Ana Sayfa Blog Sayfa 2947

Sarı Yazma yeniden isyanda: Loç Vadisi’ne HES yapılmasına geçit yok!

Kastamonu’nun Cide ilçesindeki Loç Vadisi’ni hepimiz 2009 yılında tüm ülkede geniş yankı uyandıran HES karşıtı direniş ile tanıyoruz. Loç Vadisi bir kez daha HES tehdidi altında.

2009 – 2012 arasındaki HES tehdidi sırasında Loç Vadililer “Sarı Yazma İsyanda” söylemi ile ülke çapında ses getiren direniş eylemleri gerçekleştirmişti

Ülkedeki OHAL koşullarını fırsat bilen Or-Ya şirketi 2012’de Danıştayca iptal edilen ÇED’e 2016’da yeniden ve aynı koşullarla başvuru yaptı. ÇED’e dair üçüncü İDK (İnceleme Değerlendirme Kurulu) Toplantısı 21 Aralık Perşembe günü. Süreci ilk günden bu yana yakında takip eden avukat Diren Cevahir Şen ile “Loç Vadisi’nde neler oluyor?”u konuştuk.

Sözlerine 17 Aralık 2017 Pazar günü saat 14:00’de Beşiktaş’taki kartal heykeli önündeki basın açıklamasına tüm doğa savunucularını çağırarak başlayan Diren Cevahir Şen, “Loç Vadisi doğa harikası bir yer. Bölge Küre Dağları Milli Park alanının içinde bulunuyor. Binlerce hayvanın, doğal bitki örtüsünün sonu demek olur oraya HES yapılması. Oradaki hayvanlara, ağaçlara,doğal güzelliklere, insanlara sormuşlar mı HES kararı gelirken? Orada muazzam bir yaban hayatı var. Sarı yazmalılar hala isyanda ve Loç Vadisi’ne HES yapılmasına müsaade edilemez. Aksi halde bu Danıştay kararını tanımamak ve Dünya mirasını da yok etmek anlamına gelir.” diye konuştu

Loç Vadisi’ndeki direnişin avukatlarından Diren Cevahir Şen ile ilk görüşmeyi Yeşil Diyalog Buluşmasının hemen sonrasında gerçekleşen yemekte gerçekleştirdik

2009’da açılan ilk dava sonucunda 2012 yılında Danıştay’ın ÇED’i iptal ettiğini ve Or-Ya şirketinin de bölgeden çekildiğini dile getiren Şen, kendisinin doğa mücadelesi verdiği için halihazırda yargılanan tek avukat olduğunu belirterek, “Ben Loç Vadililerin avukatlığını yaptığım sırada avukatlık mesleğini icra etmeme engel olunarak bugün yargılanan bir çevre avukatıyım” dedi.

Hem kendisinin hem de kendi yaşam alanlarını koruyan Loç Vadisi halkının şirket ve jandarma personelince haksız şekilde suçlamalara maruz kalarak Cide Asliye Ceza Mahkemesi’nde yargılandığını ifade eden avukat Diren Cevahir Şen, “21 Aralık’ta Ankara’da üçüncü İDK var, 22 Aralık Cuma günü ise Cide’de yargılandığımız davanın duruşması var. İkisinde de bulunacağız. Loç Vadisi’nin göz göre göre yok olmasına müsaade edilemez” şeklinde konuştu.

Loç Vadisi dünya çapında bir doğa harikası

2012’de Danıştay’ın ÇED’i iptal etmesine kadar geçen sürede şirketin ruhsatsız, izinsiz ve hukuksuz bir biçimde inşa faaliyetlerine devam ettiğini, bunu engellemek için yaptıkları girişimler nedeniyle de “Mala zarar verme, işi engelleme ve kamu görevlisine hakaret gibi” suçlamalardan haklarında dava açıldığını kaydeden Şen, “Benimle ilgili şikayetlerin büyük kısmında ben HES şantiyesi alanında bile değilim. Adliye’de iken, Jandarma Karakolu’nda iken bile benim şantiye alanında olduğuma dair şikayette bulunmuşlar” dedi.

Loç Vadisi dünya çapında bir doğa harikası

Loç Vadisi’ndeki HES’in Devrekani Çayı üzerine kurulmak istendiğini kaydeden avukat Diren Cevahir Şen, “Suyun kullanım hakkını şirketlere devretmek istiyorlar. Suyu şişeleyip satmak istiyorlar. Devrekani Çayı şirketlere verilmek isteniyor. Devrekani Çayı tabiatır. Oraki balıklarındır,ayılarındır,domuzlarındır. Yurttaşların bu konuda duyarlı olmaları çok önemli. Daha yeni Gökçeada’dan bir kazanım haberi geldi. Loç Vadisi için de ben yaşamı savunan, doğadan yana olan herkesi harekete geçmeye çağırıyorum. Burada açık bir haksızlık var. HES’ler doğayı katleder. Suyun akışına müdahale etmek oradaki tüm doğal yaşamı, tüm yaban hayatını olumsuz etkileyecek ve ayılar,domuzlar,kuşlar su içecek bir akarsu bulamayacaklar. Artık devletin doğayı katleden enerji politikalarından vazgeçmesi gerekiyor. Şirket HES faaliyeti sırasında binlerce ağacı kesecek. Ağaçlar kuruyacak, çiçekler solacak. Burası bir doğa harikası. Küre Dağları Milli Parkı, Anadolu’nun en önemli milli parklarından. Ayrıca Loç Vadisi dünyanın 2.büyük kanyonu olan Valla Kanyonu üzerinden. Valla Kanyonu Türkiye’nin en büyük kanyonu.  Hatta bölge 2012 yılında Pan Parks statüsüne dahil edildi.  Burada HES yapılmasına ve buradaki doğal hayatın yok edilmesine 2009 – 2012 arasında verilen hukuk ve yaşam mücadelesi ile müsaade etmediğimiz gibi yine müsaade etmeyeceğiz.’’ şeklinde konuştu.

Basın Açıklaması 17 Aralık Pazar Günü

Sarı Yazma İsyanda inisiyatifi 17 Aralık Pazar günü 14:00’de Beşiktaş kartal heykeli önünde gerçekleşecek basın açıklamasına dair yaptığı yazılı açıklamada tüm doğa savunucularına şöyle seslendi:

Danıştay’ın kesin hükmüne rağmen vadimize HES yapmak isteyen OR-YA ENERJİye karşı yeniden bir araya geliyoruz.

17 Aralık Pazar günü saat 14:00’de Beşiktaş Kartal Heykelinde Buluşalım

2009 yılında açmış olduğumuz dava sonucu CİDE HES projesi Danıştay’ın kesin hükmü ile iptal edildi.

Vadimize göz diken Or-ya Enerji, Danıştay 14. Daire başkanlığının sonuçlandırdığı mahkeme kararlarına rağmen kendi hayal dünyasında ürettiği gerekçeler ile ÇED Genel müdürlüğünü suya götürüp, susuz geri getirme çabasına girdi. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İnceleme Değerlendirme Komisyonuna sunulan proje ile ilgili olarak üçüncü toplantı  21 Aralık Perşembe günü Ankara’da yapılacak ve bizlerde sözümü söylemek için orada olacağız.

Ankara’ya gitmeden önce Or-Ya Enerjiye sesimizi duyurmak “Or-Ya Biz Buradayız” demek için 17 Aralık Pazar günü saat 14:00’de Beşiktaş Kartal Heykelinde buluşuyoruz

Vadilerini, dereleri, yaşam alanlarını şirketlere teslim etmemek için mücadele eden tüm doğa ve yaşam savunucularını bekliyoruz

Sarı Yazma İsyanda

 

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

 

Bodrum Mandalina Şenliği 22 Aralık’ta başlıyor

Bodrum Mandalina Şenliği 22-24 Aralık’ta Muğla Büyükşehir Belediyesi desteği ile Bodrum Belediyesi ve Bodrum Ziraat Odası tarafından düzenleniyor. Coğrafi işaret teşvikli bodrum mandalinasının sürdürülebilirliğini kapsamında; çalıştay, panel, mandalina bahçelerinde tarımsal uygulama atölyeleri, Slow Food Yaveş Gari Birliği’nin mandalinalı çikolata, kozmetik, yemek atölyeleri gibi birbirinden ilginç etkinlikler düzenleniyor.

Çevre okullardaki gençlerin bahçelere sahip çıkmalarını yüreklendiren eğitimler, kompozisyon ve resim yarışmaları yapılıyor. Nostaljik mandalina toplama, boylama gibi geleneklerin canlandırıldığı kortej, sınır tanımayan şeflerce yemek gösterisi, müzik konserleri, Muğla Büyükşehir Belediyesi Bando Orkestrası etkinlikleri ile Bodrum Belediye meydanı şenlenirken, Mandalinalı Lezzetler Yemek Yarışması ile yeni ve unutulmaya yüz mandalinalı tarifler uzman jüri üyeleri tarafından değerlendirilecek.

 

Danimarka meclisi kamu alanlarında vegan yiyecek zorunluluğunu görüşecek

Danimarka parlamentosundaki dokuz partiden dördü birleşerek, kamusal alanların hepsinde vegan yiyecek opsiyonun olması için yasa taslağı hazırlayıp, parlamentoya sundu.

Yasa taslağında, hapishanelerden, okul kantinlerine kadar kamusal bütün alanlarda vegan yiyeceklerin bulundurulması zorunlu tutuluyor. Danimarkalı parlamenterler, yakın zamanda Portekiz’de de yürürlüğe giren kamusal alanlarda vegan yiyecek bulundurma yasasından etkilendiklerini belirtti.

Şu an Portekiz’de, kamusal alanlarda vegan yemek opsiyonu bulundurmamak suç olarak görülüyor. Portekiz Vejetaryen Derneği 2016 yılında 15 bin imza toplayarak tasarının meclise gelmesini sağlamıştı. Danimarka Vejetaryen Derneği de benzer bir yol izleyerek imza topladı ve 12 bin imza ile meclise taslağı sundu.

Danimarka Vejetaryen Derneği Genel Sekreteri Rune-Christoffer Dragsdahl, kendilerini beklentilerinin çok üstünde insanların dinlediğini ve destek olduğunu, Danimarka politikasında veganların tanınmasının çok yeni olduğunu belirterek, sağ partilerin bu destekten ötürü çok şaşırıp, veganizmin oldukça popüler olduğunu görmelerini sağladığını ve son olarak da bu yasa tasarısı ile vegan opsiyon bulunmayan kamusal alanlarda insanların zorluk çekmeyeceğini amaçladıklarını belirtti. Dragsdahl’a göre, Danimarka halkının %56’sı et tüketimini azaltmak istiyor ve %44’ü de kamusal alanlarda bitki bazlı yiyecek opsiyonlarının olmasını istiyor.

Bir süre önce Türkiye Vegan ve Vejetaryenler Derneği‏ (TVD), Türkiye’de bu yönde yasal bir düzenleme yapılması için imza kampanyası başlatmıştı.

Ocak ayı sonunda bakanlığa sunulacak ilgili dilekçeye imza vermek için buraya tıklayabilirsiniz.

 

(Türkiye Vegan ve Vejetaryenler Derneği‏)

Kudüs tartışmasının gösterdikleri: Benzin kovalarıyla medeniyetler çatışmasına koşmak – Yüksel Taşkın

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

ABD Başkanı Trump’ın 1995 tarihli Kongre kararına atıfta bulunarak ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı almasıyla Ortadoğu’nun mevcut fay hatları yeniden çatırdadı. Bu kararı alan zihniyetle ona gösterilen tepkilerin yansıttığı zihniyetler, sanki bu türden sembolik boyutu yüksek sorunlar olmasaydı da Trump-gil siyasetçiler bu sorunları yaratırdı dedirtecek cinsten.

Yoğun bir küreselleşme yağmuruyla nasıl baş edeceğini bilemeyen küremiz, sağ popülist dalganın yaralarına merhem olacağı yanılsamasına kapılmış durumda. Bu dalganın, çözmeyi vaat ettiği meseleleri çözemeyeceğini, hatta daha da içinden çıkılmaz hale getireceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok. ABD’den Hindistan’a, oradan Rusya’ya, Türkiye’ye ve İsrail’e kadar etkileri hissedilen bu dalga, sembolik sorunları çözmeye değil, bu sorunları “siyasetin” odağına taşımaya meyilli, çünkü buradan güç devşirebiliyor. Dolayısıyla sağ popülizmin Kudüs meselesini çözebilecek araçları varken dahi çözmek isteyebileceğini ummak çok da gerçekçi değil.

Değişmez özleri olduğu varsayılan medeniyetlerin, çatışmalarının da doğal ve kaçınılmaz olduğu söylemi, son zamanlarda “insan insanın kurdudur; dolayısıyla medeniyetimi (veya devletimi) korumak adına kötülük yapma hakkına sahibim” anlayışıyla tehlikeli bir terkip oluşturmaya yönelmiştir. Düşünün; İsrailli bir siyasetçi 1970’lerde Lübnan için “Taş devrine çeviririz” deseydi nasıl tepkilerle karşılaşırdı? Oysa İsrail İstihbarat Bakanı bu sözleri bugün söylediğinde iç siyasette desteği artabiliyor…

ABD uzun süredir İsrail-Filistin çatışmasında uluslararası hukuku tanımama konusunda oldukça kararlı bir tutum takınıyor. Bunu yaparken halen “iki devletli çözüme” sadık olduğunu iddia etmek gibi taşınması güç bir çelişkiye de sahip. ABD’nin, İsrail’in Doğu Kudüs’te yerleşimler açarak fiili durum yaratma ve bunu statükoya çevirme fırsatçılığını kınar gibi yaptığı dönemler olmadı değil. Ne var ki bu kınamalardan somut bir yaptırım veya baskı oluşabildiği söylenemez.

İsrail hükümetleri en az on yıldır, çok net bir şekilde ve eskisinden yoğun biçimde barışı imkânsız kılacak, fiili durum yaratma fırsatçılığı denilebilecek bir “politikayı” takip ediyor. İsrail’in çok büyük bir çelişkisi söz konusu: İki devletli çözümün imkânlarını dinamitlerken, tek devlet içerisinde büyük bir Filistinli Arap azınlığı kendi elleriyle yaratmakta. Eğer gidişat bu yönde devam ederse İsrail devleti, fiilen bir Yahudi devleti olmaktan daha da çıkacak ve en az iki toplumlu tek bir devlet olmanın ve asimile edilmeleri imkânsız bir büyük azınlığa sahip olmanın çelişkilerini sırtlanmak durumunda kalacak. Başka bir ifadeyle söylersek kendisini Güney Afrika benzeri bir apartheid rejimine dönüştürecek.

İsrail’deki aşırılık yanlıları, ülkedeki Filistinlileri asimile edemeyecekleri gerçeğinden hareketle onları ülkeden kovmak gibi bir çılgınlığa girişebilirler mi? Mevcut uluslararası ilişkiler düzeninde dahi çok zor ama bütünüyle imkânsız olmayan bir seçenek bu. Yine de görünür gelecekte İsrail devletinin kendi elleriyle iki devletli çözümü dinamitlemesinin, İsrail toplumuna şimdilik çok da yüzleşmek istemediği sorunlar yükleyeceğine dair tespitimizi tekrarlayalım. Bazı radikal sağcı İsraillilerin en büyük kâbusu, Filistinlilerin bir gün Yahudilerden daha fazla nüfusa sahip hale gelme olasılığı…

Aslında hem ABD’yi yönetenlerin hem de İsrail’in son dönemlerine damgalarını vuran radikal sağcı siyasilerin sahiden de “rasyonel bir ülke çıkarı” tanımları olabilseydi, şimdi yaptıkları şeyleri yapmadan önce iki kere düşünürlerdi. Kudüs meselesini yeniden kaşımak tam da yapılmaması gereken şeydi. Trump’ın iç politikadaki sıkışmışlığını aşmak adına böyle bir hamle yaptığını tespit etmek çok da zor değil. Trump’ın bu hareketiyle destekçileri arasında öne çıkan Evanjelistleri tatmin etmeyi amaçladığı genel kabul gören bir yorum. Yine Trump, İsrail’in şahin Başbakanı Netanyahu’nun ABD’deki destekçileri olan Adelson gibi zengin Yahudilere verdiği sözü tutmuş oldu. Bu hamlenin arkasında da iç siyasette bir türlü umduğu gücü biriktiremeyen, patinaj halinde bir başkanın destek biriktirme telaşı olduğunu söyleyebiliriz.

Yolsuzluk skandallarıyla yıpranan ve kitlesel gösterilerle protesto edilen Netanyahu da kendisine bu dar zamanında atılan can simidini unutacak değil. “Milli meseleler” söz konusu olduğunda güncel siyasi gerilimlerin ikinci planda kaldığı bir ülke İsrail, tıpkı Türkiye gibi.

Türkiye’deki tepkilere geçmeden önce uluslararası hukuk açısından meseleyi kısaca özetlemek yararlı olabilir. Bugüne kadar kabul gören hukuki yorum, 1947’den beri BM’nin Kudüs’ü özel statüsü olan bir kent olarak tanımlamasıyla şekillendi. İsrail ve Filistin devletleri tanımlandığında Kudüs BM’ye bağlı özel statülü bölge olarak tanımlanmıştı. 1967’ye kadar Doğu Kudüs Ürdün’deyken, kentin batı bölümü İsrail devletinde kalmıştı. 1967 Arap-İsrail savaşı tüm dengeleri altüst etti ve bugün içinden çıkılmaz hale gelen durumun fitilini ateşledi. İsrail bu savaşta Doğu Kudüs’ü ilhak etti.

Bundan sonra gelen hamle İsrail parlamentosunun 1980 yılında Kudüs’ü “birleşik, bölünmez ve ebedi” başkent ilan etmesi oldu. Fakat BM’nin bu duruma tepkisi çok netti: BM Genel Kurulu’nun 478 sayılı, 1980 yılına ait kararı, “İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesinin kabul edilemez olduğunu, Kudüs’ün statüsünün değiştirilemeyeceğini, Kudüs’te büyükelçilik açmış olan devletlerin büyükelçiliklerini kapatmaları gerektiğini” vurgulamıştır. Karar üzerine Kudüs’te büyükelçilik açan devletler bunları kapatma yoluna gitmiştir. Zira BM Şartının 25. maddesine göre bu türden kararlar bağlayıcıdır. Bundan sonraki hukuki karar ve değerlendirmeler de aynı temel üzerinde ilerlemiştir.

Trump’ın kısa vadeli siyasi güç hesapları iki devletli çözümü daha da zorlaştırıyor tespitinde bulunmuştuk. Trump’ın Kudüs kararının bir başka olumsuz etkisi, Suudi Arabistan eksenli, görünürde İran karşıtı olan ama aslında Türkiye-Katar yakınlaşmasını da karşısına alan ittifakı da zor durumda bırakması. Bilindiği gibi Suudi Arabistan, BAE, Bahreyn ve Mısır’ın başını çektiği bu ittifak, İsrail ve Trump liderliğindeki ABD’yle de iyi ilişkilere sahip. Bu durum, Türkiye ve İran’a ve Ortadoğu’da etkinliğini arttırmak konusunda önemli fırsatlar yakalamış görünen Rusya’ya yeni kozlar sunmakta.
Kudüs konusunda en heyecanlı tepkiyi gösteren ülke şüphesiz Türkiye. Mevcut iktidarın destekçileri, davalarına bağlı olduklarını gösterme fırsatını veya fırsatlarını kaçıracak durumda değiller. Buradaki sabırsız ve aşırı öfkeli ruh halinin elbette İsrail ve ABD’nin yaptıkları haksızlıklara yönelik bir boyutu var. Bu doğal ve haklı bir tepkisellik olmakla beraber bunun biraz daha fazlası varmış gibi görünüyor.

Bu da iç politikadaki tıkanmayla alakalı sanki. Bu ülke bir tür İslamcılık adına hürriyetsizliğe, otoriterleşmeye savrulurken, bununla yüzleşemeyen İslamcıların kendi eylemsizliklerini meşrulaştırmaya fena halde ihtiyaçları var. Bir türlü hem Berkin Elvan’a hem de Filistinli mağdurlara sahip çıkamamak gibi bir yarılmadan mustaripler. En azından bir kısmı bu derdi içlerinde taşıyor. Seçilmiş siyasi lider Demirtaş’ın hapiste olduğu bir ülkede Filistin meselesine sahip çıkmanın çelişkili bilinci, öfkeyi daha da arttırıyor olabilir. Böyle durumlarda kendi çelişkinizle yüzleşmekten kaçmanın en bildik yolu, “dış güçleri ve onların beşinci kolu olan iç müttefiklerini” hedefe koymak ve onların kötülüklerini abartarak kendinizi aklamaya çalışmaktır ki, asıl şaşırtıcı olan bu psikolojik avunmanın bu denli yaygınlaşabilmesidir.

İşin psikolojik boyutu bir yana bırakılırsa, mevcut iktidarın kendi destek blokunu tahkim etmek adına bu meseleye çok büyük önem atfettiğini söylemeye gerek bile yok. Fakat alelacele hesap edilen bir başka beklenti daha olabilir: Türkiye’deki siyaset yapıcıların Ortadoğu kamuoyuna da hitap ederek, Arap liderlerini etkilemek ve bölgedeki dikkat çekici yalnızlığını aşmak gibi bir umudu olabilir. İslam İşbirliği Teşkilatı’nda (İTT) alınan, sembolik olarak önemsiz sayılamazsa da aslında malumun ilanı olan “Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti” olarak duyurulması da, aslında kamuoyuna yönelik bir çıkış.

Türkiye bu konuda Arap liderlerine duygusal baskıyı arttırırsa, beklentisinin tersine bir tepki de yaratabilir: Türkiye’nin en azından kendisine karşı nötr olmalarını arzu ettiği Suudi Arabistan liderliğindeki ittifak, kendi kamuoylarını çok fazla dikkate almak zorunda olmayan otoriter yönetimlerden oluşmakta. Bu yönetimlerin Mursi liderliğini benimsememe nedenleri, Erdoğan’a yönelik tavırları için de geçerli: Bu liderler sokağa mesaj veren Erdoğan tarzı popülist liderlerden rahatsız oluyorlar. Bunun yerine kapılar arkasında iş çevirmeye, İsrail’le ve ABD’yle arayı hoş tutmaya meyilliler.

Sokak eğer dış politika yapımında tesirli olabilseydi belki Türkiye’nin öfke ve enerjiyi öne çıkaran tavrının bir etkisi olurdu. Ama kısa bir süre sonra hararet dinecek ve Türkiye, Suudi ittifakı tarafından tekin bulunmayan ülke olarak algılanmaya devam edecek.

Rusya’nın İsrail karşıtı havaya kapılmadığı, ABD’ye yönelik sert açıklamalardan da kaçındığı görülüyor. Rusya’nın çok fazla ses çıkarmasına da ihtiyaç yok. Rakipleri o kadar “duygusal” ve “ölçüsüz” hareket ediyorlar ki, Rusya Soğuk Savaş’tan kalma tavrını sürdürerek bile puan toplayabiliyor. Rusya’nın meselesi, emperyal kapasitesiyle, hırsları arasındaki onarılmaz mesafe.

Türkiye’yi bugün yönetenlerin, İran ve Rusya’yla kalıcı bir ittifak oluşturmaları da oldukça zor. Türkiye’deki mevcut iktidarın, Sünni Arap çoğunluğu yok sayan uzun soluklu ittifaklara yönelmesi çok güç. İran ve Rusya ile Suriye üzerinden ortaya çıkan çıkar birliği konjonktürel olması muhtemel bir yakınlaşma. Eğer bu yakınlaşma bir ittifaka dönüşürse, bunun İslamcılığın Ortadoğu’daki hırslarının reel politiğe feda etmesi olarak okunması yanlış olmayacaktır.

Filistin mi dediniz? Kimileri için halen bir davalarının, bir ideolojilerinin olduğu temiz günlere dair bir romantizm rüzgârı estirse de, Filistinlilerin gerçek sorunlarının bu kuru gürültüyle çözüme kavuşacağına inanmak için hiçbir ciddi nedenimiz yok…

Bu yazı birikimdergisi.com/ dan alınmıştır

 

Yüksel Taşkın

Türkiye’nin doğa harikalarından Gölcük Tabiat Parkı yapılaşmaya açılıyor

Bolu’nun doğal güzellikleriyle ünlü Gölcük Tabiat Parkı’na dağ köşkü, 25 bungalov ve göl gazinosu yapılması için 19 Aralık’ta ihale açılacak. Bolu Belediyesi tarafından Orman ve Su İşleri Bakanlığı’ndan 2012 yılında 29 yıllığına kiralanan Gölcük Tabiat Parkı, 22 yıllığına özel işletmeye verilecek.

Park içinde bulunan Gölcük Göl Gazinosu da ihale kapsamında yer alacak ve bir yıl içinde yeni işletmeciye geçecek. Göl kenarında bulunan restoran da yıkılıp yerine 19 odalı butik otel yapılacak. Dağ köşkü ve bungalovlar için 16 aylık inşaat süresi öngörülürken, gölün çevresi tamamen rekreasyon alanı olarak düzenlenecek.

Proje kapsamında Gölcük çevresiyle ormanın içine 5’er kilometrelik patikalar yapılacak ve göl çevresinde mangal yakılmasına izin verilmeyecek. Mangal yakmak için Gölcük’e 200 metre uzaklıkta yapımı süren yeni piknik alanı kullanılacak. Ayrıca Gölcük ve bağlı olduğu Karacasu beldesi arasında 1,5 kilometre uzunluğunda dağ kızağı ve 3 kilometrelik teleferik hattı kurulacak.

Bolu’da daha önce de Köroğlu dağlarının eteklerinde bulunan Kartalkaya Kayak Merkezi ile Karacasu Termal Turizm Merkezi arasında kalan, içinde orman arazilerinin de bulunduğu yaklaşık 51 bin 450 hektarlık yeşil alan ‘Köroğlu Dağı Kültür ve Turizm Koruma ve Gelişim Bölgesi’ ilan edilerek imara açılmıştı.

CHP’li vekilden itiraz: ‘Ayder ve Uzungöl’de de ağaç kesilmeyecek denmişti’

Projeye karşı çıktığını belirten CHP Bolu Milletvekili Tanju Özcan şunları söyledi: “Şartnameyi inceledim. 20 küsür bungalov yapılacakmış. Öyle anlaşılıyor ki şu anda restoranın olduğu yere de çok katlı otel yapma peşindeler.”

Özcan, projeye neden itiraz ettiğini de şöyle anlattı: “Birkaç tane sorun olacak. Bunlardan birincisi Gölcük halka kapanacak ve özel bir yer haline gelecek. İkincisi ise Gölcük yapılanmaya açıldığı için ileri dönük olarak orada bir doğa katliamının önü açılacak. Ayder Yaylası ve Uzungöl’de de başta ağaç kesilmeyecek denmiş; ama öyle olmamış.”

Belediye Başkanı: Planlı bir alana dönüştürmeye çalışıyoruz

Bolu Belediye Başkanı Alaaddin Yılmaz ise projeyle Gölcük’ün doğal yapısına hiçbir zarar verilmeyeceğini savundu:

“Orman Bakanlığı, Milli Parklar Genel Müdürlüğü ile birlikte yıllardır süren çalışmalardan sonra olabilmesi gereken planlı bir alana dönüştürmeye çalıştırıyoruz. Şu an Türkiye’nin talan edilmiş bölümlerinin tamamı, plansız yapıldığı için talandır; ama maalesef algı öyle bir yapılıyor ki hemen ‘Ağaçlar kesilecek’ diyorlar. Bolu’da ağaç kesilmez. Bolu’da ağaca sahip çıkılır. Görmek isteyenler, Bolu’ya gelsin. Buradaki bu kadar ağaçları kim dikti? Zaten tabiatımız, ağaç fışkırtıyor. Buna sahip çıkan Bolu insanıdır. Ben, yanlış bir şey yapsam önümde Bolu halkı durur. Orman Bakanlığı fazladan ağaç keserse onun önüne de Bolu insanı çıkar. Biraz medyatik gibi görünen, ‘Katlolacak, mahvolacak’ gibi yorumları yapanlar, katli görmek istiyorlarsa görmek istedikleri yerde görsünler. Bolu’yu kimse katledemez. Bolu’nun sahibi Bolululardır.”

Bakanlıktan Gölcük Tabiat Parkı açıklaması

Orman ve Su İşleri Bakanlığı yetkililerince yapılan açıklamada, son günlerde bazı basın yayın organlarında yer alan Gölcük Tabiat Parkı’yla ilgili iddiaların gerçeği yansıtmadığı ifade edildi. Açıklamada, haberlerde, Gölcük Tabiat Parkı’na yapılacak dağ köşkü ve kır evlerinden bahsedilerek söz konusu alanın imara açılacağına dair asılsız değerlendirmelerde bulunulduğu aktarıldı.

Parkın Bakanlıkça, kapı girişi, lokantası, kır kahvesi, büfe ile genel saha işletmesi, temizlik ve güvenlik hizmetleri için Bolu Belediyesine 13 Haziran 2012 tarihinden itibaren 29 yıllığına kiraya verildiği anımsatılan açıklamada, söz konusu alanın gelişme planının 25 Ekim 2016’da onaylanarak yürürlüğe girdiği bildirildi.

Açıklamada, “Bu plana göre, burada herhangi bir şekilde tatil köyü gibi bir yapılaşma olması söz konusu değildir. Yapılması planlanan kır evleri orman içi açıklıklarda, ağaçların olmadığı alanlarda ve ağaç kesimi olmadan tesis edilecektir. Kurumumuz tarafından bu konuda gerekli hassasiyet ziyadesiyle gösterilmekte ve ağaç kesimine asla müsaade edilmemektedir.” değerlendirmesine yer verildi.

Vatandaşların faydalanması amacıyla planlanan bu yapılarda ahşap malzeme kullanıldığı ve herhangi bir şekilde betonlaşmaya kesinlikle izin verilmeyeceği vurgulanan açıklamada, şunlar kaydedildi:

“Bakanlığımızca yapılan bu çalışmalara en güzel örneklerden biri olan Uludağ Milli Parkı Sarıalan ve Çobankaya Kamp ve Günübirlik Kullanım Alanları’nda mevcut eski kır evleri yıkılarak yerlerine 75 adet, tabiatla uyumlu ahşap kır evleri yapılmıştır. Yine aynı alanda bulunan çadırlı konaklama alanındaki köhne yapıların yerine, 200 adet kır evi yapılarak vatandaşlarımız çadır kurma zahmetinden kurtarılmıştır. Bu evler vatandaşlarımız tarafından yoğun rağbet görmekte ve yaz mevsimi boyunca hiç boş kalmamaktadır. Netice itibariyle söz konusu haberlerde yer alan otel yapılacağı iddiası, ağaç kesilmesi gibi bir durum asla söz konusu olmamıştır.

Göl kenarında bulunan restoranın yıkılacağı iddiası da gerçek dışıdır. Mevcut restoranın yanına idare binası yapılması planlanmaktadır. Gölcük Tabiat Parkı her zaman halkımızın hizmetinde olmaya devam edecektir. Ülkemizin tabii değerlerinin korunmasından sorumlu olan kurumumuz bu konuda gerekli şuura sahip olarak büyük bir hassasiyetle hareket etmektedir.”

 

(Diken, CNN Türk) 

Ulaşıma yeşil enerjili çözüm: Dünyanın ilk doğrudan güneş enerjili treni yola çıktı

Son zamanlarda dünya genelinde raylı taşımacılıkta yenilenebilir enerji çözümlerinin uygulanmaya başladığını görüyoruz. Bu yılın başında yaptığı açıklamayla ülkedeki bütün elektrikli trenlerin yüzde 100 rüzgar enerjisinden elde edilen güç alacağını açıklayan Hollanda bu alanda en önemli adımı atarken Hindistan da trenlerin çatısına güneş panelleri yerleştirerek yolculuk esnasında enerji depolanması fikrini uygulamaya sokmuştu. Avustralya ise bu iki uygulamayı bir adım daha öteye taşıyor. Dünyanın ilk güneş enerjili treni ülkede seferlere başladı.

Yolcu trenini yenilediler

Byron Körfezi Demiryolları Şirketi ve 8 farklı şirketin ortak çalışmasıyla üretilen trenin geliştirici ekibinde elektrikli Radica RS8 için batarya üreten ELMOFO şirketi de yer alıyor. Byron Körfezi Demiryolları Şirketi Kalkınma Müdürü Jeremy Holmes‘un ”dünyanın ilk doğrudan güneş enerjisiyle çalışan treni” olarak tanıttığı tren aslında iki dizel motora sahip olan klasik bir yolcu treninin yenilenmesiyle üretildi. Klasik yolcu trenine bir elektrikli motorun, bataryaların ve güneş panellerinin yerleştirilmesiyle üretilen trende bir adet dizel motora ise müdahale edilmedi. Tabi bu dizel motor trende güç organı olarak kullanılmayacak sadece acil durumlarda, herhangi bir arıza olması halinde dizel motor devreye girecek.

Avustralya’nın New South Wales şehrindeki Byron Körfezi’nde yaklaşık 3 kilometrelik bir hatta faaliyet gösterecek olan tren 77kWh’lık bir bataryadan güç alıyor. Gün içinde gidiş ve dönüş için yeterli olacağı tahmin edilen batarya, trenin tavanındaki güneş panellerine entegre bir şekilde çalışıyor. Ayrıca trenin yeterli güneş enerjisi toplayamadığı anlarda da çalışabilmesi için trenin hareket edeceği iki istasyonda da güneşten enerji alan 30kWh’luk şarj üniteleri bulunuyor.

 

(Donanımhaber)

Mersin’de de gıda topluluğu kuruluyor

Mersin’de bir yıla yayılan zaman zarfında hazırlıklarını sürdüren gıda topluluğu ÇİTTA (Çukurova İnsan Tohum Toprak Atölyeleri) bünyesindeki kuruluş çalışmalarında son noktaya geldi.

Kültürhane’de 2,5 aydır devam eden ve 15 günde 1 Perşembe akşamları gerçekleştirilen Ekoloji Buluşmaları’nın 5.sinde kurulacak gıda topluluğunun yol güzergahını bir parça aydınlatabilmek amacı ile Boğaziçi Üniversitesi’nden Zeynep Kadirbeyoğlu, BÜKOOP (Boğaziçi Mensupları Tüketim Kooperatifi) deneyimini aktardı.

İklim değişikliğinin ensemizde olduğu yaşadığımız günlerin de etkisi ile karbon ayak izine artı katkının önüne geçebilmek adına Skype üzerinden Kültürhane’deki söyleyişe katılan Kadirbeyoğlu, gıda topluluğunun çekirdeğini oluşturan 30’a yakın kişiye başlangıcından bugüne BÜKOOP macerasını aktarırken diğer gıda topluluklarına dair bilgiler de verdi.

19:00’da başlayan söyleşiye BÜKOOP’un kuruluş amacının günümüz tarım sisteminin arazlarına bir nebze olsun çözüm bulabilmek olduğunu söyleyerek başlayan Kadirbeyoğlu, kooperatifin kurulmasının bir Eğitim-Sen eyleminin hemen ardından gündeme geldiğini, Çiftçi-Sen başkanı Abdullah Aysu’nun ilk günden bu yana kendilerine yol gösterici anlamında yanlarında olduğunu belirtti.

Kültürhane’de her 15 günde 1 Perşembe akşamları düzenlenen Ekoloji Buluşmaları ilgi ile takip ediliyor

Kooperatifin 2009 Aralık ayında kurulduğunu söyleyen Zeynep Kadirbeyoğlu, 200 kadar üyesi bulunan BÜKOOP’ten üye olmayanların da faydalanabildiğini aktardı.

BÜKOOP’un mekanı Baraka

BÜKOOP’un mekanı Baraka’dan da söz eden Kadirbeyoğlu, “Mekanımız Baraka, BÜKOOP’lular kimlerdir. Akademik, idari personel ve öğrenciler. Başlangıçta sınırlı sayıda ürün ve sınırlı sayıda tüketici ile başladık. Aylık siparişler üzerinden adım attık. Dönüm noktamız ise ikinci sene sonrası ürünn bandımıza sütü de eklememi oldu. Bu dönemden itibaren Baraka’dan direkt satış yöntemine başladık. Bu Baraka’nın bir bakkal dükkanı, alışveriş mekanı olduğu izlenimini uyandırmasın. Böyle düşünenler de var ama şahsi düşüncem oranın bir müşterekler ortamı olması. Türetici noktası da diyebilirim. Üreticiler ile sohbet etme imkanı da bulabiyorsunuz. Ürünleri orada kendimi de paketleyebiliyoruz. Bunun yanısıra üretim sürecini de anlamaya çalışıyoruz. Sözün özü üretici ile yarı üreticinin (yani BÜKOOP’lular) buluşma yeri aslen Baraka.”

Türkiye’deki Üreticiden Türeticiye Gıda Toplulukları Şeması (Zeynep Kadirbeyoglu ve Nazlı Konya. 2017. “Alternative Food Initiatives in Turkey” Fikret Adaman, Bengi Akbulut ve Murat Arsel (der), Neoliberal Turkey and its Discontents: Economic Policy and the Environment Under Erdogan. London: IB. Tauru)

70 küsur ürünün bulunduğu BÜKOOP’te her ürünün bir sorumlusu olduğunu belirten Kadirbeyoğlu, sadece ürünlerin değil kooperatifteki tüm süreçlerin de ayrı ayrı sorumluları olduğunu kaydetti. Ürün sorumluları Baraka’daki ürünlerin arz – talep dengesini sağlamakla görevli iken süreç sorumluları da Baraka nöbetlerini kimin tutacağından, Baraka’nın sıhhi düzenine kadar tüm işlemlerdem mesul.

BÜKOOP’ta ücretli olması bir zorunluluk olan mali müşavir dışında herkesin gönüllü olduğunu da söyleyen Zeynep Kadirbeyoğlu, “Toplantılarımızda her karar tam demokrasi kullanılarak alınıyor. Herkesin söz hakkı var. Herhangi bir moderatör yok. Baraka’nın ilk günlerinde temizlik konusu önemli bir gündemimiz oldu. Baraka için ücretli birini mi bulsak derken toplantılarda bunun kooperatifin ruhuna aykırı olacağı kararı çıktı. Bu noktadan da “Uzun Cumartesi” etkinliğini ortaya çıkardık. Her ayın ilk Cumartesi günü saat 11:00’de Baraka’da buluşuyor ve imece usülü ile temizlik işini çözüyoruz. Uzun Cumartesi’de biz Baraka’da olduğumuzdan satış da o gün gerçekleştirilebiliyor”

En büyük sorun kargo masrafları

Kooperatifte en büyük sıkıntılarının kargo masrafları olduğunu da dile getiren Kadirbeyoğlu, Boğaziçi Üniversitesi kampüsünün değişik kesimlerinin de birarada iş yapmalarını sağladıklarını, niyetlerinin gıda ve tarım politikalarına yapıcı müdahalelerde bulunabilmek olduğunu söyledi.

Söyleşi sonrası şehirler arası ve teknoloji destekli bir anı fotoğrafı

Skype üzerinden aktardığı BÜKOOP sunumunu, “Dayanışma, sağlık, adalet ve afiyet dolu günler” diyerek noktalan Zeynep Kadirbeyoğlu, Mersin Gıda Topluluğu girişimi diyebileceğimiz katılımcıların da sorularını yanıtladı. Bir soru üzerine kooperatifin sadece bir yöntem olduğunu, bundan başka pek çok alternatif bulunduğunu kaydeden Kadirbeyoğlu, “Kimi gıda topluluklarında hiçbir resmi statü yok. Biz üniversite olduğumuz için resmi olmak zorunda idik. BÜKOOP’ta önceliğimiz ilaçsız ve organik ürün tüketmek olmadı. Bizim gayemiz üreticiyi desteklemek yönünde gelişti. Ama tabi ilaçsız ve organik önceliğimiz yok derken bunun da kıstasları var. Şu an mevcut ürünlerimizde organik olan da var olmayan da var, iyi üretim ile üretilen de var, adil üretim ile üretilen de var. Sistemimiz üreticiye güven üzerinden yürüyor. Üreticilerimizi Baraka’ya davet ediyoruz ya da biz üreticilerimizi ziyarete gidebiliyoruz. Üretim sürecini de onlardan dinleyerek öğreniyoruz. Güvenemeyeceğimiz üretici ile devam etmemeyi tercih ederiz.” dedi.

Mersin Gıda Topluluğu’ndan üretici ziyareti

Zeynep Kadirbeyoğlu’nun Kültürhane’nin üst katında gerekleşen söyleşisinin ardından aşağıki kafetarya bölümüne geçen Mersin Gıda Topluluğu Girişimi üyeleri kendi topluluklarının gelişimi üzerine bir görüşme yaptı. Hali hazırda kurulan whatsapp grubunda 40’tan fazla kişi bulunuyor ve ilk siparişler de alınmaya geçtiğimiz haftalarda başladı.

Mersin Gıda Topluluğu girişimi söyleşi sonrası yol haritasına dair yuvarlak masa toplantısında

Önümüzdeki hafta Perşembe günü saat 18:00’de Kültürhane’de gıda topluluğunun yol haritası için bir toplantıyı da gündemine alan Mersin Gıda Topluluğu girişimi üyeleri Adana’daki gıda topluluğunun üreticisi Ali Çelik’ten gelen davet üzerine 24 Aralık Pazar günü üreticiye bir ziyaret de gerçekleştirecek.

 

Fotoğraflar: Ulaş Bayraktar, Ali Sesal, Alper Tolga Akkuş, Gülay Sarıkaya

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

 

Yaşamak için ayağa kalkmamışsan, yazmak için oturmayıver! – Murat Sevinç

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

Thoreau’nun dediği gibi, “Konuşmadan evvel görmelidir insan.” Sürekli ve hep aynı şeyleri konuşmadan, biraz ağaç, biraz saman koklayarak, biraz da rüzgarı hissederek yürümekte yarar var. Yürüyüşün ardından, berbat konularınıza dönersiniz, telaş etmeyin! Yalnız yürümek yalnızca sağaltıcı etkisi nedeniyle değil, yürüyene istediğini yapma şansı tanıdığı için de kıymetli. ‘Yaşasın başına buyrukluk,’ anlayacağınız! Henry David Thoreau diyor ki; “Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.”

Bu cümleyi okuduğunda pek bir şey hissetmeyenler olabilir kuşkusuz; çok çeşitli insan var, beş parmağın beşi bir değil. Bugün tanıtmaya çalışacağım kitap, özellikle Thoreau’nun cümlesini okuduğunda heyecanlananlar için. Diğerlerine de bir şey ifade eder, bugüne dek hiçbir heyecan hissetmedikleri bir konuda merak duymaya başlarlarsa, ne güzel.

Kitap Türkçe’de bu yıl yayımlandı ve kısa sürede beş baskı yaptı. Duymuş, ancak geçen haftaya dek okuma fırsatı bulamamıştım. Yaklaşık on gün önce, birlikte ilk bisiklet turuma çıktığım arkadaşım (sevgili Kartal) kitabı önüme koyup ‘Oku’ talimatını verince hemen edindim. Birlikte yüzlerce kilometre pedal çevirdiğiniz biri, bir kitabı yüzünde güller açarak önerirse alıp okumalısınız, bir bildiği vardır!

Fransız felsefe profesörü Frédéric Gros’un Yürümenin Felsefesi (Marcher, une philosophie) adlı eseri, Kolektif Kitap tarafından yayımlanmış. Muhterem okuyucu, bu bir kitap tanıtımı ama öyle konular ve kişiler olur ki, onlardan söz ederken yazanın her zamanki sözcükleri tercih etmesi ya da cümlelerini formel kalıplar içinde kurması mümkün olmayabilir. Bunun şart olduğunu da düşünmüyorum doğrusu. İnsan çok sevip tutkuyla bağlandığı şeyleri, diğer her konudan başka bir dille anlatabilir. Başka türlü davranamadığı için. Konusu ‘yürümek’ olan bir kitabı, sıkıcı anayasa ya da siyaset bilimi konularıyla aynı tonda anlatamam. Yürümenin Felsefesi’ndeki ‘yürümek,’ öyle sıradan bir beden hareketi değil. Aksine, ancak bu tutkuyu iliklerinde hisseden birinin ‘eylemi’ olmayı hak edecek türden.

40 yaşında başladım yürümeye. Önceki 39 yıl boyunca bir yerden bir yere gittim, koştum, bisiklete bindim, spor yaptım vs. Ama ‘yürümek,’ ancak kırkıncı yılda mümkün olabildi. Yıllarca uzun uzun yürümüştüm oysa. Hafta sonları kilometrelerce. Hafta içi bazı günler. Ancak o yaşa geldikten sonra, yürümenin başka bir anlamı olmaya başladı. Yapmam gerektiğini düşündüğümden değil; özlediğim, başka türlü yaşamak istemediğim için yürümeye başladım. Yürümek, gezmek, gezinmek sözcükleri aralarındaki farkları düşündüm. Sevdiğim yürüme türünün hangisine denk düştüğünü.

Genellikle ‘gezinme’ sözcüğünü tercih ettim. Belki de daha iyisini akıl edemediğim için. Bir yere varma hedefi ya da yarışmacı bir faaliyetten söz etmiyorum kesinlikle. Hiçbir amaç gütmeden yürümek. Tabii mümkünse güzel bir coğrafyada, manzaralı yollarda. Buna mukabil hiç şart değil, sanayi sitesi sokakları da, karayolunun kenarı da, tozlu kaldırımlar da, gecekondu araları da yürümek için son derece uygun olabilir. Önemli olan, bir nedeni, makul gerekçesi yokken yürümek. Bir neden ve makul gerekçe aramadan. Bunun nasıl bir duygu, nasıl bir mutluluk olduğunu tam olarak anlatabileceğimi düşünmüyordum doğrusu. Çünkü örneğin şu satırları yazarken dahi, aslında istediğim şey yazmak değil, yürümek ve çok heyecanlanıyorum. O kadar ki, kitabı boş verip biraz köy yollarını anlatmak istiyorum sizlere. Gelin görün ki elimdeki kitabın yazarı, yıllardır yürürken hissettiklerimi öyle güzel anlatmış ki. Hemen her satırında, ‘Hah işte tam da böyle bir şey yaşadığım’ diyerek okudum.

Yazar Gros, çok önemli düşünürlerin yürüyüş sevgi ve hatta saplantılarını, onların yaşamından ve yazdıklarından hareketle anlatıyor. Bunu yaparken bir yandan da kendisinin yürümek üzerine düşüncelerini öğreniyoruz ki sizi temin ederim yürüyüş müptelası olmasa o satırların tek bir sözcüğünü dahi kaleme alamazdı. Belli ki o da yerinde duramayanlardan! Kitap, ‘Yürümek spor değildir’ cümlesiyle başlıyor. Harika. Tabii ki değildir. Çünkü yürümenin, skor tutmakla, sıralamayla, teknik kurallar listesiyle ilgisi yok. Yazar, moda yürüyüş tabirlerine (trekking!), giderek daha masraflı hale getirilen yürüyüşlere tepki duyuyor ve bunun çok sürmeyeceğini iddia ediyor. Gros’a göre yürümek, ‘ağırdan almaktır,’ ve ‘Yürümek için iki bacağın olması yeterlidir.’ Sözü ona bırakayım:

“Hızlanmak mı istiyorsunuz? O hâlde yürümeyin, başka bir şey yapın; tekerlekleri kullanın, kayın, uçun! Yürümeyin. Ve unutmayın, yürürken takdire şayan tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürümek spor değildir. Bir kez ayakları üzerine dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan.”

Bu sözler, metrobüsün varacağı yerde yaşamın sırrı sunulacakmış gibi yaşayan zavallı ve çaresiz İstanbullular için bir şey ifade eder mi ki! Yürümek, ‘Öncelikle erteleme özgürlüğü sunar,’ diyor Gros. İşleri hiç olmazsa bir süre unutmak mümkündür yürüyen insan için. Ancak kesinlikle sıradan bir zihin oyalama değil burada söz edilen. Yürümek son derece ciddi bir iş. Belli bir tempo gerekli, ne hızlı ne yavaş. Yanlış yere sapamazsınız kolay kolay, çünkü dönüşü saatler sürebilir. Yiyecek ve içeceğinizi iyi hesaplamak zorundasınız. Gerekli malzemeniz olmalı ama kesinlikle ‘yeterince.’ Sıcağa, soğuğa, yağmura hazırlıklı olunmalı. Kas ağrılarına, konforsuzluğa. Kısa süreli bir yürüyüş/gezinti ile günler boyu sürecek yürüyüş arasında çok fark var. Gros, özgürlük duygusunu “Bir lokma ekmek, bir yudum su, uçsuz bucaksız kırlar,” diyerek tanımlıyor. Tabii şunu da söylemeli; rutin yaşamdan birkaç günlüğüne yapılan yürüyüş kaçamağının en vahim yanı, dönüşü oluyor. Çünkü döndüğünüz yer, artık dönmek istemediğiniz bir yer aslında. Mecbur kaldığınız, diyelim.

“…mesele, basit zevkler tatmak uğruna düzenden sıyrılmak değil, sizi ve insanlığı aşan doğanın asiliğinden fışkıran bir özgürlükle tanışmaktır. Yürüyüş, türlü ölçüsüzlüklere neden olabilir: Sersemleten aşırı yorgunluk, ruhu allak bullak eden sınırsız bir güzellik, bedenin sınırlarının zorlandığı zirvelerle yüksek geçitlerde yaşanan aşırı sarhoşluk gibi… Yürümek bizi alıp yaşamın düşey eksenine koyar; arzularımız ve dürtülerimiz ayaklarımızın hemen altındaki sele kapılıp gider.”

Basit olanın yeniden keşfedilmesidir aslında yürümek. Konfordan vazgeçerek keşfedilen bir basitlik. İnsana iyi gelen de bu basitlik, kalabalığın her türünden sıyrılmak aslında.

Gros, Nietczsche ile başlıyor düşünürlerin yürüyüş sevgilerini anlatmaya. Ardından Rimbaud’a, J.J. Rousseau’ya, Thoreau’ya, Kinik düşünceye, Nerval, Kant ve elbette diğerlerinden farklı bir yürüyüşçü olan Gandi’ye değiniyor. Bu yazıda her birini anlatmak ne mümkün, ne gerekli. Kişisel olarak, adı geçen düşünürlerin çoğunun bu niteliğini bilmediğimi ve okuyunca çok heyecanlandığımı söylemeliyim. Kabul, hepsini anlatmaya gerek yok ama yine de konunun önem ve anlamına uygun bir iki satır aktarmak iyi olur.

Nietzsche’nin anlatıldığı sayfalar, filozofun çok hoş satırlarıyla başlıyor: “Mümkün mertebe az oturmalı; açık havada yürürken doğmayan, şenliğine kasların da katılmadığı hiçbir düşünceye güvenmemeli.” Nietzsche, yakasını bırakmayan acılarına derman olsun diye başlamış uzun yürüyüşlere: “Dikkatini şakaklarındaki çekiç darbelerinden uzaklaştırmak, onları dağıtmak ve unutmak için uzun uzun yürümek…” Saatlerce yürür filozof, çok uzun mesafeleri: “Ormanlarda bolca yürüyorum ve muazzam sohbetler yapıyorum kendimle.” Nietzsche’nin yürüyüşleri, Kant’tan farklı olarak bedeni toparlamak amaçlı değil. Şu sözcüklerle tanımlıyor yürüyüşünü: “Sadece kitaplar arasında düşünebilenlerden, aklını kitapların dürtüklemesini bekleyenlerden değiliz biz. Bizim ethosumuz açık havada, tercihen yolların bile tefekküre daldığı ıssız dağlarda veya deniz kıyılarında yürüyerek, sekerek, tırmanarak, dans ederek düşünmektir.”

Rimbaud ise kendisini ‘Sadece bir yaya olarak’ tanıtır. Gros’un sözcükleriyle, yaşamı boyunca bıkıp usanmadan yürümüştür Rimbaud. Hakikaten haftalarca süren yürüyüşler yapar. Yürümenin amaç oluşunu ne güzel anlatıyor şu sözler: “Nereye gidersek gidelim, hoşçakal burası…” J.J. Rousseau’nun yürüyüşü, bir süre ara vermek zorunda kalsa da, yaşamının ‘olmazsa olmazı.’ Diyor ki; “Yürümeden hiç bir şey yapamam, benim çalışma odam kırlardır. Masa, kağıtlar ve kitaplardan oluşan bir manzara beni daraltır…”

Uzun yürüyüşlerin önemli bir niteliği olan ‘yalnızlığı’ ve şahane ‘sessizliği’ belki de en iyi anlatan Henry David Thoreau: “Sessizlik, ekseriyetle, karşılaştığım insanlardan daha fazla şey öğretiyor bana.” Rousseau da ‘haklı olarak’ yalnızlık sevenlerden: “Hiçbir zaman yalnız ve yürüyerek yaptığım seyahatlerdeki kadar düşünmedim, var olmadım, yaşamadım, kendim olmadım…”

Tabii konu hazır buraya gelmişken, Gros’un kesinlikle hemfikir olduğum ‘yalnızlık’ tavsiyesini hatırlatmak isterim. Hakikaten, uzun yürüyüşler yalnız yapılmalı. Yazar, ideali yalnız olsa da, en fazla dört kişilik bir grubu salık veriyor. Birbirlerini biraz mesafeli takip edecek dört kişi. Eğer yol boyu konuşulmayacaksa belki olabilir. Buna mukabil naçizane tavsiyem, yürüyüşe tek başınıza çıkmanız, mümkünse yürüyüş boyunca zorunlu haller dışında hemen hiç kimse ile sohbet etmeden, yalnızca yürümeniz. Beş altı arkadaşınızla ‘konuşarak’ yürümekten yanaysanız, kendinizi hiç yormamanızı ve şehir merkezinde buluşup bir kahvecide zaman geçirmenizi öneririm. Layığınız budur ve daha az yorulursunuz!

Thoreau’nun dediği gibi, “Konuşmadan evvel görmelidir insan.” Sürekli ve hep aynı şeyleri konuşmadan, biraz ağaç, biraz saman koklayarak, biraz da rüzgarı hissederek yürümekte yarar var. Yürüyüşün ardından, berbat konularınıza dönersiniz, telaş etmeyin! Yalnız yürümek yalnızca sağaltıcı etkisi nedeniyle değil, yürüyene istediğini yapma şansı tanıdığı için de kıymetli. ‘Yaşasın başına buyrukluk,’ anlayacağınız! Hadi sözü yine Rousseau’ya bırakalım: “Ben keyfimce yürümeyi, canım istediğimde de durmayı severim. Bana seyyar bir yaşam gerek…” Ne denli basit ve ferahlatıcı değil mi?

Bu konuyu gönül rahatlığıyla bitirmem pek güç. Sayfalarca yazmak, anlatmak istiyorum. Ancak yazının bir sonu olmalı. Yürümenin Felsefesi, yalnızca yürüyüş seven kimi düşünürlerin yürümek hakkındaki düşünceleri ve yazılarını aktarmıyor. Bizzat Frédéric Gros’un yürümeye dair nefis tespitleriyle karşılaşıyorsunuz. Yürümeyi yürekten hisseden, yürürken mutluluk ve heyecan duyan birinin yapabileceği türden tespitler. Aylar önce, Kemal Kılıçdaroğlu’nun başlattığı Adalet Yürüyüşü esnasında Cumhuriyet Akademi için kaleme aldığım yazıda, uzun yürüyüşlerin sağaltıcı ve dönüştürücü etkisinden söz etmiştim. Yürüyüşe başlayan ile bitiren insanın aynı olmayacağından. Kuşkusuz siyasi bir tarafı da vardı yürüyüşe dair bu varsayımın.

Oysa bir yürüyüş, yalnızca ve hiç bir amaç gütmeyen bir ‘yürüme’ eylemi de olabilir. Çoğu zaman öyledir. Yürüyen insan, yürümekten başka bir şey yapmayan bir insan olabilir pekala. Olağan zamanda ‘dışarı’ olanı, ‘sürekli’ hale getiren bir eylem. Yürürken ‘dışarısı,’ artık tüm gününüzü geçirdiğiniz bir mekana dönüşür. İnsanı alt üst eden bir yanı var.

Kitabı okumanızı öneririm.

Sonra da çıkıp yürümenizi. Öyle plan vesaire yapmadan çıkıp yürümenizi. Rahat bir ayakkabı ve uygun kıyafet geçirin üzerinize. Sonra çıkın ve her gün araçla kat ettiğiniz, hiç kimsenin yürümeyi düşünmediği bir yolda, yürüyün. Saatlerce. Yorulunca kaldırımın kenarına oturun. Bir iki yudum su için, biraz atıştırın, devam edin. Çok saçma görünen bir şey yapın açıkçası. Çok yorulun. Ayaklarınız ağrısın. Biraz su toplasın. Kilometrelerce sürdürün bunu. Yıllardır hiç görmediğiniz kaldırım kenarına bakın. Hiç fark etmediğiniz küçük çukurlara. Öylece yürüyün. Sonra da doğada, şehirlerarası yollarda, ormanlarda yapın bunu. Ama diğerini küçümsemeden. Yürüdüğünüz hiçbir ana, hiçbir yola dudak bükmeden. Mümkünse yalnız yürüyün. Ne olur müzik dinlemeyin, kulaklığınız olmasın. Yolu dinleyin. Yürüyüşlerinizin sonunda meşhur bir düşünür olma ihtimaliniz çok zayıf, kendinizi kandırmayın! Misal, ben uzun yıllar boyunca binlerce kilometre yürüdüm ve bırakın düşünür olmayı, yurtdışı yasaklı işsiz bir anayasacıyım!

Buna mukabil şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim; ajans haberlerini ve tvitırda neyin TT olduğunu hiç merak etmeyeceksiniz yürüyüş sona erip akşam olduğunda. Yaşamdaki seçenekleri fark edeceksiniz. Alışkanlıklarınızı sorgulayacaksınız. Çok önem verdiğiniz bir şeylerin, o kadar da önemli olmayabileceğini göreceksiniz. İyi hissedeceksiniz. Çok iyi hissedeceksiniz. Hadi yeter bu kadar, ben çıkıyorum…

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

 

Murat Sevinç

Çanakkale işgal altında – Pınar Bilir

Barışın ve huzurun kenti Çanakkalemiz küresel sermayenin işgali altında. Çanakkale geçilir dediler, yüzlerinde küçümseyici ifadelerle. Çanakkale başka bir eyalet, bağımsız bir ülkeymiş gibi işgal edercesine saldırdılar.

Önce çok değerli tarım arazilerinden otobanlar geçirmeyi hayal ettiler, bundan övgüyle bahsettiler, tarımın yok oluşuna devlet eliyle zemin hazırladırlar. Köprü dediler, esnafa faydası olacak dediler, köprünün ve devamı olan otobanın hiçbir km’si esnafın etrafından geçmezken esnafa nasıl faydası olacaktı? Beton yığınlarına duyulan bu sevdanın sebebini  yıllar geçti anlayamadık.

Sonra karşımıza çağ dışı yatırımlar çıktı, Termik Santraller. Bunlarda büyük yatırımların parçalarıydı. Çan Termik Santrali Eskişehirli bir muhtarın bile beğenisini kazanmıştı. Yaşamın en değerli arazilerinde dev bacalı binalar diktiler. Bunu yaparken Antik kent, tarım arazisi, insan yaşamı dinlemediler. O muhteşem köprünün ve devamı otobanın kollarını termik santrallere bağladılar. Ahtapotun kolları şehrin etrafında sinsice ilerledi.

Şehrin işgali daha bitmemişti.  Sırada Bin Pınarlı İda’yı fethetmek vardı. İda’nın  güzelliğini vahşice yok edeceklerdi. Sinsi sinsi girdiler içeriye, umursamazca, acımasızca, kifayetsiz. Kanadalılar gelmişti buraya. Daha işletme ruhsatı bile almamışken ormanlarımızı yok etmeye başladılar. Yaşlı genç hiç acımadan. Akan derelere aldırmadan. Bir de biz insanların yaşamını umursamadan. Onların elde etmeyi planladığı 20 ton altın için 150 bin insanın yaşayacağı sağlık sorunları, kanserler, ölümler hiç umurlarında olmadı. Kendi ülkelerinde SU HAKTIR dediler, bizim için SUYUNUZ BİZİM dediler.

Biz bu kenti İda’sı için sevdik, hep birlikte yaşayabildiğimiz için sevdik, gökyüzünün yeryüzüne yakın olmasını sevdik, dağıyla denizinin buluşmasını sevdik. Biz bu kentte işgal altında olduğumuzu hissetmek için değil bu kentte özgürce, tüm yaşam haklarına sahip olarak yaşamayı seçtik.

Çam ağacımızın üzerindeki kırmızı işaret doğanın size olan öfkesi olacak. İşaretleyen o elin sahibinin alnında çocuğunun yüzüne bakarken kara bir leke olacak.

Bin Pınarlı İda sizi ummadığınız bir öfkeyle karşılayacak.

 

 

Pınar Bilir

İklim değişikliğini o da körüklüyor: 2025’de elektriğin beşte birini internet tüketecek

Guardian Environment Network  tarafından The Guardian’da yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete yazarı Ali Serdar Gültekin‘in çevirisiyle paylaşıyoruz.

***

Climate Home News’in raporuna göre İnternet’e bağlı milyarlarca cihaz gelecek 10 yıl içinde küresel emisyonların %3,5’ini ve 2040 yılına gelindiğinde %14’ünü üretebilir.

Google veri merkezi

2025 yılına gelindiğinde iletişim endüstrisi, iklim değişikliği hedeflerine ulaşma girişimlerini baltalayarak tüm elektriğin %20’sini kullanabilir. Milyarlarca akıllı telefon, tablet ve İnternet’e bağlı cihazın ürettiği dijital veriyi depolayan enerji açı sunucu çiftliklerinin güç talebi arttıkça, iklim değişikliği hedeflerini ulaşmak güçleşiyor.

Endüstri, artan verimlilik ve atıkların azaltılmasıyla karbon emisyonlarının azaltılabileceğini uzun süredir tartışıyor. Fakat akademi aynı görüşte değil. ABD’li araştırmacıların bu ay içinde yayınladıkları bir makaleye göre 2020 yılına varıldığında bilişim ve iletişim teknolojileri küresel emisyonların %3,5’uğunu oluştururken – havacılık ve taşımacılığı geçerek – 2040 civarında Amerika’nın şimdiki seviyesi olan %14’e varacak.

İsveçli araştırmacı Anders Andrae, 2015 yılında dünya elektriğinin kabaca %3-%5’ini tüketmiş olan internete bağlı cihazların, yüksek çözünürlüklü video aktarımının, elektronik postaların, güvenlik kameraları ve yeni nesil akıllı televizyonların küresel işlemci gücü taleplerinin her yıl %20 arttığını ifade ediyor.

Andrae’nin 2016 yılında gerçekleştirdiği bir gözden geçirme çalışmasına ortaya çıkan yeni bilgilere göre bilişim ve iletişim endüstrisi 2025 yılında küresel elektriğin %20’sini tüketebilir ve dünya emisyonlarının %5,5’inden sorumlu olabilir. Bu oran ABD, Çin ve Hindistan hariç diğer tüm ülkelerin emisyonlarından yüksek.

Andrae, endüstri güç talebinin yıllık 200-300 terawatt-saat (TWh) elektrikten 2025 yılında 1200 ve hatta 3000 TWh’e yükselmesini bekliyor. Veri merkezleri kendi başlarına 1,9 gigaton (Gt) (ya da başka bir deyişle küresel oranın %3,2’si) karbon emisyonuna sebep olacaklar diyor Andrae.

Durum alarm veriyor” diyor Çinli iletişim teknoloji firması Huawei ‘de çalışan Andrae. “Bize yaklaşan bir veri tsunamisi var. Yapılabilecek her şey dijitalleşecek. Bu kusursuz bir fırtına. 5G teknolojisi geliyor, IP trafiği beklenenden daha yüksek ve tüm arabalar, makineler, robotlar ve yapay zekâ veri merkezlerinde devasa miktarlarda veri üreterek dijitalleşiyor.”

ABD’li araştırmacılar, gelişmekte olan ülkelerde 1 milyar insan daha çevrimiçi olduğunda ve gelişmiş ülkelerde ‘nesnelerin interneti’, sürücüsüz araçlar, robotlar, güvenlik kameraları ve yapay zekânın üstel şekilde artmasıyla güç tüketiminin üçe katlanmasını bekliyorlar.

2020 yılında 20,4 milyar nesnenin bağlı olacağı sahneyi hazırlayarak 2017 yılında 8,4 milyar nesne olacak” diyor önde gelen internet analizcisi firma Gartner.

Endüstri, ekonomilerin dijitalleşmesi ve büyük ölçekli enerji verimliliklerinin küresel emisyonları %20 ya da daha fazla azaltacağı fikrini destekledi fakat devrimin ölçeği ve hızı bir sürpriz oldu.

İnternet kullanımının önde gelen endüstri izleyicisi Cisco Visual Networking Endeksi gelecek 5 yıl içinde küresel internet trafiğinin 3’e katlanacağını söylüyor.

Kullanıcı sayısını 2015’teki 3 milyar seviyesinden 2020 yılında 4,1 milyara yükseltmesi beklenen bir milyardan fazla yeni internet kullanıcısı bekleniyor. Gelecek 5 yıl içinde IP ağları 10 milyar yeni cihaz ve bağlantıyı destekleyerek bunların sayısını 2015 yılındaki 16,3 milyardan 2020 yılında 26 milyara çıkartacak” diyor Cisco.

2016 yılında ABD hükümeti için Berkley Laboratuvarı raporu, 2015 yılında 350 milyon terabayt veri depolamakta olan veri merkezlerinin 2020 yılında 100 TWh daha elektriğe ihtiyaç duyacağını öngörüyor. Bu miktar 10 nükleer güç santralinin çıktısına eşit.

2017’de Londra, Frankfurt, Paris ve Amsterdam’da eklenmesi beklenen yaklaşık 200 MW’lık tüketimle Avrupa ve Asya’da veri merkezleri kapasitelerinde bir patlama yaşanıyor. Bu miktar orta ölçekli bir güç santralinin çıktısına eşit.

Tüm bölgelerde veri merkezlerinde dev ölçeklerde bir artış görmekteyiz. ABD’de başlamış olan eğilim şimdi Avrupa’da standart. Asya dev ölçekte adım atıyor” diyor küresel yatırım firması CBRE’de EMEA veri merkezi araştırmasının başı Mitual Patel.

Bu gibi merkezlerde işlenen verinin hacmi eşi benzeri görülmemiş oranlarda artıyor. Bunlar bilişim ve iletişim endüstrisinin büyümesinin bir sonraki aşaması olarak kilit bir birleşen gibi görünüyor” diyor İrlanda Üniversitesi’nden araştırmacı Peter Corcoran.

Danimarka ile birlikte dünyanın en büyük teknoloji firmalarına bir veri üssü haline gelmiş İrlanda’nın veri merkezlerine bağlanmış durumda 350 MW’ı bulunuyor fakat miktarın 3’e katlanarak 1000 MW’ın üzerine çıkması bekleniyor.

Ek 550 MW’ın bağlanması için izin verildi ve 750 MW ise yolda diyor ülkenin ana elektrik şebekesini yöneten Eirgrid.

Eğer tüm başvurular bağlanırsa veri merkezleri İrlanda’nın pik talebi içinde %20 paya sahip olacak” diyor Eirgrid Tüm Ada Üretim Kapasitesi Beyanı 2017-2026 raporunda.

Veri, bu sıralar firmaların inşa etmekte oldukları 100 bin metre kare ya da daha büyük ‘hiper ölçekli’ sunucu çiftliklerinde depolanacak. Bu çiftliklerin ölçekleri devasa. Galway Athenry’de yapılması planlanan 1 milyar ABD Doları değerindeki Apple veri merkezi tek başına 300 MW güç çekerek ülkenin elektriğinin %8’ini ya da Dublin’in bir günlük elektrik kullanımından fazlasını tüketecek. Rüzgâr esmediği zaman bu mekânı işletmeye devam etmek için 144 dizel büyük jeneratörüne ihtiyaç olacak.

Facebook’un, İsveç’te arktik dairenin kenarında yer alan Lulea veri merkezi soğutma için klimalar yerine dış havayı kullanıyor ve Lule Nehri üzerinde üretilen hidroelektrik gücü kullanıyor.

Greenpeace’in ve diğer çevreci grupların baskısıyla Google, Facebook, Apple, Intel ve Amazon’un aralarında olduğu büyük ve göz önünde olan teknoloji firmaları veri merkezleri için yenilenebilir enerji kullanma sözü verdiler. Çoğu örnekte şebeke dışından satın alsalar da bazıları kendi merkezlerine yakın güneş ve rüzgâr çiftliklerini kurmayı planlıyorlar.

Greenpeace bilgi teknoloji analizcisi Gary Cook’a göre dünya genelinde veri merkezlerinin kullandığı elektrik enerjisinin %20’si hali hazırda yenilenebilir. Geriye kalan %80’i ise fosil yakıtlardan güç sağlıyor.

İyi haber şu ki bazı firmalar sorumluluklarını kabul ettiler ve hızlı büyümelerini yenilebilir enerjiyle karşılamak için oldukça saldırgan şekilde ilerliyorlar. Diğerleri sadece saldırgan şekilde büyüyorlar” diyor Gary Cook.

Apple’ın İrlanda’daki yeni veri merkezine meydan okuyan mimar David Hughes hükümetin vaatlere gelmemesi gerektiğini söylüyor.

Yenilenebilir kullanmak kulağa iyi geliyor fakat ürettiklerinden kimse istifade edemiyor ve emisyonları azalmak için ulusal girişimleri çarpıtıyor. Veri merkezleri, İrlanda’nın %40 karbon emisyonu indirim hedefi için yapılmış tüm çabayı iç etmiş durumda. Sadece talep ekliyorlar ve bizim oranımızı düşürüyorlar. İrlanda yurttaşlarının masraflarıyla bedava yolculuk yapıyorlar” diyor Hughes.

Eirgrid’in tahminlerine göre 2025 yılında İrlanda’da üretilmiş olan her 3 kWh’in biri veri merkezlerine gidecek diye ekliyor. “Uyurgezer bir halde elektrik tüketiminde %10’luk artışa vardık.”

Fosil yakıt tesisleri ülkenin diğer kısımlarına güç sağlamak için daha uzun süre açık kalmak zorunda kalacaklar ve bunun maliyeti tüketicilerin üzerine binecek diyor. “Şebekemizi iyileştirmeli, rüzgâr ve rüzgâr olmadığında onun yedeği olacak daha çok güç santrali inşa etmeliyiz ve bunun faturası doğrudan insanlara kesiliyor.”

En iyi senaryoda diyor Andrae, enerji tasarrufunda sürekli büyük bir ilerleme kaydedilir, yenilenebilir enerji bir norm haline gelir ve veri talebindeki patlama büyüme yavaşlar.

Fakat eşit olarak diyor, endüstri %20 oranında her yıl artmaya devam ederse, onlarca sensörlü sürücüsüz araçlar ve aşırı miktarda bilgisayar gücüne ihtiyaç duyan Bitcoin gibi kripto para birimleri yaygınlaşırsa, talep de artmaya devam edecektir.

Tüm bunların kontrolden çıkması riski bulunmakta. Politikacıların gözünün bunun üzerinde olması gerekiyor.” Diyor Andrae.

 

Makalenin İngilizce orijinali 

Makale:  Guardian Environment Network

Yeşil Gazete için çeviren: Ali Serdar Gültekin

 

(Yeşil Gazete, The Guardian)