Ana Sayfa Blog Sayfa 2949

Bu günler ne kadar kurak bilmem farkında mısınız?

Gerçekten de kurak bir dönemden geçiyoruz. Pek yağış yok, yağan da zaten yüzeyden hızla akıp giden yağmur şeklinde gerçekleşiyor. Konunun özüne girmeden önce gelin size Meteoroloji Genel Müdürlüğünün (MGM) verilerini göstererek başlayayım.

Benimle aynı şeyi görüyor musunuz? Türkiye kurak. MGM’nin 3,6, 9, 12 aylık grafikleri de mevcut. Orada sonuçlar biraz daha farklı görünüyor. Ama iklimden bahsediyorsak en uzun süre zarfına bakmak daha anlamlı oluyor. Zaten Marmara, Orta ve Doğu Karadeniz bölgelerinin görece daha nemli olmalarının sebebi de geçen bahar ve yaz aylarında gerçekleşmiş aşırı iklim olayları.

2015’te Zeliha yazmıştı. Ulusal Bilimler Akademisinin araştırması Suriye Savaşını net bir şekilde iklim değişikliğiyle ilişkilendirebiliyor. Daha da kötüsü sürdürülebilir olmayan tarım ve çevre politikaları Bereketli Hilal’de yaşanan küresel iklim değişikliğiyle nedenli yaşanan kuraklığı daha da derinleştiriyor. Bir düşünsenize; burası medeniyetin başladığı yer.

Fransız Guyanası, Kuraklık sırasında bir Mangrove ağacı

Büyüyen riskler

Sciences Advances’te yayınlanan bir makaleye göre dünya nüfusunun %66’sı, ki bu yaklaşık olarak 4 milyar insan ediyor, yılın en az bir ayı temiz içme suyuna erişimden mahrum kalıyor. Önceki araştırmalar bu sayının daha düşük olduğunu, 1,7 ila 3,1 milyar arasında olduğunu gösteriyordu.

Huffington Post’tan Kim Bellware’nin haberine göre araştırmayı yürüten Twente Üniversitesi’nden Dr. Arjen Hoekstra bu çalışmayı iklim rekorları, nüfus yoğunluğu, sulama ve endüstriyi de içeren birçok değişkeni göz önünde bulundurarak gerçekleştirmiş.

Yine aynı haberde Dr. Hoekstra’nın ifadesine göre daha önce çalışmalar sadece büyük nehir havzalarında ve yıllık bazda su kıtlığı göz önüne alınarak hesaplamalar yapılıyormuş. Dr. Hoesktra’ya göre bu hesap daha dramatik bir resmi ortaya koyuyor çünkü su kıtlığı zaman yılın tümünde değil sadece kurak dönemlerde gerçekleşiyor.

Su kıtlığının tek bir tanımını yapmak doğru olmaz. Konuyu daha iyi anlamak için sorunun yaşandığı yerlere bakmak gerekir. Mesela Çin ve Hindistan yüksek nüfus ve talepten ötürü su kıtlığının yaşandığı bölgeler arasında. Aslında bu iki ülkede de su oldukça bol. Ya da Amerika’nın yoğun tarım yapılan Büyük Düzlükleri ki bu düzlükleri Mississippi Nehri havzası parçalıyor. Su kaynaklarının kısıtlı olduğu Arap Yarımadası mesela su kıtlığı çekilen başka bir bölge ama bu bölgede gerçek anlamda çok kurak olduğu için bu durum yaşanıyor. Afrika’nın geniş nehir havzaları, Bereketli Hilal, Orta Asya’nın hüzünlü gölü Aral hep bu alanlar arasında.

Mother Jones’tan Tom Knudson’ın dikkat çektiği bir diğer sorun ise belki akıllara en son gelebilecek olanlardan. Yer altı sularının aşırı tüketilmesi okyanus seviyelerinde artışa sebep oluyor. Tom Knudson’un yazdığı üzere okyanus seviyeleri 19. Yüzyıldan bu yana 15-20 santimetre yükselmiş durumda. Bunun en az 1 ila 2 santimetresi ise doğrudan yer altı sularının yüzeye çekilmesi ve bu suların bir yolunu bulup okyanuslara akması.

Suya erişim

Giriş kısmında belirttiğim üzere su kıtlığı çatışmalarla da ciddi şekilde ilişkilendirilebiliyor. Bunun izleri Afrika ve Ortadoğu’da rahatlıkla görülebiliyor. Bu çatışmalı alanlardan birisi de Bereketli Hilal ve Türkiye’ye uzanan ucunca Türkiye’nin inşa etmiş ve etmekte olduğu Güneydoğu Anadolu Projesi.

Sorunlu alanlarının başında Afrika ve Nil Nehri yer alıyor. Nil Nehri Sudan, Güney Sudan, Burundi, Ruanda, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Tanzanya, Kenya, Uganda, Etiyopya ve Mısır’dan geçerek Akdeniz’e ulaşıyor. Afrika nüfusunun yaklaşık yüzde 40’ı Nil Nehri çevresinde yaşıyor. Ve Nil’in suyu Mısır-Sudan, Sudan-Güney Sudan, Güney Sudan-Etiyopya arasında sürekli bir sürtüşme konusu oluyor.

Mısır’ın resmi verilerine göre Mısır’ın tükettiği suyun yüzde 94 ila 99’unu doğrudan Nil’den alıyor. Bu sebeple Nil Nehri’nin akış rejimi Mısır için ulusal güvenlik sorunu. Fakat Arap Baharı yaşanırken Etiyopya Büyük Etiyopya Rönesans Barajını (Grand Ethiopia’s Renaissance Dam) inşa etmeye başladığını duyurdu. Mısır Etiyopya’ya askeri müdahalede bulunma tehdidinde bulunsa da sonradan iki devlet Nil Nehri yönetimi altında orta yol bulmuşa benziyor. Fakat bu girişim bir de Mısır-Etiyopya çatışması yaratmış durumda.

Afrika Review’den Janet Otıeno’nun haberine göre ise Etiyopya’nın inşa etmek istediği tek baraj o değil. Etiyopya’nın, Kenya’daki Turkana Gölü’nün ana su kaynağı olan Omo Nehri’ne üzerine de bir baraj yapma planını açıklması geçen sene çevrecileri öfkelendirdi. Çevrecilerin iddialarına göre Omo Nehri’nin kuruması Turkana Gölü’nün kurumasına sebep olabilir.

Bütünlüğünü yüzde 90 oranında kaybeden Çad Gölü üzerinden ise Nijerya ve Kamerun kendi çatışma sahalarını buluyorlar. Zambezi, Cuito ve Senagal Nehirleri, Malawi, Tanzanya ve Mozambik arasında yer alan Malawi Gölü, Burnika Faso ve Gana arasındaki Volta Nehri ayrı ayrı çatışma bölgelerine dönüşüyor.

Konunun can alıcı kısmı su tüketimi ve suya erişim olsa da çatışmaların bir ayağı her zaman tarım ve hidroelektrik güç üretimi oluyor.

Sorunlu alanlardan bir diğeriyse İsrail ve Filistin. Abdelrahman Tamimi ve Sireen Abu Jamous’un bir çalışmalarında ifade ettikleri gibi Batı Şeria’nın ekonomisi çoğunlukla tarıma dayanıyor. Fakat 6 Gün Savaşı sonucunda İsrail kontrolüne geçen su kaynakları ne yazık ki eşit ve adil paylaşılmıyor. 1967 yılından beri su kaynaklarının çoğunluğunu İsrail ordusu kontrol altında tutuyor ve Filistin’in sarnıçlar, kuyular ve sulama sistemlerinden oluşan su altyapısının büyük kısmı yasadışı ilan edildiği için İsrail tarafından sistematik olarak yıkılıyor. Bu durum işsizliğe ve fakirliğe doğrudan katkıda bulunarak sorunu derinleştiriyor. Fred Pearce’ın Nehirler Kuruyunca kitabında buna oldukça çarpıcı bir isim vermiş durumda. Bu uygulama aslında bir su apertheid’ı.

 

Ali Serdar Gültekin

İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan “Doğu Kudüs Filistin’in başkentidir” açıklaması

İstanbul’da Türkiye’nin daveti üzerine düzenlenen İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) Olağanüstü Zirvesi’nin karar bildirgesinde, Doğu Kudüs “Filistin Devleti’nin işgal altındaki başkenti” olarak tanındı ve “Filistin’i tanıyoruz” dendi.

Bildirgede ayrıca bütün devletlere de bu tanıma kararını almaları için çağrı yapıldı.

İİT’nin bildirgesinde şu ifadeler yer aldı:

“Doğu Kudüs, Filistin Devleti’nin başkenti olarak ilan edilmiştir. Bütün devletler Filistin Devleti’ni ve Doğu Kudüs’ün onun işgal altındaki başkenti olduğunu tanımaya davet edildi.

“ABD’nin Kudüs’ü İşgalci Güç İsrail’in sözde başkenti olarak tanıyan tek taraflı kararı en güçlü şekilde reddedildi ve kınandı.

“Kudüs-ü Şerif’in yasal statüsünü değiştirmeyi amaçlayan sözkonusu tehlikeli beyanın hükümsüz ve meşruiyetten uzak olduğu vurgulandı.

“ABD yönetimini bu yasadışı beyanın geri çekilmemesinden doğacak tüm sonuçlardan bütünüyle sorumlu tutulduğu kaydedildi.”

Bildirgenin açıklanmasının ardından konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Bu tarihi zirve ile bir kez daha Kudüs’ün sahipsiz olmadığını, karar sahipleri başta olmak üzere tüm dünyaya gösterdiğimize inanıyorum” dedi.

İİT Genel Sekreteri Yusuf bin Ahmed El Useymin ile ortak basın toplantısı düzenleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Amerika’nın artık İsrail-Filistin arasında arabuluculuk yapması diye bir şey söz konusu olamaz. Bu süreç artık bitmiştir. Bu kararın bizim indimizde kıymeti harbiyesi yoktur. İİT’nin devlet ve hükümet başkanları olarak buradaki bu duruşumuzu kararlı şekilde sürdürmemiz gerekiyor” diye konuştu.

İİT’nin bildirgesinde ayrıca, bütün devletlere Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1980 tarihli ve 478 sayılı kararını tam olarak uygulama çağrısında bulunuldu ve “Bu doğrultuda bütün devletler, ABD’nin Kudüs’ü İsrail’in sözde başkenti olarak tanıyan kararını desteklemekten imtina etmeye, Diplomatik Misyonlarını Kudüs-ü Şerif’e taşımamaya davet edilmiştir” dendi.

 

(BBC Türkçe)

Tebrikler İzmir: Engelli rampasının önüne park eden aracı yapışkanlı kağıtla kapladılar

İzmir Kordon’da bir aracın engelli geçişini kapatacak şekilde park etmiş halde durduğunu farkedenler otomobili boydan boya yapışkanlı kağıt ile kapladı.

İzmirliler tarafından engelli rampasının tam önüne park ederek engellilerin geçiş yönünü kapatan aracın sürücüsüne hayatı boyunca unutamayacağı bir ders de bu şekilde verilmiş oldu.

 

Bu görüntülerin sosyal medyada paylaşılması ile binlerce insan bir yandan İzmirlilerin verdiği dersi takdir ederken diğer yandan da aracın şoförü üzerinden engelli haklarının çoğunlukla hiçe sayıldığı ülkemizdeki duruma tepki gösteren mesajlar paylaştı.

 

(İz Gazete)

 

UNICEF: Hava kirliliği çocuklarda beyin gelişimini olumsuz etkiliyor

Birkaç gün önce UNİCEF yeni bir rapor yayınladı: ‘Danger in the Air; How air pollution can affect brain development in young children’ *.  Rapor da UNİCEF’e göre dünyanın çeşitli bölgelerinden 17 milyon bebeğin (1 yaşın altındaki çocuklar) uluslararası limitlerden en az altı kat daha fazla hava kirliliğinden etkilendiklerini belirtiliyor. Üstelik bu bebeklerden 12 milyona yakını UNİCEF’in raporuna göre Güney Asya ülkelerinde yaşıyor.

Çocuklar için hava kirliliğinin çevresel nedenli en önemli tehdit olduğu biliniyor. Bu raporda da her yıl 920 bin çocuğun hava kirliliğinin neden olduğu pnomoni nedeni ile yaşamını yitirdiği belirtiliyor. Pnomoni dışında hava kirliliği nedeni ile çocuklarda en çok görülen solunum yolu sorunları ise astım, bronşit ve diğer solunum yolu enfeksiyonları… Ama tüm bunlar hepimizin çok iyi bildiği ve yine önüne geçmek için yıllardır mücadele ettiğimiz ve açıkça belirtelim karar vericilerin duyarsızlığı yüzünden çok başarılı olamadığımız bir konu…

Bu yeni raporda tüm bunların yanı sıra çocuklar için daha önce üzerinde çok fazla kafa yormadığımız yeni bir tehdide de dikkat çekiliyor. Hava kirliliği çocuklarda beyin gelişimini olumsuz etkiliyor. Bilindiği gibi özellikle yaşamın ilk 1000 günü beyin ve sinir sisteminin gelişimi açısından çok önemli.  Bu nokta da 17 milyon bebeğin uluslararası limitlerden en az altı katı daha fazla hava kirliliğinden etkilendiklerine dikkat çekilen bu yeni raporda; üstelik bu çocukların immun sistemleri tam anlamı ile gelişmediği için yetişkinlere oranla daha büyük bir tehlike altında oldukları vurgulanıyor. Birçok mekanizma ile çocukların beyin ve sinir sistemi gelişimine olumsuz etki eden PM 2.5, bir demir minerali olan magnetite, uçucu hidrokarbonlar ve toksik kimyasallar gibi, hava kirleticiler çocuklarda hiperaktivite-dikkat eksikliği sendromu, anksiyete, depresyon, zeka geriliği gibi tablolara yol açabiliyor. Üstelik bu etki daha çocuk anne karnındayken başlayabiliyor. Öte yandan PM 2.5 beyin-kan bariyerini rahatça geçip; yetişkinlerde Parkinson, Alzeimer’s neden olabildiği de biliniyor…

Peki, bütün bunların önüne geçmek mümkün mü? Tabii ki mümkün; raporda üç başlık altında toplanmış yapılması gerekenler;

  • Hava kirliliğini önlemek
  • Çocukların hava kirliliği etkilenimini engellemek ve
  • Çocuk sağlığını geliştirmek

Tabii burada en önemli konu hava kirliliğini; hava kirliliğini önlemek; gaz, partikül, ağır metaller, kalıcı organik kirleticiler; tüm hava kirleticilerin havadaki varlıklarını uluslararası kabul edilmiş üst sınırların; hatta olanaklı ise Dünya Sağlık Örgütünün kabul ettiği üst sınırların altına çekebilmek.

Bu kadar basit; peki niye yapamıyoruz? En azından kendi ülkemiz için konuşayım; yönetenler için hava kirliliğinin pek bir önemi yok; onlar için önemli olan çocuk sağlığı, insan sağlığı, çevre sağlığı vs. değil; ekonomik kazanç…  Baksanıza bizi yönetenlere; bir taraftan bu ülkeye seksene yakın kömürlü termik santral yapmaya çalışıp; diğer taraftan COP’da ‘yeşil iklim fonundan’ para isteyebiliyorlar. Yurt içinde ise özellikle büyük kentlerimizde günden güne ağırlaşan hava kirliliğine dikkat çeken başta Türk Toraks Derneği** (TTD) olmak üzere bilimsel örgütlerin bu çabalarını engellemeye; onların bilimsel doğruları halka paylaşmasını gölgelemeye çalışıyorlar. Oysa TTD devletin resmi hava kirliliği ölçüm değerlerinin üzerinden yürütüyor çalışmalarını…

Ne diyelim?  İnsan ve çevre için mücadeleye devam…

 

*Raporun tamamı için: https://www.unicef.org/environment/files/Danger_in_the_A

**http://www.toraks.org.tr/halk/News.aspx?detail=4273

 

Ahmet Soysal

 

Belediyeler iklim değişikliğine karşı

Yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji düzenine bu kadar hızla damgasını vurması  fosil yakıtlardan hızla çıkmayı  da mümkün kılıyor ama bir engel var: devletler ve siyaset sınıfı – tabii Sermaye /tekeller bastırdığı için- sistemden vazgeçmemeye çalışıyor. 6 Aralık  2017 günü bir haber: Almanya’da elektrik üretiminde rüzgar  enerjisi, nükleer, doğalgaz ve taşkömürünü   geçerek ikinci  sıraya yükselmiş; geçen yıl 5.sıradaymış. İkinci haber: 1970-2014 yılları arasında Almanya’da  nükler enerjiye, linyit  ve taşkömürüne  devlet desteği  422 milyar avro olmuş.

Kyoto, Paris  … ne büyük toplantılar gördük, ne umutlara kapıldık. Ama iklim değişikliğini ya da sıcaklık artışını engelleme konusunda devletlerarası hedefler  tutturulamıyor, karbon salımında varılan her mutabakatı torpilleme eğilimleri ortaya çıkıyor. Devletlerin yöneticileri genellikle, yenilenebilir enerjilere “biraz da bundan olsun” diye bakan miksciler. Haberi  hatırlar mısınız? 18.12.2015 günü İngiltere’de son kez kömür çıkartılmıştı yani son maden ocağı o gün kapandı. Demek fosil kaynaklardan çıkma konusunu ciddiye almışlar. (Tabii o memlekette güneş ve rüzgar da  madenleri gibi yerli  ve milli addediliyor; ama  hangisi havayı kirletir, kronik akciğer hastalığına yolaçar  gibi kriterler de  gözönüne alınıyormuş. Parantez içi haber  Zeitung kaynaklı)

Beri yanda kentler fosil enerji sektörünün güç ilişkilerine merkezi düzen gibi muhtaç değiller ve zaten devasa santraller kuracak yerleri de pek olmadığı için daha farklı bakabiliyorlar. Kentler bugün karbon salınımının yarısından fazlasından sorumlu. Elektrik genellikle dışarıdan geliyor, uzaklarda bir yerde fosil yakıtların yakılması ile üretilen elektrik kente taşınıyor. Isınma (ısınma ve soğutma) ve mobilite (taşıma, ulaşım) için ise fosil yakıtlar bizzat kentte yakılıyor.

Beri yanda smog ve sıcaklık artışı kentleri yaşanmaz kılıyor.

Elektrik, ısınma- soğutma ,  ulaşım- taşıma için enerji gerekiyor- Hepsi temizinden olmalı

İklim değişikliğini durdurmak için yapılabilecekleri  -sanki yapmış gibi- anahatlarıyla bir not edelim:

.. Fosil kaynaklardan gelen elektrik  giderek  kentte yurttaşlar, kooperatifler , belediye,  OSB ve benzerlerinin genellikle çatılarında  kurulu ve sayıları artan Y.E.S. lerde ürettiği  temiz elektrik   ile  ikame  ediliyor. Kentimizin insanları ekocereyan tedarik eden  firmalara abone oluyor. Enerjinin verimli kullanımı için  tedbirler alınıyor.  Yerinde üretim-yerinde tüketim- öztüketim, enerji  otonomisi kavramları yerleşiyor.

… Binaların ısı (ve  soğutma) gereksinimi  azaltılıyor ve sıfır enerjili  evlerin yapımı destekleniyor . Günısı  tesisatı  geliştirilmiş, güneşin ısıttığı su hem  kullanım için hem de kalorifer için kullanılarak doğalgaz=Fosilyakıt tasarrufu sağlanıyor.

…. Belediyenin otobüs filosu  elektrikmotorlu  kısmen de biyogaz ile çalışıyor. Toplu taşıma çok daha çekici hale gelirken araba paylaşımcıları (car sharing)  bedava park ediyor.

Belediyeler ve Uuslararası işbirlikleri

Bonn’daki iklim zirvesine katılan arkadaşımız, yenilenebilir enerji kooperatifçiliğinin ülkemizdeki öncülerinden, Güneş Gönüllüsü Oral Kaya şunu yazıyor: “…. edindiğim başka bir gözlem ise, belediyelerin ülkemizde yenilenebilir enerji kullanımında çok geride kaldığı. Oysa ki bu konuda yerel yönetimlere çok büyük destekler var. “

İklim değişikliğini durdurmak için dünya çapında önemli bir hareketlilik var belediyeler düzeyinde. Kimi yapılanmalarda Türkiyeden de belediyeler yer alıyor. Dr.Ahmet Soysal Soysal’ın belediyelerin uluslararası örgütlenmelerine yönelik verdiği bilgileri aktarıyorum: Convanent of Mayors gerçek üst örgütlenmedir. Belediyelerin bölgelerinde özellikle fosil yakıt kullanımının ve sera gazı emisyonlarının kontrolü ve azaltılması anlamında yetkili olmasını ister. Energy Cities ise CoM un 107 destekçi örgütünden biridir. Eylemden çok toplum eğitimi bölümü ile ilgileniyor olayın. Şimdi Türkiye’deki belediye örgütlenmelerinde sanayi hariç enerji ve sera gazı, hava kirliliği azaltılmasında Büyükşehir belediyeleri sorumlu. Yani enerji kaynakları planlaması, sera gazı azaltılma projesi yapmak Büyükşehir Belediyesinin görevi, ilçe belediyeleri bunu yapamıyorlar. Büyükşehir Belediyeleri CoM üyesi olabilir. Bir ilçe belediyesi ise Energy cities gibi bir alt destekçi örgüte üye oluyor.” (Türkiye’deki belediye yapılanmasının sonucu.)

Yenilenebilir enerjilerin başarısı  kentli nüfusun sahip çıkmasına bağlı

Yenilenebilir enerjilerin yaygınlaşması başka enerji kaynaklarından farklı olarak esas olarak insan’a dayanıyor. Belediyelerin iklim konusunda  hareketlenmesi gerektiğine dair tartışma  “…….. sorunun çözümü için toplum katkısının nasıl sağlanabileceği üzerinde yoğunlaştı ve başarısız olan tepeden aşağı doğru örgütlenme modeli yerine; yeni bir örgütlenme modeli üstünde çalışıldı. Bu modele göre yerel yönetimlerin katkısı ile alttan tepeye doğru; toplumun duyarlılığını artırarak (bottom-up movement) oluşturulacak yeni bir yapılanmanın sera gazı salımının azaltılması için daha uygun olabileceği düşünüldü. Bunun sonucunda büyük bir çoğunluğunu Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin oluşturduğu İklim ve Enerji için Belediye Başkanları Antlaşması Hareketi (Convanent of Mayors for Climate and Energy-CoM) 2006’da başlatıldı. Hareketin kentlerde yerel yönetimler eli ile başlatılmasının ana nedeni; Avrupa Birliği ülkelerinde nüfusun büyük bir bölümünün kentlerde yaşaması ve enerjinin %80’ine yakınının kentsel alanlarda tüketilmesi idi. (Dr.Ahmet Soysal’dan bir yazı “Küresel iklim değişikliği: Çözüm yerel yönetimlerde mi?” )

Sihirli Söz: Belediye Halk İşbirliği

Devam edecek

Detmold Almanya

Katı atık deposu üzerinde  pv modüller  şemsiye görevini görüyor

 

Bornova, İzmir (  300 KW  GES)

( Belediyeye  ait  olması nedeniyle bunu Yurttaşların Enerji Santrali  Y.E.S. olarak görmek gerekiyor)

 

 

Alper Öktem

Oğuz Atay’ın dünyasından düşündüren 7 söz

Beyninde çıkan bir tümör nedeniyle  13 Aralık 1977’de aramızdan ayrılan Türk edebiyatının değerli yazarı Oğuz Atay’ı vefatının 40’ıncı yıl dönümünde kitaplarından alıntılarla anıyoruz.

Oyunlarla Yaşayanlar (1975)

“Kendimize isimler vermeyelim, yaptığımız işlerle varolalım, bunun dışında kalan bütün sahte unvanları, kurumları, insanın kendini üstün bir şey saymasına yol açan düzenleri yok sayalım…”

Eylembilim (1998)

“Paltonuzu giyerken, atkısı bile olmayan milyonları düşünüyordunuz. Bir kitap okurken -ya da yazarken- eğitim eşitliğine kavuşamamış yüzbinlerce küçük göz, öfke -ya da kızgınlıkla- sizi izliyordu.”

Tutunamayanlar (1972)

“Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim.”

Günlük (1987)

“Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda, bana, bunu da yaptınız.”

Bir Bilim Adamının Romanı (1975)

“…Derler ki meşhur fizikçi Einstein, bir toplantıda Şarlo’ya ‘Siz büyük bir adamsınız,’ demiş, ‘Herkes sizi anlıyor, herkes size hayran.’ Şarlo, ‘Siz daha büyüksünüz,’ diye itiraz etmiş: ‘Size herkes, hiç anlamadığı halde hayran.”

Korkuyu Beklerken (1975)

“Her şeye yeniden başlamak mümkün değildi. İstesem de mümkün değildi. Nerede kaldığımı unuttuğuma göre, baştan başlamak için de bir takım yetenekler gerekliydi; daha talihli doğmuş olmak gerekliydi mesela. Yeni bir dil öğrenebilmek için, hiç dil bilmemek gerekliydi.”

Tehlikeli Oyunlar (1973)

“Bu ülkede çocuklara yer yok. Başka ülkelerde varmış, her tarafı yeşil ülkelerde. Biz, büyük bir sabırsızlıkla çocukların büyümelerini bekliyoruz. Onların kafalarına vuruyoruz, adam olmaları için.”

Oğuz Atay hakkında

Oğuz Atay, 12 Ekim 1934’te Kastamonu’nun İnebolu ilçesinde dünyaya geldi. Babası Cemil Atay, 11 yıl milletvekilliği yapmış bir hukukçuydu. Annesi ilkokul öğretmeniydi. Kendisinden küçük bir de kız kardeşi var. Feminist yazar Ayşe Düzkan’ın dayısıdır. İçine kapanık bir çocuk olan Oğuz Atay, çocukluktan gençlik yıllarına kadar karikatürle ilgilendi. İlk ve ortaokulu Ankara’da okuyan Atay, 1951’de bugünkü adı Ankara Koleji olan Ankara Maarif Koleji’ni, 1957’de İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesi’nden mezun oldu. Askerliğini 1957-59 yılları arasında yaptıktan sonra tamir ve kontrol elemanı olarak Kadıköy vapur iskelesinin yapımında çalıştı. Görevinden istifa ettikten sonra İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi (şimdiki Yıldız Teknik Üniversitesi) İnşaat Bölümü’nde öğretim üyesi oldu. 1975’te doçent olan Atay, Topografya adlı bir de mesleki kitap yazdı. Çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve söyleşileri yayınlandı. Oğuz Atay, Tutunamayanlar’ın 1971-72’de yayınlanmasından sonra, önemli bir tartışmanın odak noktası oldu. Bu romanıyla 1970 TRT Roman Ödülü’nü kazandı.

Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Tutunamayanlar, eleştirmen Berna Moran tarafından, “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak nitelendirildi. Moran’a göre Tutunamayanlar’daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırdı. Atay’ın büyük etki yaratan eseri Tutunamayanlar’ı 1973’te yayınladığı Tehlikeli Oyunlar adlı ikinci romanı izledi. Hikâyelerini Korkuyu Beklerken başlığı altında toplayan Atay, 1911-1967 yılları arasında yaşamış Prof. Mustafa İnan’ın hayatı konu eden Bir Bilim Adamının Romanı’nı 1975 yılında yayımladı. 1973 yılında yayımlanan Oyunlarla Yaşayanlar adlı oyunu Devlet Tiyatrosu’nda sahnelendi. Atay, beyninde çıkan bir tümör nedeniyle büyük projesi “Türkiye’nin Ruhu”nu yazamadan 13 Aralık 1977’de, İstanbul’da hayatını kaybetti. Edirnekapı Sakızağacı Mezarlığı’na defnedildi.

 

(Yeşil Gazete)

Kömür madeninin çökmesi ile oluşan gölde kurulan güneş santrali elektrik üretmeye başladı

Çin’in doğusunda bir kömür madeninin çökmesiyle oluşan gölde kurulan 150 megawattlık yüzen güneş santralinden elektrik üretilmeye başlandı.

 

Hava kirliliği ile mücadele kapsamında yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelen Çin, bir mega güneş enerjisi projesini daha hayata geçirdi. Çin kamu enerji şirketi Three Gorges Group tarafından yapımına Temmuz ayında başlanan 150 MW’lık yüzer güneş santrali kısmi olarak elektrik üretmeye başladı. Santralin gelecek yıl Mayıs ayında tam kapasiteye çıkması bekleniyor.

Dünyanın en büyüklerinden olan yüzen GES, Anhui eyaletinin Huainan kentinde bulunuyor. Santral, Three Gorges Group’un enerji birimi tarafından 1 milyar yuan değerinde yatırım yapılarak kuruldu.

Çin’de karaya kurulan güneş santrallerinin şebekeye bağlantı yoğunluğu sorunu nedeniyle yüzer güneş santralleri hızla artıyor. Bu yılın ilk üç çeyreğinde Çin’de güneş santrallerinin ürettiği elektriğin yüzde 5.6’sı şebekeye aktarılamadı.

Bu santalden önce Çin’de kurulan en büyük yüzer GES, Sungrow Power Supply Co. şirketi tarafından yine Çin’in eskiden kömür üretilen Anhui bölgesinde Huainan kenti yakınlarında kurulan 40 MW kurulu gücündeki yüzer santral idi.

 

(Enerji Günlüğü)

LGBTİ etkinliklerinin yasaklanması Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne taşındı

Danimarka milletvekili Mogens Jensen, Türkiye’deki LGBTİ’ler için Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne soru önergesi verdi.

Vekil Jensen, Ankara Valiliği’nin “toplumsal hassasiyet ve duyarlılıklar”, “kamu güvenliği”, “genel sağlık ve ahlakın korunması” ve “başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması” gerekçeleriyle şehirdeki LGBTİ etkinliklerinin yasaklamasını Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne taşıdı.

“Türkiye ifade ve temsil özgürlüğünü sağlamak için ne yapacak?”

Hazırladığı soru önergesinde Vekil Jensen, Türkiye hükümetinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi şartlarını sağlamak ve demokratik birer hak olan ifade ve temsil özgürlüğünü sağlamak için ne yapacağına dair bilgi almalarını talep ediyor.

Önergede şu ifadeler yer alıyor:

“18 Kasım 2017’de Ankara Valiliği ildeki tüm LGBTİ etkinliklerini süresiz olarak yasakladı. Ankara yasağını, İzmir, Bursa, Kocaeli, Mardin ve İstanbul’daki etkinliklerin iptali izledi. Yasaklı etkinlikler arasında. LGBTİ gruplar tarafından düzenlenen film gösterimleri, sergiler, forumlar, paneller ve toplantılar var.

Bu bilgilere dayanarak Bakanlar Kurulumuza hitaben, Türkiye hükümetinden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi şartlarını sağlamak ve demokratik birer hak olan ifade ve temsil özgürlüğünü sağlamak için hükümetin ne yapacağına dair bilgi almalarını talep ediyorum.”

 

 

(KAOS GL)

Yüksek sıcaklık ve nüfus artışı Kaliforniya’yı vurdu: 129 milyon ağaç yok oldu!

Kaliforniya her ne kadar son iki kış boyunca rekor yağışlar alsa da, 5 yıl arka arkaya süren kuraklık ile beraber ortaya çıkan kabuk böcekleri ve artan sıcaklıklar eyaletin tarihinde görmediği kadar büyük bir ağaç kaybı yaşamasına yol açtı. ABD Tarım Bakanlığı’na bağlı Orman İşleri’nin yaptığı açıklamada Kasım 2016’dan itibaren Kaliforniya’da 36 bin kilometrekarelik bir alanda 129 milyon ağacın yok olduğunu açıkladı. Yaklaşık Türkiye’nin yarısı büyüklüğünde ve kuzeyden güneye uzanan eyaletin, özellikle kuzey bölgesi iklim değişikliğinden büyük oranda etkilenmiş durumda.

Kaliforniya Valiliği, yerel hükümetler ve özel şirketlerin desteğini alan Ölü Ağaç Timi ile beraber kuraklıktan kurumuş ağaçların bölgeden toplanılmasına devam ediliyor. Şimdiye kadar 1 milyona yakın ağacın yaratacağı tehlikenin önüne geçildi.

Bilim insanları tehlikeli alan olduğu bilinen bölgelere yapılan inşaatların, artan sıcaklıklardan ve fosil yakıtlardan daha büyük bir tehlike yarattığını belirtiyor. Her ne kadar yangınlar bazen doğal sebeplerden dolayı ortaya çıksa da, kuraklık ile mücadele eden ormanların ve çalılıkların etrafına kurulan evlerden kaynaklı yangınlar daha büyük yangınlara dönüşüyor.

Uzmanlar yüksek sıcaklıkların ve buhar basıncı eksikliğinin iklim değişikliğine ve nüfus artışına odaklanılmadığı sürece çözülmeyeceğini belirtiyor.

 

(Yeşilist)

“İklim değişikliği krizini engellemek için ete vergi getirilmeli”

4 trilyon dolarlık bir yatırım şirketinin yaptığı son analiz, iklime ve sağlığa olan etkisini azaltmak için ete getirilecek bir “etki vergisi”nin kaçınılmaz olduğunu savunuyor.

Çiftlik hayvanları su kirliliği ve antibiyotik direnç gibi sorunlar ile beraber sera gazı salınımlarının da %15’ini üretiyor ve bu sayı giderek artan et tüketimi ile daha da büyüyor. Bu büyüme radikal bir şekilde yavaşlatılmazsa bilim insanları iklim değişikliğinin kaçınılmaz olduğunu savunuyor. Bununla beraber, çok fazla et tüketimi aynı zamanda insanların sağlığını da etkiliyor.

Bir yatırımcı ağı olan Çiftlik Hayvanları Yatırım, Risk ve Kazanç (Fairr) zararlı metalar olarak görülen tütün, şeker ve karbon emisyonlarına uygulanan bir “etki vergisinin” ete de uygulanacağını savunuyor. Et ve et ürünlerine şu anda Almanya, Danimarka ve İsveç bir vergi koymuş durumda, Çin de ise kamuoyuna önerilen et tüketim miktarı %45 oranında azaltılmış durumda.

“Paris İklim Anlaşması’nın uygulanma sürecinde et endüstrisine vergi konulabilir”

Fairr’in kurucusu Jeremy Coller, obezite, diyabet, kanser ve kuş gribi gibi hastalıkların gerçek bedelini karşılamak ve bu sırada iklim değişikliği ve antibiyotik direnç gibi etkenler ile savaşmaya devam etmek istiyorlarsa, hükümetlerin devlet yardımı yerine et endüstrisine vergi koymalarının kaçınılmaz olduğunu savunuyor.

Fairr direktörü Mari Lettini ise, Paris İklim Anlaşması’nın uygulanma sürecinde et endüstrisine vergi konmasının çok büyük bir olasılık olduğunu belirtiyor. Şu anki durum devam ederse, Lettini yaklaşık 5 veya 10 yıl içerisinde böyle bir verginin uygulanacağını savunuyor.

Yapılan araştırmalar 2016 yılı verilerine göre kırmızı ete %40, süt ürünlerine %20 ve tavuğa %8,5 oranında getirilecek vergilerin, yarım milyon insanın hayat kalitesini yükselteceğini ve sera gazı salımını ciddi oranda azaltacağını gösteriyor.

Londra merkezli kâr amacı gütmeyen düşünce kuruluşu Chatham House tarafından yapılan araştırmaya göre bu vergilendirmenin tüketiciler tarafından hükumetlerin düşündüğünden daha zor kabul edileceğini gösteriyor.

Bitki bazlı et alternatifi ürünler yaygınlaşıyor

Her ne kadar insanlar hükümetleri tarafından yapılan küresel iyilik hareketini desteklese de, çiftlik hayvanlarının çevreye yaptığı etki konusunda bilgi çok az olduğundan bu vergilendirmeye karşı direniş bekleniyor. Uzmanlar et üzerinden toplanılacak verginin, sağlıklı gıdaların fiyatını azaltmak için kullanılması durumunda daha kabul edilebilir olduğunu savunuyor.

Chatham House için araştırmaları yöneten Rob Bailey, iklim değişikliği politikalarının tarımın odağında olmasının kaçınılmaz olduğunu savunuyor. Bailey, dizel örneğinde de görüldüğü gibi böyle bir verginin getirilmesinin şimdilik imkansız olduğu düşünülse de, yaklaşık 10 yıl içerisinde bu durumun kabul edileceğini belirtiyor.

Çiftlik hayvanları tarafından salınan gazların teknolojik gelişmeler tarafından azaltılması durumunda ete getirilecek yüksek vergilerin azalacağını savunan Lettini, buna karşın şu anki durumun böyle olmadığını söylüyor. Umut veren bir gelişme ise bitki bazlı et alternatifi ürünlerin giderek büyümesi. Bill Gates gibi büyük yatırımcılar bu sektöre çok büyük oranda para aktarmakta.

Lettini şu anda sektörde çok büyük fırsatlar olduğunu belirtiyor. Lettini, eğer etseverler için etten gelen proteini; bitkisel proteinler ile aynı görüntüyü, aynı tadı ve aynı hissi sağlayacak şekilde yaparsak, dünyayı o anda değiştirmeye başlayacağımızı savunuyor.

 

(Yeşilist)