Ana Sayfa Blog Sayfa 2920

Avrupa Parlamentosu elektrik şokuyla balıkçılığı yasaklıyor

Avrupa Parlamentosu (AP), çevre için zararlı olduğu tartışılan elektrik şokuyla balık tutma tekniğini yasaklıyor. Avrupa Parlamentosu, Avrupa Birliği’nin (AB) ortak balıkçılık kurallarıyla ilgili yeni politikasını belirleyen belgeyi oy çokluğuyla kabul etti. Oturumda, elektrikli balık avlamanın AB genelinde tamamen yasaklanmasını isteyen bir önerge 232’ye karşı 402 oyla kabul edildi. Kırk parlamenter ise çekimser kaldı.

Kayhan Karaca’nın Deutsche Welle Türkçe’de çıkan haberine göre, önerge özellikle sol ve çevreci gruplar tarafından destekleniyordu. Lobilerin etkisine açık olmakla eleştirilen Avrupa Komisyonu, Hollanda ile birlikte hareket edip, şu an sadece Kuzey Denizi’nin güneyinde kullanılabilen yöntem üzerindeki sınırlamayı kaldırmak istiyordu. Başta Fransa olmak üzere İspanya ve Almanya gibi ülkeler ise Komisyon’un bu tutumuna karşı çıkıyordu.

Hollanda için “araştırma projesi” istisnası

1990’lı yılların başlarında Hollandalı balıkçılar tarafından icat edilen elektrikle balık avlama yöntemi 1998’den bu yana bir istisna dışında AB genelinde yasaklanmıştı. Hollanda, yürüttüğü lobicilik sayesinde Kuzey Denizi’nin güney bölümünde elektrikli balık avlama yöntemini kullanabilmek amacıyla 2007 yılında Avrupa Komisyonu’na “deneyimsel bir araştırma projesi” kabul ettirmeyi başardı. Bu proje kapsamında Hollanda’ya balıkçılık filosunun azami yüzde 5’i ile Kuzey Denizi’nde elektrikli balık avlama izni verildi. Hollanda bu proje için AB fonlarından 3 milyon 800 bin Euro yardım dahi aldı. Fakat kriterlere gerektiği gibi uymadı. Okyanusların korunmasıyla ilgili faaliyetleriyle bilinen Fransa merkezli çevre örgütü Bloom’a göre, Hollanda kendisine tanınan sınırların üstüne çıktı. 15 sürtme ağlı balıkçı teknesini kullanmasına izin verilmiş olmasına rağmen 84 tekne elektrikli avlanma için donatıldı. Hollanda sermayeli 12 Alman ve 10 İngiliz tekne de bu filoya dâhil edildi.

Fransa ve İngiltere’den tepki

Fransız balıkçılara göre, Hollandalı balıkçıların kullandığı bu yöntem nedeniyle Kuzey Denizi’nin güney bölümündeki balık sayısı son yıllarda büyük oranda azaldı. Kuzey Denizi’nde geleneksel yöntemlerle avlanan Fransız balıkçılar 2016 yılında tonaj olarak yüzde 6 ile yüzde 10 arası kayıp yaşandığına işaret ediyorlar. Le Figaro gazetesine konuşan Fransız balıkçılar komitesi temsilcisi Stéphane Pinto, “2012 yılında Kuzey Denizi’nde 940 ton dil balığı avladıklarını, bu sayının şu an 400 tona düştüğünü” söylüyor. AB’nin Hollandalı balıkçılara elektrikli balık avlama için imtiyaz tanıması İngiltere’nin güneydoğu sahillerindeki balıkçıların AB’den ayrılma (Brexit) konusunda  “evet” oyu vermesinde de önemli rol oynamıştı. 

Elektrikli balık avlama nedir?

Asıl amacı deniz tabanındaki balıkları yerlerinden çıkarıp tuzağa düşürmek olan elektrikle balık avlama, elektrotlarla donatılan sürtme ağların elektrik boşaltmasıyla gerçekleştiriliyor. İzin verilen en yüksek miktar 15 volt, ancak çevre örgütleri Hollandalı balıkçıların genelde 40-60 volt kullandığını söylüyor. Bu yöntemle elektroşoka uğrayan balıklar yüzeye doğru gidiyor ve ağlara yakalanıyor.

Çevre örgütleri bu yöntemin daha çok dil, pisi ve kalkan balıklarını avlamak için kullanıldığını belirtiyor. Balıkların bu yöntemle “yandığını, lazer silahıyla vurulmuş gibi olduğunu, balık yumurtalarının öldüğünü, balıkların üremesinin geciktiğini, verimliliğin azaldığını ve balıkların sinir sisteminin etkilendiğini” söylüyorlar.

Hollandalı balıkçılar ise bu tezlere karşı çıkıyor. Elektrikli balık avlama sayesinde daha kısa sürede daha fazla balık avlandığını, böylelikle mazottan tasarruf edildiğini ve sonuç olarak daha az karbondioksit salınımında bulunulduğunu savunuyorlar.

Bilim dünyası ise temkinli konuşuyor. Uzmanlar elektrik kullanımının deniz içinde yaşayan tüm canlıları olumsuz etkilediği konusunda görüş birliği içinde olsa da, Kuzey Denizi’ndeki balık oranında gözlemlenen azalmanın elektrikle balık avından kaynaklandığının henüz  kanıtlanamadığını söylüyorlar.

Ünlü şefler de sahnede

AP kararı öncesinde Fransa, İngiltere, İskoçya, İrlanda ve İspanya’dan geleneksel balık avını savunan çok sayıda balıkçı kuruluşu ile çevre örgütü elektrikli balık avlanmasına karşı Bloom derneğinin girişimiyle resmi olmayan bir ittifak oluşturmuştu. 21 Avrupa ülkesinden 220 ünlü şef, elektrikle avlanmış balıkları satın almayacakları ve restoranlarında kullanmayacaklarına dair ortak bir bildiri yayımlamıştı. Fransa’da birçok süpermarket de bu yöntemle avlanmış balıkları satmayacağını duyurmuştu. 

Türkiye dâhil birçok ülkede yasak

Elektrikle balık avı ABD, Brezilya, Avustralya, Rusya ve Çin gibi ülkeler tarafından yasaklanmış durumda.

Tartışmalı yöntem Türkiye’de de yasak. Tarım Bakanlığı’nın ilgili düzenlemesinde, “Elektrik akımı, elektroşok, tüp gaz ve hava tazyiki yöntemlerinin amatör avcılıkta kullanımı yasaktır” deniliyor. Türkiye’deki profesyonel balıkçılar da bu yönteme başvurmuyor.

AP kararı sonrasında Avrupa Komisyonu, AP ve Avrupa Birliği Konseyi’nin önümüzdeki haftalardan itibaren masaya oturup yeni bir düzenleme hazırlamaları bekleniyor. AP kulislerinde oylama sonunda en büyük kaybedenin Hollandalı balıkçılık lobisi kadar Avrupa Komisyonu olduğu konuşuluyor.

 

(DW)

Ermenistan meclisi Ezidilere karşı işlenen suçları “soykırım” olarak tanıdı

Ermenistan parlamentosu, 2014’te IŞİD ve diğer radikal örgütler tarafından Ezidilere karşı işlenen suçları “soykırım” olarak niteleyen tasarıyı kabul etti. Ermenistan Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu Başkan Yardımcısı Rostem Mahmudyan, “Parlamentoda onaylanan tasarıda Ezidilerin 2014’te terör örgütü IŞİD tarafından soykırıma uğradığı kabul edildi ve kınandı” dedi.

Duvar’ın Rudaw’ı kaynak gösterdiği haberine göre Ezidi parlamenter, Ermenistan parlamentosunun söz konusu suçun araştırılması için uluslararası topluma çağrıda bulunduğunu kaydetti. Ermenistan’da onbinlerce Ezidi Kürt yaşıyor. Ezidiler, Ermenistan’daki en büyük azınlığı oluşturuyor.

2014’ün Ağustos ayında Şengal’e saldıran IŞİD mensupları çoğu kadın ve çocuk 6 bin 417 Ezidi’yi alıkoydu. Şimdiye kadar, bin 146’sı kadın, 335’i erkek, 920’si kız çocuk ve 834’ü erkek çocuk olmak üzere 3 bin 244 kişi kurtarıldı. Halen 3 bin 173 Ezidi Kürt örgütün elinde.

 

(T24) 

Dünyanın ilk yüzen nükleer santraline onay: Bir Rosatom macerası daha!

Rus Bilimsel İnceleme Kurulu (Glavgosexpertiza), dünyanın ilk yüzen nükleer santrali (floating nuclear power plant(FNPP))  Rosenergoatom’a ait Akademik Lomonosov’un testlerden başarıyla geçtiğini ve 2019 yılında enerji üretimine başlaması için 9 Aralık 2017 tarihinde onay verdiğini duyurdu.

Rosenergoatom Şirketi, Türkiye’nin ilk yüzen nükleer Santrali olması öngörülen, toplumsal muhalefete rağmen kurulmak istenen Akkuyu Nükler Santrali’nin en büyük ortağı ve operasyon için yetkili taraf olan  Rosatom Şirketi’nin de bir yan kuruluşu. Bu nedenle Akademik Lomonosov’un inşasından bugüne geçirdiği süreç, Türkiye ve Rusya  arasında imzalanan Hükümetlerarası anlaşma sonrasında İnşa et-Sahiplen-Üret(BOO) modeliyle Akkuyu’da nükleer enerji üretmesi için görevlendirilen Rosatom’un iş yapma kültürüne dair  önemli ip uçları veriyor.

Adını ünlü Akademisyen Mikhail Lomonosov’dan alan yüzen santralde, her biri 35 Megawatt kapasitesinde 2  reaktör ve buhar jeneratörleri, reaktör soğutucu pompalar, ısı eşanjörleri, basınçlandırıcılar, valfler ve boru hatları bulunuyor.  200 bin nüfuslu (bazı kaynaklara göre 100bin) bir kentin elektriğini 40 yıl boyunca sağlaması  öngörülüyor.

2019 yılı itibariyle elektrik üretmesine onay verilmiş olan Akademik Lomonosov için öngörülen  plan, halihazırda inşaatına devam edilen 5 Milyon nüfuslu St Petersbourg*   şehrinden  kargo gemileriyle çekilerek 2018 Kasım ayında Rusya’nın Pevek şehrine ulaştırılması. Motorsuz olduğu için çekilerek ilerleyen platform üzerindeki santral, Rosatom’un operator şirketi Rosenergoatom tarafından yapılan açıklamaya göre  2018 yılının Mayıs ayına kadar Kola Yarımadası’ndaki Murmansk’a götürülmüş olacak ve Ekim ayında yakıt ikmali yapılarak Kasım ayında tekrar yola çıkacak.

Genel olarak FNPP ‘ler için plan : Kırmızı: (değişen) inşaat sahaları, dağıtım sahaları, mavi : önerilen dağıtım bölgeleri

Akademik Lomonosov yolculuğunun ikinci ayağında ise Pasifik Okyanusu’nda yine kargo gemileri tarafından bu kez 6000 kilometre çekilecek.  Bu yılın sonunda Pevek şehrinde ömrünü tamamlayıp  kapatılacak olan Bilibino Nükleer Santrali’nin** reaktörlerinin yerine elektrik üretimine başlayacak .

Norveç’te halk tepkili! 

Fakat Akademik Lomonosov’un  Murmansk’a götürülmesi için Rosatom’un Norveç Hükümeti’nin  şartlarına uyması bekleniyor. Zira Norveç halkı kaza, radyoaktif sızıntı , olasılıkları ve güvenlik endişeleri nedeniyle platformun Baltık Denizi’nden geçmesine ve Norveç’in etrafını dolaşmasına uzunca bir süredir itiraz halinde. 

Akademik Lomonosov’un izleyeceği rotanın ilk ayağı

Norveç Dış işleri Bakanlığı sözcüsü Marit Barger Rosland geçen sene Haziran ayında  yüzen platformun yakıt yüklenmiş olarak Norveç’in etrafından geçirilmesini istemediklerini bir basın toplantısıyla beyan etmiş, bunun üzerine Temmuz ayında Rosatom yetkilisi Aleksey Likhachev de reaktörlere yakıt ikmali yapılmadan platformun Murmansk’a geçirileceğine dair açıklama yapmak zorunda kalmıştı fakat, Likhachev’in  bu sözünü tutması konusunda bazı şüpheler de yok değil. Zira Rosenergoatom’un bir diğer açıklamalarına göre yüzen santralin testlerine de St Petersbourg’dan ayrılma ve Murmansk’a ulaşma sürecine kadar ve sonrasında 1 yıl daha devam edilmesi gerekiyor . 

Çevresel Riskler!

Akademik Lomonosov’un yakıt yüklü iken denizden geçirilmesi çevresel riskleri de beraberinde getiriyor. Özellikle en büyük ise endişe santralde çok fazla miktarda radyoaktif enerji üretilmesi ve bunun bir sızıntıya sebebiyet verebilecek olması yönünde . 

Uzmanların açıklamalarına göre Akademik Lomonosov’un enerji üreteceği Kamçatka Yarımadası’nda sismik hareketlilik de mevcut. Deprem ve onun tetikleyeceği bir tsunami, yüzen nükleer santraldeki atıkların da denize ve dolayısıyla ekosisteme yayılmasına sebebiyet verebilir. Platformun dolayısıyla reaktörlerin “terör” yaratmak amaçlı saldırılarına açık olması ise bir diğer endişe konusu. 

Astarı  yüzünden pahalı! 

2006 yılında reaktör inşasına başlanan Akademik Lomonosov’un 2013 yılında üretime başlayacağı öngörülmüş fakat, inşaata  başlanmasından tutun da tamamlanmasına kadar hesaplar şaştığı gibi  maliyetler de bu zaman zarfında  140 Milyon Dolar’dan 740 Milyon Dolara çıkmış bulunuyor. 

Bütün bu yukarıda yazılanları özetlersek Rosatom’un yüzen  projesi kendisini batırabilir de! Nitekim başlarda 200 bin (bazı kaynaklarda 100 bin)kişilik elektrik ihtiyacını 40 yıl boyunca karşılamayı hedefleyen proje   iş takviminin 10 yıl gerisine düşmüş ve halihazırdaki maliyeti de hesaplanmış ilk maliyete göre 5 kat artmış görünüyor, üstelik üretim yeri bile plana göre 2 defa değişmiş. Plansızlık ve öngörülemezliklerin içinde boğulan bu projeler bir de 70 Megawatlık üretim için değer mi sorusunu  akıllara getirirken bu enerjinin bedava verilmeyeceğini satış fiyatının da olacağını hatırlatalım.

Sorular, sorunlar…

Kuşkusuz nükleer santraller sözkonusu olduğunda  hiç bir maddi karşılık ile değeri hesaplanamayacak,tolere edilemeyecek  önemde ve geri dönülemez şekilde  çevrenin ve canlı yaşamının radyasyona maruz  kalması sorunların bir diğer boyutunu oluşturmaktadır.  Mamafih,  yüzen bir nükleer santralin gezici ve dış tehditlere daha açık bir  felaket ihtimali barındırması,batması ihtimali  ürkütücüdür. Bu nedenlerle yüzen bir nükleer santral dünyayı ilgilendiren bir çok soruyu da beraberinde getirmektedir. Örneğin kaza/sızıntı/batma halinde acil eylem planları var mıdır? Atıkları ne yapılacaktır?   Bununla beraber tehlikeleri açısından  normal bir nükleer  reaktör 700- 1200 Megawatt kapasiteli iken platformda 35 Megawatt kapasiteli  reaktör küçük görülebilir  ancak, bu vesileyle hatırlatalım:  uzmanlar altını çiziyor düşük doz radyasyon yoktur yani radyasyon sözkonusu olduğunda dozun düşük olması tolere edilebileceği anlamına gelmemektedir.

Akademik Lomonosov’un inşa edileceği yer 2007’de Severodnisk iken şirket kararıyla 2008 yılında inşa süreci Baltık Denizi’ne kıyısı olan turizmi ile ünlü St Petersbourg’a alınmıştı. 

**Bilibino Nükleer Santrali’nin reaktörleri 1974-1976 yılında devreye alınmış olan her biri 12 Megawatt kapasiteli toplam 4 adet hafif su soğutmalı (light water graphite moderated reactor) Çernobil tipi  reaktörden oluşuyor.

(Bellona, Power technology, Yeşil Gazete)

Pınar Demircan

Kanal İstanbul projesinin ekolojik sonuçları ne olacak?

Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan tarafından, Kanal İstanbul projesinin nihai güzergâhının Küçükçekmece-Sazlıdere-Durusu koridoru olarak belirlendiği ve bu yıl içerisinde yapım ihalesinin açılacağı açıklandı. Bunun üzerine Doğal Hayatı Koruma Vakfı WWF Türkiye, projenin çeşitli çevre sorunlarına sebep olabileceğini ortaya koyan bir bildiri yayınladı.

Kanal İstanbul açılınca Marmara ölü bir denize dönüşebilir

WWF’nin hazırladığı rapora göre Kanal İstanbul Projesi, yalnız devasa bir yatırım değil aynı zamanda yüzyıllara dayanan geçmişinde bugüne kadar İstanbul doğasının karşı karşıya bulunduğu en büyük mühendislik operasyonu olarak görülüyor.

Rapor özellikle Karadeniz, Boğazlar, Marmara ve Kuzey Ege gibi geniş bir coğrafyada çok boyutlu etkileri muhtemel olan projenin başlatılmasından önce Türk Boğazlar sisteminin nasıl işlediğini bilmek ve “İstanbul denizlerinin kendine has olan dinamiklerini anlamak gerektiğini” bildirdi.

Küresel boyutlara sahip Boğazlar sisteminin belirli dengelerde çalıştığı söylenirken raporda şöyle denildi:

“Bundan 12 bin yıl önce bir tatlı su gölü olan Karadeniz, zamanla suların yükselmesi sonucu taşarak, Boğaz üzerinden Marmara’ya akmaya başlamıştır. İstanbul Boğazı’nın Karadeniz çıkışı Marmara çıkışından 30 santimetre daha yüksektir ve her gün yaklaşık 600 milyon metreküp su üst akıntılarla Marmara’ya doğu akarken, ters yönde ilerleyen alt akıntılar bunu dengelemektedir. Uzmanların dev bir havuza benzettiği Karadeniz’in tuzluluk oranı düşüktür. Tuna, Dinyeper, Dinyester nehirleri bu havuzu tatlı suyla dolduran, İstanbul Boğazı ise boşaltan musluklardır.

Karadeniz’in kirli suları Marmara’ya dolacak

Akdeniz, yazın sıcağı ve kışın rüzgarları ile sürekli su kaybeden Karadeniz’in fazla suyu boğazlardan geçerek bu su eksikliğini tamamlar. Karadeniz’i besleyen kaynakların tatlı su olmasına karşın suyundaki tuzluluk, boğazların altından ilerleyen ters yöndeki akıntılardan kaynaklanmaktadır. Böyle bir durumda İstanbul Boğazı’na paralel 25 metre derinliğinde yeni bir kanal açmak, havuza giren suyu arttırmadan ikinci bir musluk açmak anlamına gelir. Uzmanlara göre, boyutları itibariyle Boğaz’da olduğu gibi Kanal içerisinde iki yönlü bir akıntı sistemi geliştirilemeyecek ve Karadeniz’in kirli suları Marmara’ya dolacaktır.”

Hidrojen sülfür yoğunluğunu artınca İstanbul çürük yumurta kokusuna maruz kalabilir

Marmara Denizi’nde bol besinli üst tabaka can çekişen alt tabakaya baskı yapacak ve oksijen hızla azalacaktır. Oksijen bitince, Kanal kapatılsa bile bir daha geri dönüş olmayacak ve oksijensizlik kimyasal dengeleri alt üst ederek, alt tabakadaki hidrojen sülfür yoğunluğunu hızla arttıracak ve sonuç olarak İstanbul lodos estiğinde dayanılmaz bir şekilde çürük yumurta kokusuna maruz kalacaktır. Zamanla Karadeniz’in de ekolojik yapısı bozulacaktır. Tuna Nehri’nin Karadeniz’i kirlettiğinden şikâyetçi olan Türkiye kendi eliyle yaptığı ikinci bir boğaz ile bu kirliliği kendi evinin içerisine, yani Marmara’ya taşınmış olacaktır. Bu durum Marmara’nın ölü bir denize dönüşmesi ile sonuçlanabilecektir.

“Mega değil katil proje”

Açık Radyo’da Ekonomi Ekoloji programında gazeteci Pelin Cengiz’in sorularını yanıtlayan TMMOB İstanbul İl Koordinasyon Kurulu sekreteri Cevahir Efe Akçelik projenin İstanbul’u ekolojik anlamda nelerle karşı karşıya bırakabileceğini anlattı.

Bu projelerin öncelikle halka açı, şeffaf bir şekilde tartışılıp bilim insanları ve akademiden görül alınarak yapılması gerektiğini söyleyen Akçelik, “Akkuyu nükleer enerji santralinin örneğin ÇED raporunun onaylandığını yine biz bakanlığın internet sitesinden önce bir havuz medyasından öğrenmiştik. Kanal İstanbul’da da benzer durum geçerli” dedi. Akçelik İstanbul’un çehresini değiştirecek projenin güvenlik risklerine şu sözlerle değindi:

“İstanbul boğazında yaşanan kazaların engellenmesi olarak, güvenlik riski var denilerek yapılıyor ancak bakanlığın servis ettiği ÇED raporunda 3 boyutlu modellerde kanala sıfır evler var, 200 metrelik bir kanaldaki evlerde burada oluşacak bir kazayla ilgili olarak bir çalışma var mı? ÇED raporunda biz bunu göremedik. Kanaldan geçirilmesi hayal edilen akaryakıt tankerlerinde çıkan bir yangın kanalı yine kullanılmaz hale getirecek ve çevresine sıfır ev yaptığınız zaman buradaki insanların da hayatını riske atmış olacaksınız. Ancak bununla ilgili herhangi bir gelişme o raporda okuyamadık. Olası bir akaryakıt kazasında o evlerde yaşayan insanları o zaman riske atmış olacağız”

“Hafriyat toprağının tozları havaya karışacak”

İstanbul’daki hava kirliliğinin insan sağlığını olumsuz etkileyecek seviyeye geldiğini son zamanlarda bu kapsamda yayınlanan raporlar ortaya koyuyor. Cevahir Efe Akçelik Kanal İstanbul projesinin İstanbul’un hava kalitesini de olumsuz etkileyeceği uyarısını yaptı.

“Projenin ekoloji boyutlarını tartışmaya başlarsak örneğin kazı miktarından biz ele aldık, Karadeniz’den Küçükçekmece gölüne kadar olan kara alanı 1,5 milyar metreküplük bir materyalin kazılacağı öngörülüyor.  Küçükçekmece gölünün tabanından da 115 milyon metreküp çamur kazılacak. Değerli hocamız Naci Görür’ün bir hesaplaması var, 20 metreküplük kamyonlarla bu tonajı 18 milyon seferde kaldırılabilir diyor. Yani 18 milyon sefer en az 5 yıllık bir hafriyat çalışmasını gerektirdiği anlamına geliyor. Bu 5 yıllık hafriyat çalışmasında olacak olan hava kirliliğine ilişkin de modellemeler yapıyoruz. Kadıköy’deki hava kirliliğinin biliyorsunuz geçen yine odamız açıkladı, İstanbul’daki en kirli ilçelerden biri de bu kentsel dönüşümde bu hafriyat toprağının tozlarının havaya karışması olarak adlandırılıyor.”

“Marmara’daki balık ve su ürünleri nesli tükenecek”

Mega proje yerine katil proje denilmesinin çevreye olan olumsuz etkilerinin kamuoyunda daha fazla konuşulmasının sağlayabileceğini belirten Akçelik, Marmara’daki balık ve su ürünlerinin nesillerinin tehlikeye gireceğini şu sözlerle açıkladı:

“Kanal İstanbul İstanbul projesinde tabanı 25 metre olarak planlanıyor ve düzgün oluşundan dolayı Karadeniz’in Marmara’ya herhangi bir karışma olasılığı yok, jet akıntı Karadeniz’den Marmara’ya devam edeceğinden dolayı Karadeniz’den Marmara’ya bir boşalma olacağı öngörülüyor, yani bu 60 santimlik seviye farkının azalacağı. Dolayısıyla Karadeniz’deki tuzluluk değerinin %17’lere çıkacağı öngörülüyor. Dolayısıyla deniz eko sisteminde ciddi oranda bu tuzluluk seviyesinin artmasından dolayı etkileneceği öngörülüyor. Burada en önemlisi ise altını çizdiğimiz, Marmara denizinin dibindeki oksijen seviyesi çok az, şu anda 0.5 civarında, normalde 4.4 ile 4.5 arası olması lazım, Karadeniz’den gelen besin değeri yüksek ilk 10 yılda Marmara’daki balık miktarının arttıracağı öngörülüyor ancak daha sonra Çanakkale’ye doğru yüzeyden giden su Çanakkale boğazının girişini tekrar İstanbul yönüne doğru alt su tabakasıyla karışacağından dipteki az olan oksijen seviyesini bakteriler kullanacağı, 2 ya da 3. 10 yıllarda oksijen seviyesinin tamamen Marmara denizinde yok olacağı öngörülüyor bu hesaplamalarda. Dolayısıyla bu hidrojen sülfürden ötürü Marmara’daki balık ve su ürünleri nesli tükenecek.”

Kanal İstanbul, Meclis’e taşındı

CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu, Kanal İstanbul Projesi’ni TBMM gündemine taşıdı. Tanrıkulu, TBMM Başkanlığı’na verdiği önergesinde “Projenin 325 bin dönüm alan üzerine kurulacak iki şehir ile havaalanı aksında çalışmalar olduğu bilinmektedir. Bu güzergâhın ve güzergâhta yapılacak yeni yerleşim yerlerinin kamulaştırılması ve sonrasında bu arazilerin bazı işadamları tarafından ve FETÖ bağlantılı kişilerce parça parça satın alındığı yönünde iddialar mevcuttur” ifadelerine yer verdi.

Tanrıkulu özetle şu soruları sordu: “İddilalar doğru ise, bu kişiler kimlerdir, kamulaştırma işlemleri hangi belediyelerde yapılmıştır, kamulaştırma yapıldıysa, bölge belediyelerinin planlarına işlenmiş midir, Havaalanı Projesi’nde kalan hangi köylere kamulaştırma yazısı gönderilmiştir, Kanal İstanbul Projesi kapsamında o bölgede bulunan ve boşaltılması istenen maden şirketleri hangileridir, Kanal İstanbul güzergâhında bulunan köylerdeki arsaların metrekare fiyatları ne kadar olarak belirlenmiştir?”

 

(Açık Radyo, Yeşil Gazete)

Bir gece ansızın girersiniz ama bin gecede çıkamazsınız! – Fehim Taştekin

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

Ankara “Türkiye’de Kürtlere bir şey vermediğim gibi Suriye’de de verdirtmem” mantığıyla hareket ediyor. Rusya ve ABD’den bağımsız olarak Suriye’nin kendi çözüm planı çerçevesinde Kürtlere bir şey vermesi ihtimalini de tehdit olarak görüyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, “Bir gece ansızın girebiliriz” repliğiyle aylardır gündemde tuttuğu Afrin’e müdahale planını, 13 Ocak’taki “Bir haftaya kalmaz temizleriz” tehdidiyle geri sayım sathına soktu. Dün de “Operasyon her an başlayabilir” diyerek “ciddiyet gösterisini” sürdürdü.

Afrin Türk ordusunun menziline girdiğinden beri Erdoğan defalarca milleti “Ha girdik ha gireceğiz” noktasına getirdi. Her defasında da, “Acaba Rusya yeşil ışık yaktı mı” sorusu soruldu, heyecan yatışınca da “Rusya YPG’yi kollayan tutumunu değiştirmedi” sonucuna varıldı.

Afrin (Fotoğraf: Reuters)

Erdoğan bu kez tarih verdiğine göre durum farklı olabilir mi? Eğer Devlet Başkanı Vladimir Putin özel kanaldan Erdoğan’a aksi yönde bir şey fısıldamadıysa Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un sözleri, Rusya’nın Afrin’de cephe açılmasını istemediğine işaret ediyor. Lavrov dün ABD’nin yeni Sınır Güvenliği Gücü planını eleştirirken Kürtlerle ilgili Ankara’nın hoşuna gitmeyen tutumu tekrarladı: “Bu kışkırtıcı tek taraflı yeni adım Afrin’deki durumun çözümüne kesinlikle yardımcı olmayacak. Afrin’deki durum ve genel olarak Suriye’de bu meseleleri ateşkes anlaşmaları sağlayarak halletmeye çalışıyoruz. Kürtler kesinlikle Suriye ulusunun bir parçasıdır ve onların çıkarlarını dikkate almak durumundayız.”

Eğer ciddiyet nişanesi sınırda başlayan top atışlarıysa daha önceki tehditlerde de bu yapıldı. Askeri yığınaksa bu da yeni değil. Aylardır Kilis-Hatay hatları tank sırtlanmış TIR’dan geçilmiyor. Öncekilerde olduğu gibi hükümet medyası harekât planını da halkımızla paylaştı. Hangi başkomutan savaşa giderken planlarını açık eder? Aslı olsun ya da olmasın bu garabet de bize has!

Durum her ne ise bu puslu havada üç ihtimali tekrarlamaktan başka çare yok: Erdoğan ya Rusya’dan yeşil ışık aldı ya Rusya’nın esnek durumundan cesaretle oldubitti yapacak ya da bu bir blöften ibaret, böyle yaparak kendi koşullarını ABD ve Rusya’ya dayatmaya çalışıyor. Hepsi de öngörülemez belalara davetiye çıkartıyor.

Ne olacağını kimse bilmiyor ama kendini ele veren niyetler var: Erdoğan, Afrin ile Kobani arasında kara bağlantısını kesen Fırat Kalkanı Hareketi ile Suriye sahnesinde elde ettiği pozisyonu Afrin’le daha ileri bir noktaya taşımak istiyor. Bugünlerde “Masada var olmak için sahada olmak gerekir” esprisi dilden düşmüyor.

Rusya’nın izin verdiği, ABD’nin de göz yumduğu ölçüde sahada olduğumuza dair hakikate aldırmazsak fiyakamız, evlad-ı fatihanı yarın sabaha Şam’a ulaştıracak kadar kavi!

Türkiye, Fırat Kalkanı özelinde birkaç kez Rusya’nın kurduğu oyundan çıkıp farklı bir inisiyatif geliştirdiğinde yeşil ya da sarı ışıkların nasıl birden bire kırmızıya döndüğünü gördük.

Rusya’nın önceliği Türkiye’nin sergileyeceği işbirliği sayesinde İdlib’i Suriye ordusunun kontrolüne geçirmek ve Kürtleri müzakerelerin bir parçası haline getirip ABD’nin oyun alanını daraltmak. Basitçe Rusya, IŞİD ve Nusra Cephesi’nin bitirildiği, diğer muhalif yapıların önemsizleştiği ve Kürtlerin Rus katarına alındığı koşullarda siyasi çözüme varmak istiyor.

Buna karşı Ankara da Kürtlere dair görmek istemediği senaryo başarısızlığa uğratılıncaya dek Suriye ordusunun İdlib’e girmesine razı değil. Türkiye, geçen ekimde Astana süreci kapsamında öngörülen çatışmasızlık bölgesi oluşturma planını Afrin’e müdahaleye uygun pozisyonu yakalamak için fırsata dönüştürdü. Bunu yaparken de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) ile anlaştı. Halbuki HTŞ ateşkes kapsamında bir örgüt değildi. Ankara’nın İdlib’de El Kaide hakimiyetine son vermek gibi bir niyetinin olmadığını gören Rusya, İdlib’e yönelik kendi planlarını hızlandırdı. Üstelik İdlib planı için Putin’in Suriye’den çekilme sürecinin başladığını duyurduğu Hmeymim Üssü’ne yaptığı ziyaretten hemen sonra düğmeye basıldı.

Erdoğan’ın Afrin’i yeniden hedefe koyması da İdlib harekâtına paralel gelişti. Erdoğan’ın 27 Aralık’ta Suriye Devlet Başkanı Beşşar el Esad’ı yeniden terörist ilan edip fabrika ayarlarına dönmesi de İdlib harekâtıyla bağlantılıydı. Önce Ebu Zuhur Üssü’nü, ardından İdlib’i hedefe koyan Suriye ordusu, operasyona 26 Aralık’ta Hama’nın kuzeyindeki Aştan’dan başlamıştı.

İdlib restleşmesi Türkiye ve Rusya’nın Astana’daki ortaklığa rağmen birbirine zıt gündemlerle yol almaya çalıştığını bir kez daha gösterdi. Putin, Türkiye ile işbirliğini aradaki farklılıklara feda etmek istemedi. İdlib harekâtının başlamasından sonra yani 31 Aralık’ta Hmeymim Üssü’ne, 6 Ocak’ta hem Hmeymim hem Tartus üssüne yapılan saldırılar, Türkiye bağlantılı grupların elindeki bölgeden yöneltildiği halde Putin’in, “Saldırıların arkasında Türkiye’nin olmadığına inanıyorum” demesi Ankara ile ortaklığı sürdürmeye matuf bir tercihti. Aynı tercihli tepki Rus uçağının düşürülmesi ve Rus elçisinin öldürülmesi olaylarında da kendini hissettirmişti. Ancak Rusya’nın Suriye’deki çıkış planlarını rayından çıkartacak adımlara göz yumacağını düşünmek de saflık olur.

***

Ankara’nın tepkisini keskinleştiren diğer faktör Amerikalıların Kürtlerle ortaklığa yeni bir boyut katması. ABD bir taraftan Türkiye ve Rusya ile diyalogu sürdürürken diğer taraftan Suriye’deki süreçlere yön verebileceği koşulları oluşturmaya çalışıyor. IŞİD’e karşı YPG’ye destek ve ardından Suriye Demokratik Güçleri’nin oluşumu ABD’ye hiç ummadığı büyüklükte bir oyun alanı açtı. Trump yönetimi bu denkleme İran’ı durdurma hedefini de ekledi. Bu çerçevede geçen yaz Suriye-Irak sınırında bir tampon bölge kurulması planlandı. İran destekli unsurlara karşı sınır hatlarını tutmak ve Suriye’ye karşı koz olarak kullanmak üzere Suriye Ulusal Ordusu ya da Yeni Suriye Ordusu projesi geliştirildi. Suriye ordusunun Irak sınırına erkenden ulaşmasıyla planlar çöktü. Ancak ABD bu sefer Sınır Güvenliği Gücü adıyla yeni bir ordu kurmaya başladı. Gürültüsü şimdi kopsa da Sınır Güvenliği Gücü ile ilgili hazırlıklar birkaç aydır sürüyordu. ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Orgeneral Joseph Votel plandan ilk kez 22 Aralık’ta AP’ye verdiği demeçte söz etti. Medyaya sızan bilgilere göre bu ordunun teşekkülü için CIA’in yürüttüğü eğitimler Haseke’nin güneyindeki Sabah el Hayır Kampı ile Fırat nehri üzerindeki Tişrin Barajı yakınında bir kampta veriliyor. Eğitimini tamamlayan 400 kişi 10 Ocak’ta göreve başladı. Türkiye aynı gün ABD’nin Ankara’daki Maslahatgüzarı Philip Kosnett’i Dışişleri’ne çağırıp tepkisini iletti.

14 Ocak’ta IŞİD’e karşı koalisyonun halkla ilişkiler ofisi biraz daha detay verdi. Buna göre Sınır Güvenliği Gücü 30 bin kişiden oluşacak; bu kişilerin yarısı Suriye Demokratik Güçleri’nden seçilecek, diğer yarısı Arap yoğunluklu bölgelerden devşirilecek; Kürtler kuzey sınırlarında, Araplar ise Fırat Nehri’nin yanı sıra Irak ve Ürdün sınırları boyunca görev yapacak.

Bu, Türkiye açısından fiili durumu değiştiren bir yapılanma değil. Kuzeyde Afrin dışında Fırat ile Dicle arasında uzanan sınırlar tamamen YPG’nin kontrolünde. IŞİD ve benzeri örgütlerin sızamadığı yegâne sınırlar da buralar! Aksi deklare edilmezse Sınır Güvenliği Gücü, Suriye Demokratik Güçleri bünyesinde olacak. Yani YPG belirleyici rolünü koruyacak; özellikle Kürt yoğunluklu bölgelerde aktör değişmeyecek. Bu gelişmeyi Erdoğan, tabela değiştirerek YPG’ye yardımı sürdürme uyanıklığı olarak okuyor ve Trump’ın sözünü tutmadığını düşünüyor. Son 6 yılda egemen bir devletin topraklarında silahlı örgütler kurdurma konusunda ABD ile Türkiye aynı sicili paylaşsa da Erdoğan Sınır Güvenliği Gücü’nü ‘terör ordusu’ olarak nitelendirdi. (Suriye’nin nazarında da aynı suçu Türkiye de işliyor. Malum Suriye’de çok sayıda örgüt varlığını Türkiye’ye borçlu. Bugünlerde Menbic gibi yerlerde YPG’nin kontrolünü bitirmek için Arap-Türkmen aşiretlerinden yeni bir ordu kurmaya çalışıyor. Şam nazarında Türkiye destekli olanlar ‘terörist’, ABD destekli olanlar ise ‘hain’.)

YPG’ye askeri yardımları bu kez Sınır Güvenliği Gücü adı altında yapıyor olmasına ilaveten ABD’nin Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu’nu siyaseten tanıyabileceğine dair sinyaller de sanırım Ankara’nın gerilimi artırmasında etkili oldu.

Özetle Ankara için tetikleyici faktör; Suriye ordusunun İdlib operasyonu ve ABD’nin yeni ordu planı.

***

Ankara “Türkiye’de Kürtlere bir şey vermediğim gibi Suriye’de de verdirtmem” mantığıyla hareket ediyor. Rusya ve ABD’den bağımsız olarak Suriye’nin kendi çözüm planı çerçevesinde Kürtlere bir şey vermesi ihtimalini de tehdit olarak görüyor. Kafasındaki çözüm, Şam’la müzakere süreci Kürtlerin bir şeyler alacağı noktaya varmadan mevcudu dağıtmak. Fakat ciddi bir hesap hatası yapılıyor. Her şeyden önce Türkiye’nin namlularını çevirdiği topraklar Suriye’ye ait. TSK burada işgalci muamelesi görecektir. Gelişecek direnç de ona göre olacaktır. Afrin’e asker sokmak, yabancı savaşçılarla dolu IŞİD’in gasp ettiği bölgelere girmekle aynı şey değil. Ağır kayıplar vermek ve verdirmek pahasına Afrin’e girip yerleşim merkezlerini dağıtabilirler. Fakat bu yolla hiçbir şey elde edilemez. PYD-YPG Afrin’e dışardan gelip yerleşmiş bir örgüt değil. Bu hareketin kadroları 1990’lardan beri halktan ciddi destek görüyor. Farz edelim ki Afrin düşürüldü. Bu, Suriye’nin kuzeyinde ete kemiğe bürünen demokratik özerkliğin sonu anlamına gelmiyor. Kobani, Tel Ebyad, Serekaniye, Dirbesiye, Amude, Kamışlı ve Derik’e kadar bütün Türkiye sınırları bu yapının kontrolü altında. Afrin’den sonra buralara da mı müdahale edilecek? Frenleyici bir güç olarak ABD ve Rusya olmasa bile bu tür bir maceranın getirisi kandan, yıkımdan ve düşmanlıktan başka hiçbir şey olmayacak. Afrin’e girildiğinde Türkiye’yi de operasyon alanına dönüştürecek başka senaryoların tetiklenmeyeceğinin garantisi de yok.

Yani bir gece ansızın girebilirsiniz ama bin gecede çıkamayabilirsiniz. Bu tür savaşlarda çıkmak girmekten çok daha zordur.

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

 

Fehim Taştekin

Kripto paralar keskin düşüş seyrinde: Bitcoin’in değer kaybı yüzde 25

Piyasa değeri açısından en büyük 10 dijital para birimi Salı günü büyük oranda değer kaybetti. Bitcoin’in yüzde 25 değer kaybederek 13 bin dolar seviyesinden 11 bin dolar seviyesine kadar indiği görüldü.

Böylece Ocak ayında başlayan satış dalgasının kurbanı olan Bitcoin, Aralık ayından beri en düşük seviyesini görmüş oldu.

Bitcoin’in düşüşüne diğer kripto para birimleri de katıldı

Ripple yüzde 40 kadar düşerken Ethereum yüzde 31 değer kaybederek 871 dolar seviyesine indi.

Güney Kore Maliye Bakanı Kim Dong-yeon’un dijital paraların ticaretinin yasaklayabileceklerini söylemesi yatırımcıları korkutmuştu.

Her ne kadar Kim, bu hamlenin bakanlıklar arasında ciddi bir şekilde müzekere edilmesi gerektiğini söylese de aynı zamanda mantıksız bir spekülasyon dalgasının görüldüğünü eklemiş ve bir düzenlemeye ihtiyaç duyulduğunu söylemişti.

Bütün paranızı da kaybedebilirsiniz

Londra’daki ETX Capital şirketinin kıdemli piyasa analisti Neil Wilson, Bloomberg’e yaptığı açıklamada Güney Kore’nin dijital paralar açısından dünyanın en büyük üçüncü piyasası olduğu hatırlatmasını yaptı.

Wilson; Güney Kore, Çin, Japonya ve ABD’nin dijital para piyasasına düzenleme getirme üzerine çalıştığını hatırlatarak belki de dijital paraların yükselişinin sonunun geldiği uyarısında bulundu.

Bloomberg televizyonuna konuşan Avrupa Birliği’nin Avrupa Menkul Kıymetler ve Piyasalar Otoritesi (ESMA) Başkanı Steven Maijoor ise yatırımcıların ‘bütün paralarını kaybetmeye hazır olması’ gerektiğini söyledi.

 

(BBC Türkçe)

Freedom House raporu: Türkiye artık “özgürlüğü olmayan” bir ülke

Freedom House’un 2018 Dünyada Özgürlük raporuna göre demokrasi küresel çapta krizde, Türkiye de “Kısmen Özgür” kategorisinden “Özgür Değil” kategorisine geriledi. 18 yıldır yayınlanan raporda Türkiye ilk defa “Özgür Değil” kategorisinde yer aldı.

 

Bianet’den Elif Akgül’ün haberine göre 18 yıldır (1999’dan beri) yayınlanan raporda Türkiye ilk defa “Özgür Değil” kategorisine geriledi.

Basın duyurusunda “Demokrasi on yılların en ciddi krizi ile karşı karşıya” diyen Freedom House Başkanı Michael J. Abramowitz “Özgür ve adil seçimler, azınlık hakları, basın özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü de demokrasinin en temel ilkeleri tüm dünyada kuşatma altında” ifadelerini kullandı.

Abramowitz “Amerikan demokrasisinin çekirdek kurumları, ülkenin geleneksel denge ve denetleme sistemini küçümseyerek hareket eden bir yönetim tarafından yıpratılıyor” diyerek şunları ekledi:

“Trump yönetimi, Amerikan dış politikasının arkasındaki canlandırıcı güç olan demokrasiyi bir kenara iterek son 70 yılın siyasi uzlaşısından kesin bir dönüş yaptı. ABD’nin deniz aşırı demokrasiye yönelik tarihsel adanmışlığından alelacele geri çekilmesi, tarihi taahhüdünden deniz aşırı demokrasiyi desteklemeye acele ederek çekilmesi, otoriter rejimlerin meydan okumasını daha güçlü ve tehditkar hale getiriyor.”

Özgürlük katsayısı en çok düşen ülke Türkiye

 

Raporda Türkiye’nin “Kısmen Özgür”den “Özgür Değil” kategorisine gerilemesi “önemli bir gelişme” olarak duyuruldu. Raporda “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın başarısız 2016 darbe girişiminin ardından muhalif bellediği kesimlere yönelik genişleterek yoğunlaştırdığı baskısı Türkiye vatandaşları için ciddi sonuçlar doğurdu” dendi.

Türkiye’nin notu geçen yıla göre 6 puan geriledi. Türkiye, son 10 yılda da 34 puan düşüşle raporda bu zaman diliminde en çok puanı düşürülen ülke oldu.

Dünya genelinde özgürlüklerin durumunu takip eden kuruluş, raporunun Türkiye’yle ilgili değerlendirme bölümünde, Türkiye’nin “kısmen özgür” kategorisinden “özgür değil” kategorisine düşürülmesinin, “Dünyada Özgürlükler raporlarında uzun ve giderek hızlanan düşüşünün bir neticesi olduğunu” belirtti.

 

(Bianet)

Gazetecilikle ilgili bildiklerinizi sorgulatacak 5 yapım

Gazetecilik dünyanın en zor ve stresli mesleklerinden biri sayılıyor. Özellikle gazete/televizyon muhabirliği reklam gelirlerinin düşmesi ve “oyuna” internet yayıncılığının da dahil olmasıyla sektördeki rekabeti tırmandırdı.

İşçi çıkarımları, çalışanların ücretlerinin zamanla azalması, fazla mesai haklarının ödenmemesi, mobbing, kamuoyunda meslektaşı tarafından gazetecinin ve gazetecilik mesleğinin itibarsızlaştırılması bu mesleğin icra edilmesini çok daha zorlaştırdı.

Öte yandan Sınır Tanımayan Gazeteciler’in 2017 verilerine göre dünya çapında hapiste tutulan gazetecilerin toplam sayısı 326’yı bulmuşken basın özgürlüğü konusu sık sık gündemimizi meşgul etmeye devam ediyor. Buradan yola çıkarak medya çalışanlarının dünyasının az bilinen yüzünü gözler önüne seren, son 6 yılı kapsayan yapımları derledik.

“Konuşamayacağımız görgü tanıklarının tweetlerini baz alamayız. Hangi güvenilir haber ajansı bunu yapardı?”

1-) The Newsroom (2012) | IMDB: 8,6 | Yönetmen: Aaron Sorkin

https://www.youtube.com/watch?v=XQrzx4LCQrY

Üniversite öğrencilerinin katıldıkları bir oturumda “Amerika dünyanın en iyi ülkesi midir?” sorusuyla başlayan dizi yeni neslin “cahilliğine” tepki verirken, bir yandan da günümüz medyasına yönelik nokta atışı, sarkastik eleştirileriyle izleyicinin tüm dikkatini kendisine çekiyor.

Dizinin yaratıcısı, senaryo yazarı ve aynı zamanda da yapımcısı olan Aaron Sorkin, bildiğini okuyan ve sivri dilli ana haber sunucusu Will McAvoy ve ekip arkadaşlarının, haber merkezinin kamera arkasında yaşadıklarını ekrana taşıyor. Diziyi bu kadar kıymetli kılan özelliği ise Bin Ladin’in yakalanması, Boston maratonu patlaması gibi yakın zamanda tanık olduğumuz gelişmelere yer veriliyor olması…

“Haber bültenimi boğazı kesilmiş halde sokaktan aşağıya koşan bir kadının çığlığı olarak düşünüp havadaki ruhu yakala Lou.”

2-) Nightcrawler (2014) | IMDB: 7,9 | Yönetmen: Dan Gilroy

Amaca giden her yol mübah mıdır? İlk kez yönetmen koltuğuna oturan Dan Gilroy bu sorunun cevabını ararken kapitalist sistemde yozlaşan medyayı mercek altına alıyor.

Reyting ve kariyer hırsının şehrin önde gelen televizyon kanallarından birinde gece muhabiri olarak çalışmaya başlayan Lou Bloom’u günden güne insanlıktan nasıl çıkardığını, hırslı ve genç bir gazeteci adayının “kan dökülmüşse satar” mantığının iş yaptığı sisteme ayak uydurarak ödediği ağır bedele giden süreç anlatılıyor.

 

“Fakir bir ailenin fakir bir çocuğu olduğunda ve bir rahibin dikkatini çektiğinde, bu büyük bir olaydır. Tanrı’ya nasıl ‘hayır’ diyebilirsin?”

3-) Spotlight (2015) | IMBD: 8,1 | Yönetmen: Tom McCarthy

88’inci Oscar Ödülleri “En İyi Film” dalında ödül alan Spotlight ile gerçek bir hikâye beyazperdeye uyarlandı.

2001 yılında Boston Globe gazetesinin başına geçmeye hazırlanan yeni Genel Yayın Yönetmeni Marty Baron ekibini 30 yıl boyunca düzinelerce çocuğa cinsel istismarda bulunmakla suçlanan yerel bir rahibi araştırmakla görevlendirir. Bir yıllık araştırma sonucunda Boston’ın üst düzey dini, yasal ve idari birliğine ait on yıllarca gizlenen gerçeklere ulaşılır.

Katolik Kilisesi’nin gizlilik kararı aldırtıp saklamaya çalıştığı belgelerin kamuoyuna açık hale getirilmesi için verilen mücadeleyi anlatan film bizi gerçeklerle yüzleştiriyor.

“Yukarıdan öyle istiyorlar, ben kararı uyguluyorum. Yorum yapmıyorum. Ben anlatabildim mi?”

4-) Kaygı (2017) | IMDB: 6,7 | Yönetmen: Ceylan Özgün Özçelik

Kaygı günümüzde geçen, iktidar-medya-birey üçgeninde toplumsal hafızamızın güçlü ve güvenilir olmayışının ağır sonuçlarına odaklanan bir yapım.

Ceylan Özgün Özçelik’in dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan ilk uzun metrajlı filmi Kaygı, bir haber kanalında belgesel kurgucusu olarak çalışan Hasret’in etrafında gelişiyor.

Hikâyede, basın özgürlüğüne ve medya manipülasyonuna açık göndermelerde bulunuluyor. Kazandığı uluslararası ödülleri sinema endüstrisinde çalışan kadınlara adayan yönetmen Özçelik, kısa film çalışmalarının ardından, sinema alanındaki başarısıyla adından sıkça söz ettiriyor.

“Eğer haberi basmazsak ne olur? Kaybederiz. Ülke kaybeder!”

5-) The Post (2017) | IMDB: 7,5 | Yönetmen: Steven Spielberg

12 Ocak’ta Türkiye’de vizyona giren The Post hakkında konuşturmaya devam ediyor.

Steven Spielberg’ün yönetmen koltuğuna oturduğu yapım bizi 1971 yılına götürüyor. Mesleki dayanışmanın önemine yer verilen ve gazetecilerin devletin değil kamunun çıkarlarını gözetmesi gerektiği konusunda gazeteciliğin evrensel ilkelerini hatırlatan Post’ta, Vietnam Savaşı’ndaki ABD askerlerinin rolü hakkında kamuoyuna ve kongreye söylenen yalanların The Washington Post ekibi tarafından nasıl deşifre olduğunu anlatıyor.

Hikâyede iktidarın ve basının kurduğu yakın ilişkilerin tarafları nasıl bir yol ayrımına getirdiği ve seçim yapmaya zorladığı gözler önüne seriliyor.

 

Merve Damcı – Yeşil Gazete

Kuraklık sorununa 11 maddelik çözüm önerisi

Son günlerde Türkiye’nin gündemini meşgul eden kuraklık sorununa ilişkin Duvar gazetesi yazarlarından Önder Algedik çözüm önerilerinde bulundu. Algedik, 11 maddede iklim değişirken kuraklık sorununa dair neler yapılabileceğini kaleme aldı.

1- Doğadan su çalmayı bırakın

Kentler 2001 yılında doğadan 4,7 milyar m³ su çekerken 2016’da bu, 5,8 milyar m³ oldu. Bunun da 1,56 milyar m³’ü yer altından alındı.  Yani yer üstü suları dışında yer altındaki suyu da harcamışız. Bunun için uzak havzalardan suları kentlere taşıdılar.

2- Kayıp-kaçağı önleyin

5,8 milyar m³ su çekilmiş, belediyelere bunun sadece 3,7 milyar m³’ü dağıtılmış. Belediyeler ise bunun ne kadarını abonelerine vermiş? Eylül 2015’te Bakan Eroğlu suda kayıp-kaçak oranını yüzde 43 olarak açıklamıştı. Yani içme suyunun yarısına yakınını kaybediyoruz. Yeni 5,8 milyar m³ doğadan çekilen suyun üçte birini, yani 2,1 milyar m³’ü abonelere verilmiş anlamına geliyor Gerçi bakan o gün bu oran dört yıl içinde yüzde 30’a inecek demiş. İki yıl sonra yaptığı açıklamada “İstatistiklerde yüzde 35 olarak gözüküyor olsa da şu anda bizim tespitlerimize göre kayıp-kaçak suyun en az yüzde yüzde 50-55 civarında” olduğunu ifade etmiş. Hedeflerle ilgili çok bir şey yapılmadığını, onun yerine inşaat ile uğraşıldığını tahmin etmek güç değil.

3- Kirlettiğiniz suyu tam temizleyip geri verin!

TÜİK verilerine göre 2016’da deşarj edilen suyun yüzde 86,7’si arıtılarak doğaya bırakılmış. Yani tamamını arıtmamışlar. Hatta TUİK bültenine göre arıtmanın yarısı gelişmiş arıtma, istatistiklerine göre ise sadece yüzde 10’u gelişmiş arıtma.

4- Suda “kullan-at” politikasını bırak

Arıtılan suyun neredeyse yarısı denize, diğer yarısı da akarsuya bırakılmış. Tekrar kullanmak aklımıza gelmemiş. En azından bir kısmını arıtıp tarım suyu kalitesine getirebilir, tarım, park ve bahçe sulamasında kullanılabiliriz. Bu neredeyse yok denecek kadar az. Yağmuru eksik olmayan Londra bile suyunu arıttıktan sonra içme suyu kalitesine getirerek şebekeye veriyor. Tabii onlar fakir, biz her seferinde kullan-at yapabiliyoruz.

5- Atık su parasını boşa harcama!

Ankara Belediyesi konutlardan her bir m³ su için KDV dahil 2,5 TL para alıyor. Yani günde 1,5-2 milyon TL’lik atık su bedeli demek bu. Diğer kentler biraz daha ucuz. Yine de Türkiye’de yılda birkaç milyar TL atık su bedeli toplanıyor. Bu parayla bile pek çok şeyi çözmek mümkün. Arıtma tesisleri pahalı yatırımlar. Ama bizden alınan vergiler inşaat yerine geri dönüşümlü su arıtma sistemlerine yatırılsa, atık su parası da eklendiğinde sorunlar çok daha hızlı çözülecektir. Nitekim bakan bu kadar yatırımı bunlara ayırsaydı zaten bu kadar su derdimiz olmazdı.

6- Termik santrale izin verme, hatta kapat

Geçen hafta ÇED raporu durdurulan 500 MW güçlü Elbistan Termik Santrali projesi yapılsaydı, doğadan yılda 10 milyon m³ su çekecekti. Yani iki tanesi 700 bin kişiye su ulaştıran bir Eskişehir kadar su tüketiyor. Soru burada basit, Eskişehir kadar bir halkı susuz mu bırakalım, yoksa kömürden elektrik mi üretelim?

7- Beton dökme, döktürme!

Betonu elde etmek için her 1 kg çimentoya yaklaşık yarım litre su katmanız gerekiyor. Türkiye yılda 70 milyon tondan fazla çimento üretiyor. Yani 35 milyon ton sırf beton için su tüketiyor. Yani biz beton için neredeyse iki Eskişehir büyüklüğünde bir suyu harcıyoruz.

8- Asfalt –beton yasaklansın!

Mersin’i düşün. Ülkede kuraklık var, kentin bir kısmı su altında. Ne kadar çok asfalt-beton, o kadar toprağa kavuşamayan su. Ne kadar ani yağış, o kadar sel felaketi. Ne kadar sıcak hava, o kadar sıcak kent.

9- Çim ekme!

İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi Su Çalışma Grubu, Ankara’da eskiden daha az su tüketildiğini, bunda yaz tatillerinin etkisini anlatır. Son dönemlerde ise bunun tersine döndüğünü söylüyorlar. Çim sulama yüzünden azalması gereken su tüketimi artıyor. Basitçe söylersek, günde 1,1 milyon m³ suyu arıtan Ankara’da bu miktar 1,3 milyon m³’ü geçebiliyor. Yeni çim ve refüj sulanan aylarda tüketim 200 bin m³’ten fazla artıyor. Yani beş ayda Ankara’da çimlere verilen arıtılmış musluk suyu Eskişehir’in bir yılda tükettiği musluk suyundan fazla.

10- Yemeğini ye ama arabanı yıkama

Bize israftan bahsedenlere temiz bir cevap. Türkiye’de 20 milyondan fazla motorlu araç var. Hepsini otomobil saysak, İller Bankası katsayılarını kullansak ve bir yılda 10 defa yıkansa, yaklaşık 10 milyon m³ su ediyor. Az mı? Kuraklık zamanı araba yıkamayı yasaklayan dünyada o kadar kent var ki.

11- Mermer ve taş ocakları yasaklansın

Su kaynakları sadece yer üstü sularından oluşmuyor, yer altı su kaynakları da var. Yer altı sularını korumamız lazım. Bu konuda DSİ açık bir şekilde “Akiferler üzerindeki diğer etkilere göre en tehlikeli olan tehdit ise malzeme ocaklarıdır.” Daha önceki “Mermer ve taş ocakları kapatılsın” başlıklı yazımızda çok net anlatmıştık:

Yani iklim olayları arttıkça bir kuraklık yaşadığınızda toprağın altındaki suyu mermer ve taş ocakları kurutmuş oluyor, elinizde tamamen kuru bir toprak kalıyor. Yer altı su rezervi olmayan kuru bir toprakta bitki olmayacağı için, ilk şiddetli yağmur da o toprağı önüne katar anlamına geliyor. Yani taşı, mermeri bana, doğa tahribatı sana diyor.

 

(Gazete Duvar)

İngiltere’nin yeni planı kıyıdan kıyıya 50 milyon ağaçlık bir orman

Citylab.com’da Feargus O’Sullivan imzalı haberi Yeşil Gazete yazarlarından Ali Serdar Gültekin’in çevirisiyle veriyoruz.

***

Plan, Birleşik Krallığın en ağaçsız bölgesinin 50 milyon ağaçla yeninden canlandırmak ve kuzeydeki şehirlere doğal bir kaçış alanı sunmak.

Kuzey İngiltere ormanının potansiyel sınırları // Woodland Trust

Kuzey İngiltere yeşil bir alan kazanmak üzere. Bu Pazar, Birleşik Krallık hükümeti, ülkeyi bir kıyıdan ötekine geçecek bir orman planlarını ortaya çıkardı. Bu yeni orman, doğu batı M62 Otoyolu güzergâhını gölgeleyerek batıda Liverpool’dan doğuda Hull’a a kadar yeşil bir kuşak oluşturacak.

Bu orman, eğer bu hafta duyurulan hatta tamamıyla gerçekleştirilebilirse, 50 milyon yeni ağaç içerecek ve yaklaşık 200 km’lik bir şeritte yaklaşık 25,000 hektarlık bir alan kaplayacak. Orman yalnızca ülkenin en ağaç ağaçlıklı kısmını yerel, geniş yapraklı ağaç türleriyle kaplamakla kalmayacak aynı zamanda yakınlarda bulunan birçok büyükşehir sakinine bir kaçış alanı yaratacak.

Bu geniş yeşil kuşak hedefi elbette henüz çok uzakta. Hükümet şimdiye kadar, ihtiyaç duyulan 500 milyon İngiliz Sterlininin henüz 5,7 milyonunu sağlama sözü verdi. Fakat planla ilgili kayda değer olansa çoktan gerçekleşmekte olan dönüşümü güçlendirmesidir. Bu aslında İngiliz kırsalını yeniden yeşillendirme için yakın zamandaki ikinci büyük girişim.

İlk girişim yaklaşık 150 km güneyde, İngiliz iç bölgelerinde. 300 km genişlikte bir kuşak olarak uzanan bu girişlim emin adımlarla olgunluğu doğru ilerlemekte. İlk dikimin 28 yıl önce yapıldığı Ulusal Orman adıyla bilinen bu girişim olgunlaştıkça, kırsalın tekrar ele alınmasının ne denli dönüştürücü olabileceğini ortaya koyuyor. Kuzeydeki yeni orman gibi bu orman da yalnızca bir karbon yutağı ve eğlence tesisi sağlamakla kalmıyor aynı zamanda endüstriyel istismar ile kısmen aşındırılmış kırsal ve meraların, bu etkiler tamamen ortadan kalktıktan sonra nasıl görünebileceğini de gösteriyor.

Huddersfield yakınlarındaki Beyaz Gül Ormanı (White Rose Forest) kuzey ormanı içine katılacak mevcut ormanlardan birisidir // Guy Thompson/Woodland Trust

Bu kulağa harika geliyor ama önce bir gerçeklik testi yapmalıyız. Britanya yeni bir orman planlıyorsa eğer ada bu ormana çok fena şekilde ihtiyaç demektir. En nihayetinde Birleşik Krallık kırsalı Avrupa’daki en düşük oranda orman barındırmakta. Sadece yüzde 13. Kimse Birleşik Krallık gibi kalabalık ve çok gelişmiş bir ülkeden çok yüksek seviyelere, misal yüzde 73’ü orman örtüsüyle kaplı Finlandiya gibi bir seviye gelmesini beklemiyor. Birleşik Krallık daha mukayese edilebilir komşuları Belçika (yüzde 22,6’sı orman ile kaplı) ve Fransa (yüzde 31’i orman örtüsü ile kaplı) ile karşılaştırıldığında oldukça çıplak ve yamalı kalmaktadır.

Bazı bölgelerinde mera hayvancılığının ormancılıkla değiştiği orman örtüleri sırasıyla yüzde 15 ve 18 olan Galler ve İskoçya, yüzde 10’u orman ile kaplı İngiltere’yle kıyaslandığında yukarıdaki ifade İngiltere için özellikle doğru oluyor. Bu küçük kısım bile saldırı altında. Tüm ülkede ağaçlık alanlar yıkım ile yüz yüze. Mevcut tehditler çok sayıda, bunlar arasında 35 kadim orman alanından geçerek bu alanlara tünel yapımı ya da çevresinden dolaşma çok pahalı ya da uygunsuz olduğu için zarar verecek olan yüksek hızlı tren inşaatı da bulunmakta. Bazıları, bu Kuzey Ormanı projesinin, başka yerlerdeki ormanlık alanları yok saymayı ya da kötüye kullanmayı maskeleyen büyük bir incir yaprağı olduğunu söyleyerek ormanı protesto ediyorlar. Aynı zamanda bu işin içinde, Britanya hükümetinin, insanları, Avrupa Birliğinden ayrılmanın yeşil politikaları terk etmek anlamına gelmediği yönünde ikna etmeğe yönelik bir çeşit komplo da olabilir (gerçi ne zaman yok ki?)

Her şeye rağmen mevcut Ulusal Orman, bu tarz projelerin, diğer koruma yöntemlerinden hariç tutulmadıklarında ne kadar ilgi çekici ve sürdürülebilir olabileceğini kanıtlıyor. İlk fideler, kasabalar, tarım alanları ve eski kömür yataklarının arasında 1995’te dikildi. Çoğunlukla, bölgeden sağlanan yavaş büyüyen büyük yapraklı ağaçları barındır orman, 20. Yüzyıl boyunca ormancılıkta kullanılagelen yerli olmayan çam türünün aksine daha yüksek bir başarı sağlamış ve orman kendini ortaya koymaya başlamıştır.

Geçen 20 yıl boyunca Ulusal Orman manzarada dışa vurumcu bir mozaik olarak uzandı. 2016 Baharında 8,5 milyon ağaç çok dikilmiş durumdaydı ama proje henüz bitmiş değil. Henüz, tahsis edilmiş alanın yüzde 20’si ormanlık. Hedef, bu yapboz yerleşim düzenini koruyarak alanın üçte birini ağaçlarla kaplamak.

Ulusal orman 1991 yılında ağaçlandırma başlamadan önce. Soluk yeşil alanlar proje başlamadan önce ağaçlandırılan alanlar. // National Forest
2016 yılında aynı alan. Dikili alanların genişlemiş. // National Forest

Şimdiye kadar ormanlık alanın yüzde 80’i halka açık. Bu durum yakın şehirlerin sakinlerinin ormanlık alanın keyfini sürmelerine izin veriyor. İşin doğrusu, iki plan da İngiltere’nin yoğun olarak yerleşilen, şehirlerle dolu bölgelerinde Ulusal ve Kuzey Ormanların birbirine bağladığı şehirler arasında sıkı fıkı bir bağ oluşturuyor.

Bunun avantajları sayısız. Şehir içindeki ağaçların havayı temizlediği ve serinlettiği gibi yerleşim yeri kenarındaki ağaçlık alanlar otoyolların gürültü ve kirliliğini azaltıyorlar. Tahmine göre sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde ağaçların sağlık harcamaları giderlerini azaltmadaki katkıları 7 milyar Amerikan Doları seviyesinde. Anlaşılan o ki, İngiltere’nin ağaçlarla kaplı yoğun ulaşım koridorları şehirlerin çeperinde cazip oyun alanları sağlamakla kalmayacaklar aynı zamanda şehrin daha öte kısımlarında havayı daha temiz ve taze yapacak ve hava sıcaklıklarını düşürecekler.

Ulusal Orman henüz tamamlanmamış ve olgunlaşmamış olduğu halde ve henüz çok yol var. Ulusal orman boyunca sonuçlar büyüleyici. Tüm kırsal boyunca yayılmış bodur çalılar neredeyse doğal görünüyorlar (halbuki değiller) ve orman zemini bahar aylarında çan çiçekleriyle laciverte dönmeye başladı bile.

Bu ölçekte bir yeşil yamalama faaliyetini 150 km uzakta Kuzey Ormanında gerçekleştirmek herkes tarafından hoş karşılanacaktır. İngiltere’nin en ağaçsız alanı olan Liverpool, Manchester ve Leeds gibi büyük şehirlerin kenarlarına dokunarak. Her şeye rağmen Alçak Penine Dağları bölgesi boyunca bozkır içinden geçen bu alan genelde güzel. ,Bu koridoru daha yeşil ve sulak bir araziye çevirmek civar şehirleri daha cazip hale getirecektir. Yorkshire Dales ve Peak Bölgesinden hafta sonu ziyaretçilerini çekebilir, güzel manzaraları ve ulusal parkaları güneşli hafta sonlarında insanlarla birlikte kutlayabilir. Bazı kuş ve yarasa türlerin bir yuva olarak hizmet verebilir. Birkaç on yıl içinde bir sincap bir kıyıdan diğerine ağaçtan ağaca atlayarak seyahat edebilir.

 

Haberin İngilizce Orijinali

Muhabir: Feargus O’Sullivan

Yeşil Gazete için çeviren: Ali Serdar Gültekin

 

(Yeşil Gazete, citylab.com)