Ana Sayfa Blog Sayfa 2896

Hollanda parlamentosunda ‘Ermeni soykırımı’nı tanıma hazırlığı

Geçen hafta Ankara büyükelçisini resmi olarak geri çekerek, Türkiye ile diplomatik ilişkilerini askıya alan Hollanda, 1915’de Anadolu’da yaşanan Ermeniler’e yönelik katliamı “soykırım” olarak tanımaya hazırlanıyor.

Koalisyon ortağı Hıristiyan Birliği (CU) tarafından gündeme getirilen öneriye, hükümeti oluşturan diğer üç partinin de destek verdiği belirtildi. CU Milletvekili Joel Voordewind, Hollanda Televizyonu’na (NOS) yaptığı açıklamada, parlamentoda çoğunluğunun 1915’de yaşanan olayların “soykırım” olarak tanınmasından yana olduğunu belirtti.

Hollanda parlamentosu, hükümetten 24 Nisan’daki “soykırım anması” için Ermenistan’ın başkenti Erivan’a ilk kez bakan düzeyinde temsilci göndermesini de istiyor. İktidar ortağı CU’ya göre, Erivan’a bakan düzeyinde temsilci gönderilmesi güçlü bir sinyal olacak. Hükümet, bu öneriye henüz yanıt vermedi. Ancak Hollanda Televizyonu’na göre, Lahey yönetiminin tepkisi olumlu olacak.

Hollanda’da, “uluslararası düzeyde oldukça hassas” olarak tanımlanan 1915 olaylarını nasıl tanımlanması gerektiği uzun süredir tartışma konusu.

Hollanda’nın, geçen yıl Mart ayında Türk bakanlara referandum kampanyası yapma izni vermemesi izerine, Ankara ile Lahey arasındaki ilişkiler gerilmişti.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun uçağının iniş izninin iptali ve Almanya üzerinden karayoluyla Rotterdam’a gelen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın sınır dışı edilmesi diplomatik krize neden olmuştu.

Lahey Büyükelçisi’ni geri çağıran Türkiye, istişare için ülkesine giden Hollanda Büyükelçisi’nin Ankara’ya dönmesine de izin vermemişti.

İlişkilerin normale dönmesi amacıyla başlatılan üst düzey temaslarda Türkiye’nin 11 Mart 2017’de yaşanan krizle ilgili olarak özür ön koşulunda ısrar etmesi nedeniyle görüşmelerin kesildiği açıklanmıştı.

Hollanda, Ankara’ya dönüşüne izin verilmeyen Büyükelçi Cornelis van Rij’ı resmen geri çektiğini ve Türkiye ile ilişkileri askıya aldığını duyurmuştu.

 

(BBC Türkçe)

Maçka Parkı’ndan ortak ses: İBB elini Maçka’dan çek!

Maçka Parkı’nda bir araya gelen doğa hakkı savunucuları tünel projesine karşı mücadele çağrısı yaptı.

Maçka Parkı’nda bir araya gelenler İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) tünel projesine karşı “Parkı ve vadiyi kullanan vatandaşlar, koşucular, cambazlar, dansçılar, piknikçiler, hayvan severler, parkı evi bilen herkes; gelin, bunu hep birlikte engelleyelim” dedi.


Geçen sene başlatılan ve gelen tepkiler üzerine askıya alınan Dolmabahçe-Levazım Tüneli projesinin hayata geçirilmesine tepki gösteren doğa hakkı savunucuları parkta çalışmaların yapıldığı alanda basın açıklaması gerçekleştirdi.  Oyuncu Tilbe Saran’ın da destek verdiği eyleme katılan yurttaşlar “Maçka Parkı’nda tünel istemiyoruz” pankartı açtı.

“Maçka parkına dokunma”, “İBB elini Maçka’dan çek”, “Tüneller trafik sorununu çözmez” dövizlerinin taşındığı eylemde oyuncu Tilbe Saran konuştu.

Saran, Maçka Parkı’nı korumaya dair taleplerini şu şekilde sıraladı:

* Maçka Parkı boş arazi değildir. İstanbulluların yaşam alanıdır!

* Tünelin giriş ve çıkış noktaları, bağlantı yolları, parkın doğal yapısını zedeleyecek!

* Yapılan karayolu tüneli ile artacak trafiğin yarattığı egzoz dumanları parkın temiz havasını yok edecek!

* Kent trafiğini kentin kalbine çeken, insan odaklı değil, araç odaklı olan bu karayol projesi gelecekte daha büyük trafik sıkışıklıklarına neden olacak!

* Yeşil alanların, parkların, altları oyulup betonlaştırıldıkça yağmur suları toprakla buluşamayacak. Yağan en hafif yağmurda bile afet manzaraları ile karşılaşacağız!

* Depremini bekleyen bir şehrin altının oyulması güvenlik riski yaratacak. Bölgenin yegane afet toplanma alanı olan park güvenli olmaktan çıkacak!

Taleplerini sıralayan Saran, “Parkı ve vadiyi kullanana vatandaşlar, koşucular, cambazlar, dansçılar, piknikçiler, hayvan severler, parkı evi bilen herkes; gelin, bunu hep birlikte engelleyelim. Parkımıza sahip çıkalım. Şehir, hep birlikte mücadele edersek kurtulur. Maçka Parkı hepimizin” dedi.

Oyuncu Tilbe Saran’ın konuşmasının ardından eylem alkışlarla son buldu

 

(Evrensel)

Kıbrıs’ta Başbakan resmi asılmayacak

0

KKTC’de alınan yeni bir kararla resmi dairelerin sivilleşmesi konusunda bir adım daha atıldı.

Kıbrıs’ta yayınlanan Yeni Düzen Gazetesinde yayınlanan habere göre Başbakan Tufan Erhürman, devlet dairelerinde bu dönemde başbakan fotoğrafı asılmayacağını açıkladı.

Sosyal paylaşım sitesi üzerinden paylaşım yapan Erhürman, konuyla ilgili şunları yazdı;

“Çok önemli bir konu değil ama sosyal medyada birkaç kez gündeme getirildiği için söyleyeyim: Bu dönemde devlet dairelerinde duvarlara başbakan fotoğrafı asılmayacak.”

Kaynak: Yeni Düzen

 

ÇED raporları artık daha kolay okunabilecek

WWF-Türkiye liderliğinde 6 ülkede yürütülen “Çevreye Uyumlu Sosyo-Ekonomik Kalkınma için Sivil Toplum Hareketi” (CO-SEED) projesi kapsamında, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) ve Stratejik Çevresel Değerlendirme (SÇD) raporu inceleme ve bilgi paylaşımı toplantısı gerçekleştirildi.

Toplantıya Türkiye’nin çeşitli yerlerinden 15 STK katıldı.

Toplantıda, ÇED ve SÇD raporlarına yönelik hazırlanan kontrol listeleri çevresel karar alma süreçlerine dahil olmak isteyen paydaşlara sunuldu.

Kontrol listeleri, ilgili vatandaşların, sivil toplum kuruluşları (STK) temsilcilerinin ve resmi kurum yetkililerinin, ÇED ve SÇD raporlarını daha kolay okumalarına, değerlendirmelerine ve halkın katılımı süreçlerinde yapıcı ve güvenilir görüşler oluşturabilmelerine yardımcı olmayı amaçlıyor.

Katılımcılardan izlenmesi gereken yol ve yöntem önerileri

WWF-Türkiye Proje Koordinatörü Aslı Gemici, açılış konuşmasında, “Bir ÇED raporunun kalitesinin değerlendirilmesi, yalnızca, nihai kararı alma yetkisine sahip kamu kuruluşunun görevi değildir. Uzmanlar, halk ve sivil toplum kuruluşları da, ÇED süreçlerinde ortaya konulan bilgi ve öngörülen sonuçlar hakkında sağlıklı değerlendirme ve yorum yapabilecek kapasiteye sahip olmalı ve mutlaka fikir beyan etmelidir. Bu sayede, bir raporun söz konusu yatırımla ilgili kararlarına dayanak oluşturup oluşturamayacağı görülebilir ve gerekirse raporun geliştirilmesi sağlanabilir” görüşlerini vurguladı.

ÇED ve SÇD süreçlerinin iyileştirilmesine katkıda bulunmak amacıyla İstanbul’da bir araya gelen STK temsilcileri, inceledikleri ÇED raporlarında yer alan bilgilerin yeterli olup olmadığını ve iyi uygulama standartlarına uyup uymadığını tartışarak, sözkonusu projelerin çevreye olası etkileri ve bu etkilerin nasıl azaltılabileceği hakkında değerlendirmeler yaptı.

Bugüne dek “olumlu” kararı verilmiş 4,457 ÇED raporunda sunulan bilgilerin kalitesi ile ilgili endişelerini belirten katılımcılar, raporların ilgili bütün paydaşlar tarafından daha iyi anlaşılabilmesi için izlenmesi gereken yol ve yöntemlere ilişkin önerilerde bulundu.

Katılımcılar ayrıca sivil toplum kuruluşlarının ve halkın görüşlerinin nihai karar alma sürecinde dikkate alınması için atılabilecek adımları tartıştı.

“Çevresel Etki Değerlendirme raporlarının incelenmesine yönelik kontrol listesi” kitapçığını indirmek için tıklayabilirsiniz

“Stratejik Çevresel Değerlendirme raporlarının incelenmesine yönelik kontrol listesi” kitapçığını indirmek için tıklayabilirsiniz

 

(Yeşil Gazete)

Kolsuz Agop – İrem Aydemir

Son birkaç gündür dedem için endişeliydim. Cuma günü konuştum bizimkilerle, kemik erimesi vardı ve düşüp kalça kemiğini kırmış, ameliyat olması gerekiyormuş ve “Ameliyatın sonunu getirebilir mi bilemeyiz.” dediler. Zaten öteki dedemi kaybedeli olmuş sekiz ay, İsveç’teyim, hava karanlık, kafam karanlık, ölen dedemi düşünüyorum, cenazesini düşünüyorum, uçak bileti bakıyorum, hasta olan dedem için “Bir şey olursa nasıl gideceğim” planı yapmaya çalışıyorum, bizimkiler “Ne gerek var kızım, derslerine odaklan.” diyor; öylece geçti haftasonu. Pazartesi sabahı diken üstündeyim; arıyorum devamlı, “Ameliyata girecek” diyorlar, “Girdi.” diyorlar, bekliyorum. Uçak bileti sekmesi açık. Sonunda “Çıktı deden, iyi.” diyorlar, rahatlıyorum. Yoğun bakıma almamışlar bile, direk servise almışlar. O kadar rahatladım ki, günüm çok güzel geçti. O yüzden bu sabah aldığım haberle tokat yemişe döndüm, çünkü fahri dedemi kaybettim ben bu sabah.

2016’nın Nisan ayıydı, her yaz başıma gelen güneş alerjisi yine çıktı ama baharda olmaz normalde. Pek önemsemedim, “İki gün güneşe maruz kalmışım, geçer hemen.” dedim. Geçmedi, daha da kötüleşti. Tüm koluma yayıldı, normalde alnımda olan izler tüm yüzümü kapladı ve bir hafta içinde tüm vücudumu kapladı. Kulaklarım şişti, Fred Çakmaktaş gibi renk farkı vardı yüzümde, benimki şişik ve kırmızıydı tabi. Duramıyorum yerimde, kaşıntıdan ve acıdan aklımı kaybetmek üzereyim, tarifi çok zor. Bir doktor adı verdiler. “Yanılma payı hiç yok, kesin tehşis!” dediler. Aradım, “Önümüzdeki iki ay dolu program.” dediler. “Benim durumum acil, yardımcı olursanız çok sevinirim.” dedim ve bir şekilde araya sıkıştırdılar beni. Muayene ücreti 500 TL dediler, “Ne çok para,” diye düşündüm. Ama o ana kadar her alerji olduğumda gittiğim doktorların sayısını, harcadığım toplam parayı, olduğum testleri, verdiğim kanı, çektiğim acıyı düşününce “Eğer dedikleri kadar varsa hiçbir şey değil bu para…” diye düşündüm.

“Böyle doktor ismi mi olur be”

Kolsuz Agop. “Böyle doktor ismi mi olur be” dedim. Baktım internetten, adam gerçekten meşhur. Ekşi’de hakkında yazılmış, çizilmiş. İnsanlar Anadolu’nun köylerinden gelip sıra oluyorlarmış muayenehanesinin önünde. Adı Agop Kotoğyan ama herkes “Kolsuz Agop” diye biliyor O’nu. 1915’te (adını siz koyun, hiç giremeyeceğim şimdi oraya) kendi dedesi öldükten sonra Samatya’ya göç etmiş ailesi. Cerrahpaşa’da doğmuş. Fakirlermiş, çok hem de. Gümüş atölyesinde çalışmaya başlamış çocukken. Gümüş kalıplarını plaka haline getirmek için kullanılan pres önce iş önlüğünü, sonra elini kapmış ve kolu, omzuna kadar paramparça olmuş. Doğduğu Cerrahpaşa Hastanesi’ne vardığında “Bu çocuk yaşamaz.” demişler. Yıllar sonra tek koluyla aynı hastaneye geldiğinde aklında “Bir zamanlar bu hastane beni kurtardı. Şimdi can kurtarma nöbetini ben devralıyorum.” demiş Agop. Sol elini kullanabilmek için saatlerce, günlerce nöbet tutmuş. Evdeki tüm sökükleri dikmiş, portakallara su enjekte etmiş. Tek kollu bedeniyle meslek edinebilmek için okumuş, çok okumuş hem de.

Osmanbey’de, Agos’un çaprazında meşhur muayenehanesi, gerçekten dedikleri gibi kuş cıvıltılarıyla dolu. İsmimi söylediler, girdim odaya. Odaya hafif ahşap kokusu, hafif kolonya kokusu ve muhabbet kuşunun sesi hakim. Masasında oturuyordu, yüzüme bir saniyeliğine baktı, önündeki kağıtlara döndü ve yazmaya devam ederken “Evet kızım” dedi. Başladım hızlıca anlatmaya. “Hayatım şöyle kötü, böyle kötü, bence kesin vücudumda bir sorun var, tedavisi olması lazım, Güney Amerika’da iki ay boyunca güneşin alnında gezdim hiçbir şey olmadı çünkü o zaman et yemiyordum, acaba onunla mı ilgili?” diye bombardımana tutuyordum ki durdurdu zaten beni, kaşlarını çatıp gözünü kıstı, eliyle savurma işareti yapıp “Sus, sus ne çok konuştun!” deyip kağıtlara döndü. Etrafıma baktım. Kuş kafesinin olduğu vitrinin altında minyatür Atatürk büstü vardı. Odanın üç tarafını kaplayan diğer raflar kitaplarla, plaketlerle, ödüllerle doluydu. Yaklaşık 15 saniye sonra kalemini bıraktı, kafasını kaldırıp bana gerçekten baktı.

Masayla pencerenin arasındaki tabureye uzandı, kendine doğru çekti, üzerine pat pat vurup “Gel bakayım şöyle” dedi. Oturdum tabureye. Gözlüğünü değiştirdi, sanırım yakın gözlüğünü taktı, kolumu kendine doğru çekti ve kaşlarını çatarak bakmaya başladı. Çenemden tutup yüzüme ve kulaklarıma baktı. O sırada sarı-lacivert kravatını fark ettim.

O da bunu fark etti, “Hangi takımı tutuyorsun bakayım?” dedi. Koyu Fenerbahçeli olduğunu ve Tahtakale’de çalıştıktan sonra “Bu halinle ne futbolu” diyenlere inat Samatya Gençler Kulübü’nde oynadığını, hatta kongre üyesi olduğunu biliyordum. “Söylemeyeyim bence, bana kızacaksınız. Hem zaten artık takip etmiyorum futbolu, ilgilenmiyorum yani,” dedim. “Söyle, söyle” diye ısrar etti. Yarım ağızla “Galatasaray” dedim, kaşlarını çattı ama gülümsüyordu. “Evet, artık seni sevmiyorum,” dedi. “Annem Fenerli ama!” deyiverdim. Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı. Muayenesine devam ederken yüzümü Atatürk büstüne çevirdim. Atatürk, İttihat ve Terakki, Fenerbahçe, 1915, Osmanbey, Cerrahpaşa; hepsi kafamın içinde dans ediyordu. “Stockholm Sendromu mu bu, anlamıyorum!” diye beyin fırtınası yapıyordum.

En hassas ve sıkıntılı kısım olan boynuma büyüteçle baktı, sonra geri çekilip “Güneş alerjisi kızım bu.” dedi ve birtakım Latince sözcükler söyledi, hastalığı tanımladı. “Ama,” dedim, “2015 kışında (orada yazken) iki ay boyunca Güney Amerika’daydım ve Ozon’daki delik tam üstüne denk geliyormuş o zaman, en tehlikeli yazlardan biriydi ama hiçbir şey olmadı, et tüketimiyle hiçbir alakası olamaz mı, bir sürü test yaptırdım ve hiçbir sonuç alamadım!” diye sıraladım hızlıca (şimdi düşünüyorum da, küstahça da aynı zamanda). “Belki o zaman mutluydun, o kadar teste vereceğin parayı bana verseydin de babanla yerdik.” dedi gözlüğünün üzerinden bakıp. Babam kapıya yakın olan koltuktan kıkırdadı.

 

“Mutlulukla ne ilgisi var?” diye sordum. Gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine koydu. “Bunun ilk tetikleyicisi güneşse, ikinci tetikleyicisi mutsuzluk, stres.” dedi. “İçten bir şey yok, organlarında, kanında, hormonlarında bir sorun yok, çıkar onu kafandan. Kışın bile güneş görsen kremini süreceksin, bi de her şeyi kafana takmayacaksın! İlla yiyecekle ilgili bir şey istiyorsan Adana’nın yanında verdikleri ufak sarı biberler var ya, onlardan yazın çok yeme.” dedi.

Dünya başıma yıkıldı resmen. “Ne yani, hayatımın sonuna kadar yanımda krem taşıyıp tetikte mi yaşamak zorundayım? Bu beni çok kısıtlar, yok mu bunun çaresi?” dedim.

İki yumruk büyüklüğündeki sağ kolunu kaşıdı. “Hepimiz güneş kremi sürmek zorundayız, ne var yani seninki biraz fazla diye, nazarın olsun senin bu da, nazar boncuğun. Abartmana da gerek yok, sürekli krem sürüp güneşten mahrum bırakma cildini. Nefes aldır ona, sev onu, dikkat et. Bu senin vücudun, alerjini de bir nevi hatırlatıcı gibi düşün.” dedi.

Karışık duygular içindeydim. Evet, söyledikleri mantıklıydı ama kesinlikle duymak istediğim cevap değildi bu. Agop’tu, babamın başhekim arkadaşının hocasıydı, yanılma payı %0.01’di, efsunluydu, tehşis koyacaktı bana, ilaç verecekti ve bu illetten ömrüm boyunca kurtulacaktım. Ama koskoca Agop Kotoğyan bile karşımda bana “ştreş yapma ştreş” diyordu işte. Haksızlıktı bu!

“Ne okuyorsun sen?” diye sordu. Küçük Emrah kaşlarımla “Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler” diye mırıldandım. “He, yalancı olacaksın yani?” dedi şüpheyle bakarak. Kendime geldim, kambur sırtımı doğrulttum; “Ne münasebet, sizin gibi profesör olacağım ben, doğruları öğreteceğim.” dedim. Gözlerinin içi parladı, masanın arkasından gözlerini kapatıp öpücük gönderdi bana. Kuşlarına da, hastalarına da böyle gösteriyormuş meğersem sevgisini.

Reçeteyi yazarken “Bu kremi üç hafta kullan, geçmezse yine gel. ‘Beni Agop Hoca çağırdı’ dersin. Para istemesinler bir de senden,” dedi. “Ne kadar sürede geçer, geçmeme riski var mı?” dedim. “E azcık kalabilir, ne var yani, seni almayacaklar diye mi düşünüyorsun? Ne güzel kızsın, seni beğenmeyen ölsün valla!” derken yan yan babamın yanında oturan erkek arkadaşıma baktı, o hınzır gülümsemesiyle.

Toparlandık, ceketimi aldım elime. Kalktı koltuğundan, elini yanağıma götürdü “Çok sevdim kızım seni ben, yine gel. Keşke torunum olsaymışsın.” dedi. Baktım gözlerinin içine, çekine çekine “Keşke siz de benim dedem olsaymışsınız.” dedim. Kahkaha attı, “Hay çok yaşa e mi!” dedi. Alerjim geçse bile tekrar gelmek için bahane düşünmeye başlamıştım.

Eczaneye gittik, yazısından tanıdılar “Agop Hoca mı?” diye sordular, “Evet” dedim. Karışımı yaparken “Reçetesini kaybetme sakın, kesin tekrar lazım olur.” dediler.

Agop Hoca’nın reçetesi

Eve geldim, nasıl utandım anlatamam. Yaşadığım ülkede azınlık değilim. Dedem katledilmedi. İki kolum var. “Yoo höp kröm mö sörcöm çok kötöö” diye conconluk yaptım. Agop, Türkiye’de yaşayan tek kollu bir Ermeni’ydi. Ama burası önemli değil. Önemli olan şey, Türkiye’de yaşayan, tek kollu, Ermeni, Türkiye’ye zührevi hastalık üzerine ilk önemli çalışmaları getiren ve cinsel sağlık üzerine tabuların yıkılmasına çok büyük katkısı olan, 500’ün üzerinde uluslararası makalesi bulunan, birçok ülkede yerel dilde ders vermiş, 41 yılını Cerrahpaşa’ya adamış, hocaların hocası, Türkiye’nin en iyi dermatoloğuydu. En önemlisi de Agop, diğerleri gibi huysuz ve tatlı bir Fenerbahçeliydi. Ben ise iki isilikten şikayet eden şımarık bir Beyaz Türk çocuğundan başka hiçbir şey değildim. O gün anladıklarımı meğersem sözcüklere de dökmüş zamanında:

“Evet doğrudur, ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur, dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak demektir yurt sevgisi. Boş başak dik, dolu başak ise eğiktir, derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü, çok çalıştım ve boşluk bırakmadım.”

Üç hafta geçti, izler kaldı. Hemen Osmanbey’e fırladım. “Ohoo bunları da sorun etmeyeceksin artık kızım, kabartılar kaşıntılar gitmiş, ne istiyorsun daha?” dedi. Hala dersimi almamış olacağım ki “Hiç mi geçmez?” diye sordum. “Zamanla geçebilir de, geçmeyebilir de, ne önemi var? Bunun yüzünden seni beğenmeyen olursa bir bana getirirsin kulaklarını çekerim” dedi yine gülümseyerek. “Kremini sürmeye devam et, cildine de hep iyi davran, o senin tek gerçek giysin. Arada güneşe çıkmayı ihmal etme, çok gez, çok oku kızım, çok çalış olur mu?” dedi bana. “Çok çalışacağım, söz veriyorum” dedim. Hem Agop’a, hem kendime söz vermiştim.

O günden sonra elimdeki ve bileğimdeki silik lekelerime bakıp “Bunlar benim nazar boncuğum.” derim hep. Kışın bile stresli olduğumda, insanların hoşuma gitmeyen sözlerini düşünürken; sunum yaparken ya da makale okurken boynumu kaşıdığımda “Şu an çok gereksiz kafanı taktın, bunların hiçbirinin önemi yok, kibirin her türlüsünden uzak dur; kabaracaksın, kızaracaksın, dur.” derim. Hala üzüldüğümde, kalbim kırıldığında ya da strese girdiğimde geri gelirler; ama o günden sonra yayılmalarına hiç izin vermedim. Agop’un dediği gibi “şu an üzülme ve umursama sınırını aşmış bulunuyorsun, kendine gel” temalı uyarı mekanizmam onlar benim, en organiğinden.

Belki de benim için pres makinesi bu alerjiydi, bel ağrılarımdı; Fenerbahçe sevgisi, 50 litrelik sırt çantam; öğrenene kadar portakallara su enjekte etmek de keyfini çıkara çıkara bilmediğim bir ülkede güneşin alnında fütursuzca dolaşmaktı. Muhabbet kuşunun sesini dinlerken “Stockholm sendromu mu bu?” diye düşünmem de anlamsızdı; çünkü Hayko Bağdat’ın Salyangoz’undaki şu sözleriyle aynı kapıya çıkıyordu mevzu:

”İyiyse bizden demek ki. Bir gün anneme ‘Sadri Alışık bizden mi?’ diye sordum. ‘Yok oğlum, o Türk-Müslüman’ dedi. Orada sorun başladı. Çünkü Sadri Alışık’ı kötüler listesine sokmam mümkün değildi.”

İşte Agop’un “Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm.” sözü de böyleydi. Benim de hiçbir farkım yok diğerlerinden. Bir 1915 olamaz ama; tramvatik bir alerji yaşadım, ne var yani? Olayın kendisi değil, bize ne hissettirdiği ve öğrettiği önemli. Evet, şımarık olduğumu fark etmek beni utandırdı, ama Hrant için “Hepimiz Ermeni’yiz” pankartı açmak da böyle bir şey benim gözümde. O yüzden bunun neden eleştirildiğini hiç anlayamadım. Elimizde olmayan ve başımıza gelen olayların bize hissettirdikleri; başka insanlarda, başka olaylarla tıpatıp vuku bulabilir. “Hepimiz Fred Çakmaktaş’ız” işte; “Hepimiz güneş kremine mahkumuz!” Ayrıca Sadri Alışık da bizden! Eğer Agop nazar boncuklarını boynuna asıp “Kolsuz Agop” olabilmişse, ben de o boncuklar eşliğinde güneş altında saatlerce saha araştırması yürütebilirim mesela. Yürütmeliyim çünkü.

Şimdi oturmuş, İsveç’te yüksek lisansım için okumalarımı yapacağıma bunu yazıyorum. Çünkü Agop, hayata gözlerini açtığı, ikinci kez doğduğu ve 41 yılını adadığı Cerrahpaşa’da tamamen gözlerini kapamış bugün. Kan bağına çok anlam yüklememek lazım: İnce bir söz, ufak bir bakış, bir kravat ya da sıcak bir gülümseme her şeyi değiştirebilir. Bugün, aynı Sami dedemi kaybettiğim geçtiğimiz Haziran’daki gibi hüzünlüyüm; çünkü en sevdiğim büyüklerimden birini kaybettim. İyi ki Fred Çakmaktaş gibi bir ay geçirmişim ve iyi ki Agop’u tanımışım. İyi ki kolumda benden başka kimsenin dikkatini çekmeyen izler var. İyi ki.

Asdvads hokin lusavore.

 

İrem Aydemir

Hayvan hakları konusundaki tehlike çanları: Acının Boyutu – Umut Erdem

Fi Çi dizisinde yayınlanan bir kare, belirli bir süre sosyal medyada konuşuldu. Dizide Osman Sonant (Sadık Murat Kolhan) ve Berrak Tüzünataç’ın (Özge) canlandırdığı iki karakterin yer aldığı sahne hakkında, Türkiye’de TV tarihinde bir ilk olarak hayvanların yenilmesi ve yenilmek için öldürülmesinin şiddet dolu yüzünün gerçekçi ve samimi bir şekilde anlatıldığı yorumları yapıldı.

Pek çok hayvan hakları aktivistini ya da hayvanları önemseyen insanları sosyal medyada sahneyi paylaşmaya iten motivasyon, Sadık Murat Kolhan’ın yemek masasında artık hayvan yiyememesi üzerine belirttiği yorumuydu:

Ruh sağlığım için Özge. En son et yediğimde, gülmeyeceksin ama, ağzımda kuzu meledi; gerçekten. Yani sesini duydum. O kapkara gözlerini gördüm. Annesinden ayrılırken çektiği acıyı hissettim. Son anda kesilmeden önce çaresizlik içinde attığı çığlığı duydum. Kendimi başka canlıların çektiği acı ve ölümle besleyemem artık. 

Diziyi seyretmiyorum, karakterleri bilmiyorum. O yüzden yazdığım yazı, dizi yahut karakterlerle ilgili olmayacak. Senaristin hayvan haklarına bakışını da bilmiyorum. O sebeple odak noktam dizide kullanılan bu repliğin inandırıcılığını sorgulamak da olmayacak. Ama tabii ki hiç gereği yokken, sırf alışkanlık, keyif ve rahatlık için kaçınabileceği halde hayvan kullanmaya hayatında devam eden bir insanın bu repliği yazıp sahneletmesinin ne tutarlı ne de hayvanlar yararına olacak bir hareket olduğunu söyleyebiliriz.

Benim asıl odaklanmak istediğim, bu sahnenin kendisinin hayvan haklarına dair söz söyleyen bir adım niteliğinde görülmesi hususundaki yanlışlık.

İlustrasyon: Sara Antoinette Martin

Her yıl dünyada 56 milyar insan harici hayvan, insanların yemek “ihtiyacı” için öldürülüyor. Bu sayı içinde deniz hayvanları ve insanların keyfi ile onlara hizmet etmek için kullanılan diğer nice hayvan bulunmuyor bile. Bu sayının fazlalığı ve olayın kendisinin toplumda “katliam” olarak karşılık bulmaması ise şunun göstergesi: Bizler insan harici hayvanları herhangi bir sebeple kullanmayı gerekli görüyoruz, çünkü onlar bizim ihtiyaçlarımızı karşılayan, bizi tatmin eden mülkümüz. Hayvanların toplumda mülk olması anlayışı, insan harici hayvanlardan gerekli olmadığı halde sadece öyle öğretildiği ve içselleştirdiği için insanların kendi yiyecek, giyim, hijyen ve çeşitli ihtiyaçları, eğlence anlayışı için yararlanmayı kendilerine hak görmesine zemin hazırlıyor. Yaratılan temeli olmayan çıkar çatışmasıyla insanın kendi çıkarı ve değeri ile insan harici hayvanların kendilerinde içkin bulunan değeri karşı karşıya getiriliyor. Peki bundan kim kârlı çıkıyor? Kimin faydası aslında öncelenmiş oluyor? İşte bu sorunun cevabı, bu videonun da aslında neden hayvan haklarını odağa almadığını ortaya koyuyor.

İnsan harici hayvanların kendilerine içkin değeri olmasından bahsettik. Evet, biz insanlar olarak hayvanlara değer vermesek de ya da beraber aynı evde yaşamamız gibi çeşitli sebeplerle bazı hayvanlarla kurduğumuz ilişki ve iletişim sebebiyle duygusal olarak sadece o hayvanlara değer versek de tüm insan harici hayvanların kendilerine içkin değeri vardır. Çünkü hayvanların hissetme yetileri var. Acıyı, tehlikeyi, sevgiyi hissederler. Hissedebilmeleri, yaşamaktan çıkarı olmalarını sağlar. Kendi hayatlarının farkında olarak acıyla karşılaştıklarında ondan kaçınma, tehlikeyle karşı karşıya geldiklerinde o tehlikeden kaçma ihtiyacı duyarlar. Tıpkı Sadık Murat Kolhan’ın dediği gibi:

… çektiği acıyı hissettim. Son anda kesilmeden önce çaresizlik içinde attığı çığlığı duydum.

Hayvanlar acı çekerler, farkındalığa sahiplerdir, hissederler. Hissedebilmeleri onları birer kişi yapar. Kişi olmaları bir kedinin, kuyruğuna zevkine basan ve bu yüzden hayvana acı yaşatan bir insanı dava edebileceği, kendisine bakma yükümlülüğü olan bir insanın şiddetini yaşayan bir köpeğin, insan hakkında uzaklaştırma kararı çıkarabileceği anlamına gelmiyor. Etik toplulukta yer almalarından bahsediyoruz. İnsan olarak kendilerine karşı sorumlu olduğumuz gerçeğinden. Türlerinin insan harici hayvan olmasının, bizlere onları kendi zevkimiz, alışkanlığımız, çıkarımız için kullanma hakkı vermeyeceğinden. Bu cümleyi okurken belki çoğunuz “Herhalde canım” diyor olabilirsiniz. Bu yazıyı okuyan çoğu insanın bir köpeğin, bir insan tarafından cinsel şiddete maruz bırakılmasını etik bulmaması mümkün. Çoğu insan sokakta bir kedinin bir insan tarafından hırpalanmasına seyirci kalmaz ya da. Sokakta yaşamak zorunda bırakılan herhangi bir hayvanın bakımını karşılamaya çalışabilir. Çünkü bilirler ki insanların hayvanlara acı çektirmeye hakkı yoktur. İnsanların hayvanlardan üstün olarak algılanması da hayvanları, insanların kendi yarattığı ortamda çok daha savunmasız kılar, bu savunmasızlık içinde onların hayatta kalmalarını sağlamayı da sorumlulukları sayarlar. Peki sorumluluğumuz sadece kedi ya da köpekten mi ibaret? Balığa, arıya, ineğe, keçiye karşı sorumluluğumuz yok mu?

İnsanlar hayvanlara şiddet uygular ve buna doğal bir şekilde katlanamayız. Türü bakımından insanın kendisini hayvandan üstün görmesini, bu yüzden üstünde hiyerarşi kurmasını “insanlığa” sığdıramayız. Ama söyler misiniz, bir insan evindeki masadan farksız gördüğü bir “şeye” neden istediği gibi davranmasın ki? Bir kere masayı satın alır. Çünkü masa, para karşılığı satılan bir maldır -masayı freecycle ya da başka şekillerde para ödemeden de alabilir tabii ama bu masanın sadece maddi ve dışsal bir değere sahip olduğu gerçeğini değiştirmez.- Masayı evinde istediği bir yere koyar, rengini mi beğenmedi, onu boyar. Şeklini mi değiştirmek istiyor, onu keser, biçer, istediği gibi bir şekle büründürür. Kişi masasını çok sevebilir, üzerinde yazdığı şiirler, yetiştirmeye çalıştığı ödevler ve çeşitli anılarla ona bir değer biçebilir ama bu kendisinin biçtiği bir değerdir. Ya da masayı beğenmez ve atar yahut başkasına da verebilir. Çünkü masa bir mülktür, kişinin kendisine aittir. Masanın kendine içkin bir değeri olmasından bahsedemeyiz bu doğrultuda. Bu yüzden masanın insan ihtiyacına, zevkine ya da çıkarına göre kullanılmama hakkı olduğunu söyleyemeyiz. Ama tüm insan harici hayvanların bu hakkı saklıdır. Hayvanların maddi ve dışsal değil kendilerine içkin bir değeri vardır ve bu yüzden insan boyunduruğunda kullanılmama, köleleştirilmeme hakları vardır. Bu ne toplumumuzda ne de evrensel olarak yasalarla korunmuş bir haktır çünkü yasalardan tutalım, yargı mercilerinden insanlar ve çok daha önemlisi toplum, yani bizler insan harici hayvanları mülkümüz olarak görüyoruz. Bu sebeple balığın bedenini yiyor, yunus parklarında eğleniyor, arının kendi yuvası ve besini olan balı yiyor, ineğin, keçinin sütünü içiyor, atı araç olarak kullanıyor, tavuğun yumurtasından besleniyor, koyunun yününü giyiyoruz. Onları kendi çıkarımıza hizmet eden köleler olarak görüyoruz.

Köle diyerek abartıldığını düşünüyorsanız şöyle diyelim: Kendilerine içkin değeri varmış gibi görülmeyen, sadece türü sebebiyle insanla eşit görülmeyerek bir yere kapatılıp yahut insana vermesi gereken ürün için insan boyunduruğunda bir yerde tutulan, tamamen insana hizmet etmek için yaşatılan canlıya köle denir. Spor adı altında beslenmek ya da hayvan bedenini insanın yaşadığı yere süs eşyası olarak asması için keyfince hayvan avlamak, bilimsel yahut medikal bir veri için bir hayvanı denek olarak kullanmak o hayvanı köle olarak görmekten başka bir şey değildir. Oysa hayvanlar hissetme yetileri sebebiyle yaşamlarının farkındalardır ve bu da onların köle olmama ve adil yaşama hakkına sahip olmalarını sağlar. Hayvanların köle olmama haklarına karşı sorumluyken bizler ise kaçınabileceğimiz hayvan kullanımlarını hayatımızda uygulayarak, hayvanların kölemiz olarak kullanılmasını talep ederek hayvanların kişi olmalarına dair en temel hakkını ihlâl ediyoruz.

Bedeninden yararlanmak üzere annesinden ayrılırken acı çektiği belirtilen bir kuzuyla arının ne farkı var? Kendi emeğiyle yaptığı besin ve yuvası olan balı elinden alınan arı, masadan farksız mı? Acıya duyarsız mı? Yaşamının farkında değil mi? Eğer biz insanlar, arıların kendileri için kendi ürettikleri bir şeyi kullanıyorsak, onların yaşamlarının farkında olmadığını, onların mülkümüz olduğunu belirtmiş oluyoruz. Bunun ticarete dönüşmüş hali olan arıcılıkta kraliçe arıların kanatlarının koparıldığını, fazla bal üretemeyen arı grubunun öldürüldüğünü not düşmek gerekiyor. Buradan “acının boyutu” konusunu derinleştirmek istiyorum. Bir hayvanın kanatlarının koparılmasının, bir hayvan grubunun “ekonomik değer” sebebiyle öldürülmelerinin acıyla sonuçlanacağını, nice hayvanın hayatına mal olacağını tahmin edebiliriz, acının boyutunu bilemeyiz belki ama durumun kendisini tahmin edebiliriz. Kraliçe arıların kanatlarının koparıldığını söylüyorum ama arıların balını kullanmamamız gerektiğinin sebebi bu değil. Arıların balını kullanmamamız gerektiğinin sebebi, arıların kendi ihtiyacımız için onları kullanmamamız gerekliliğinden, onların mülkümüz değil bizden bağımsız bir kişi olmalarından kaynaklı olmasındandır. Arıları mülkümüz olarak görmezsek onları sırf ballarından yararlanmak için kendimize ait bir yerde tutup, bal üretmelerini bekleyip sonra ballarını kendimiz için yapmışlar gibi almayız, öyle değil mi? Kraliçe arı detayını vermem belki yüzünüzü buruşturdu, sizi şaşırttı, çektiği acıyı fark etmeniz canınızı sıktı ama gerçek, çekilen acının boyutu değil, arının ve diğer tüm insan harici hayvanların, insanların mülkü olarak görülmesi.

İşte videoya dair tepkideki yanlış da buradan kaynaklı. Konu hayvan hakları olunca, hiç olmadığı kadar acının boyutuna odaklanıyoruz. Bu da fiziksel olan, görünen olan şiddeti daha değerli, daha konuşulası kılıyor. Oysa hangi şiddet biçiminin, şiddete uğrayan kişiyi nasıl etkileyeceğini bilemeyiz. Ama nedense konu hayvanlar olunca hayvanların öldürülmeleri, ne kadar acı çektikleri daha önemli bir hâl alıyor. Bunu “özellikle” duyurarak hayvanların toplumda mülk statüsünde olduğunu ve kişi statüsünde görülmesi gerektiğini söylemiş olduğumuzu düşünmüyorum. Böylelikle insanların kaçınılabilecek hayvan kullanımlarını tamamen bırakmasını sağlamış da olmuyoruz. Aksi yönde olacak hatta olan şeylerden bir kaç tanesi; hayvanların acı çekmesinin önleneceği şekilde öldürülmelerini sağlayacak yöntemler bulmaya kafa yormak. O kuzu uyutulursa, “insani muamellerle” kesilirse hem ona “o kadar çok” acı çektirmemiş oluruz hem de kuzunun insan besini için kullanılma talebini ortadan kaldırmayız. İnsanla hayvan arasında keyfi olarak yaratılan dayanaksız çıkar çatışmasında tabii ki insan çıkarını önceleyen vicdan rahatlatma yöntemidir bunun adı. Ya da hayvan bedeninin yenmesi, çok daha önemli bir mesele olur. Çünkü çekilen acının boyutu daha önemlidir ve koyunun bedeninin yemek için kullanılmasıyla ürün içeriklerine lanolin koyulması için koyunun tüylerinin kullanılması arasında tabii ki fark olacaktır. Çünkü koyunun tüyleri kırpılıp bir madde içeriği için kullanıldığında hayvan acı çekmiş olmaz diye görülür. Bedeni yensin diye öldürülmesiyle bir mi gözüyle bakılır. Oysa fark edecek midir ki? O koyunun hayatı sadece insana hizmet etmek için vardır ve ekonomik değeri esas alınarak elbette sonunda öldürülecektir. O kadar boyanıp, şekil şemal verilip üzerinde ne anıların biriktiği masanın gün gelip çöpe atılacağı gerçeği gibi. Çünkü masa insanın malıdır, sadece insanın takdir ettiği, maddi ve dışsal değeri vardır. Bir koyun ya da bir tavuk ya da inek, kendilerine içkin bir değeri olan, birer kişi olarak görülürlerse insan boyunduruğunda, insana hizmet için bir yerde tutulup ürettikleri şey onlardan alınmaz. Hayvanlara haklarını ancak bu şekilde teslim edebiliriz, onları, ürettikleri herhangi bir şeyi kullanılacak eşya olarak görmeyerek. Odakta hayvanların çektiği acının boyutu değil, hayvanların yaşama hakkı olmalıdır yani.

Ağzımızda pelesenk gibi duran “hayvan hakları” tabiri var ama “hayvanlara hak temelli yaklaşıyor muyuz gerçekten?” sorusu aklımızda mı mesela, ben bundan çok şüpheliyim. Bunun kanıtı da Fi Çi dizisindeki o sahnenin sadece ve üstüne başka bir şey söylenmeden, eleştirisiz hayvan sömürüsüne dikkat çekme konusunda başarılı bir sekans olarak görülmesi. Sadık Murat Kolhan hayvan eti yiyemediğini söylüyor, bunun sebebi de bedeninin, insana yemek olması için bir hayvanın öldürülürken çektiği acı. Ama o karakter masadan elbet kalkacak, ağzını elini temizlemek için sabun kullanacak, dişlerini fırçalayacak. Üretiminde hayvanların kullanıldığı sabunlar, diş macunları yok mu? Ya da üstündeki kıyafetler? % 10’luk da olsa ipek içeriyorsa şayet? Ayakkabıları hayvan bedenindense? Hayvan bedeni yerine tavuk yumurtasından yapılmış kremalı bir şey yemesi vicdanımızı hafifletecek mi? Gördüğünüz gibi Sadık Murat Kolhan’ın belirttiği, hayvan kullanımının sadece bir parçası. Bütünü ise hayvanların hali hazırda mülk olarak görülmesi. Hayvanları mülk olarak gördüğümüz takdirde de “hayvan hakları” tabirini kullanmamız abesle iştigal. “Hayvan hakları” diye tabir edilen yasanın kendisi, bu yasanın koruyucuları, avukatların ortaklaştığı nokta, hayvanların mal olması. Sadece belirli hayvanlar, birlikte yaşadığımız için, çok fazla aynı ortamı paylaştığımız için yahut birtakım zihinsel özelliklerinin “ayırıcı” görülmesi sebebiyle yasaların “koruduğu”, insanların “korunmasını” talep ettiği, ekonomik değeri sebebiyle ya da korunsa insanlar yararına daha iyi olacağı düşünülen hayvanlar var. Ama “hayvan hakları” diye tabir edilen yasa, hayvan çıkarını, hayvanların köle olmama hakkını, hayvanların kişi statüsünü esas alan bir temelden oluşmuyor. Bu açıdan bu yasalar, insanların kurallarını koyduğu toplumun düzeni bozulmaması için “belirli” hayvanların korunacağı yargılamalarda ve yasa koruyuculukta bulunacaktır. Ama hayvanların mülk statüsünü değiştirmek amacıyla ve onların kişi olduğu temeliyle oluşturulmayan hiçbir yasa, hayvanların çıkarını gözetmiş olmaz. Hayvanlara cinsel şiddet uygulayan failler, baktığı hayvana şiddet uygulayan ve onu öldüren insanlar para cezasına çarptırılır. Ama pek çok markette, dükkanda, restorantta ya da evimizdeki hayvan kullanımlarının hesabını soracak bir yasal düzenleme yoktur. Hayvanların mülk olarak görüldüğü bir toplumda bunun mümkün olmasını söylemek pek mantıklı olmaz, öyle değil mi? Konu “hayvan hakları” olduğu zaman, muhatabımız, alanında uzman bir avukat değil, öncelikle hayvanlara karşı onları köle olarak kullanmama sorumluluğu olan kendimizden başkası değil aslında. Hayvan hakları, insan harici hayvanları kendimize ait mülkümüz olarak değil, birer kişi olarak görmekten, onları kullanmaktan kaçınmaktan yani vegan olmaktan geçer, özetle.

Nasıl Vegan Olacağız?

Hayvanların hissetme yetilerinden ötürü, birer kişi olduğunu, bu yüzden köle olmama, adil yaşama hakkına sahip olduğunu biliyoruz. O zaman kaçınabildiğimiz hayvan kullanımlarını neden hayatımızda devam ettirelim? Kimseyi toplumsal/cinsiyeti, cinsiyet kimliği, ırkı, etnisitesi, cinsel yönelimi, yaşı, sakatlığı, göçmen/mülteci vs. olması sebebiyle kölemiz olarak kullanma hakkımız olmadığını düşünüyorsak eşit olarak bu hakkı gözetme, hayvanlara yönelik de olmalıdır. Bu yüzden hayvan bedeni, çıktısı, salgısını ihtiyacımız, alışkanlığımız, keyfimiz için kullanmayız. Hayvanları, üzerlerine iktidar kuracağımız eşyalar olarak görmüyoruzdur artık. Vegan olmak, bizim için etik, hayvanlara karşı adil olma meselesidir. Düzenli beslendiğimiz1 sürece sağlıklı, ekonomimizi hiç de zorlamayacak, gün geçtikçe veganlıkla ilgili yükselen bilinç ve artan bilgi akışıyla verimli bir şekilde vegan olarak yaşamımızı sürdürebiliriz. İnek ya da keçi sütü yerine pirinçten, yulaftan, bademden, kajudan, kenevir tohumundan süt ve süt ürünleri elde edebileceğimiz gibi yumurta yerine nohut unu, pirinç unu ya da muz kullanabiliriz. Pamuk, akrilik, poliüretan, keten, polar, polyester, polyamid gibi bitkisel ve sentetik ürünlerden elde edilen kıyafetlerle yaşamımızı idame ettirebiliriz. Kendi hijyen ve bakım ürünleri için erişebileceğimiz pek çok vegan ürün mevcut.

Kaynaklar:

Francione, Gary L., Animals As Person: Essays on the Abolition of Animal Exploitation, Columbia University Press, New York, 2008.

http://www.birikimdergisi.com/guncel-yazilar/8390/neden-kesisimsellik

1 Amerikan Beslenme Derneği, vegan beslenmenin sağlıklı, besinsel olarak yeterli ve belirli hastalıklardan korunmada faydalı olduğunu belirtiyor. Sağlıklı bir vegan beslenmenin kalp hastalığını, kanseri, obeziteyi, şeker hastalığı riskini düşürdüğünü söylüyor. Önemli besin öğeleri olan b12 ve d vitaminini vegan takviyelerle edinmek mümkünken Omega 3 için özellikle keten tohumu, ceviz ve yeşilliklerden beslenmek önem arz ediyor. Pek çok sebze, meyve ve kuruyemişin kalsiyum, demir ve protein açısından zengin olduğu belirtiliyor. Demir konusunda demir emilimini engelleyen gıdalara dikkat etmek gerekiyor. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgiye şu linklerden ulaşabilirsiniz.: http://abolisyonistveganhareket.org/kitapciklar/veganbeslenme ve http://abolisyonistveganhareket.org/saglik.

Bunun haricinde Kanada Beslenme Uzmanları, Birleşik Krallık Beslenme Uzmanları Derneği ve Birleşik Krallık Ulusal Sağlık Hizmetleri’nin vegan beslenmeye onay verdiğini not düşelim.:

 http://abolisyonistveganhareket.org/post/142476828006/vegan-beslenmeye-onay-veren-sa%C4%9Fl%C4%B1k-kurumlar%C4%B1

 

 

Umut Erdem

Uluslararası yardım kuruluşlarında cinsel istismar skandalı büyüyor

Cinsel taciz vakalarının ortaya çıkması uluslararası yardım kuruluşlarının güvenilirliğini derinden sarstı.

İngiltere’nin en büyük yardım kuruluşlarından Oxfam çalışanlarının Haiti’den sonra Çad’da da cinsel istismara karıştığı ortaya çıktı.

2010 yılında Haiti’deki depremden kurtulan kadınlarla para karşılığı cinsel ilişkiye girildiğinin ortaya çıkması sonrası o dönem yardım programlarının başkanı olan İcra Kurulu Başkan Vekili Penny Lawrance istifa ettiğini açıkladı.

Görevilerini layıkı ile yerine getiremediklerini söyleyen Lawrance, yaşananlardan dolayı büyük utanç duyduğunu ve sorumluluğu üzerine aldığını söyledi.

Kurumun çalışanlarından bazı üst düzey yetkililer, cinsel istismarı itiraf etmişti.

Kurumun yetkililerini resmi makamlara ihbar etmek yerine kademeli bir şekilde istifaya zorlamanın seçildiği de belirlenmişti.

Oxfam skandalın örtbas edilmesini reddetti ancak daha şeffaf olması gerektiğini itiraf etti.

Sınır Tanımayan Doktorlar Derneği: 19 kişiyi işten çıkardık

Skandalın ardından İngiltere hükümeti kuruluşa mali desteği kesme konusunu görüşmeye başladı.

Oxfam’daki cinsel istismar skandalının yarattığı depremin hemen ardından Sınır Tanımayan Doktorlar Derneği (MSF) geçtiğimiz yıl cinsel taciz davaları nedeniyle 19 kişinin işten çıkarıldığını açıkladı.

1999’da Nobel Barış Ödülü’nü kazanan Fransa merkezli uluslararası yardım kuruluşu, 2017’de aralarında 24’ünün cinsel taciz veya cinsel saldırı olan 146 şikayet aldıklarını, bunun sonucunda da suçlu bulunan çalışanlarının işlerine son verildiğini paylaştı.

“60 bin kişi BM görevlilerinin istismarına uğradı”

İngiliz Sun gazetesi, gizli bir kaynağa dayandırdığı haberinde ise Birleşmiş Milletler yardım çalışanlarıyla ilgili çarpıcı bir iddiaya yer verdi.

Habere göre, 60 bin kişinin son 10 yılda BM yardım çalışanları tarafından tecavüz de dahil cinsel istismara uğradığı düşünülüyor.

Yardım kuruluşu çalışanlarının yaklaşık 3.300’ünün pedofili eğilimi olduğu da iddia ediliyor.

Bir kaynak, eski BM yetkilisi Prof. Andrew Macleod’un, geçen yıl İngiltere Kalkınma Bakanı Priti Patel’e sunduğu dosyada bunu aktardığını belirtiyor.

 

(BBC Türkçe, The Local FR, The Sun)

Bina yıkımlarında göz ardı edilen tehlike: Taksim’deki AKM’de asbest çıktı!

Geçtiğimiz Kasım ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tanıttığı “Yeni AKM” projesi kapsamında Atatürk Kültür Merkezi’nin 2019 yılının ilk çeyreğinde bitirilmesi bekleniyordu.

2008 yılında “tadilat” nedeniyle kapatılarak on yıldır kaderine terk edilen Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkımı için hazırlıklar yapılmıştı.

Binanın yıkıldıktan sonra aynı alana opera binası yapılacağı belirtilirken, yıkım çalışmalarına asbest tespit edilmesi nedeniyle başlanamadı.

Bianet’ten Tansu Pişkin’in haberine göre şimdilik yıkım yok ancak işçiler eski bir iskeleyi onarmaya devam ediyor.

Bakanlıktan gelen yetkililerin binada yaptıkları incelemeler sonrasında AKM’in büyük sahne kısmında asbest tespit ettikleri belirtildi.

Kimyasal temizleninceye kadar binada yıkım yapmanın mümkün olmadığı, binanın içine giren yetkililerin de koruyucu kıyafetlerle işlem yaptığı bilgisi paylaşıldı.

Bir yetkili, ön kısma altı metrelik duvar örüleceğini, çalışmanın içeriden bağımsız olduğunu söyledi.

AKM Müdürü Mimarlar Odası yetkilileriyle güvenlik telsizinden konuştu

Atatürk Kültür Merkezi’nde yıkımın başladığı iddiaları üzerine Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği üyeleri ve avukatları AKM’de inceleme yapmak istedi.

TMMOB Mimarlar Odası Başkanı Eyüp Muhcu, Çevre Etki Değerlendirme Kurulu sekreteri Mücella Yapıcı ve TMMOB’un “yeni AKM” projesinin yürütmesinin durdurulması yönünde açtığı davanın da avukatı olan Can Atalay, AKM binasının Gümüşsuyu’ndaki girişinde bekleyen güvenlik görevlileri tarafından bakanlık izni olmadıkları gerekçesiyle içeri alınmadı.

AKM Kurum Müdürü Cahit Koca, yıkımın başladığı iddiaları üzerine binaya gelen TMMOB Mimarlar Odası yetkilileri için polise müdahale talimatı verdi.

“Yıkımla ilgili süreci yerinde konuşmak ve yasal sorumluluklarınızı hatırlatmak istiyorum” diyen Muhcu’ya Koca, “Ben sorumluluğumu biliyorum, Ankara ile görüşebilirsiniz, toplantıdayım” diye yanıt verdi.

Çevre Etki Değerlendirme Kurulu sekreteri Mücella Yapıcı ise Koruma Kurulu’nun verdiği kararı hatırlatarak “Kendi başına çelişkilidir ve hukuka aykırıdır ve tarafımızdan yargıya götürülmüştür” dedi.

Yürütmeyi durdurma kararının verilmesi için Can Atalay’ın mahkemeye tekrar beyanda bulunduğunu belirten Yapıcı “Yargı süreci bitmeden buraya tek bir kazma dahi vurulamaz” diye konuştu.

Asbest nedir?

Isıya, aşınmaya ve kimyasal maddelere çok dayanıklı lifli yapıda bir mineral olan asbest, meslek hastalıklarının önde gelen nedenlerinden biri. Asbest solunur hale geldiğinde asbestosis (akciğer hastalığı), akciğer kanseri ve mezotelyoma (akciğer zarı veya karın zarı tümörü) neden oluyor ve tedavisi genelde mümkün değil. Sadece mesleki maruziyet nedeniyle dünyada yılda 100 bin ölüme neden olduğu ve şu anda 125 milyon insanın mesleki olarak abseste maruz kaldığı tahmin ediliyor.

20’inci yüzyılın başlarında çimentoya karıştırılarak asbestli çimento üretilmesi ile tüm dünyaya yayılan asbest, inşaat malzemeleri, boru, levha, balata, conta, elektrikli aletler, iplik ve dokuma, sahne perdeleri, yalıtım malzemeleri üretiminde ve daha binlerce üründe kullanılıyor. Ucuz ve kolaylıkla ulaşılabilir olduğu için belediye binaları, okullar ve hastaneler asbest çimento kullanılarak inşa ediliyor.Türkiye’de 2010’da yasaklanana kadar 150 bin ton asbest üretildi; 1 milyon asbest çeşitli ürünlerde kullanıldı.

 

(Bianet)

Sarıkamış’ın bozayıları KuzeyDoğa Derneği ve BBC ortaklığı ile dünyaya tanıtılıyor

Kars’ın Sarıkamış ilçesinde, KuzeyDoğa Derneği ve İngiliz devlet kanalı BBC görevlilerinden oluşan 16 kişilik bilim ekibince çekilen ve bozayıların hayatını konu alan belgesel tamamlandı.

Gordon Buchanan liderliğindeki BBC ekibi KuzeyDoğa Derneği’nden Ayşegül ve Emrah Çoban, Utah Eyalet Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Mark Chynoweth, Zagreb Üniversitesi’nden Prof. Dr. Josip Kusak ve Utah ve Koç üniversitelerinde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Çağan Şekercioğlu ile büyük bir ekip çalışması gerçekleştirdi.

Belgesel bugün BBC ve PBS kanallarında yayımlanacak.

Sarıkamış’ın bozayıları, yaban hayatı, muhteşem doğası ve coğrafyası anlatan belgesel, dünyada 200’den fazla ülkede 372 milyon izleyicisi olan BBC ve ABD’de 63 milyon izleyicisi bulunan ABD devlet kanalı PBS’de yayımlanacak.

Belgesel bugün (15 Şubat) saat 23.00’te BBC One kanalından izlenebilir. http://www.canlitvde.com/bbc-one/

Program detayına ulaşmak için tıklayın 

 

(KuzeyDoğa Derneği, Yeşil Gazete)

Almanya hava kirliliğini ücretsiz toplu taşımacılık ile azaltmayı planlıyor

Almanya hava kirliliğini azaltmak üzere beş pilot kentte ücretsiz toplu taşımacılık uygulamasına geçmeyi planlıyor. Alman hükümet sözcüsü Steffen Seibert, önlemlerin şimdilik plan aşamasında olduğunu söyledi.

Almanya’da hava kirliliğini azaltmak için beş pilot kentte kısa mesafeli toplu taşımanın ücretsiz yapılması planı tartışmalara yol açtı. Alman hükümet sözcüsü Steffen Seibert, işbaşındaki geçici hükümetin hava kirliliğinin azaltılmasına yönelik önerilerini içeren bir mektubu AB Komisyonu’na ilettiğini, ancak önlemlerin henüz plan aşamasında olduğunu vurguladı.

Seibert kısa mesafelerde ücretsiz toplu taşıma konusunda öncelikle eyaletler ve belediyelerle görüş alış verişinde bulunacaklarını belirtti.

Almanya Çevre Bakanlığı’nın bir sözcüsü ise AB Komisyonu’na gönderilen mektupta pilot kentler olarak seçilen Bonn, Essen, Herrenberg, Reutlingen ve Mannheim’da bazı önlemlerin denenmesinin planlandığını, bu çerçevede sınırlı bir süre için ücretsiz taşımacılığın test edilebileceğini belirtti. Sözcü, sonuçta yerel yönetimlerin bu konuda ne yapacaklarına kendilerinin karar vereceğini de vurguladı.

Almanya’da işbaşındaki geçici hükümetin hava kirliliğini azaltmak üzere AB Komisyonu’na gönderdiği mektup Salı günü kamuoyuna yansımış, önerilen önlemler arasında “otomobil sayısının azaltılması için yerel yönetimlerle birlikte ücretsiz kısa mesafe toplu taşımacılığın da ele alınması” yer almıştı.

Alman hükümetinin önerdiği önlemlerin, Avrupa Komisyonu’nun bu konuda Avrupa Adalet Divanı’na şikayet girişimini önlemeyi amaçladığına işaret ediliyor. AB Komisyonu’nun çevreden sorumlu üyesi Karmenu Vella, hava kirliliğine karşı ek önlemler almaları için Almanya’nın da aralarında bulunduğu bazı AB ülkelerine geçen hafta sonuna kadar mühlet tanımıştı.

 

(DW Türkçe)