Ana Sayfa Blog Sayfa 2919

Bir linç hikayesi: Kanal İstanbul

Linç: Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi.

Kanal İstanbul, “Çılgın Proje” olarak ortaya atıldığından beri kamuoyunun ezici çoğunluğunun merak ettiği tek konu vardı: Bu kanalın güzergâhı ne olacak? Çok az insan böyle bir projeye neden gerek duyulduğu üzerinde durdu. Daha az insan bu projenin hayata geçirilmesi halinde Karadeniz ve Marmara Denizi (Dolayısıyla da Ege Denizi) ekosisteminde nasıl bir değişikliğe yol açacağını konuştu. Ve tabii ki bu projeden doğrudan etkilenecek olan İstanbul’un proje bittikten sonra nasıl bir hal alacağı da konuşulanlar arasında son sıralardaydı.

Ezici çoğunluğun merak ettiği güzergâh sorunun yanıtı geçtiğimiz hafta ortaya çıktı. Şimdi güzergahı merak edenlerin aklında yeni sorular var. “Bizim taşlı tarlaya ne zaman imar gelir?”, “Evin kiracısıyla konuşup kirayı kaça yükseltmek uygun olur?”,  “Üç daireyi müteahhide versek kanal gören iki tane daire alabilir miyiz acaba?” Evet, şimdi kafalardaki sorular bunlar. Çünkü hiç gizlenmediği gibi Kanal İstanbul, iki deniz arasında bir inşaat şantiyesi yaratarak rant oluşturma ve inşaata dayalı ekonomiyi biraz daha ayakta tutma sanatının son ve en büyük örneğidir.

Terazinin rant kesesinde kimse masum değil

Şu anda Kanal İstanbul’un etkilerini kamuoyuna anlatmak için belirli sayıda bilim insanı, meslek örgütü mensubu ve çok da büyük olmayan bir grup kente, doğaya, yaşama yönelik derdi olan insan uğraşıyor, didiniyor. Öngördükleri tehlikeleri anlatıyorlar. Örneğin, İstanbul’un yaşanmaz hale gelebileceğini, Marmara Denizi’nin ölebileceğini açıklamaya çalışıyorlar. Yapılan araştırmaları, tarihsel verilerle destekliyorlar. Fakat sesleri duyulmuyor. Çünkü terazinin öbür kefesi çok daha kalabalık ve ağır basıyor.

Terazinin öbür kefesinde bahsettiğim rant ve bu ranttan büyüğünden küçüğüne yararlanmayı düşünen insanlar var. Zaten büyük “yükleniciler yüklerini yükleyeli” çok oldu. Kanal İstanbul’un güzergâhı çevresinde kurulacak yeni kentin paylaşımı yapıldı, bitti. Fakat iş bu kadarla bitmiyor. Büyüklerin yanında “Evet AKP’nin baba müteahhitlerinden değiliz ama bize de düşer üç beş kuruş” diye olaya bakan ve avucunu ovuşturan binlerce, belki yüz binlerce insan var. Çünkü Türkiye’de toprak rantı ve bu ranttan pay kapma yarışı da bir sanat ve herkes bu sanatın sanatçısı. Kimse masum değil.

Kimsenin masum olmadığı, herkesin “ne koparsak kârdır” diye baktığı bir proje Kanal İstanbul ve işte bu noktada TDK’nin tanımına dönmek gerekli. “Birden çok kimsenin kendilerine göre suç olan bir davranışından ötürü birini, yasa dışı ve yargılamasız olarak öldürmesi.” Bu tanımı Kanal İstanbul’a ve Kanal İstanbul’a bakıp avuç ovuşturanlara uyguladığımızda karşımızdaki fotoğraf berraklaşıyor: Kanal İstanbul bir toplu kent, doğa, yaşam linçidir. Bu linç sonunda öldürülecek olan da Karadeniz’dir, Marmara’dır ve ikisinin arasında binlerce yıldır varlığını sürdüren İstanbul’dur. Rantı yememenin neredeyse suç olduğu bir ortamda parça parça edilerek öldürülecek olanlar bunlardır.

Bu iş bittiğinde aslında herkes üzülecek

Kuzey’i köprü ve havaalanı ile yaşamsızlaştırılmış, Batı’sı Kanal İstanbul ile önce bir doğa kırımına sokulacak, sonrasında dört bir yanı yeni uydu şehirler kurularak daha da yaşanmaz hale getirilecek olan İstanbul öldüğünde herkes üzülecek ama kimileri suçlu olarak üzülecek; kimileri rantları bittiği için üzülecek; kimileri de uyarıları dikkate alınmadığı ve haklı çıktığı için üzülecek.

Fakat hepimiz bu cinayeti göreceğiz. Daha da kötüsü el birliğiyle, para için, bu linçe ortak olacağız.

Yeşil Gazete yazıları ve diğer yazılar için: http://www.urbarli.net

https://twitter.com/Urbarli

Resmi Gazete yayınladı: Çatıda ürettiğiniz elektriğin fazlasını şebekeye satabileceksiniz

Çok uzun zamandır beklenen çatılarda bireysel elektrik üretimine dair yasal düzenleme Resmi Gazete’nin bugünkü (18 Ocak) nüshasında, “Elektrik Piyasasında Tüketim Tesisi ile Aynı Ölçüm Noktasından Bağlı ve Güneş Enerjisine Dayalı Üretim Tesisleri için Lisanssız Üretim Başvurularına ve İhtiyaç Fazlası Enerjinin Değerlendirilmesine İlişkin Usul ve Esaslarbaşlığı ile yayımlandı. Karara göre artık çatınızda elektrik üretebilecek ve fazlasını da şebekeye satabileceksiniz.

Çanakkale’de yenilenebilir enerji üzerine çalışmalar yapan Troya Çevre Derneği’nden Oral Kaya, bu kararı, “Uzun sözün kısası; artık evinizin çatısında elektrik üretip fazlasını da şebekeye satabileceksiniz. Bu konuda eksik olan yasal düzenleme, 18 Ocak 2018 tarihli ve 30305 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi” sözleri ile özetliyor.

Bugüne kadarki mevcut durumda uygulanan yapıda kendi evinizin çatısında sadece kendi ihtiyacınızı karşılamak amacıyla elektrik üretme imkanı bulunuyordu. Zaman içinde bu konuda bazı düzenlemeler de yapılarak, bu üretimi kolaylaştırıcı kararlar da alındı. Ne var ki üretim fazlasının ne kadar ve ne şekilde değerlendirebileceğine dair bir hüküm ise 18 Ocak tarihli Resmi Gazete’de yer alan karara değin bulunmuyordu.

Oral Kaya

Bu düzenlemeye tabi olmak için şebekeye abone olunması gerektiğini ve abonelik üzerinden üretim yapabilmenin mümkün olduğunu belirten Oral Kaya, mevcut düzenleme ile getirilen şartları ise maddeler halinde şu şekilde özetledi:

 

Karar Güneş dışındaki üretimleri kapsamıyor

1- Kurul kararı sadece çatı ve cephe uygulamalarını kapsayıcı bir şekilde yayınlandı. Yani sadece bu alanlarda üretim tesisi kurabileceksiniz. Aynı zamanda sadece güneş enerjisi sistemleri ile üretim yapma hakkı tanıyor. Rüzgar gücünden yararlanarak elektrik üretimi yapmak veya hibrit sistemler için geçerli değil.

2- Üretim ve tüketim aynı tesiste gerçekleşmek zorundadır. Farklı üretim ve tüketim adreslerini kurul kabul etmiyor.

3- Her abone, bir tek üretim hakkına sahip olacaktır. Farklı yerlerde üretim hakkı var ise (ikinci konut, işyeri veya kooperatif gb.) bu durumda sadece birini tercih etmek zorunda olacaktır.

4- Her abone sadece sözleşme gücü kadar ve 10 kW’ı geçmeyecek şekilde üretim yapabilir. Abone olduğunuzdaki sözleşme gücü bu aşamada karar vericidir.

5- Ev sahibinin değişmesi halinde, yani çatı veya cephesinde üretim tesisi olan konutun abonesi değiştiğinde, yeni abone sadece bir bilgilendirme ile tesisi üzerine alacaktır. Tesis aynı koşullarda üretime devam edecektir.

6- Tüketim fazlası elektrik şebekeye dağıtım şirketi üzerinden satılabilecektir. Bunun için üretici abone çift taraflı sayaçla belirlenen miktarı diğer üreticiler gibi faturalandırarak tahsil edebilecektir.

EPDK‘nın (Enerji Piyasaları Düzenleme Kurumu) uzun zamandır beklenen bu kararı, aynı zamanda diğer teknik aşamalara da yol gösterici olmakta, başvuru prosedürünü de kolaylaştırmakta.

Okur sorusuna yanıt: Kooperatife ortaklık

Haberimizi yayına aldıktan sonra okurlarımızdan Utku Korkmaz‘ın sosyal medya üzerinden tarafımıza ulaşan sorusunu da Oral Kaya’ya ilettik.

Korkmaz, twitter üzerinden, “Haberin doğrusu şöyle aslında.Resmi Gazete yayınladı: Çatıda ürettiğiniz elektriğin fazlasını şebekeye satabileceksiniz.. “50 TL fatura kesmek için şahıs şirketi kurup aylık 100 TL muhasebeci ücreti verirseniz”  mesajını paylaşmıştı.

Kaya, Utku Korkmaz’ın mesajına şu şekilde yanıt verdi.

“Fatura kesmeden zaten satış yapılamayacağına göre, tabii ki fatura kesilecek.

Ama fatura kesmek istemiyor, ürettiği elektriği yine satmak istiyor ise, bu durumda da kooperatife ortak olacak”

 

Haber: Alper Tolga Akkuş

(Yeşil Gazete)

Güneşli günler gelecek mi? – Barış Can Sever

“Gölge Etme, Güneşin Önündeki Engelleri Kaldırın” sözüyle meramını açıkça dile getiren Greenpeace Akdeniz örgütlenmesi benim nazarımda büyük üstad Diyojen’e selam göndermiş ve şu sözünü yeniden hatırlatmıştır: “Gölge etme başka ihsan istemem!” (Diyojen, Büyük İskender’e konuşuyor).

Güneş’i pek göremediğimiz fakat havanın da mevsim normalleri üzerinde seyrettiği bu kış döneminin Aralık ayı içerisinde katıldığım değerli çalışmalardan bir tanesi de Greenpeace Akdeniz’in organize ettiği “Güneş Elçileri” isimli eğitim oldu. Uzun soluklu bir çalışma olan bu programın ilk iki eğitimi İstanbul ve Seferihisar’da gerçekleşmiş, bizim dahil olduğumuz Kayseri eğitimi ise yılın son ve üçüncü çalışması olarak yerini almıştı. İzmir’den gelen arkadaşların “İzmir şu an Kayseri’den daha soğuk” dediği, Kayseri yerlilerini de şaşırtan düzeyde ılıman bir hava vardı. İnsan kaynaklı iklim değişikliğinin etkilerini dünyada ve Anadolu coğrafyasında somut göstergeleriyle yaşarken, ben de Mersin’den otobüsle geliyordum Kayseri’ye ve Niğde-Kayseri karayolu üzerinde sağlı sollu yerini almış güneş tarlalarını izledim bir süre. Programın neden Kayseri’de gerçekleştiğine dair ufak ipuçlarıydı bunlar.

Program devam ederken öğrendiğim ilginç bilgilerden bir tanesi şu oldu. Karadeniz bölgesinin sahip olduğu güneş enerjisi potansiyeli, Almanya’nın en güneyindeki bölgelerin sahip olduğundan daha fazlaydı. Yani, güneşli gün sayısı olarak epey şanslı bir coğrafyadayız. Öte yandan, özellikle Almanya’nın Freiburg şehrinin bulunduğu bölge güneş potansiyelini en iyi şekilde kullanırken, Anadolu coğrafyasının bu potansiyeli etkin bir şekilde kullanamıyor oluşu hem yerelde yaşayan canlılar hem de yaşam alanımız dünya adına pek iç açıcı bir durum değildi. Bu aşamada iki önemli noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bu iki noktanın etrafında oluşan diyaloglar da birbirinden çok kopuk değil bugünlerde. Enerji verimliliği ve iklim değişikliği…

Greenpeace Akdeniz’den gazeteci Özgür Gürbüz bu durumu sunumunda şöyle başlıklandırmıştı: Enerji Dönüşümü ve Enerji Demokrasisi. Elimizde bizi yaratıcı düşüncelere sevk edecek bir konu vardı. Bir yandan iklim değişikliği krizinin çözümlerini alternatif enerjilerle desteklemek bir yandan da enerji dönüşümü sürecini daha demokratik bir hale getirmek… Yapısı gereği problematik olan nükleer enerji (bahsedildiği kadar ucuz değil, atık sorunu çözülmeli, kaza riski hep var) ve fosil yakıt grubunda yer alan kömür, petrol, gaz gibi kirli ve sürdürülemeyen kaynaklardan; güneş, rüzgar, biyokütle, dalga ve jeotermal gibi alternatif kaynaklara “Adil Geçişi” sağlayabilmek işin özünü oluşturuyor.

Bu dönüşüm esnasında ve devamında ise sivil toplumun ve bireylerin tüm karar alma süreçlerine aktif katılımı ve bu katılıma engel olunmaması çok önemli. Maalesef bu konuda enerji politika ve karar alma süreçlerine bireylerin ve sivil toplumun dahil edilmesi bağlamında karnede birtakım eksiler var. İşin bir başka boyutunda ise, temiz enerji kaynağı deyip sorgusuz sualsiz hareket etmemek gerekiyor. Her alanda olduğu gibi güneşin, rüzgarın ve diğer kaynakların da önemli detayları var. Yanlış strateji ve politikalarla enerji verimliliği düşebilir veya doğada istenmeyen tahribatlar bırakılabilir. Örneğin güneş enerjisi konusunda güneş tarlalarının sayısını çoğaltmak yerine bireysel santrallenme ve bunun önündeki bürokratik engellerin aşılması çok önemli. Diğer sektörlerde olduğu gibi karar alacıların etkisi altındaki piyasa dinamiklerine terk edilmiş (neo-liberal otoriter yaklaşımlar) bir güneş enerjisi, sivil yaşamı ekonomik anlamda zora sokarken, yanlış uygulamaların da sorgulanmasını engelleyebilir.

İklim değişikliği krizinin gündemde olduğu ve ciddi bir teknolojik-bilişsel dönüşümün yaşandığı bu dönemde böyle bir programın gerçekleştirilmesi çok değerliydi. Greenpeace Akdeniz’den Ozancan İlhan ve Özgür Gürbüz ile GÜNDER’den Faruk Telemcioğlu program çerçevesinde birbirinden değerli bilgiler paylaştı ve program yöneticileri Kayseri Organize Sanayi’de yer alan bir Fotovoltaik Panel üretim fabrikasını ziyaret etmemizi sağladı. Emeği geçen herkese çok teşekkürler…

 

Bu yazı bariscanseverrr.wordpress.com/ dan alınmıştır

 

Barış Can Sever

Çin’in plastik ithalatını yasaklaması Batı’nın geri dönüşüm planını zorluyor

New York Times’da Kimiko de Freytas-Tamura imzasıyla yayınlanan haberi Yeşil Gazete yazarlarından Ali Serdar Gültekin çevirisiyle yayınlıyoruz.

***

Yetkililer, Çin’deki bu örnekteki gibi Batıda ve Britanya’da yığılmakta olan plastikle mücadele etmekte zorlanıyor. Çin 1 Ocak’ta birçok geri dönüşüm malzemesinin ithalatını yasakladı. CreditFred Dufour/Agence France-Presse — Getty Images

Şu ana kadar, en azından Britanya’da bu duruma cevap, hiçbir şey. Londra’da en az bir atık bertaraf alanı çoktan plastikle yığınlarıyla dolmuş durumda ve bu plastiğin bir kısmını tesisten kaldırmak için para ödemeli.

Benzer durumlar Kanada, İrlanda, Almanya ve birkaç Avrupa ülkesinde daha raporlanmış durumdayken Hong Kong gibi liman şehirlerinde tonlarca çöp yığılmaya devam ediyor.

Oregon’da geri dönüşümün öncülerinden Steve Frank’in iki tesisi her yıl 220,000 ton geri dönüştürülebilir atık topluyor ve tasnif ediyor. Şu ana dek bu malzemenin büyük kısmı Çin’e ihraç ediliyordu.

“Envanterim kontrolden çıkmış durumda” diyor.

Frank’in söylediğine göre “Çin’in yasağı küresel geri dönüştürülebilir atık akışını bozdu.” Söylediği üzere artık bu atıkları Endonezya, Hindistan, Vietnam, Malezya – “Nereye gönderebilirse oraya” – gönderecek. Fakat bunun bir fark yaratmasını beklemiyor.

Britanya’da O’Donovan Atık Bertaraf şirketinin yöneticisi Jacqueline O’Donovan, Çin’in kararının uygulamaya başlamasıyla “pazar tamamen değişti” diyor. Onun şirketi her yıl 70,000 ton plastik atığı topluyor ve bertaraf ediyordu. Söylediği üzere gelecek aylarda “İngiltere’nin tümünde bir darboğaz yaşanacak.”

Britanya’nın başbakanı Theresa May, önlenebilir atıklardan gelecek 25 yıl içinde kurtulma sözü verdi. Hazırlamış olduğu bir konuşmada süpermarketleri tüm gıdanın paketsiz durduğu plastiksiz alanlar oluşturmaya teşvik etti.

Avrupa Birliği’nde, Çin’in yasağı ve okyanusların sağlığının da aralarında bulunduğu diğer sebeplerle birlikte plastik poşetler ve ambalajları vergilendirme tasarısı bulunmakta.

İngiltere Ascot yakınlarında bir geri dönüşüm merkezi Steve Parsons/Press Association

Bu önlemler sorunu bir gün hafifletmeye yarayacaktır fakat Britanya şu an yığılan geri dönüştürülebilir atıklarla yüz yüze ve onları koyacak hiçbir yer yok. Uzmanların söylediğine göre bu krize çözüm olarak atık yakmaya ya da atık depolama sahalarına dönülebilir. Bu iki çözüm de doğaya zararlı.

Çin’in yasağı ‘tasnif edilmemiş kâğıttan plastik şişelerde kullanılan düşük dereceli polietilen tereftalatı da içeren 24 çeşit katı atığın ithalini kapsıyor. Aynı zamanda diğer geri dönüştürülebilir atıkların saflık derecelerinde yeni limitler belirleyen bu yasak ‘yang laji’ yani ‘yabancı çöpüne’ karşı büyük bir kampanya ve temizlik faaliyetinin bir parçası.

Çin bir süredir dünyanın kâğıt, metal ve kullanılmış plastik atığının en azından yarısını işlemekteydi. Yakın zamanlı endüstri verisine göre 2016 yılında bu miktar 7,3 milyar tondu. Geçen temmuz Çin, Dünya Ticaret Örgütünü, doğayı ve kamu sağlığını korumak için eylem gerektiğini söyleyerek çöp ithalatında bazı yasaklar uygulama niyetinde olduğuna dair bilgilendirdi.

Çin, “Hammadde olarak kullanılabilir katı atığa yüksek miktarlarda kirli atık ve hatta tehlikeli atık karışmakta” diye Dünya Ticaret Örgütüne yazdı. “Bu Çin’in doğasını ciddi şekilde kirletmektedir.”

Çin yetkililer, aynı zamanda, denizaşırı ülkeye getirilen geri dönüştürülebilir atığın çoğunlukla uygun şekillerde temizlenmediği ya da geri dönüştürülemez atıklarla karıştırıldığından yakındılar.

Ani hareket Batı ülkelerini, yığılmaya başlamış plastik ve kâğıt atıkları için yeni pazar bakarken başa çıkmak zorunda bıraktı.

Britanya’daki Recycling Association (Geri Dönüşüm Derneği) başkanı Simon Ellin, “Bu sadece Birleşik Krallık’ın sorunu değil” dedi. “Tüm dünya ‘Ne yapmalıyız?’ diye düşünüyor. Bunlar zor zamanlar.”

Geri dönüştürülebilir atığının yüzde 80’ini Çin’e yollayan Novo Scotia Halifax’tan şehir katı atık yönetimi müdürü Matthew Keliher, market poşetleri ve ambalajlarda kullanılan düşük dereceli plastik hariç, plastiğin çoğunluğu için bir alternatif bulduklarını söylüyor. Bu çeşit plastik stokları Halifax’ın depolama kapasitesini o kadar aşmış durumda ki şehir 300 ton atığı çöplüğe gömmek için izin almak zorunda kaldı.

Plastiğinin yüzde 50’sini ve karışık kâğıdının yüzde 100’ünü Çin’e gönderen Alberta Calgary’de geçen sonbahardan beri atıklar boş depolama sahaları, konteynerler, depolarda saklanıyor. Canadian Broadcasting Corporation’a (ÇN – Kanada devlet kanalı) şehrin atık ve geri dönüşüm hizmetinin yöneticisi Sharon Howland şimdiye kadar 5,000 ton toplanmış durumda diye konuştu.

“Malzeme (atık) satılabilir bir kaynak. Bu sebeple tercihlerimizi değerlendirmek için sürdürebildiğimiz kadar uzun bir süre depolamaya devam edeceğiz” diyor.

Kenya Nairobi’de çöp ve plastik poşet dağı. Ben Curtis/Associated Press

Britanya’da siyasetçiler bile hazırlıksız yakalanmışa benziyorlar. Geçen ay yasa yapıcıların önünde uygulamaya alınmak üzere olan yasak Çevre Bakanı Michael Gove’a sorulduğunda beceriksizce şunu dedi: “Bizi nasıl etkiler bilmiyorum. Tamamen dürüst olmak zorundayım, bu üzerine hiç düşünmediğim bir şey.”

Plastiklerden ötürü kirlilik son birkaç yılda küresel ilgili yakaladı. BBC’de yayına başlayan yeni bir David Attenborough dizisi ‘Mavi Gezegen 2’ (Blue Planet II), plastik torbaların ve şişelerin okyanusları nasıl doldurduğu ve balıkları, kaplumbağaları ve diğer deniz yaşamını nasıl öldürdüğünü gösteriyor, hükümetleri daha sıkı yasaları yürürlüğe almaya telkin ediyor.

Greenpeace U.K.’e (ÇN – Greenpeace Birleşik Krallık Ofisi) göre Britanya Çin’e her yıl 10,000 olimpik yüzme havuzunu doldurmaya yetecek kadar geri dönüştürülebilir atık gönderiyor. Institute of Scrap Recycling Industries’in (Atık Geri Dönüşüm Endüstrileri Enstitüsü) raporladığına göre Amerika Birleşik Devletleri her yıl 13,2 milyon ton atık kâğıt ve 1,42 milyon ton atık plastiği Çin’e ihraç ediyor. Bu Amerika’nın Çin’e en büyük 6. ihraç kalemi.

Brüksel’deki European Recycling Industries’ Confederation (Avrupa Geri Dönüşüm Endüstrisi Konfederasyonu) başkanı Emmanuel Katrakis, “Alternatif pazarlar olacaktır ama bu pazarlar şu an mevcut değil” diyor.

Katrakis, Çin’in, tüm atığın yüksek seviyelerde kirliliğe sahip olduğu iddiasının asılsız olduğunu iddia ediyor ve Pekin’in birçok atık tipinde kriterlerinin Avrupa ve Amerika’dan çok daha yüksek olduğunu söylüyor. Aynı zamanda Avrupa’nın, plastik atıkları toplamak ve bir yerlere ihraç etmeğe çok odaklandığını ve imalatçıların bu atıkları yeni ürünlerinde kullanmaları konusunda yeteri kadar teşvik edilmediklerini ekliyor.

Ellin, “Daha az üretmeye başlamalı ve daha kaliteli geri dönüştürülebilir ürünler üretmeliyiz” diyor.

Ellin, imalatçıların çoğunlukla çevre için zararlı ürünler ürettiklerini ve ardından ‘sepeti’ perakendecilere bıraktıklarını, perakendecilerin de sorumluluğu atıkları geri dönüşüm için tasnif etmek zorunda olan yerel yönetimlere bıraktıklarını ifade ediyor.

“Olan şu ki, bu tedarik zincirinin son halkası dönüp ‘Hayır, artık bu kadar düşük kaliteli bir şeyleri almaya devam etmek istemiyorum. Bunları kendinize saklayın’ dedi.”

Çin’de, henüz ithalatı yasaklanmamış ancak uygulanamaya başlayan bağlayıcı yeni seviyeleri ima ederek “Kirlilik artık yüzde 0,5’ten yüksek olamaz” diyor.

Eğer denizaşırı gelen plastikse “Çin’de mavi gökyüzünün görünmüyor olması?” diye soruyor. “Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Gidin büyük savaşları veri küçük olanları değil.”

Ian Austen Ottowa’dan ve Catherine Porter Toronto’dan rapora destek vermiştir.

 

Haberin İngilizce Orijinali

Muhabir: Kimiko de Freytas-Tamura

Yeşil Gazete için çeviren: Ali Serdar Gültekin

 

(Yeşil Gazete, The New York Times)

Demirtaş “Soylu’ya hakaret” davasında beraat etti

“Terör örgütü kurma ve yönetme” suçlamasıyla tutuklandığı 4 Kasım 2016’dan beri tutulduğu Edirne Cezaevi’nden getirildiği Ankara’da hâkim karşısına çıkarılan Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya hakaret davasından beraat etti.

Sincan Cezaevi Kampüsü’nde yer alan salonda yapılan duruşmaya; aralarında Ahmet Türk, Sırrı Sakık, Meral Danış Beştaş, Ahmet Yıldırım’ın da bulunduğu 20’nin üzerinde HDP’li ile Demirtaş’ın eşi Başak Demirtaş da izleyici olarak katıldı.

HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş, 7 Haziran 2015 seçimleri öncesi AKP’nin Teşkilattan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı olan Süleyman Soylu’nun “seçim hilesi yapmak için 3 bin 500 kişilik bir ekip kurduğunu” iddia ettiği için 10’uncu Asliye Hukuk Mahkemesi’nde hâkim karşısına çıktı.

Demirtaş, öncelikle dokunulmazlığı devam ettiği için mahkemenin kendisini yargılayamayacağını belirterek, iddianamenin okunmasına itiraz etti. İtirazı kabul edilmeyen Demirtaş, Anayasa’nın dokunulmazlığı düzenleyen 83/2 maddesinin geçici bir maddeyle askıya alınmasının Anayasa’ya aykırı olduğunu vurguladı. Demirtaş, mahkemeden söz konusu düzenlemenin iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gitmesini talep etti.

Vekilliğim bitince yargılayabilirsiniz”

Parlamentoda ve dışarıda yaptığı her konuşma için hakkında fezleke hazırlandığını belirten Demirtaş, “Attığım her adım, yaptığım her konuşma suç sayıldı. 102 konuşmam fezlekeye dönüştürüldü. Havuz medyasında gece gündüz duruşmalarım yapıldı. Şu anda infazı çekiyoruz. Eş başkanım haksız ve usulsüz suçlamalarla siyaset dışı bırakıldı. Parlamentoya yazı yazarak, dokunulmazlığımın dönem sonunda kaldırılmasını isteyebilirsiniz. Yargıdan kaçmıyorum. Vekilliğim bitince yargılayabilirsiniz. Bu politik bir dava. Keşke hukuki bir dava olsaydı” diye konuştu.

Böyle bir iddianameye karşı savunma yapıp kendini yormak istemediğini ve bunun da “tenezzül” meselesi olduğunu söyleyen Demirtaş, sanık konumuna düşürülmesinin hak ihlali olduğunu belirterek şöyle devam etti:

“HDP’li vekiller ile 6 binden fazla yönetici ve üyemiz içeride. HDP sistematik bir biçimde yok edilmek isteniyor. Şu birkaç cümleden dolayı savunma yapmak zorunda bırakılıyorum. Mecliste, hırsızlık ve yolsuzluktan fezlekeleri düzenlenmiş onlarca vekil var. Tek birinin sanık koltuğuna oturduğunu gördünüz mü? MHP Genel Başkanı’nın hakkında onlarca soruşturma vardı. İfade verdiğini gördünüz mü? Bir konuşma yapmakla bu ülkenin zencileri mi olduk? Bu devlet kişilerin, bir partinin devleti değil, tüm toplumun devletidir. Fikirlerimizi beğenmiyorsunuz diye bize düşman hukuku uygulayamazsınız.”

“Soylu’nun sanık sandalyesine oturmasını istemem”

Duruşmada söz alan Soylu’nun avukatı Uğur Kızılca ise müvekkilinin “HDP Güneydoğu’da baskı ve silahla oy topluyor” ifadelerini tekrarlayınca Demirtaş tepki göstererek, “Burada partimin itham edilmesini kabul edemem” diyerek şunları söyledi:

“Soylu’nun, şahsıma ‘hain’, ‘silahla oy topluyor’, ‘adam değil’ gibi sözleri oldu. Bunlar ağır şeyler ama suç değildir. Soylu’nun sanık sandalyesine oturmasını istemem. Ben sanığım, o bakan. Ben sanık olacaksam ikimiz de olalım. Seçim öncesi  60 parti binamız yakıldı. Ben girmeden dakikalar önce Mersin il teşkilatımız havaya uçuruldu. Zorla oy topladığımız doğru değil.”

Hakaret yok

Mahkeme, davanın seçim dönemiyle ilgili olduğunu ve Soylu ile Demirtaş arasında ticari ve şahsi bir ilişki olmadığını belirterek, ‘beraat’ kararını şöyle gerekçelendirdi:

“Davalının sarf ettiği sözler, katılanın vakar, onur ve haysiyetini zedeleyen, itibarını kıran bir fiil olmayıp, seçim rekabeti nedeniyle basın yayın organları önünde görüşlerinin haklılığını iddia etmiştir. Bu sözler seçim tartışmasından ibarettir. Katılanın kişiliğine ve kimliğine yönelik bir sövme yoktur. Bu sözler ağır eleştiri ve tenkit kapsamında değerlendirilip hakaret suçunu oluşturmaz.”

Yargılandığı diğer dava 18 Nisan‘a ertelendi

Demirtaş, 10 Ekim 2015’te Ankara Garı önünde düzenlenen ve 100’den fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan bombalı saldırı üzerine yaptığı konuşma nedeniyle, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni ve kurumlarını aşağılama” suçlamasıyla aynı gün ikinci kez hâkim karşısına çıktı. Bu davada da dokunulmazlığın kaldırılmasının Anayasa’nın amir hükmüne aykırı olduğunu, dokunulmazlığının kaldırılması için hakkında bir Meclis kararı bulunmadığını belirten Demirtaş, soruşturma konularının çoğunun parlamentoda yaptığı konuşmalar olduğunu vurguladı.

25’inci Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davada hâkim, Demirtaş’ın taleplerinin incelenmesi yönünde ara karar vererek, bir sonraki duruşmayı 18 Nisan 2018 tarihine erteledi.

 

(Deutsche Welle)

‘Erdoğan despotizmine destek vermek Türkiye’nin demokratlarına ihanet olur!’- Cem Özdemir

Bu yazı ahvalnews.com sitesinden alındı

Macron-Erdoğan buluşması ile AB Türkiye ilişkisi bir kez daha Avrupa gündemindeydi. Türk basınından gelen haberler doğru ise, Erdoğan Paris yolculuğu için Macron’u oldu bittiye getirdi ve Paris’te “ağırlandı”.

Macron Washington ve Berlin’in Türkiye politikasında bıraktığı boşluğu doldurmak, Putin ile kol kola yürüyen Erdoğan’ı hiç değilse tümden kaybetmemek için çaba harcıyordu.

Erdoğan’ı kabul etmek için henüz hazır değildi belki, ama sıcak bir telefon hattı ile Ankara’da etken olmayı sürdürüyor, tutuklu Fransız gazetecilerin serbest kalmasını da sağlıyordu.

Paris buluşmasında Macron iki önemli mesaj verdi.

Birinci mesaj Erdoğan’a yönelikti. AB Türkiye ilişkilerinde yeni bir sayfa açmak bir yana, Türkiye’deki şartlar bir “müzakere başlığı” açılmasına bile elverişli değil dedi. Hukuk devletinin, basın özgürlüğünün ayaklar altında olduğu bu günlerde bu tür bir açıklama şüphesiz değerli ve haklı idi.

Macron AB’nin de Türkiye politikasında tutarlı ve dürüst olmadığını vurguladı. “tutamayacağımız sözler verdik” dedi.

Macron seleflerinden Sarkozy ve Fransa’nın Türkiye politikasına atıf yapsa, fena olmazdı. Zira AB-Türkiye ilişkilerinde en önemli kırılma, Helsinki sürecinin sonu, AB’nin Türkiye politikasında itibarını tümden kaybetmesi Sarkozy ile başladı, Berlin desteği ile etkinleşti.

Bu iki yüzlü politikanın bizi getirdiği nokta ise çıkmaz sokak. Dışişleri bakanı Sigmar Gabriel’in meslektaşı Mevlut Çavuşoğlu’na çay ikram etmesi, “Brexit Türkiye ile ilişkiler için örnek olabilir” demesi düşünülmüş çıkışlar değil.

“Deniz Yücel serbest bırakılırsa silah ticareti tekrar başlayabilir” cümlesi ise bir skandal, ilkesizlik örneği.  Yüzlerce gazeteci, Osman Kavala gibi demokratlar hapiste iken silah ticaretinden bahsetmek, sadece bakan olmak için her şey mubah diye düşünen bir politikacıdan gelebilir.

Düşünülmüş, Berlin dış politikasını yansıtan bir tutum olmadığını koalisyon müzakerelerinden anlıyoruz.

Paris ve Berlin’in Türkiye politikasında göz ardı etmemesi gereken iki önemli olgu var. Avrupa ve Türkiye kaynaklı bu iki olguyu ihmal eden bir AB politikası başarısızlığa mahkum olduğu gibi, yıkıcı sonuçlar dışında bir şey getirmez.

Türkiye kaynaklı olgu ile başlayalım isterseniz. Türkiye tarihine üstünkörü bir göz atmak bile iki Türkiye ile karşı karşıya olduğumuzu görmek için yeterlidir.

Son referandum bu iki Türkiye’nin sosyolojik ve politik yapısı üzerinde çarpıcı verilere ışık tuttu. Büyük şehirler, Akdeniz ve Ege kıyıları, ülke çapında eğitim düzeyi yüksek seçmen ve en önemlisi gençlik ezici çoğunlukla Erdoğan’ın “başkanlık” adı altında empoze ettiği despotizme “hayır” dedi. AB sürecine sıcak bakan, demokratik hukuk devleti, basın özgürlüğü ve temel insan hakları için mücadele eden, dünyaya açılan bir Türkiye rüyası görüyor bu insanlar.

Helsinki süreci bu Türkiye’ye kapıları açmıştı. Ekonomik olarak kalkınmış, hukuk devleti ve demokrasinin etkin olduğu, Kürt sorununa siyasi bir çözüm üretebilen bir Türkiye için. Böyle bir Türkiye iç barışını bulacağı gibi, bulunduğu bölgede önemli ve oyun kurucu bir istikrar unsuru olacağına inandığımız için Helsinki ve üyelik sürecine destek vermiştik.

Hedef değil yol önemliydi; demokrasi amaç, üyelik meselesi tali idi.

İkinci Türkiye ise çok farklı. Erdoğan’ın temsil ettiği, muhafazakar, aşırı milliyetçi ve İttihat Terakki kalıntıların koalisyonundan oluşan, hukuk devleti, basın özgürlüğü, parlamenter demokrasi, hukuki ve demokratik denetim denen değerlere yabancı, Avrupa, genel olarak Batı ile kavgalı, tarihin derin din kaynaklı çatışmalarından beslenen ikinci Türkiye’nin ise AB üyeliği gibi bir beklentisi zaten yoktu ve hala yok.

Bu kesim Türkiye’ye vize uygulanmasından bile rahatsız değil. Avrupa ile yakınlaşma değil, çatışma arayışında. Erdoğan Helsinki sürecine hiç inanmadı ve yıllardır kurnaz bir çıkış yolu arayışında. Ekonomik bir şeyler koparmadan, zaten tüm ciddiyetini kaybetmiş olan üyelik sürecini gömmek istemiyor. Son anayasa değişikliği ve de facto kurduğu düzen ile AB değerlerinin örtüşmediğini gayet iyi biliyor Erdoğan.

Erdoğan despotizmine, aradığı ekonomik çıkarlarla sınırlı “yakın ilişkiye” destek vermek Türkiye demokratlarına ihanet olur.

Bununla da kalmaz, Avrupa kısa zamanda Türkiye’yi kaybeder.

Avrupa kaynaklı olguya gelince.

Macron haklı. Avrupa Türkiye politikasında tutarlı değildi, iki yüzlü idi. Bu olguyu daha vahim kılan gerçek ise, Türkiye gibi büyük bir ülkenin kolay olmayan entegrasyonu değil, politikacıların Avrupa aşırı sağına çiçek atmak için Türkiye karşıtı bir söylem ve tutum belirlemesi oldu.

Bu sadece Fransa için değil, Avusturya, Hollanda,  Almanya vs. için de geçerli. Nerden bakarsanız bakın Avrupa’nın Türkiye politikası aşırı sağ tarafından rehin alınmış durumda. Hiç bir politikacı tutarlı, Türkiye demokratlarına perspektif sunabilecek bir politika dillendirmeye cesaret edemiyor.

İşte bu yüzden Türkiye politikası, Sigmar Gabriel gibi popülist söylemler ile politika yapmaktan kaçınmayan çevrelere terk edilmiş durumda.

Ama olaya biraz yakından bakmak “aşırı sağın” sadece Türkiye politikasını değil, Avrupa’yı, Avrupa demokrasilerini de rehin aldığını görmek için yeterlidir. Son Avusturya seçimlerinde yakından yaşadık. Bu çevreler Avrupa’da göçmenler, kadınlar, azınlıklar, genel olarak eşitlik ilkesini de tehdit ediyor.

Çatışma arayışındalar.

Türkiye politikasından tamamen bağımsız olarak Avrupa kendi değerlerine sahip çıkmak, ırkçı, dışlayıcı aşırı sağı marjinalize etmek zorunda. Avrupa’da demokrasi ve iç barışın gereği bu. Türkiye kökenli milyonlarca ve diğer azınlıkları topluma kazanabilmek için ön şart. Tutarlı bir Türkiye politikası için olduğu gibi.

Ortadoğu’da barış ve huzur Rusya, İran veya Trump ile değil, Avrupa ile mümkün.

Bunun ilk adımı ve ön şartı da kendi içerisinde tutarlı, AB’nin kuruluş değerleri ile şekillenen, tutarlı bir Türkiye politikasıdır.

Cem Özdemir – Ahval

10 maddede Kanal İstanbul hakkında bilmeniz gerekenler – Pelin Cengiz

İstanbul’un geleceğini kökten değiştirecek Kanal İstanbul projesinin güzergahı Ulaştırma Bakanı Ahmet Arslan tarafından hafta başında açıklandı. Kanal İstanbul, haberini daha önce havuz medyasından aldığımız üzere, 45 kilometrelik Küçük Çekmece – Sazlıdere – Durusu koridoru üzerinde olacak.

Açıklanan güzergahla birlikte Kanal İstanbul, Marmara Denizi’ne Küçük Çekmece Gölü’nden açılacak. Sazlıdere Baraj havzası boyunca devam ederek Sazlıbosna Köyü’nü geçecek, sonra Dursunköy’ün doğusuna ulaşıp Baklalı Köyü’nü geçerek Terkos Gölü’nün doğusunda Karadeniz’le birleşecek.

Güzergah üzerindeki sis perdesi kalktı ancak maliyet ve finansmanın nasıl karşılanacağı, kamu-özel işbirliğiyle mi, yap-işlet-devret modeliyle mi olacağı, ihalelerin parça parça mı verileceği, en önemlisi projenin ÇED sürecinin ne olduğu ile ilgili hiçbir soru yanıt bulmadı.

2017’nin sonlarında 24 saat askıda kaldıktan sonra indirilen projenin Kanal İstanbul ÇED başvuru dosyasında aynen şu ifade yer alıyor:

“Mevcut durumda detay mühendislik çalışmaları devam eden yaklaşık 45 km uzunluğundaki Küçük Çekmece Gölü – Sazlıdere Barajı – Terkos Doğusunu takip eden güzergâhın inşaat çalışmalarının beş yıl içerisinde tamamlanması ve gerekli bakımların yapılması kaydıyla 100 yıl İstanbul’a dolayısıyla Türkiye’ye hizmet etmesi öngörülmektedir.”

Her şey yolunda giderse, gerekli bakımları da yapılsa topu topu 100 yıllık bir proje için İstanbul’un altı üstüne getirilecek, kent öngörülen ve bir o kadar da öngörülemeyen ekolojik yok oluşa sürüklenecek.

Bugüne kadar Kanal İstanbul ile ilgili en esaslı iki ayrı çalışma, bu yeni açıklanan güzergah da tahmin edilerek, WWW Türkiye ve Tema Vakfı tarafından yapıldı. Aşağıda listelediğim 10 madde farklı alanlardaki uzmanların ekonomik, ekolojik, sosyolojik, siyasal ve hukuksal modelleme çalışmalarının yer aldığı WWF Türkiye’nin “Ya Kanal Ya İstanbul” ve Tema Vakfı’nın “İstanbul’un Geleceğini Etkileyecek Üç Proje” raporlarından derlendi.

Kanal İstanbul projesi milyonlarca insanın hayatını doğrudan ilgilendiriyor. İşte projeyle ilgili bilmeniz gerekenler:

İSTANBUL’UN SUYU AZALACAK: Yapılan bilimsel modellemelere göre, Küçük Çekmece Terkos Gölü güzergahından çıkacak hafriyat 237 milyon metreküp olacak. Bakan’ın açıkladığı güzergah, Sazlıdere Barajı’nın feda edilmesi ve İstanbul’un bugün kullandığı suyun yaklaşık yüzde 7 azalması anlamına geliyor. Bununla birlikte doğal bir lagün olan Küçük Çekmece Gölü’nün zamanla insan eliyle nasıl yok edildiğini ortaya koyan bir çevresel felaket örneği olarak tarihe geçecek. (ÇED başvuru dosyasında barajla ilgili, “İstanbul’un 24-25 günlük su ihtiyacını sağlayan Sazlıdere Barajı ön plana çıkmakta olup, bu projenin uygulanması halinde, güzergâh üzerinde yer alan bu barajın iptali gerekecektir” deniyor)

MARMARA ÇÜRÜK YUMURTA KOKACAK: İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışı Marmara çıkışından 30 cm daha yüksek ve her gün yaklaşık 600 milyon metreküp su üst akıntılarla Marmara’ya doğu akarken, ters yönde ilerleyen alt akıntılar bunu dengeliyor. Uzmanların dev bir havuza benzettiği Karadeniz’in tuzluluk oranı düşüktür. Tuna, Dinyeper, Dinyester nehirleri bu havuzu tatlı suyla dolduran, İstanbul Boğazı ise boşaltan musluklardır. Akdeniz, yazın sıcağı ve kışın rüzgarları ile sürekli su kaybederken Karadeniz’in fazla suyu boğazlardan geçerek bu su eksiğini tamamlıyor. Karadeniz’i besleyen kaynakların tatlı su olmasına karşın suyundaki tuzluluk, boğazların altından ilerleyen ters yöndeki akıntılardan kaynaklanıyor. Böyle bir durumda İstanbul Boğazı’na paralel 25 metre derinliğinde yeni bir kanal açmak, havuza giren suyu arttırmadan ikinci bir musluk açmak demek. Boyutları itibariyle Boğaz’da olduğu gibi Kanal içerisinde iki yönlü bir akıntı sistemi geliştirilemeyecek ve Karadeniz’in kirli suları Marmara’ya dolacak. Marmara Denizi’nde bol besinli üst tabaka can çekişen alt tabakaya baskı yapacak ve oksijen hızla azalacak. Oksijen bitince, Kanal kapatılsa bile bir daha geri dönüş olmayacak ve oksijensizlik kimyasal dengeleri alt üst ederek, alt tabakadaki hidrojen sülfür yoğunluğunu hızla arttıracak ve İstanbul lodos estiğinde dayanılmaz bir şekilde çürük yumurta kokusuna maruz kalacak. Zamanla Karadeniz’in de ekolojik yapısı bozulacak. Tuna Nehri’nin Karadeniz’i kirlettiğinden şikayet eden Türkiye, kendi eliyle yaptığı ikinci bir boğazla bu kirliliği Marmara’ya taşıyacak. Bu Marmara’nın ölü bir denize dönüşmesi demek…

ÇIKAN HAFRİYAT BEŞ YILDA TAŞINACAK: 237 milyon metreküplük kazının taşınacak hacim olarak boyutu yaklaşık olarak 355 milyon metreküpe tekabül ediyor. (havalanmış malzeme hacmi=1.5 x kazılacak hacim) Bu boyuttaki bir hafriyatın tek seferde taşımak için 20 metreküp kapasiteli 17 milyon 750 bin kamyona ihtiyaç var. Örneğin, 1000 kamyonun çalıştığı ve her kamyonun da bir günde 10 sefer yaptığı varsayıldığında günde 200 bin metreküp malzeme taşınabilir. Buna göre toplam hafriyatın taşınabilmesi için 1775 güne veya yaklaşık beş yıla ihtiyaç var. Bu basit hesap en az hafriyat gerektiren güzergahta bile ortaya çıkacak olan kazı ve taşımacılığın boyutlarının ne olacağını gösteriyor.

İKLİM DEĞİŞECEK, KENTSEL ISI ADASI OLUŞACAK: Kanal İstanbul gibi büyük ölçekli arazi kullanımı değişiklikleri, iklimde değişikliğe neden olabilecek nitelikte. Kanal İstanbul (buna üçüncü köprü ve üçüncü havalimanı da dahil edildiğinde) insan yapıları İstanbul çevresinde yaratacağı arazi kullanımı, nemlilik, sıcaklık, gaz ve enerji akısı gibi değişiklikler, birbiriyle bağlantılı ve etkileşimdeki egemen mikro iklimler dizisini bozabilecek hatta yok edebilecek düzeye sahip. Projenin yapıldığı alan ve yakın çevresi kısa zamanda ısı ve nem akıları, sıcaklık, nemlilik, buharlaşma, rüzgar rejimlerini etkileyerek kentsel ısı adasına dönüşecek.

DOĞAL EKOSİSTEM ZARAR GÖRECEK: İstanbul’un doğal ekosistemleri (ormanlar, kumul alanlar, fundalıklar, sulak alanlar) 2500 civarında çiçekli bitki ve eğrelti türüne ev sahipliği yapıyor. Bu sayı Avrupa’daki birçok ülkeden daha yüksek. İstanbul’un florasında yer alan bitkilerden 40’ı Türkiye için, 23 tanesi ise İstanbul ve yakın çevresi için endemik. Uluslararası düzeyde İstanbul’un ormanları da, Avrupa’da acil korunması gereken 100 orman alanından biri. “Avrupa Ormanlarının Sıcak Noktaları” olarak kabul edilen bu alanlar, biyolojik zenginlik, genetik değerler, Avrupa’ya özgü orman tiplerinin temsili, ekosistemlerin bütünselliği ve karşı karşıya bulunduğu tehditlerin büyüklüğü dikkate alınarak seçildi.

ORMAN VARLIĞI TAHRİP EDİLECEK: Kanal İstanbul’un güzergahı, büyük oranda Çatalca Orman İşletmesi sınırları içine de giriyor. Bir zamanlar hayli zengin olan orman varlığı, tarla açmalar, taş ve maden ocakları, yol ağları, sanayi ve yerleşim alanların genişlemesi gibi nedenlerle büyük ölçüde yok edildi. Genel olarak 255 bin hektarlık bir alana sahip olan Çatalca Orman İşletmesi sınırları içerisinde yer alan alanların 107 bin hektarı ormanlık alanlardan oluşuyor. Uzunluğu 45 km civarında olan güzergahın yaklaşık 20 kilometresinin ormanlardan geçeceği ve kanal genişliğinin 100-150 metre olacağı düşünülürse, kaba bir hesapla 300-350 hektar civarında orman alanının, yalnızca kanalın fiziki varlığı ile doğrudan ortadan kalkacağı tahmin ediliyor.

YABAN HAYATI YOK OLACAK: Doğal alanlardaki ekolojik sistemlerin işleyişi bozulurken canlı türlerinin geleceği de tehlikeye atılacak. Tamamen insanın sorumlu olduğu bu süreçlerde ilk ve en büyük bedeli ödeyen diğer canlılar oluyor. Terkos Gölü’nü de kapsayan geniş havza, Önemli Bitki Alanı olmasının yanı sıra, sahip olduğu hayvan türleri ve bunların barınmasına olanak veren doğal yaşam alanları ile biyolojik çeşitlilik açısından İstanbul’un elde kalan son doğal alanlarından biri. Kanal, iki denizi yeni bir koridorla birbirine bağlamakla kalmayacak, İstanbul’un Avrupa yakasını Trakya’dan ayırarak ortada dört tarafı denizlerle çevrili bir ada yaratacaktır. Böyle bir izolasyon, çevresinden koparılmış bu kara parçasında yaşayan tüm hayvanlar açısından tehlike demek…

YERLEŞİM ALANLARI ETKİLENECEK: Proje, Avrupa yakasında birçok yerleşim alanını doğrudan etkileyecek. Bunlar, başta Küçük Çekmece, Esenyurt, Başakşehir ve Arnavutköy ilçeleri. Özellikle Başakşehir ve Arnavutköy, gayrimenkul hareketleri açısından dikkat çekiyor. Proje alanının şahıs arazilerinde kalan kısmının kamulaştırılması gerekecek. Kamulaştırma işlemlerinin önemli bir maliyet olacağı belirtiliyor. Ayrıca, kamulaştırılan alanlarda taşınmaz sahibi olan şahısların taşınmaz bedellerinin ödenmesi veya alternatif alanlarda yerleştirilmesi için gereken düzenlenmenin yapılması gerekecek.

TARIM ARAZİLERİ ÜRETİM DIŞI KALACAK: Bölge, tarımsal üretim açısından da son derece önemli. 545 bin hektar alana sahip İstanbul’un yaklaşık yüzde 25’i tarım alanlarından oluşuyor. Bunun yüzde 86’sı, Kanal İstanbul’un konumlandığı Avrupa yakasında yer alıyor. Yeraltı sularının da kanaldan sızıntılarla kullanılamaz hale geleceğini vurgulanırken, Kanal etrafında gelişecek kentin kuzeye ilerlemesi halinde orman alanları, güneyde ise tarım arazileri kaybedilecek.

EKONOMİK RİSKLER YARATACAK: İstanbul ile ilgili hiçbir master planda yer almadığı için projenin maliyetiyle ilgili pek çok rivayet mevcut. En son havuz medyasında yer alan bir haberde 65 milyar TL ibaresi yer alsa da, Bakan maliyetle ilgili bilgi vermekten ısrarla kaçındı. Kamuoyunda yönetimi devredilen kamu kuruluşlarının varlıklarının ne şekilde kullanılacağına yönelik belirsizlikler olması, denetiminden ve şeffaflıktan uzak tutulması açısından çokça eleştirilen Varlık Fonu kaynağının ilk aktarılacağı projenin Kanal İstanbul olacağı belirtilmişti. Varlık Fonu’nun kurulmasına dair gerekçeler sıralanırken, kanunda yer alan “Otoyollar, Kanal İstanbul, Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı, nükleer santral gibi büyük altyapı projelerine kamu kesimi borcu arttırılmadan finansman sağlanması” maddesi özellikle çok tartışılmıştı. Fon’un projeyle nasıl ilişkilendirileceği hala belirsiz.

MONTRÖ SÖZLEŞMESİ’NE AYKIRI OLACAK: Kanal projesinin temeli, gemilerin ve özellikle tehlikeli yük taşıyan gemilerin İstanbul Boğazı’nı değil Kanal İstanbul’u kullanmaları varsayımına dayanıyor. Oysa hem Montrö Sözleşmesi’ne, hem de uluslararası hukuka göre, gemiler Kanal İstanbul’u kullanmaya zorlanamaz. Sözleşmenin II. maddesinde, “Barış zamanında, ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun, aşağıdaki 3. madde hükümleri saklı kalmak üzere, hiçbir işlem (formalite) olmaksızın, Boğazlar’dan geçiş ve gidiş-geliş (ulaşım) özgürlüğünden yararlanacaklardır. Bu gemiler, Boğazlar’ın bir limanına uğramaksızın transit geçerlerken, Türk makamlarınca, alınması işbu Sözleşmesinin I sayılı Ek’inde öngörülen vergilerden ve harçlardan başka, bu gemilerden hiçbir vergi ya da harç alınmayacaktır” deniyor. Geçiş finansal açıdan cazip kılınırsa, Kanal İstanbul’un kullanılması teşvik edilebilir. Ancak bunu sağlamak için İstanbul Boğazı’ndan geçişi yasaklamak hatta zorlaştırmak gerek Montrö Sözleşmesi’ne ve gerekse bu sözleşme feshedilse bile geçerli olacak genel uluslararası hukuk kurallarına aykırı olacak.

Pelin Cengiz – Artı Gerçek

Alakır’da susuz 100’üncü gün

Antalya, Kumluca’daki Alakır Vadisi’ndeki evlerinin arkasındaki araziye vurulan kepçeyle susuz bırakılan Tuğba Pınar Günal ve Birhan Erkutlu’nun sularının kesilmesinin üzerinden 100 gün geçti. Çift, üç ayı aşkın süredir bütün su ihtiyaçlarını toprak evlerinin 200 metre aşağısındaki Alakır Nehri’nden karşılıyor.

Hasan Tığlı’nın sahibi olduğu Metamar Şirketi’ne ait Dedegöl Enerji’nin şantiye şefi Ali Süzen’in çiftin evlerinin arkasındaki araziyi satın almasıyla başlayan ve sularını kesmesiyle devam eden süreci, Günal ve Erkutlu akmayan çeşmelerinin üzerine astıkları “Susuzlukta 100. gün” yazılı pankartı ile protesto etti.

Sularını geri almak için dava açtılar

Alakır Vadisi’nde hidroelektrik santrallere (HES) karşı verdikleri mücadeleyle tanınan Günal ve Erkutlu’nun tapulu arazilerinin içinden çıkan doğal kaynak suyunun damarı 9 Ekim’de kepçe vurularak kesilmişti.

Çift, arazinin şantiye şefi olan ve aynı zamanda sahibi olarak görünen Ali Süzen’e bu süreçte dava da açtı. Günal, yaşanan gelişmeleri ve susuz 100 günü bianet’e anlattı. Bilirkişinin incelemesinin bittiğini söyleyen Günal, “Hakkımız olan suyun bize geri verilmesini talep ediyoruz” dedi.

“Yağmur yağmazsa bostanımız da kuruyabilir”

“Ya nehirden su taşıyoruz ya da musluktan damla damla gelen suyu biriktirmeye çalışıyoruz. Çamaşır yıkamaktan yemek yapımına kadar bütün ihtiyaçlarımızı 200 metre aşağıdaki Alakır Nehri’nden taşıyarak karşılamaya devam ediyoruz.

“Bakla, bezelye ekmiştik bostana. Şimdi biraz yağmur olduğu için bostan sulama durumu olmuyor. Ama bu bölge kurak… Yaza girdiğimizde yağmur olmazsa onlar da kuruyabilir. O nedenle suyumuzun olması şart.

“HES süreçleri bitti ama kötü oyunlara devam ediliyor”

“Vadinin yarısı HES yapıldı ve bitti. Diğer iki HES de zaten iptal edildi ve dolayısıyla HES’lerle ilgili bir durum kalmadı. Ancak bizim oradaki varlığımız herhalde birilerini rahatsız ediyor ki böyle planlar, oyunlar dönüyor.

“Mesela yan dereden kaçak boruyla su hattı yapıyorlar. Biz de legal olmayan durumları fark ettiğimizde ilgili kurumlara bildiriyoruz. Tek yaptığımız bu. Ama onlar bizim suyumuzu kesmek, yaşam hakkımızı, su hakkımızı elimizden almak gibi kötü oyunlar içine giriyorlar.

“Biz mahkemenin hızlı bir şekilde sonlanmasını, ortada olan bir müdahaleyle kesilen suyumuzun bir an evvel bize geri veri verilmesini talep ediyoruz.”

Günal ile Erkutlu’nun Alakır Vadisi mücadelesi

Tuğba Pınar Günal ve Birhan Erkutlu 15 yıl önce Beydağları’nın zirvesinden doğup, Kumluca’dan Akdeniz’e dökülen, yaklaşık 70 kilometrelik Alakır Nehri’nin bulunduğu ve dağlık köy konumundaki Kuzca Mahallesi’ne yerleşti.

Günal ve Erkutlu, önce çadırda ardından “yuva” adını verdikleri toprak evde yaşamaya başladılar. Vadi üzerinde yapılmak istenen HES’lere karşı verdikleri mücadeleyle tanındılar.

Alakır Vadisi üzerinde ise son olarak geçen yılın Aralık ayında, Bakanlar Kurulu kararıyla iki HES projesinin bulunduğu 724 bin metrekarelik alan “Kesin Korunacak Hassas Alan (Birincil)”, 8 milyon 322 bin metrekarelik alan “Nitelikli Doğal Koruma Alanı (İkincil)” ve 251 bin metrekarelik alan da “Sürdürülebilir ve Kontrollü Kullanım Alanı (Üçüncül)” ilan edildi.

Bu karar sonrasında, üç HES projesi de yapılamaz hale geldi.

 

(Bianet)

Hasankeyf’in sular altında bırakılmasına Anayasa Mahkemesi’nden onay

Anayasa Mahkemesi (AYM), UNESCO’nun 10 kriterinden dokuzunu yerine getiren Hasankeyf’i sular altında bırakacak düzenlemeye vize verdi.

Batman ili sınırları içerisinde bulunan Hasankeyf’in, yaklaşık 10 bin yıllık bir geçmişe sahip olduğu tahmin ediliyor. Hasankeyf, 1981 yılında Türkiye’de doğal koruma alanı ilan edilmişti.

AYM’nin kararıyla Ilısu Barajı nedeniyle Hasankeyf’teki yerleşim alanının daha üst bölgelere taşınması kesinleşti. Taşınmaz tarihi eserler ise sular altında kalacak.

AYM’nin kararı şöyle:

“Mevcut ilçe merkezinin (Hasankeyf) su altında kalmasına sebep olacak Ilısu Barajı ve HES yapımının Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülmüş ise de bu yapım işinin, dava konusu kural tarafından öngörülen bir husus olmaması nedeniyle bu kapsamda denetime konu yapılabilmesi mümkün değildir. Belirlenen ilçe merkezi (Hasankeyf) ve belediye sınırlarının yöresel gereksinimlere uygun olup olmadığı, kamu yararını gerçekleştirip gerçekleştirmediği bir siyasi tercih sorunu olarak kanun koyucunun takdirinde bulunduğundan bu husus, yerindelik denetimi kapsamında olup anayasa yargısının denetiminin konusu dışında kalmaktadır.”

 

(Diken, Hürriyet)

Büyükada Rum Yetimhanesi tehlike altındaki 7 kültür varlığı aday listesinde

Dünyanın ikinci en büyük ahşap yapısı kabul edilen Büyükada’daki Rum Yetimhanesi, Europa Nostra ile Avrupa Yatırım Bankası Enstitüsü tarafından “Avrupa’nın Tehlike Altındaki 12 Kültürel Mirası” alanı arasına girdi.

Avrupa Kültürel Miras Yılı’nın açılışında, Avrupa’nın kültürel mirasın korunması yönünde lider kuruluşu olan Europa Nostra ile Avrupa Yatırım Bankası Enstitüsü “2018 yılı Tehlike Altındaki 7 Kültür Varlığı” programının kısa aday listesinde yer alan 12 kültürel miras alanı da açıklandı.

Büyükada’daki Rum Yetimhanesi’nin de aralarında olduğu 10 farklı Avrupa ülkesinde bulunan bu tehlike altındaki kültürel varlıklar ise şunlar:

Jirokastra Tarihi Kent Merkezi, Arnavutluk; Voskopoya and Vitkuki’deki Bizans Sonrası dönemine ait kiliseler, Arnavutluk; Viyana Kenti Tarihi Merkezi, Avusturya; Beringen Kömür İşleme Tesisleri, Belçika; Buzludzha Anıtı, Bulgaristan; Teleferik Ağı Çatura, Gürcistan; David Gareji Manastırı ve İnzivası(Ermitajı), Gürcistan; Sammezzano Kalesi, Toskana, İtalya; Constanta Gazinosu, Romanya; Kadiz Prehistorik Kaya Resimleri Alanları, İspanya; Büyükada Rum Yetimhanesi, İstanbul, Türkiye (Europa Nostra Turkiye tarafından aday gösterilmişti); ve Grimsby Buz Fabrikası, Birleşik Krallık.

Büyükada Rum Yetimhanesi

Yetimhanes Avrupa’nın en büyük dünyanın ise ikinci en büyük ahşap yapısı olarak kabul edilmekte. Bu etkileyici yapı Prens Adaları’nın en büyüğü olan İstanbul açıklarındaki Büyükada’da yer alıyor.

Beş kata yayılmış binada toplam 206 oda bulunmakta. Ahşap karkas strüktür, yapının büyük salonundaki ahşap işlemeli sütunlar ve ahşap tablalı, profilli tavan ile zenginleştirilmiş. Yapının yakınında üç katlı ahşap bir de ilkokul binası bulunuyor.

1964’te kapanana kadar tyetimhane işlevini sürdüren yapı o zamandan beri ihmal edilmiş durumda. Mülkiyetine ve kullanım biçimine dair çözümsüzlükler, yapının bakımını ve konservasyonunu zora sokmuş, kullanılma girişimlerinin önünde engel olmuş ve yapının durumunun iyileştirilmesi yönündeki çabaları sonuçsuz bırakmıştır.

1980’deki yangın ile zarar gören yapı bugün olumsuz hava şartlarına tümüyle açık durumdadır ve denize yakın oluşu durumunu daha da kötüleştirmektedir. Sonuç olarak strüktürel elemanlar ciddi derecede tehlike arz etmektedir. Çatının bazı bölümleri ve köşe dikmeleri düşmüş durumdadır ve Yetimhane bütünüyle çökme tehlikesi ile karşı karşıyadır.

 

(Bianet)