Köşe Yazıları

Kolsuz Agop – İrem Aydemir

0

Son birkaç gündür dedem için endişeliydim. Cuma günü konuştum bizimkilerle, kemik erimesi vardı ve düşüp kalça kemiğini kırmış, ameliyat olması gerekiyormuş ve “Ameliyatın sonunu getirebilir mi bilemeyiz.” dediler. Zaten öteki dedemi kaybedeli olmuş sekiz ay, İsveç’teyim, hava karanlık, kafam karanlık, ölen dedemi düşünüyorum, cenazesini düşünüyorum, uçak bileti bakıyorum, hasta olan dedem için “Bir şey olursa nasıl gideceğim” planı yapmaya çalışıyorum, bizimkiler “Ne gerek var kızım, derslerine odaklan.” diyor; öylece geçti haftasonu. Pazartesi sabahı diken üstündeyim; arıyorum devamlı, “Ameliyata girecek” diyorlar, “Girdi.” diyorlar, bekliyorum. Uçak bileti sekmesi açık. Sonunda “Çıktı deden, iyi.” diyorlar, rahatlıyorum. Yoğun bakıma almamışlar bile, direk servise almışlar. O kadar rahatladım ki, günüm çok güzel geçti. O yüzden bu sabah aldığım haberle tokat yemişe döndüm, çünkü fahri dedemi kaybettim ben bu sabah.

2016’nın Nisan ayıydı, her yaz başıma gelen güneş alerjisi yine çıktı ama baharda olmaz normalde. Pek önemsemedim, “İki gün güneşe maruz kalmışım, geçer hemen.” dedim. Geçmedi, daha da kötüleşti. Tüm koluma yayıldı, normalde alnımda olan izler tüm yüzümü kapladı ve bir hafta içinde tüm vücudumu kapladı. Kulaklarım şişti, Fred Çakmaktaş gibi renk farkı vardı yüzümde, benimki şişik ve kırmızıydı tabi. Duramıyorum yerimde, kaşıntıdan ve acıdan aklımı kaybetmek üzereyim, tarifi çok zor. Bir doktor adı verdiler. “Yanılma payı hiç yok, kesin tehşis!” dediler. Aradım, “Önümüzdeki iki ay dolu program.” dediler. “Benim durumum acil, yardımcı olursanız çok sevinirim.” dedim ve bir şekilde araya sıkıştırdılar beni. Muayene ücreti 500 TL dediler, “Ne çok para,” diye düşündüm. Ama o ana kadar her alerji olduğumda gittiğim doktorların sayısını, harcadığım toplam parayı, olduğum testleri, verdiğim kanı, çektiğim acıyı düşününce “Eğer dedikleri kadar varsa hiçbir şey değil bu para…” diye düşündüm.

“Böyle doktor ismi mi olur be”

Kolsuz Agop. “Böyle doktor ismi mi olur be” dedim. Baktım internetten, adam gerçekten meşhur. Ekşi’de hakkında yazılmış, çizilmiş. İnsanlar Anadolu’nun köylerinden gelip sıra oluyorlarmış muayenehanesinin önünde. Adı Agop Kotoğyan ama herkes “Kolsuz Agop” diye biliyor O’nu. 1915’te (adını siz koyun, hiç giremeyeceğim şimdi oraya) kendi dedesi öldükten sonra Samatya’ya göç etmiş ailesi. Cerrahpaşa’da doğmuş. Fakirlermiş, çok hem de. Gümüş atölyesinde çalışmaya başlamış çocukken. Gümüş kalıplarını plaka haline getirmek için kullanılan pres önce iş önlüğünü, sonra elini kapmış ve kolu, omzuna kadar paramparça olmuş. Doğduğu Cerrahpaşa Hastanesi’ne vardığında “Bu çocuk yaşamaz.” demişler. Yıllar sonra tek koluyla aynı hastaneye geldiğinde aklında “Bir zamanlar bu hastane beni kurtardı. Şimdi can kurtarma nöbetini ben devralıyorum.” demiş Agop. Sol elini kullanabilmek için saatlerce, günlerce nöbet tutmuş. Evdeki tüm sökükleri dikmiş, portakallara su enjekte etmiş. Tek kollu bedeniyle meslek edinebilmek için okumuş, çok okumuş hem de.

Osmanbey’de, Agos’un çaprazında meşhur muayenehanesi, gerçekten dedikleri gibi kuş cıvıltılarıyla dolu. İsmimi söylediler, girdim odaya. Odaya hafif ahşap kokusu, hafif kolonya kokusu ve muhabbet kuşunun sesi hakim. Masasında oturuyordu, yüzüme bir saniyeliğine baktı, önündeki kağıtlara döndü ve yazmaya devam ederken “Evet kızım” dedi. Başladım hızlıca anlatmaya. “Hayatım şöyle kötü, böyle kötü, bence kesin vücudumda bir sorun var, tedavisi olması lazım, Güney Amerika’da iki ay boyunca güneşin alnında gezdim hiçbir şey olmadı çünkü o zaman et yemiyordum, acaba onunla mı ilgili?” diye bombardımana tutuyordum ki durdurdu zaten beni, kaşlarını çatıp gözünü kıstı, eliyle savurma işareti yapıp “Sus, sus ne çok konuştun!” deyip kağıtlara döndü. Etrafıma baktım. Kuş kafesinin olduğu vitrinin altında minyatür Atatürk büstü vardı. Odanın üç tarafını kaplayan diğer raflar kitaplarla, plaketlerle, ödüllerle doluydu. Yaklaşık 15 saniye sonra kalemini bıraktı, kafasını kaldırıp bana gerçekten baktı.

Masayla pencerenin arasındaki tabureye uzandı, kendine doğru çekti, üzerine pat pat vurup “Gel bakayım şöyle” dedi. Oturdum tabureye. Gözlüğünü değiştirdi, sanırım yakın gözlüğünü taktı, kolumu kendine doğru çekti ve kaşlarını çatarak bakmaya başladı. Çenemden tutup yüzüme ve kulaklarıma baktı. O sırada sarı-lacivert kravatını fark ettim.

O da bunu fark etti, “Hangi takımı tutuyorsun bakayım?” dedi. Koyu Fenerbahçeli olduğunu ve Tahtakale’de çalıştıktan sonra “Bu halinle ne futbolu” diyenlere inat Samatya Gençler Kulübü’nde oynadığını, hatta kongre üyesi olduğunu biliyordum. “Söylemeyeyim bence, bana kızacaksınız. Hem zaten artık takip etmiyorum futbolu, ilgilenmiyorum yani,” dedim. “Söyle, söyle” diye ısrar etti. Yarım ağızla “Galatasaray” dedim, kaşlarını çattı ama gülümsüyordu. “Evet, artık seni sevmiyorum,” dedi. “Annem Fenerli ama!” deyiverdim. Gülümsemesi tüm yüzüne yayıldı. Muayenesine devam ederken yüzümü Atatürk büstüne çevirdim. Atatürk, İttihat ve Terakki, Fenerbahçe, 1915, Osmanbey, Cerrahpaşa; hepsi kafamın içinde dans ediyordu. “Stockholm Sendromu mu bu, anlamıyorum!” diye beyin fırtınası yapıyordum.

En hassas ve sıkıntılı kısım olan boynuma büyüteçle baktı, sonra geri çekilip “Güneş alerjisi kızım bu.” dedi ve birtakım Latince sözcükler söyledi, hastalığı tanımladı. “Ama,” dedim, “2015 kışında (orada yazken) iki ay boyunca Güney Amerika’daydım ve Ozon’daki delik tam üstüne denk geliyormuş o zaman, en tehlikeli yazlardan biriydi ama hiçbir şey olmadı, et tüketimiyle hiçbir alakası olamaz mı, bir sürü test yaptırdım ve hiçbir sonuç alamadım!” diye sıraladım hızlıca (şimdi düşünüyorum da, küstahça da aynı zamanda). “Belki o zaman mutluydun, o kadar teste vereceğin parayı bana verseydin de babanla yerdik.” dedi gözlüğünün üzerinden bakıp. Babam kapıya yakın olan koltuktan kıkırdadı.

 

“Mutlulukla ne ilgisi var?” diye sordum. Gözlüğünü çıkarıp masanın üzerine koydu. “Bunun ilk tetikleyicisi güneşse, ikinci tetikleyicisi mutsuzluk, stres.” dedi. “İçten bir şey yok, organlarında, kanında, hormonlarında bir sorun yok, çıkar onu kafandan. Kışın bile güneş görsen kremini süreceksin, bi de her şeyi kafana takmayacaksın! İlla yiyecekle ilgili bir şey istiyorsan Adana’nın yanında verdikleri ufak sarı biberler var ya, onlardan yazın çok yeme.” dedi.

Dünya başıma yıkıldı resmen. “Ne yani, hayatımın sonuna kadar yanımda krem taşıyıp tetikte mi yaşamak zorundayım? Bu beni çok kısıtlar, yok mu bunun çaresi?” dedim.

İki yumruk büyüklüğündeki sağ kolunu kaşıdı. “Hepimiz güneş kremi sürmek zorundayız, ne var yani seninki biraz fazla diye, nazarın olsun senin bu da, nazar boncuğun. Abartmana da gerek yok, sürekli krem sürüp güneşten mahrum bırakma cildini. Nefes aldır ona, sev onu, dikkat et. Bu senin vücudun, alerjini de bir nevi hatırlatıcı gibi düşün.” dedi.

Karışık duygular içindeydim. Evet, söyledikleri mantıklıydı ama kesinlikle duymak istediğim cevap değildi bu. Agop’tu, babamın başhekim arkadaşının hocasıydı, yanılma payı %0.01’di, efsunluydu, tehşis koyacaktı bana, ilaç verecekti ve bu illetten ömrüm boyunca kurtulacaktım. Ama koskoca Agop Kotoğyan bile karşımda bana “ştreş yapma ştreş” diyordu işte. Haksızlıktı bu!

“Ne okuyorsun sen?” diye sordu. Küçük Emrah kaşlarımla “Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler” diye mırıldandım. “He, yalancı olacaksın yani?” dedi şüpheyle bakarak. Kendime geldim, kambur sırtımı doğrulttum; “Ne münasebet, sizin gibi profesör olacağım ben, doğruları öğreteceğim.” dedim. Gözlerinin içi parladı, masanın arkasından gözlerini kapatıp öpücük gönderdi bana. Kuşlarına da, hastalarına da böyle gösteriyormuş meğersem sevgisini.

Reçeteyi yazarken “Bu kremi üç hafta kullan, geçmezse yine gel. ‘Beni Agop Hoca çağırdı’ dersin. Para istemesinler bir de senden,” dedi. “Ne kadar sürede geçer, geçmeme riski var mı?” dedim. “E azcık kalabilir, ne var yani, seni almayacaklar diye mi düşünüyorsun? Ne güzel kızsın, seni beğenmeyen ölsün valla!” derken yan yan babamın yanında oturan erkek arkadaşıma baktı, o hınzır gülümsemesiyle.

Toparlandık, ceketimi aldım elime. Kalktı koltuğundan, elini yanağıma götürdü “Çok sevdim kızım seni ben, yine gel. Keşke torunum olsaymışsın.” dedi. Baktım gözlerinin içine, çekine çekine “Keşke siz de benim dedem olsaymışsınız.” dedim. Kahkaha attı, “Hay çok yaşa e mi!” dedi. Alerjim geçse bile tekrar gelmek için bahane düşünmeye başlamıştım.

Eczaneye gittik, yazısından tanıdılar “Agop Hoca mı?” diye sordular, “Evet” dedim. Karışımı yaparken “Reçetesini kaybetme sakın, kesin tekrar lazım olur.” dediler.

Agop Hoca’nın reçetesi

Eve geldim, nasıl utandım anlatamam. Yaşadığım ülkede azınlık değilim. Dedem katledilmedi. İki kolum var. “Yoo höp kröm mö sörcöm çok kötöö” diye conconluk yaptım. Agop, Türkiye’de yaşayan tek kollu bir Ermeni’ydi. Ama burası önemli değil. Önemli olan şey, Türkiye’de yaşayan, tek kollu, Ermeni, Türkiye’ye zührevi hastalık üzerine ilk önemli çalışmaları getiren ve cinsel sağlık üzerine tabuların yıkılmasına çok büyük katkısı olan, 500’ün üzerinde uluslararası makalesi bulunan, birçok ülkede yerel dilde ders vermiş, 41 yılını Cerrahpaşa’ya adamış, hocaların hocası, Türkiye’nin en iyi dermatoloğuydu. En önemlisi de Agop, diğerleri gibi huysuz ve tatlı bir Fenerbahçeliydi. Ben ise iki isilikten şikayet eden şımarık bir Beyaz Türk çocuğundan başka hiçbir şey değildim. O gün anladıklarımı meğersem sözcüklere de dökmüş zamanında:

“Evet doğrudur, ülkemde çok acı çektim. Sefaletin dibinde yaşadım. Doğrudur, dedemi, çocukluğumu, kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm. Bu topraklarda yaşayan tüm insanları kardeşim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdiğin güzel ve iyi günleri sevmek demek değildir. İyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanın yanında kalmak demektir yurt sevgisi. Boş başak dik, dolu başak ise eğiktir, derler. Ben hep eğik gezdim şu dünyada. Kibirden nefret ettim. Boş başaklar gibi diklenmedim, caka satmadım, her şeyi biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarıldım. İşimi şansa bırakmadım. Çünkü, çok çalıştım ve boşluk bırakmadım.”

Üç hafta geçti, izler kaldı. Hemen Osmanbey’e fırladım. “Ohoo bunları da sorun etmeyeceksin artık kızım, kabartılar kaşıntılar gitmiş, ne istiyorsun daha?” dedi. Hala dersimi almamış olacağım ki “Hiç mi geçmez?” diye sordum. “Zamanla geçebilir de, geçmeyebilir de, ne önemi var? Bunun yüzünden seni beğenmeyen olursa bir bana getirirsin kulaklarını çekerim” dedi yine gülümseyerek. “Kremini sürmeye devam et, cildine de hep iyi davran, o senin tek gerçek giysin. Arada güneşe çıkmayı ihmal etme, çok gez, çok oku kızım, çok çalış olur mu?” dedi bana. “Çok çalışacağım, söz veriyorum” dedim. Hem Agop’a, hem kendime söz vermiştim.

O günden sonra elimdeki ve bileğimdeki silik lekelerime bakıp “Bunlar benim nazar boncuğum.” derim hep. Kışın bile stresli olduğumda, insanların hoşuma gitmeyen sözlerini düşünürken; sunum yaparken ya da makale okurken boynumu kaşıdığımda “Şu an çok gereksiz kafanı taktın, bunların hiçbirinin önemi yok, kibirin her türlüsünden uzak dur; kabaracaksın, kızaracaksın, dur.” derim. Hala üzüldüğümde, kalbim kırıldığında ya da strese girdiğimde geri gelirler; ama o günden sonra yayılmalarına hiç izin vermedim. Agop’un dediği gibi “şu an üzülme ve umursama sınırını aşmış bulunuyorsun, kendine gel” temalı uyarı mekanizmam onlar benim, en organiğinden.

Belki de benim için pres makinesi bu alerjiydi, bel ağrılarımdı; Fenerbahçe sevgisi, 50 litrelik sırt çantam; öğrenene kadar portakallara su enjekte etmek de keyfini çıkara çıkara bilmediğim bir ülkede güneşin alnında fütursuzca dolaşmaktı. Muhabbet kuşunun sesini dinlerken “Stockholm sendromu mu bu?” diye düşünmem de anlamsızdı; çünkü Hayko Bağdat’ın Salyangoz’undaki şu sözleriyle aynı kapıya çıkıyordu mevzu:

”İyiyse bizden demek ki. Bir gün anneme ‘Sadri Alışık bizden mi?’ diye sordum. ‘Yok oğlum, o Türk-Müslüman’ dedi. Orada sorun başladı. Çünkü Sadri Alışık’ı kötüler listesine sokmam mümkün değildi.”

İşte Agop’un “Bu ülkede yaşayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farklı olmadığımı düşündüm.” sözü de böyleydi. Benim de hiçbir farkım yok diğerlerinden. Bir 1915 olamaz ama; tramvatik bir alerji yaşadım, ne var yani? Olayın kendisi değil, bize ne hissettirdiği ve öğrettiği önemli. Evet, şımarık olduğumu fark etmek beni utandırdı, ama Hrant için “Hepimiz Ermeni’yiz” pankartı açmak da böyle bir şey benim gözümde. O yüzden bunun neden eleştirildiğini hiç anlayamadım. Elimizde olmayan ve başımıza gelen olayların bize hissettirdikleri; başka insanlarda, başka olaylarla tıpatıp vuku bulabilir. “Hepimiz Fred Çakmaktaş’ız” işte; “Hepimiz güneş kremine mahkumuz!” Ayrıca Sadri Alışık da bizden! Eğer Agop nazar boncuklarını boynuna asıp “Kolsuz Agop” olabilmişse, ben de o boncuklar eşliğinde güneş altında saatlerce saha araştırması yürütebilirim mesela. Yürütmeliyim çünkü.

Şimdi oturmuş, İsveç’te yüksek lisansım için okumalarımı yapacağıma bunu yazıyorum. Çünkü Agop, hayata gözlerini açtığı, ikinci kez doğduğu ve 41 yılını adadığı Cerrahpaşa’da tamamen gözlerini kapamış bugün. Kan bağına çok anlam yüklememek lazım: İnce bir söz, ufak bir bakış, bir kravat ya da sıcak bir gülümseme her şeyi değiştirebilir. Bugün, aynı Sami dedemi kaybettiğim geçtiğimiz Haziran’daki gibi hüzünlüyüm; çünkü en sevdiğim büyüklerimden birini kaybettim. İyi ki Fred Çakmaktaş gibi bir ay geçirmişim ve iyi ki Agop’u tanımışım. İyi ki kolumda benden başka kimsenin dikkatini çekmeyen izler var. İyi ki.

Asdvads hokin lusavore.

 

İrem Aydemir

You may also like

Comments

Comments are closed.