanmasını istiyorsak, gelecek için olumlu ortak bir amaç etrafında toplanmış küresel bir direnişe ihtiyacımız var.

Benim gibi gönlü barışta olan, barışı yaşadığı topraklarda ve tabii ki tüm dünyada tesis etmenin araştırmasını yapan insanlar, hem barış için çalışanları dinlemek, aktardıkları deneyimleri öğrenmek hem de topluluk oluşturma bilgileri üzerinde çalışma yapmak üzere Tamera’daydık.

Tekrar Tamera’nın hikâyesine dönüp kırk yılı nasıl geçirdiklerini kısaca anlatmak istiyorum. Son yıllarımda iki kez topluluk olarak yaşamaya niyet etmiş, her ikisinde de insani engellerin aşılamasının güçlüğü ile karşılaşmıştım. Bu nedenle Tamera’da yaşayan farklı kökenlere ve dillere ait 170 kişilik topluluğun bunca yıl beraber kalmayı becermesinin hikâyesi, barışın mümkün olduğunun başlı başına bir umudu benim için.

1986’da yapmış oldukları sosyal deneyin sonuçlarını paylaşan grup, bazı kilise cemaatlerinde ve bir kısım medya organında saldırı altında kalıyorlar. Haklarında karalama kampanyası başlatılıyor. Gördükleri toplumsal baskı, Almanya içinde projelerini özgürce büyütecekleri bir alan bırakmıyor onlara. Bu deneyin içinden ZEGG gibi projeler doğuyor. Bir başka proje de Sabine’nin çeşitli ülkelerde düzenlediği çöl kampları oluyor. Buradaki fikir, kumdaki basitliğin içinde hayatın temel konularına odaklanarak yeni bir başlangıç bulma alanı yaratmak. Portekiz’in Alentejo bölgesindeki kumsallardan birinde kurulan bir kamp, daha sonra aynı bölgenin iç kısımlarında Tamera adını verecekleri kalıcı yerleşim yerini bulmalarına vesile oluyor.

1995’de 134 hektar büyüklüğünde bir arazide çekirdek bir toplulukla bugünkü Tamera başlıyor. İlk günden itibaren enerji ve ekoloji alanlarında denemeler yapmak, araştırmacı ve mucitlerle ve özellikle barış inisiyatifleriyle küresel bir paylaşım ağı oluşturmayı hedefliyorlar. Daha ilk yıl başlattıkları Yaz Üniversitesi’ne 100 katılımcı geliyor. Hemen arkasından eğitim ve konferans çalışmalarını arttırıyorlar. 1999’da geçirdikleri yangında, araştırma laboratuvarlarının da olduğu ana binayı kaybediyorlar, bunun üzerine eğitim ve yaşam çadırlarda devam ediyor.

2000 yılı geldiğinde Tamera’nın yeni nesil liderlerini yetiştirmek amacıyla “Barış Eğitimi” programları devreye sokuluyor. O yıl İsrail-Filistin bölgesinde ikinci intifada başlayınca Dieter Duhm artık harekete geçmenin zamanının geldiğini düşünür. Çünkü ona göre insanlığın en önemli meseleleri bu bölgede bir araya gelerek  bir potada erimiştir, öyle ki bu bölge dünyanın akupunktur noktası gibidir. Orta-Doğu’da gerçekleşecek olan barış, diğer bölgelerde de barışı mümkün kılar. Böylece Tameralıların bölgeye seyahatleri başlar. Kurulan barış kamplarında her iki taraftan katılımla çatışmanın farklı cepheleri derinden dinlenir, duyulur. Katılımcılar “Düşman olmayı reddediyoruz” isimli bir oyun hazırlarlar. Oyun Almanya, İsviçre ve Avusturya’da sonra da İsrail-Filistin’de oynanır ve epey ses getirir. Yıllar içinde İsrail, Filistin ve diğer ülkelerden barışa gönül vermiş kişiler Tamera’da eğitime tabi tutulurlar ve “Orta-Doğu Barış Araştırmaları Köyü” fikri ortaya çıkar.

Bugün dünyanın pek çok kıtasındaki kriz bölgelerinde kurulmuş barış topluluklarıyla yürüttüğü ortak çalışmalara Tamera, hem eğitim hem de teknoloji aktarımıyla katkı sağlıyor. Çünkü kendine yeten topluluk olabilmenin yolu, basit ve pahalı olmayan teknolojiyi kullanabilmekten geçiyor. Bu alanda; güneş enerjisini fotovoltaik sistem olmadan kullanmayı, yağmur suyunu göletler şeklinde tutarak yönetmeyi dolayısıyla ekosistemi yeniden canlandırmayı, permakültür bahçeleri oluşturmayı, yakıt ve gübre amaçlı biyogaz kullanmayı bilgi ve uygulama imkanı olarak diğer topluluklara açmış durumdalar. Bu sebeple de son yıllarda yaz üniversitelerine olan ilgi epey artmış.

Aslında topluluk olma üzerine aktardıkları deneyimlerin en önemli parçasını “Küresel Sevgi Okulu (Global Love School)” oluşturuyor. Dieter Duhm 2015 yılında yayınlanan son kitabı, “Terra Nova, Global Revolution and The Healing of Love” için, kırk yıllık tecrübeden damıttığı politik teorisinin geldiği son nokta olduğunu söylüyor. Dieter, “Tamera” projesininin özünde, güven ve merhamete dayalı yeni bir insanlığın geliştirilmesinin ve bu insanlığın sürdürülebileceği bir yaşam modelinin yaratılmasının yatmakta olduğunu dile getiriyor.

Pek çok topluluk yaşamı dağılmışken Tameralıların kırk yıldır büyümelerinin sebebi nedir, derseniz. Buna verdikleri cevap; spiritüellikle harmanlanmış politik ve ekolojik kuvvetli bir vizyona sahip oldukları, haftanın beş günü, günde iki saat forum tekniğini kullanarak topluluk olmaya dair samimi bir çaba gösterdikleri ve nihayetinde korkudan, kıskançlıktan, yalandan ve mülkiyet zihniyetinden özgürleşmiş güven temelli kadın-erkek ilişki modelini araştırdıkları bağlamında oluyor.

Toplantıdan bana kalan umut oldu

Şimdi Tamera’yı tanıtan bu giriş hikâyesinden sonra on günlük toplantıdan izlenimlerimi paylaşayım.

Kayıt işlemlerini bitirenleri küçük gruplar halinde konaklama, eğitim, toplantı ve kültür merkezi binalarının tanıtıldığı rehberli bir tura çıkartıyorlar. Tamera’da yaşayan topluluk üyelerinden biri tur rehberimiz ve topluluğun temel yaşam ilkeleriyle dikkat etmemiz gereken şeylerin bilgilerini bizle paylaşıyor.

Önümüzdeki on gün boyunca kullanacağımız yaşam alanlarımızı hızla öğrenmeye çalışıyoruz. Ben yurtta yer ayırttığım için yurttaki kadın yatakhanesine yerleşiyorum. Çadırlarıyla gelenler çadırlarını kurmak üzere gösterilen alana yollanıyorlar. Tuvalet ve duş binaları yatakhaneye yakın bir mesafede. Tuvaletler kuru kompost modelinde ve hiç koku yok, yani çok başarılı yapılmış ve kullanırken bizler de kapakları kapalı tutmayı ihmal etmiyoruz. Duşlar kabinsiz inşa edilmiş, bu, bedenimizle olan ilişkimiz üzerinde büyük farkındalık yaratıyor. Kayıt sırasında elime verdikleri kağıtta çalışmalarımı yapacağım küçük grubumun adı, “Topluluk (Community)” olarak belirtilmiş. Diğer grupların isimleri: “Aktivistler” ve “Kutsalı korumak için çalışma grubu”. Rehberden öğrendiğimize göre, küçük grup çalışmaları yatakhanenin alt katındaki odalarda yapılacak.

Akşam yemeği sonrası açılış konuşması için AULA isimli saman balyasından inşa edilmiş büyük binaya gideceğiz. Yemekler ise yatakhane ve çalışma odalarımızın bulunduğu binanın bahçesinde yeniyor. Mutfaktan tekerlekli arabalarla çekilerek getirilen yiyecekler açık büfe usulü dağıtılıyor. Yemek alma kuyruğuna girmeden önce yemeği hazırlayan ekip bizleri çember olmaya çağırıyor. Şükran çemberi bu.

Sonra yiyecekleri ne şekilde sunacaklarını anlatıyorlar. Yiyecekler, 4-5 kişilik miktarlarda servis ediliyor. Yemek alma kuyruğunda beraber yemek yemek üzere bir araya gelip küçük bir topluluk oluşturalım istiyorlar. Topluluk gibi yaşamaya, yani birbirimizi gözetmeye, birbirimize hizmet etmeye başlayalım istiyorlar. Kuyruk olurken hemen birileriyle tanışıp beraber yemeye karar veriyoruz. Oluşturduğumuz küçük grubumuzdan biri gidip bir masa ayarlıyor, diğeri tepsiye tabaklarla çatal-bıçakları doldurup masaya gidiyor, geri kalanlar aldıkları yemeklerle masaya gelip bir güzel masayı donatıyorlar. Boşalan tepsileri biri iadeye götürürken, başkası filtre edilmiş suyun aktığı musluktan bardaklara su doldurmaya gidiyor. Böylece her masada farklı ülkelerden ve kültürlerden gelmiş insanlar birbirlerine hikâyelerini anlata anlata keyifle vegan gıdaları yiyorlar. Yemek sırasında masalar arasında dolaşan bir mutfak görevlisi bulaşık için gönüllü bir ekip çağrısında bulunuyor, hemen birkaç gönüllü el kaldırıyor. Sonra bir başkası, ertesi sabah erkenden bahçeden yiyecek hasadı yapacak gönüllü arayışıyla geliyor, onun da gönüllüleri bulunuyor. On gün boyunca her öğün bu şekilde devam etti ve her yemekte başkalarıyla birlikte olma şansımız oldu. Bir akşam bulaşıkhanede çalışmaya ben de gönüllü oldum. Müthiş bir deneyimdi.

Bütün bu uygulamalar tabii ki topluluk yaşamının en temel hallerini deneyimlememiz içindi. Ayrıca benim kırk kişilik küçük çalışma grubumda da her gün en az iki saat topluluk olma hallerini pekiştirici çalışmalar yaptık, bu konuda kullandıkları “forum” tekniğini deneyimledik.

Aynı vizyona sahip kalabalık bir grubu kısa zamanda bir topluluk haline getirmeyi sağlayan çeşitli araçlar kullandılar. Bunlardan biri de toplantının beşinci gününde yer alan eylemimizdi. Havadan çekilen fotoğraf ve video ile politik-sanat eylemi düzenleyen sanatçı John Quigley tarafından hazırlanan bir resmi oluşturacaktık. Portekiz sahillerinde petrol aranma kararını engelleyebilmek için, “Petrole Hayır, Geleceğe Evet” ve “Kutsalı Savun” mesajlarını bedenlerimizle Odeceixe kumsalında yazacaktık. Eylem günü ayrıca anlamlı mesaj veren bir dans gösterisi de yapacaktık. Bundan altı yıl önce, dünyada kadınlara uygulanan şiddete dikkat çekmek için başlatılan “One billion rising” hareketinin dansını, bu kez toprak anaya gösterilen şiddet için yapacaktık eylem günü. Bu dansın provası için her sabah 7.30’da kültür merkezinde buluştum bir çoklarıyla. Yine öğlen aralarında, söyleyecek sözü olanların “açık alan” tekniğiyle davet ettikleri alanlarda düzenledikleri küçük toplantılara katıldım.

Grubun tümü olarak katıldığımız AULA’daki geniş katılımlı toplantılarda ve panellerde her birimizin kendi ülkesinde şikayetçi olduğu doğayı ve insanı yok etme çalışmalarının aslında dünyanın her yerinde uygulanmakta olduğunu, olayların içinde yaşayan insanların ağzından duyduk.

Çok ağır acı enerjileri çöktü üzerimize ve her seferinde kalplerimizi daha da derin açarak duyduklarımızı şifalandırmayı bildik. On gün boyunca spiritüel çalışmalar zihinsel çalışmalara eşlik etti. Zaman zaman gün doğumu, gün batımı ve dolunayın karşılanması sırasında yapılan kısa meditasyonlar, daha on yıl önce çölleşme tehlikesi yaşayan bölgede yağmur suyunun tutulup doğru yönetilmesi sonucu geri gelen bereket ve bolluğu hissetmemizi sağlayan meyve ağaçları arasından yapılan gölet çevresi yürüyüşü, küçük ya da büyük grup çalışmalarına başlarken ateşe ve suya şükranla ve bir niyetle yakılan mum, her daim bağlantıda kalmamızı sağlıyordu.

Toprak anaya, suya, ateşe, güneşin ve ayın gücüne bağlıydık. Büyük bir kutsallık içinde yaşıyorduk. Dünyanın her köşesinden gelmiştik. Farklı dinlere, farklı etnik kökenlere, farklı renklere, farklı dillere sahiptik. Hâlâ sıcak olan çatışma alanlarından gelen İsrailliler ve Filistinliler vardı, Kolombiyalılar vardı. İçimizden bizi birleştiren gücün ortaya çıkmasına izin verdik, kalplerimizi açıp dinledik, kendimizi ifade ederken de yine kalpten konuştuk, önyargılarımız eridi, göz yaşları döktük, birbirimize sıkıca sarıldık. Aynı organizmanın farklı organıydık ve aynı şeyi istiyorduk: savaşın olmadığı, rekabet ve şiddetin sonlandığı, yaşamın kutsallığını yeniden fark ettiğimiz ve bu kutsallığı her yerde ve her koşulda savunduğumuz güvene dayalı bir dünyada yaşamak.

Çatışma alanları içinden gelen, uyuşturucu ve şiddetin hakim sürdüğü bölgelerden gelen, ya da toprakları işgal edildiği için mülteci olarak yaşayanların bütün bu ağır şartlara rağmen yarattıkları şiddetsiz barış köylerini dinledik bir de. Tamera’nın gençlik kampına katılan gençlerin dünya için düşündüklerini dinledik, hazırladıkları oyun ve müzik çalışmalarını izledik. İçimiz umut doldu. Dieter Duhm’un politik teorisi bu çalışmaların hızla yayılacağını müjdeliyordu ki, ben de bütün kalbimle buna inanarak çıktım Tamera’dan.

Başka bir dünya yükseliyor ve artık görünür olmaya da başlamış durumda. Korkularımızı şifalandırdıkça sevginin dünyasında yaşamaya başlıyoruz.

Size bir davet çıkarıyorum, DEFEND THE SACRED (Kutsalı Savunmak) buluşmasının panel ve konuşmalarının videolarını izleyin[2]. Tamera’nın su tutma (water retention) çalışmalarının belgesel tadındaki videosunu izleyin[3], kutsalı korumanın tadını hissedin.

Ana akım medyanın ve toplumu çevirmiş tüm bilgi kaynaklarının korkuyu büyüten çabalarına karşın sevginin getirdiği barışı ve umudu görün, hissedin. Ben o umudu ete kemiğe bürünmüş haliyle gördüm.

Dünyanın her yerinde barışa adanmış hayatların oluşturdukları barış adalarının zincirleme reaksiyonla nasıl büyük kıtalara dönüşmek üzere olduğunu görün. Ben gördüm, parçalananın içinden yeni doğmuş olanı kucağıma alıp sağa sola salındım. O güzelliğin hızla büyümesi için bana düşense KUTSALI SAVUNMAYA DEVAM etmek.

Bitirirken

Martin’in kapanış konuşmasında söylediği cümleyle bitirmek istiyorum:

“Bizi bir krizden diğerine sokan tekrar eden travmalarımızın altında yatan geçmişten bugüne taşıdığımız yaralarımızı iyileştirmek için, dünyaya barışı getirecek çalışmalardan başka yol olmadığı aşikâr. Dolayısıyla barış çalışması, şifa çalışmasıdır.”

*Bu yazıyı hazırlarken Tamera’daki deneyimlerini benimle paylaşan ve Tamera’ya gitmemdeki teşvik sebebim Filiz Telek’e teşekkürlerimle… Ayrıca toplantıya katılan Türkiye’li genç arkadaşım Buket Atlı’ya da oradaki varlığı için şükran.

[1] Tamera’nın hikayesi için faydalandığım kaynaklar: Leila Dregger, Tamera – A Model for the Future, Verlag Meiga, 2015, S.128-135 ve Dieter Duhm, Terra Nova – Global Revolution and the Healing of Love, 2015

[2] https://www.youtube.com/channel/UCe8-23wgIRspP8paQif-6Vg

[3] https://www.youtube.com/watch?v=4hF2QL0D5ww

 

Gülengül Anıl

Ardında Bıraktığın: Farkındalığımızı sağlayan şey ‘gitmek’ten geçiyor

“Bizler insanız çünkü gitmekteyiz. Hiçbir nihai varışın mümkün ya da vaat edilmiş olmadığını bilebileceğimiz, bilmek zorunda olduğumuz bir gidişe/yola ayarlıyız.” der Jean-Luc Nancy. Gitmek eylemi üzerine fazlaca kafa yorduğum bugünlerde kendimi Karaköy’deki Kasa Galeri’de bulmam tesadüf olmasa gerek.

Küratörlüğünü Derya Yücel’in yaptığı “Ardında Bıraktığın” 4 genç sanatçıyı bir araya getirmiş. Rehan Miskçi, Eda Aslan, Ahmet Kavas ve Şahin Çetin. Serginin temasını ise ev, aile, toplumsal cinsiyet, aidiyetsizlik, kolektif bellek ve azınlık konuları oluşturuyor. Dört sanatçı da kendi gözlemleri ve birikimleri üzerinde bu kavramları sorguluyor.

Rehan Miskçi

Rehan Miskçi 1986’da İstanbul’da doğmuş. İstanbul Teknik Üniversitesi İç Mimarlık Bölümü’nden mezun olduktan sonra yüksek lisansını Fotoğraf ve Video üzerine School of Visual Arts, New York’ta tamamlamış. Azınlık kimliği, aidiyet kaybı ve bellek konulu ödüllü çalışmalara imza atmış. Son olarak Maryam Şahinyan’ın stüdyo fotoğrafı arşivi üzerinden geliştirdiği serisi ‘Terk’ Alan İstanbul’da ‘New Photography II’ (2017) sergisinde yer alan bir sanatçı. Miskçi, Ermeni kimliği ve stüdyo fotoğrafı pratiği ilişkisi üzerine Beyrut’ta geliştirmeye başladığı ‘Foto Yeraz’ ile ilgili çalışmalarıyla karşımızda. İstanbul ve New York arası gidip gelen Rehan’a sergilenen “Dağ”, “Göründüğü Gibi Değil” ve “Olmadığın Yerler” adlı eserlerinin hikâyesini sorduğumda şu şekilde anlatıyor:

“Bu seri aslında uzun süredir aklımda olan, ancak geçtiğimiz yıl Beyrut’ta hayata geçirebildiğim bir proje. Orada yaptığım 2 aylık bir residency sırasında “Dağ” ve “Göründüğü Gibi Değil” işleri ortaya çıktı. Genel olarak Foto Yeraz, hayali bir fotoğraf stüdyosu aslında. Osmanlı’dan beri süregelen stüdyo fotoğrafı ve Ermeni kimliği arasındaki bağı irdeliyor. Bu stüdyoda figür yok, mekansal öğeler figürün yerini alıyor. Bu tekil işler de Foto Yeraz’ın parçaları. Dağ işi, stüdyolarda sıklıkla kullanılan fonlara atıfta bulunuyor. Beyrut’un Bourj Hammoud semtinde çektiğim fotoğraflardan oluşuyor tamamen. Ermeniler’in yoğun olarak yaşadığı bir semt bu. “Göründüğü Gibi Değil”, Lübnan’da çeşitli fotoğraf stüdyolarında kullanılan ve genelde figürün yanına konumlandırılan dekor objeleri taklit ediyor. Bir anlamda figür yerine bu objeler poz veriyor artık ayna karşısında. “Olmadığın Yerler” ise sergideki en kişisel iş diyebilirim. Önceki “Terk” adlı serimde Maryam Şahinyan’ın Foto Galatasaray arşivindeki fotoğraflarla çalışmıştım. Bu sırada babamın 1959’da Şahinyan’ın stüdyosunda çektirdiği ama hiçbir zaman aile arşivlerimizde karşıma çıkmamış bir fotoğrafı buldum. Bu fotoğraf aslında kişiselden anonime bir geçiş. Fotoğraf figürlerin tam ortasından ikiye ayrılıyor ve araya benim o stüdyo mekanıyla ilgili kurduğum hayal giriyor.”

 

“Travma nesilden nesile farklı şekillerde aktarılıyor”

 “Gelin önce birbirimizi tanıyalım… Gelin önce birbirimizin acılarına saygı gösterelim… Gelin önce birbirimizi yaşatalım…” Hrant Dink’in bu sözlerini anımsıyorum. Keşke önce birbirimizi dinlemeyi öğrenebilsek, birbirimizi anlamaya çalışabilseydik… Gidenler bir gün yeniden evlerine, hatıralarına, geride bıraktıkları “özlerine” geri dönebilir miydi? Cevabını vermek o kadar da basit olmayabilir. Rehan, bu yaşananların yol açtığı travmadan kolay kolay kurtulamayacağımızı söylüyor.

“Bu gerçekten çok kapsamlı bir konu ama bence gidenler hiçbir zaman tam olarak gidemedi zaten. Böylesine bir travmayla doğdukları toprakları terk etmek zorunda kalanlar, geride bıraktıklarını çok net hatırlamaya ve anmaya devam ettiler. Travma da nesilden nesile farklı şekillerde aktarılıyor. Gidenler fiziksel olarak dönemese bile, hafızalarında hep geride bıraktıklarını canlı tutuyorlar.”

1993 İstanbul doğumlu Eda Aslan Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nden mezun. Halen Resim Bölümü’nde yüksek lisansını sürdüren Aslan’ın çalışmalarının ortak noktasında ise tarih, mekanlar ve kolektif bellek konuları yer alıyor. Geçtiğimiz yıl Siemens Sanat Sınırlar Yörüngeler 18 sergisinde başarı ödülü kazanan Eda, bu kez “Kelebek Korse” ile bizi yakın tarihimize götürüyor. Sergilediği bir korse bizi 1920 yılında Terkos Pasajı’nda, 1936’dan itibaren ve yakın bir geçmişe kadar da İstiklal Caddesi’nde konumlanmış olan Kelebek Korse mağazasına taşıyor. 6-7 Eylül olaylarına atıfta bulunan Eda, İstanbul’da yaşayan Rum azınlığın sahip olduğu mağazaları, dükkanları, evleri ve özel mülkleri hedef alan yağma ve yıkımların izini sürüyor.

“Hatırlayabildiğimiz ölçüde nesneleri, mekanları, şeyleri sahipleniyoruz”

“Kelebek Korse 1936’dan beri Terkos Pasajı’nda ardından İstiklal Caddesi’ne taşınmış ve 2 yıl kadar önce hala ikonik vitriniyle hatırladığımız bir dükkan İlya Avramoğlu üçüncü kuşak sahibi. Kendisiyle Mimarlar Odası’nda bir atölye çalışmasında iken tanışmıştım. Kelebek Korse’nin kapatılma sürecini, İstiklal Caddesi’ni ,6-7 Eylül olaylarını ve kendi mücadelesini paylaşmıştı. Dolayısıyla benim Kelebek Korse ile yollarımın kesişmesi bu süreçte oldu. Sergide yer alan işim Kelebek Korse dükkanının içerisinde yakın döneme kadar muhafaza edilmiş 6-7 Eylül olaylarında dükkanın içerisinde gerçekleşmiş bir balyoz izinin pozitif kalıbı ve bir korse yerleştirmesinden oluşmaktadır. 2 yıl kadar önce bu pozitif kalıp dükkanın 1936‘dan beri değişmeyen vitrininde bir korse ile yer değiştirerek sergilenmişti. Serginin genel kurgusu geride bırakılanlara yeniden bakış, gitmenin ne ölçüde mümkün olduğuna dair sorgulamalar etrafında dönüyor. Kelebek Korse sergideki diğer işlerde bu paralellikte eklemleniyor.”

Eda hatıralarımıza nasıl sahip çıkabiliriz sorusunun cevabını ise şu şekilde veriyor:

“Sanırım biraz hatırlamak ve sahiplenmekle doğru orantılı olduğunu düşünüyorum. Hatırlayabildiğimiz ölçüde nesneleri, mekanları, şeyleri sahipleniyoruz. Ya da onlardan vazgeçiyoruz. Bireysel olarak kaydetmenin biriktirmenin önemli olduğunu düşünüyorum.”

“Yeni vardığınız yer size sorulan sorulardan kaçıp gittiğiniz bir yer değil”

Denizli doğumlu Ahmet Kavas (28) Muğla Üniversitesi Güzel Sanatlar Eğitim Fakültesi mezunlarından. 2014 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümünden yüksek lisans derecesini alıyor, Jan Evangelista Purkyne Ünivesitesi Çek Cumhuriyeti’nde Erasmus öğrencisi olarak çalışmalarına devam ediyor. Kültürel, sosyal ve politik konulara eleştirel bir bakış açısıyla yaklaşan Ahmet, ilk solo sergisi “Anne ben ne zaman evleneceğim” ile Third Space Helsinki FIN 2017’de adından söz ettiriyor. Bauhuas Üniversitesi yüksek lisans programı Public Art and New Artistic Strategies bölümünde çalışmalarını sürdüren Kavas, aile kurumu, gelenek ve toplumsal baskı mekanizmaları arasındaki ilişkileri mercek altına alıyor.

Ahmet Kavas

“Anne, ben ne zaman evleneceğim” videosu ailem tarafından bana sürekli olarak sorulan “Ne zaman evleneceksin?” sorusunu dönüştürüp hem kendime hem de anneme sormaya karar vermemle başladı. Video 4 sekanstan oluşuyor. Birinci ve üçüncü sekanslar yaşadığım şehir olan Weimar’da tamamlanırken, ikinci ve dördüncü sekanslar, geldiğim şehir olan Denizli’de tamamlandı. Bana göre yeni vardığınız yer size sorulan sorulardan kaçıp gittiğiniz bir yer değil, size sorulan sorulara cevap bulmaya çalıştığınız bir yer haline gelmeye başlıyor. Videonun serüveni bu soruya nasıl bir cevabım olurdunun, bir yansıması niteliğinde.”

Ahmet, videoya eşlik eden tuval üzerine yağlıboya çalışması “Randevu” ile alışıldık bir masalın tanıdık kahramanı olan “kurbağa” figürünü, kendi gerçekliğine dönüşün umudu, duygusal ve tensel birleşmenin sembolü olarak işliyor. 

“Kurbağalar genellikle çirkin canlılar olarak görülüyor ama bana göre sevimliler. Kurbağaları seçmemin asıl nedeni; çirkinlikleriyle ikili hayat yaşayan veya yaşamak zorunda olan kişileri hatırlatıyor olmalarıdır, gerçek güzellikleri ta ki prenses gelip kurbağayı öpene kadar gizli kalıyor. Herkesin gerçek prensi bulması dileğiyle…” 

Ahmet Kavas’ın gelenekler ve aile kurumunu sorguladığı kağıt üzerine yaptığı çalışmalar ise “Kuşlar Ötüyorken” isimli kolajlarda hayat buluyor.

“Çeyizlik kumaşları kullandığım kolajlar, bütün parçalarının bir araya gelmesinin bir yıl sürdüğü bir iş. Çeyizlik kumaşlar babaannemin hediyeleri ve gerçek işlevlerine benden beklenen evlilikle ulaşamasalar da, benim dünyamda var olmaya çalışıyorlar.”

Şahin Çetin

“Bilinmeyene yönelmek, zihnin doğasını belirleyen en önemli dinamiklerden biri”

1985, Ankara doğumlu Şahin Çetin Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nden mezun oluyor. Sosyo-politik bellek ve kent-aidiyet olgularını eserlerinde ele alan Çetin çektiği videolar, fotoğraflar, desen ve tuval resimleriyle ağırlıklı olarak politik göndermeler yapıyor. “Provokasyon” adını verdiği serisinin merkezinde insan, hayvan, doğa ve mekanlar karanlık ve güven duygusunu sorgulayıcı bir dünya sunuyor. Şahin, “Ardında Bıraktığın” sürecine nasıl dahil olduğunu şu sözlerle anlatıyor:

“Tarihi bir döneme tanıklık ediyoruz, yaşadığımız coğrafya bizim haricimizde dönüşüyor ve sorgulanıyor. Bu, görsel ve zihinsel olarak izleme ve kaydetme olarak açığa çıkan, hayatımın ‘çizgisel’ bir periyodu.  Bellekle hayal gücünün koordinasyonu ve sezgi/deneyim yoluyla elde edinilen bilgiyi, varlık bilgisine dönüştürdüğüm bir süreç.”

Şahin’e serinin ismini neden “Provokasyon” koyduğunu sorduğumda şu açıklamayı alıyorum:

“Aslında ‘Provokasyon’, serinin bir bölümü. Yaklaşık 160 ve üzeri desenden oluşan ve hala devam eden, ileride kitaplaştırmak istediğim geniş çapta bir seri. İnsan, ‘sanal’ ve ‘gerçeği’ aynı anda yaşayabilen tek varlıktır. Birbirinin varlığını tehdit etmeyen bu iki gerilim, çağrışımların, etkileşimlerin, anıların, kültürlerin, ütopyaların üretiminde birbirine katkı sağlar.  Bu olgulardan birisi diğerine ağır bastığında ise ‘canlılık, anlam, barış, evrensel sevgi’ gibi şeyler de dengesini yitirir. Bu hassas dengeyle oynayabilecek ve onu atomize edebilecek en güçlü unsur provokasyonlardır. Bu bir dekadans dönemidir ve karakterler provokasyonun karakterleridir.”

Çalışmalarından sürreal bir anlatım tarzını benimseyen Şahin Çetin’in, bir araya getirdiği doğa ve insan öğelerinde bir kaçış ve terk ediş hallerini hissettiriyor. Gitmenin bir çözüm olup olmadığı sorusunun cevabı ise ona göre farkındalıktan geçiyor.

“Saf Akıl/ Saf Akılsızlık-Beden-Mekân ilişkisinde, muğlaklık yaratan öğelerle beliren ‘farkındalık’ dikkatimizi canlı tutan şeydir.  Farkındalığımızı sağlayan şey  ise ‘gitmek’ten geçmektedir.  Kuşkusuz bilinmeyene yönelmek, zihnin  doğasını belirleyen en önemli dinamiklerden biridir.”

“Ardında Bıraktığın” 29 Ekim’e kadar Kasa Galeri’de görülebilir.

 

Röportaj: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)

[Kedi-Siz] Tunç Öz: Hangi yasa kedi bakmama zincir vuracakmış şaşarım

Bir İrlanda Atasözü diyor ki; “Kedilerden hoşlanmayan insanlardan uzak durun.” Oysa yazar da konukları da İrlandalı değil. Onlar sadece kedilere gönül vermişler. Tolga Öztorun her hafta kendi sevdiği kedicileri sizin için misafir ediyor.[Kedi-Siz] kedisiz yaşayamayanların toplanma noktası. Her cumartesi sizinle…

***

Yine zor bir kapak yazısına başlıyorum…

İnsanın sevdiği bir yakın dostunu yazması ne zor. Nerden başlayacak ve nerede bitirecek bilemiyor insan.

Adam eski bir radyocu, solist, hem resim yapıyor hem mandala boyuyor. Beş parmak misali, yetenek küpü sanki.

Defalarca sokak hayvanları için gönüllü konserler verdi. Tam bir kedicidir aslında. Ne zaman haydi desek hep koştu. Biz ona park müdavimi diyebiliriz. Nerede yeşil görse uzanıverir.

Harika bir dost, her kötü günde ilk koşandır.

Çünkü o Tunç Öz

***

24 – Tunç Öz: Hangi yasa kedi bakmama zincir vuracakmış şaşarım

Tolga Öztorun: Hayatını paylaştığın kedileri anlatır mısın?

Tunç Öz: Naciye ve Pedro var evde. Onlar benim gerçek çocuklarım.

Naciye’m, o benim ilk göz ağrım. Sanırım 12 yaşına yaklaştı. Huysuz bir sarman kız. Annelerinin bir klinikte doğurduğu sokak kedisi bebeklerinden biriydi. Birçok insan gibi ben de Tuna Arman sayesinde onu sahiplendim. O da benim dışımda pek insanları sevmez. Aslında yumuşacık bir kalbi var ama onu anlamak biraz zor. Klasik kedi sertliğinde.

 

Pedro ise bizim evin küçük şımarık oğlu. Maalesef yanlış olduğunu bildiğimiz halde onu bir pet shoptan ücret ödeyerek satın aldık. Biliyorum bu konuda bize çok, çok kızıyorsun ama onunla karşılaştığımızda çok hastaydı, neredeyse hayatta kalması bile bir mucize durumdaydı. Görünce hemen anladık aslında bize ne kadar ihtiyacı olduğunu. Onu alarak aslında ona hayat kattık ama biliyoruz ki bu doğru bir yol değil.

Bu konuda insani ölçüler devreye giriveriyor. Alsak kurtulacak ama yanlış bir davranış, almasak ölecek ama doğru olan bu… Çok ikilemde kaldık ama kazanan Pedro oldu. İyi ki varlar.

Tolga Öztorun: Yaşamına kediler girdiğinden beri neler değişti? Davranışların değişti mi?

Tunç Öz: Sanırım çok uzun süredir kedilerim var. Aslında hep sorumluluk duygusu yüksek bir insandım ama hayatımı kediler ile paylaştığımdan beri sorumluluk duygum daha da gelişti.

Sonuçta hayatınızı paylaştığınız bir canlı olunca onunla, tüm hayatınızı ona göre planlıyorsunuz. Gelişleriniz, gidişleriniz hep ona göre oluyor. Sonuçta bunu yaşamak bir seçim ve siz seçiyorsunuz.

Büyük bir sorumluluk ama artık kedisiz yaşayamam. Galiba kedilerden sonraki en büyük değişim bu kararım oldu.

Tolga Öztorun: Yeni yasalara göre sokakta kediler olamayacak, evimizde kedi-köpek bakmak için bile metrekareler ile sınırlandırılacağız. Neler söylemek istiyorsunuz.

Tunç Öz: Aslında hangi kuvvet kedi bakmama zincir vuracakmış şaşarım demek istedim. Bilmem desem mi bilemedim.

Şakası bir yana biliyorsun sizlerle birçok protestonun içinde oldum. Elbette ki onlar için her şeye varım. Kalp meselesi bu öyle kanun tanımaz bu sevgi. Belki yakın zamanda bu yanlıştan dönülür. Dönülmezse de meydanlar bizimdir, gerekirse yeniden toplanırız.

Tolga Öztorun: Teşekkür ediyorum, iyi ki varsın.

Tunç Öz: Sende dostum….

 

 

 

 

Röportaj: Tolga Öztorun

(Yeşil Gazete)

Games of Bellek – Seran Vreskala

İnsan beyni ve hafızası bilgisayar gibi komutlarla çalışmıyor elbette, bellek dediğimiz şey gizem dolu; onu da bu kadar büyüleyici kılan şey bu! Bir yerde ‘yaşadığımız her şeyi hatırlamak, hiçbir şeyi hatırlamamak kadar sağlıksızdır’ diye bir söz okumuştum, ne kadar doğru bilmiyorum ama her şeyi hatırlayabilen insanlar bana çok şaşırtıcı geliyor; çünkü ben onlar gibi değilim.

Bir gün çocukluğundan beri yaşadığı her şeyi hatırlayabilen bir adam hakkında bir belgesel izlemiştim. Adam 15 yıl evvelki öğle yemeğini nerede ve kiminle yediğini, ne sipariş verdiğini ve üzerindeki kıyafeti ayrıntılarıyla hatırlıyordu. İnanılmaz! Dünyada gerçekten de bebekliklerinden itibaren hayatlarını gün gün, saat saat hatırlayan insanlar mevcut; fakat ne ilginçtir ki bu bir hastalık ve ismi de Hipertimezi. Bana göre bu bir lütuf olduğu kadar da bir lanet; yani insanın yaşadığı her şeyi tüm detaylarıyla hatırlaması gerçekten ürkütücü… Ama benim asıl merak ettiğim, neden bazıları geçmişi daha iyi hatırlarken diğerleri tamamen siliyor? Mesela ben çocukluğumla, okul yıllarımla ilgili çok az şey hatırlıyorum. Sanki yaşadıklarımı sile sile ilerliyorum, bir nevi kendi beynim beni siliyor. Peki bu kadar unutmak normal mi yoksa ciddi bir şeylerin belirtisi mi?

Hadi geçmişi anımsamayı boş verin; bazen dakikalarca daha biraz evvel elimde olan telefonumu ararken buluyorum kendimi. Ya da bir şey almak için girdiğim odadan tamamen başka bir şey yapmış olarak çıkıyorum. Evden çıktığımda anahtar, telefon, cüzdan gibi hayati önem taşıyan araçları aldım mı diye defalarca kontrol ediyorum. Bunların hepsi de size tanıdık geliyorsa beyniniz elden gidiyor ya da hafızam çok kötü diye endişelenmeyin; çünkü bu açıklayamadığımız minik hafıza kayıpları sinir bozucu olsa da bunlar bir hastalık habercisi değil!

Uzmanlara göre bu minik kayıplarımız günlük hayatımızın akışını bozmadığı sürece, endişelenmemize gerek yok. Ben de endişelenmemizi gerektirmeyen bu durumları araştırarak maddeler halinde sıraladım.

Dalgınlık

Arabayı nereye park etmiştim? Ben buraya neden gelmiştim? Birini aramam gerekiyordu ama…

Hemen hemen herkesin başına gelebilen bu tip dalgınlıklar unutmaktan değil de tamamen dikkat eksikliğinden kaynaklanıyor ve bayağı da yaygın. Konsantrasyon eksikliğinden uzun zamandır ziyaret etmediğiniz arkadaşınızın evinin yolunu kaybetmeniz çok normal mesela; asıl normal olmayan 10 yıldır aynı mahallede yaşayıp da evinizin yolunu şaşırmak! İşte o zaman endişelenmeniz gerekiyor.

Bloke olma

Bu tam anlamıyla o sinir bozucu ‘hay Allah, tam da dilimin ucunda’ durumları…

Söylemeye çalıştığınız kelimeyi biliyorsunuz ama ismini hatırlayamıyorsunuz. Bu, genellikle birbirine benzer birkaç bellek fonksiyonunun birbirine karışmasından oluyormuş. 2011’de yapılan bir araştırma, daha yaşlı katılımcıların aynı şeyi hatırlamak için beyinlerinin daha fazla kısmını kullanmak zorunda kaldığını göstermiş. Bu araştırmayı yapan doktora göre herkes hatırlamak için aynı beyin ağlarını kullanıyor olsa da gençler bunu sadece birkaç işlemle yapabiliyorken, yaşlılara bir ordu gerekiyormuş.

Karıştırma

Yaşadığınız bir olayın çoğunu doğru bir şekilde hatırlıyorsunuz ama bazı önemli ayrıntıları karıştırıyorsunuz diyelim.

Mesela aldığınız bir haberin detaylarını net olarak anlatabilirken, haberi aldığınız zamanı ya da mekânı farklı hatırlayabilirsiniz, ki bu bana çok olan durumlardan biri. Bu da belirli zaman ve yerler dahil, anıların oluşmasında çok önemli bir rol oynayan beynin ‘Hipokampüs’ bölgesi ile ilgili imiş. Bilim adamları, 25 yaşından sonra bu bölgedeki sinir hücrelerinin her 10 yılda bir %5’lik bir bölümünün kaybedilmesinden kaynaklandığını söylüyor. Yani tamamen normal bir durum!

Silinme

Beyin yenilerine yer açmak için eski hatıraları süpürürmüş.

Mesela kendinizle ilgili bir dönemi tekrar hatırlamaya kalktığınızda çoğunu unutmuş olabilirsiniz ya da hiç hatırlamayabilirsiniz. Yani son birkaç saat içinde yaptıklarımızı hatırlamak oldukça kolay olmasına rağmen, hafızamız aynı günü birkaç ay ya da yıl içinde tamamen silebilir ya da kırıntılarını bırakır. Her insan için geçerli olan bu ‘kullan ya da at’ durumlarını ise genç yaşlı herkes deneyimliyormuş. Çocukluk döneminizi ya da okul yıllarınızı hatırlayamıyorsanız, endişelenmeyin! Demek ki o yılları sadece kullanıp atmışsınız…

Anımsamaya uğraşma

İş yerinde ya da bir partide biriyle tanıştınız ama tanışalı daha 3 saniye olmasına rağmen ismini hatırlayamıyorsunuz. Ya da şahane bir film izlediniz, ancak ertesi gün bir arkadaşınıza bahsetmek istediğinizde konusu aklınızdan gitmiş bile! Ya da en bilinen haliyle ‘öğlen ne yediğimi hatırlamıyorum’ durumu…

Yaş almak, beyinle nöronlar arasındaki bağlantıların gücünü değiştiriyormuş. Yani gelen yeni bilgiler tekrar edilmediği sürece kısa vadeli belleğe atılıyor. Bir nevi çöp öğütme makinası gibi!

Kafa karışmaları

Bir gerçek var ki, insan olarak aynı anda yapabileceğimiz işlerin sayısı sınırlı ve zaman ilerledikçe de bu sayı daha da azalıyor. Yani aynı anda hem film izleyip hem mesaja cevap verip hem telefonda konuşamıyoruz, ki bu da çok normal bir şey! Ya da makalenizi yazarken işinizi bölen bir telefondan sonra yaptığınıza tekrar odaklanmak çok uzun sürüyor.

Bu konuda yapılan araştırmalar da yaşlandıkça beynimizin odaklamayı sürdürmek için gitgide daha çok çaba harcadığını gösteriyor. Kısaca böyle şeyler yaşıyorsanız endişelenmeye gerek yok ama bir taraftan da yaşlandığımızı da kabul etmemiz gerekiyor.

Kaynak: https://stayingsharp.aarp.org/

 

Seran Vreskala

[Yeşil Gazete BIFED’de] Bozcaada’nın en güzel mevsiminde festival zamanı

Bozcaada Uluslararası Ekolojik Belgesel Festivali (BIFED), dünyanın birbirine uzak ülkelerinden adanın sonbahar sakinliğine taşıyıp büyüttüğü seslerle, görüntülerle, özenle seçilmiş yaşamdan hikayelerle devam ediyor.

Festivalin gösterim mekanları Halk Eğitim Merkezi ve Salhane, her biri merak uyandıran etkileyici konular arasında seçim yapmakta zorlanan izleyicilerle doluyor.

Bu yıl 11-15 Ekim tarihleri arasında düzenlenen festivalin “Fethi Kayaalp Büyük Ödülü” yarışması için 20, “Gaia Öğrenci Ödülleri” için 8, yarışma dışı bölüm için 30 film belirlendi.

Adanın BIFED günleri

BIFED’in dünyanın ekolojik sorunlarından haberdar eden programında tarım arazilerinin yok edilişi, doğa talanı ve talana karşı yerel halkların bir araya gelişi, mücadele etme yöntemleri, fosil yakıtlar, yenilenebilir enerji, alternatif yaşam, deniz gibi konular öne çıkıyor. Gösterimlerin sonundaki yönetmen söyleşilerinde, belgeselden izleyende ve çekende kalan hikayenin ardına bakılıyor.

Festival Başkanı Bozcaada Belediye Başkanı Hakan Can Yılmaz, BIFED 2017’nin konuklarını, “Bozcaada gibi ufak bir yörede bu kadar nitelikli ve duyarlı bir etkinliği daha ilk senesinden itibaren uluslararası nitelikte yapıyor olmanın gururu, sadece işin mutfağındaki bizlere değil, siz sevgili katılımcılara ve Bozcaada halkına da ait. Lütfen kendinizi alkışlayın” sözleriyle karşıladı.

Sansür ve baskı ortamında yaşayan festival BIFED

Başkan Yılmaz açılış konuşmasına şöyle devam etti: “Küresel felaketlerin yaşandığı, mevsimlerin değiştiği, tabiatın onunla uyumla yaşamak yerine ona karşı koyan insanoğlunu cezalandırdığı günlerdeyiz. Ekolojik felaketlerin yanı sıra film festivallerinin gereksiz görüldüğü, sansür ve baskıyla sindirilmeye çalışıldığı, hele belgesel film festivallerinin artık hiç yapılmadığı bir dönemde Bozcaada gibi ufacık bir adadan yükselen bu çığlığın iz bırakacağına, ses getireceğine inanıyoruz.”

Bunun üzerine geçen yıl Bozcaada’nın Sulubahçe ve Habbele koylarının ihaleye açılmasına tepki gösteren Bozcaada halkının #Bozcaadabizim etiketiyle başlattığı sosyal medya kampanyasının büyümesini, tepkiler üzerine ihalelerin iptal edilmesini hatırlatan bir video yayınlandı.

Hakan Can Yılmaz, “Bugüne kadar olduğu gibi Bozcada’da sürdürülebilir ve çevreci yaşamın mümkün olduğuna, doğal çevreyi bozacak yapılaşmalara karşı çıkarak, naylon poşet kullanmayarak, çöpleri geri dönüştürerek, atık yağları toplayarak inanmaya devam edeceğiz” dedi.

Birşey yapmak gerekiyordu…

Festival Yönetmeni Petra Holzer Özgüven, görünürlüğü her geçen yıl artan BIFED için ilk günkü heyecanlarıyla hazırlandıklarını, dünyanın uzak coğrafyalarından gelen gelen belgesel yönetmenleriyle bir arada olmaktan mutluluk duyduklarını belirttiği konuşmasını şöyle tamamladı:

“Günümüzde en yaygın davranış bir şey yapmamak. Hiçbir şey yapmayınca, bu duygu ortama yayılıyor, baskınlaşıyor. O vakit bir şey yapmak gerekiyor. Bizim yapabildiğimiz de bu festival. Daha az tükettiğimiz, daha mutlu olduğumuz, dayanışmacı, sevgi dolu bir dünya umuduyla.”

Açılış töreninin sonunda festival destekçilerine teşekkür edilirken BIFED 2017’nin basın sponsorlarından olan Yeşil Gazete‘ye de teşekkür belgesi verildi.

Yeşil Gazete ekibinden Merve Damcı, Güneş Dermenci ve Bozcaada Belediye Başkanı Hakan Can Yılmaz

BIFED bu yıl 70 ülkeden 330 belgesel film başvurusuyla, festivali izlemek için adaya gelen yönetmen ve izleyicilerin her geçen yıl kalabalıklaşmasıyla gittikçe büyüse de ‘küçük, yavaş ve yerel’ kalmayı önemsiyor.

Kadın yönetmenlerin varlığını, festivale katılımlarını, dünyanın ekolojik sorunlarının onların gözünden aktarılmasını, festival ekibinin çoğunluğunun kadınlardan oluşmasını ve çocukları da..

BIFED çocuklarla renklendi

BIFED 2017’nin Anke Atamer Çocuk Filmleri bölümüne Bozcaada İlkokulu’ndan ve İstanbul Özel Evrim Okulları’ndan 35 öğrenci katıldı.

Gösterimlerin ardından filmlerle ilgili afiş çalışması ve seramik atölyesi yapıldı. Çocukların programında Bozcaada Kalesi’ni ve Truva Kazı Heyeti Başkanı Prof. Dr. Rüstem Aslan rehberliğinde Truva Antik Kenti’ni gezmek de var.

Ödüllü filmler pazar günü gösterimde

Festivalde dereceye giren filmler 14 Ekim Cumartesi akşamı düzenlenecek ödül töreninde belli olacak.

BIFED 2107’nin ödüllü filmlerini izlemek üzere haftasonu adaya doğru yola çıkmak için adanın gemi ulaşımını aksatmayacak rüzgarsız havası, filmlerin, sorunların ve çözüm önerilerinin bolca konuşulduğu sakin sonbaharı güzel bir fırsat.

 

Fotoğraflar: BIFED ekibi

Haber: Güneş Dermenci

(Yeşil Gazete)

Bisiklete binmenin bir ideolojisi var mı? – Tanzer Kantık

Aslında bir, iki, üç diye bir yazı dizisi olarak yazılabilecek bir konu bu. Ancak çok uzatıp sıkıcı olmamak için daha öz ve net yazmayı uygun gördüm. Duayen köşe yazarlarından tavsiyeliyim bu konuda.

Bisiklete binmenin bir ideolojisi olur mu? Bisiklete binmek insanı bir savunu bütününe sahip kılar mı? Bisikleti, insanları A noktasından B noktasına götüren bir araç olarak tanımlarken o A ve B noktalarına nasıl farklı bir açıdan bakabilirz? Bu soruların cevabını vermeye çalışacağım biraz. İdeoloji lafını itici, tehlikeli bulanlar “ideoloji” kısımlarını “düşünce bütünlüğü” olarak okuyabilir.

Bisiklete binen bir insanın çeşitli amaçları, endişeleri ve beklentileri vardır. Bunların başında eğlence ve hobi gelebilir. Bir insan “benim bisikletin ideolojisi ile alakam yok ben eğlenmek için biniyorum” diyebilir. Böyle düşünenleri bu noktada bırakalım ve yazının sonunda bu arkadaşlar bisiklete binince insan aslında nerede konumlanıyor, neye karşı durmuş, neyi savunmuş oluyor bir daha bakabilirler. “Yok ben bunlarla ilgili değilim” diyorlarsa halen amenna.

Bisikleti tanımlarken dile getirdiğimiz temel kavramların başında çevreci bir “ulaşım aracı” olması, sağlıklı yaşamın gereklerinden birisi olan egzersizi kolay ve eğlenceli yoldan size sağlayan bir araç olması gelir. O zaman bu iki noktayı açalım.

Otomobil yerine bisiklet ile ulaşımınızı sağlamaya bağladığınız zaman otomobile dayalı yaşam tarzını size dayatan herşeyin karşısına geçmiş oluyorsunuz. Öncelikle petrol tüketmiyorsunuz. Bu dünya enerji poltikaları ve enerji kaynaklarına bağlı olarak dünyada olan bitenleri düşündüğünüzde epey önemli bir duruş. Petrol tüketmiyor olmayı düşündüğünüzde, bu tavrınızı genişletme adına yapabilecekleriniz de aklınıza gelir ve uygulamaya başlarsınız. Örneğin kendinizi plastik kullanımı ve plastik atıkların dönüştürülmesi, bertaraf edilmesi konusunda daha bilinçli bulabilirsiniz. Çünkü petrol sadece otomobil yakıtı olarak kullanılmıyor. Bu sizi daha geniş bir “atık  farkındalığı”na sürükleyebilir. Tüm atıkların geri dönüşümü (cam, metal, pil…) , çevreye verdiği tahribat vb. konularda daha bilinçli olma noktasına sizi taşıdığını görürsünüz bisikletin böylece.

Daha sonra enerji tüketimi konusu gündeminize gelir. Enerjinin nasıl elde edildiğ, yenilenebilir enerji kaynakları, rüzgar enerjisi, güneş enerjisi… Sonra TES, HES, NES gibi kavramları sorgularsınız. “Acaba çocuklarımızın geleceği için hangisini savunmalıyım?” diye düşünürken bulabilirsiniz kendinizi. Küresel ısınmanın çevrenize getirdiği tahribatları görünce biraz daha anlaşılır olur tüm bunlar.

Ağaç gelir akla, hayvanlar gelir… Dünya üzerindeki özne-nesne ayrımı gelir. Ağaca, hayvana nesne muamelesi yapan, bu dünyaya en büyük zararı veren bu düşünce tarzından sıyrılıp kendinizle birlikte onları da özne yerine koyan bir dünyada bulursunuz kendinizi.

Tabi siz bu endişeleri taşırken bir başka cephede bunlar hiç geleceğe dair endişeler olarak görülmüyor olabilir. Yani o cephe herşeyi satılacak nesne ve kendisini dünyanın tek öznesi görüyor olabilir. Bu düşüncenin varlığı geçenlerde ete kemiğe büründü. Zurich Insurance Group ve Marsh & McLennan Companies ortaklaşa bir araştırma yayınladı. Araştırmada 136 ülkeden 12.411 üst düzey iş adamına, yöneticiye geleceğe dair ekonomik ve toplumsal riskleri ve duydukları endişeleri sordular. Ortaya çıkan listede “Küresel Isınma” ve “İklim Değişikliği” yok! Hatta ilk onda bile değil. Yani dünyanın üst düzey ekonomi ve iş çevresinde görevli yöneticiler “Küresel Isınma” ve “İklim Değişikliği” ni geleceğe dair risk olarak görmüyor. İlk üçte ; İşsizlik ve eksik istihdam, mali krizler ve ulusal yönetişimdeki başarısızlıklar var.

Öte yandan otomobile dayalı yaşan tarzının baş aktörlerinin hiç değinmediği şeyleri farkedebilirsiniz. Trafik kazalarına bağlı ölümler, harcanan paraları (bizim aparmız) kısa sürede “hiç” eden köprü, otoyol, kavşak,tünel yatırımları… Çünkü dikkat ederseniz bu yatırımların hiç birisi çözülmesi gereken sorunu (trafik yoğunluğu) çözmüyor. Çünkü ancak bisiklete binmeye başladıktan sonra duyabileceğiniz bir laf ile karşılaşıyorsunuz. “Yol yaparak trafik sorununu dünya üzerinde çözmüş bir şehir yoktur.“

Otomobile bağlı yaşam tarzının getirisi olarak bazı toplumsal sağlık sorunları da var. İlki çevre kirliliğine bağlı sağlık sorunları. Bunu yukarıda yazdıklarım içerisinde okuyabiliriz. Bir de kişisel sağlık sorunları var.

Bisiklete binmeye başladıktan sonra motorlu araçlar ile bisiklet arasında eşit ve demokratik olmayan bir alan paylaşımı olduğunu görürsünüz. “Aynı ülkede, aynı bayrak altında, aynı anayasa ile hepimiz eşit haklara sahibiz” söyleminin aslında hiç de öyle olmadığını bisiklet selesi üzerinden daha net görürsünüz. Çünkü şehirlerde motorlu araçlara daha fazla alan ve ayrıcalık sağlandığını, bunun üstelik devlet ve yerel yönetimler tarafından yapıldığını görürsünüz. En basit anlatımıyla devletin otomobil sahibi olan yurttaşları için daha fazla yatırım yaptığını görürsünüz. Bazen bazı aklı evvellerin “canım otomobil sahibi olanlar daha fazla vergi ödüyor” dediğini duyar gibi oluyorum. Daha fazla vergi ödeyenin daha çok hakka sahip olduğunu savunmak ile aynı şey. Savunusuna geçmek bile zul. Hal böyleyken sadece bisiklet kullanabilir alanların değil yürünebilir alanların da azlığı gözünüze çarpar. Konu böylece durağan yaşam/hareketli yaşam eksenine geliyor. Bu da sağlık konusu kapsamındadır.

Peki sağlık sorunları, sağlığa dayalı çevrenizde ve dünyada olup bitenler sizi nasıl bir ideolojik kapsam içine alabilir ki?

Bisiklete binmeye balşadıktan sonra, bisikletin size sağladığı egzersiz fırsatı sayesinde bazı kazanımlar elde etmeye başlarsınız. Dolaşım, eklem, kas gibi önemli sistemlerinize olumlu katkısı olmaya başlar bisikletin. Kısacası daha az hasta olmaya başlarsınız. Sevdiğiniz bir şeyi yaptığınız ve bu tutkunuzdan mahrum olmamak için için normalde sizi rahatsız eden iklime dayalı koşulları yenmeye, onlara karşı önlem alamaya başlarsınız. Bu da sizi yağmura, soğuğa karşı daha bilinçli, dayanıklı ve özgür kılar. Bu da fiziksel dayanıklılığınızı arttırır. Az hasta olan insanlar özelleştirilmeye başlanan sağlık sisteminin karlılığı için, ilaç sanayi için, yeni hastalıklar icat edip daha çok ilaç satmak isteyenler için hayal kırıklığı demektir. Siz böylece o çevreleri hayal kırıklığına uğratan (kızdıran) insan kategorisine girmiş olursunuz bisiklete binerek.

Öte yandan besin yolu ile sağlığınızdan olmak da mümkün. Bugün paketlenmiş ve doğal olmayan bir çok besin ürünü satılmakta ve siz bunları almak için süpermarketlere ya da büyük AVMlere gitmek durumundasınız. Oysa AVMler siz oraya bisikletiniz ile gelebilesiniz diye yapılmadı. Otomobil ile gelmeniz için yapıldı. Bir AVM’ye bisiklet ile giremezsiniz ama tarladan yeni toplanmış taze ve doğal ürünlerin satıldığı bir semt ya da kasaba pazarında bisikletinize iki heybe çanta takıp içinde geze geze alışverişinizi yapabilirsiniz.

Bisiklet sizi AVM’ye değil semt pazarına götürür,
Bisiklet sizi herşey dahil tatile değil tertemiz ormana, koylara, dağlara götürür,
Bisiklet geçip gitmenizi değil durup farketmenizi sağlar,
Bisiklet sizi almaya değil yapmaya yönlendirir,
Bisiklet ile görülmeyi değil görmeyi istersiniz,
Bisiklet ile götürülmeyi değil gitmeyi istersiniz,
Bisiklet ile öğretilmeyi değil öğrenmeyi istersiniz.

Bisikletin insanı A noktasından B noktasına götürmesi dediğimiz şey aslında biraz da budur.

 

Tanzer Kantık