Ana Sayfa Blog Sayfa 2884

AB arılar için devrede: Haşere ilaçlarına yasak genişliyor

Bitkilerde döllenmeyi sağlayan arılar hakkında yeni bulgular ortaya çıktı.

Süprüntü sinekleri (hoverfly) adıyla bilinen böcek türleri arılarla aynı hastalıkları taşıyabiliyor. Parlak renkli sineklerin, arıların sahip olması gereken virüsleri, besin topladıkları çiçeklerden alarak göç ettikleri uzun mesafedeki yerlere taşıyabildikleri ortaya çıktı.

Süprüntü sineklerin virüslerden ne kadar etkilendikleri veya sadece taşıyıcı olup olmadıkları bilinmiyor ama söz konusu sinekler, her yıl bütün Avrupa kıtasını turluyor olabilir.

Arı virüslerinin maruz kaldığı virüslerin yüzde 20 ila 25’lik bir dilimi yaban arılarında görülüyor. Söz konusu virüsler arıların kanatlarında felç, vücut yapılarında deformasyon gibi yan etkilere neden olarak erken ölümlere sebebiyet verebiliyor. Örneğin kanatları deforme olmuş bir yaban arısının ömrü ortalama altı gün kadar kısalıyor.

Neonikotinoidler bağımlılık yapıyor

Arıların ölümüne sebebiyet veren hastalıkların en büyük sebeplerinden biri tarla alanları açmak için yabani çiçeklerin yok edilmiş olması. Diğer önemli sebep ise neonikotinoid adıyla bilinen böcek ilaçları. Bu haşere ilaçlarının arılara zarar verdiği uzun zamandır biliniyor.

Bundan iki yıl önce Newcastle Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırmada neonikotinoidlerin bünyesinde bulundurduğu nikotin nedeniyle arılarda bağımlılık yaptığı da ortaya çıkmıştı. 2017 yılının sonunda Kanada’da yapılan bir araştırmada da kuşların kilo kaybına uğramalarına ve göç yollarından sapmalarına neden olduğu tespit edilmişti.

Scientific Reports’ta yayımlanan araştırmaya göre, bir mısır tohumundan daha az miktarda neonikotinoid alan serçeler, saatler içerisinde mide problemleri yaşamaya ve kilo kaybetmeye başladı. Yemek yemeyi bırakan serçeler, daha sonra kuzeye olan göçlerini tamamlayamadı ve araştırmacıların belirttiğine göre kuşlar kayboldu.

Neonikotinoid zehirleri bitkilerin tohumlarına zerk edilebiliyor, böylece bitki büyürken zehri bünyesinde tutmaya devam ediyor. Bitkiyi yiyen böcekler de zehirlenerek ölüyorlar. Zehrin tohuma uygulanması, o tohumları yiyen canlıların da, serçelerde olduğu gibi, etkilenmelerine neden olabiliyor. Ayrıca bitkilere uygulanan neonikotinoidlerin büyük bir kısmı bitki yerine toprağa geçiyor ve toprakta 19 yıla kadar etkilerini yitirmeden kalabiliyorlar. Yani bu zehirlerin tam olarak hangi canlıya ulaştığını ve ne kadar zarar verdiği hesaplamak oldukça zor.

Arıların hafızası hasar görüyor

Bütün bu gelişmeler ışığında AB arılara zarar veren böcek ilaçlarının tamamını yasaklamak için hazırlanıyor. Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi (EFSA) tarafından hazırlanmış olan yeni değerlendirme raporundaki bulgular, kurumu haşere ilaçlarıyla ilgili daha sert tedbir almaya zorladı. EFSA raporuna göre bir sinir gazı işlevi gören neonikotinoidler, arıların hafızasında hasara ve kraliçe arı popülasyonunda düşüşe sebep oluyor. EFSA’nın değerlendirmesi ilk defa aynı anda hem de yaban arılarını aynı araştırmanın içine dahil ediyor.

Araştırma raporu çok sayıda bilim insanı ve çevreci tarafından takdirle karşılandı. Friends of the Earth (Dünyanın Dostları) kuruluşundan Sandra Bell, “arıların geleceğiyle ilgili çok uzun süredir Rus ruleti oynuyoruz diyor”.

Sussex Üniversitesi’nden Dave Goulson ise raporun neonikotinoidlerle ilgili daha sıkı redbirlerin alınması gerektiğine dair güçlü bir dayanak oluşturduğunu vurguluyor.

AB’nin 2013 yılının Nisan ayında yürürlüğe soktuğu yönetmelikte neonikotinoidlere, başta kolza yağı tohumu üzere, kısmi bir yasaklama getirilmişti.

2017 yılında taslağı hazırlanmış olan ve yakın zamanda yürürlüğe girmesi beklenen yeni yönetmelikte ise yasağın genişletilmesi ve bütün Avrupa kıtasına yayılması bekleniyor.

 

(Yeşil Gündem)

[Green Gazette weekly Turkey digest:] 40K Trees Felled for Summer Palace

0

40 Thousand Trees Felled for Erdoğan’s Summer Palace, Protest Suppressed: Members of 24 NGOs lead by the Marmaris Urban Council set out on the 1st of March towards the bay where a presidential summer residence is to be built. They aimed to read out a press release nearby, but the road was blocked by Gendarmerie using dumping trucks. Citizens were subject to on-the-scene background checks, while the bus drivers were fined €1000 each. As a court case challenging the demoting of the area’s protected status continues, so too does construction work, and 40 thosand trees have been felled according to NGO representatives. The protestors were escorted back to town by Gendarmerie.

 

Saros Saved from Limestone Quarries: The Edirne Administrative Court ruled to overturn the Ministry of the Environment decision which put forward that an environmental impact assessment (EIA) report was not necessary for limestone quarries in the Special Protection Zone of Saros, a northern Aegean gulf with vivid sea-life and pristine bays. The administrative court had issued a stay of execution on the case three weeks ago. Some of the quarries are in forest land, as close as 500 meters to the sea. To date, no quarry has been rehabilitated after closing, said lawyer for the plaintiffs, Bülent Kaçar. Fortuitously in the same week, the Aydın Administrative Court also ruled that the limestone quarry there, opposed by villagers in Yeniköy near Kuşadası whose farming land it will affect detrimentally, needs an EIA.

 

Coal Power Plant Preliminary License Halted by Court: In a very important legal development, the Ankara 12th Regional Administrative Court overturned ‘with certainty’ a lower court decision to ‘dismiss without examination’ the court case brought by local environmental NGOs, against the preliminary licence for the Hatay ATAKAŞ coal power plant. The lower court now has to examine the case again, taking into account legal grounds outlined by the plaintiffs and the environmental impacts of coal power plants. A previous decision taken by Ankara 7th Regional Administrative Court  on a suit brought against the preliminary licence for Akkuyu Nuclear Power Plant may have served as precedent. The decision solidifies the precedent that cases may be brought against preliminary licences on the basis of plant environmental impacts.

 

Human Chain Around Canyon Under Threat:  Citizens’ initiatives from all over the Zonguldak area turned up at Yenice to form a human chain, aiming to encircle the Şeker Canyon, under threat of a proposed hydroelectric plant. Their press release underlined that the area has a unique ecology with high natural rockfaces and deciduous trees instead of the evergreens, more prominent in the area. Despite this, all official bodies have signed off on the hydro-plant, and the long standing project is being cooked up again, they said. Previously, Green Gazette had interviewed the mayor of  Yenice Zeki Çaylı who is from the AKP and who also said he is against the project.

 

 

Green Thought Assoc. Workshops Animal Shelters: Animal rights activist Tolga Öztorun lead a workshop at the Green Thought Association this week, where participants both discussed and experienced conditions at shelters. They simulated what being stuck in a 30 cm² space feels like in order to empathise with animals in this predicament, but only for minutes at a time, and got information on things they can do as shelter volunteers. Issues ranging from forcing animals to copulate for the sake of breed to the fate of pets abandoned in forests and  how only one puppy out of 10 survives the shelter system were discussed.

 

Construction Stops on Concrete Seagull: Work was halted for the last month, reports say, on the on-land construction for the seagull shaped transit station in Kabataş on the Bosporus, a huge concrete structure being built by filling in the waterway’s coast, as the Cultural Heritage Protection Board has not yet given the go-ahead. The massive structure on the Bosporus is criticised for its destruction of the natural coastline, its intrusive architecture, its being planned without any community input, as well as for disturbing the eco-system of the Bosporus. Its 90 thousand m² area has been closed off for a year and a half now, also disrupting daily routine of many Istanbulites.

 

Protect İzmir Platform Founded: Citizens in Izmir organised under the Protect Izmir Platform (İzmir’e Sahip Çık Platformu) to protect the city from being turned into an urban rent zone. Many NGOs, labour unions, and professional associations, urban councils and political parties came together under the platform, meeting to make their declaration on the 26th of February. In their statement the platform said capital has exhausted urban rent in Istanbul and Ankara, and has now set its eyes on Izmir. They lay out the reason for their solidarity as that with the increase of urban rent, the city will become overpopulated, distortedly built and unliveable, the Izmir Bay Transit project will destroy the ecology of the Gediz Delta, where inhabit 10% of the world’s flamingo population, natural heritage and coastline will be destroyed, the Efemçukuru gold mine will pollute water, the coal power plants to be built in Aliağa will increase air pollution, renewable energy plants and stone quarries will continue threatening wildlife.

The declaration of the platform was dated just before the 1st of March, when a court appointed panel of experts made on-site observations regarding the case brought by NGOs against the EIA report giving the Izmir Bay Transit project a go-ahead. The platform read out a press release against the project at the Gediz Delta with mass participation.

 

 

Diyarbakır Governorship banns Outdoor Events for March 8th: The Dicle Amed Women’s Platform (DAKP) applied for a permit for a series of open-air events to celebrate March 8th International Women’s Day in Diyarbakır. The events spread through the first 10 days of March were to include a torch-march, press release, and a sit-in in front of the human rights memorial, and it was under the slogan “We were here, We are here, We will persevere”. The Governor’s Office refused the permit for most events; there is, however, no ban on the 8th of March rally proposed to be held in the station square.

 

 

Yeşil Gazete – Green Gazette

Translated and summarised by Alidost Numan.

90’ıncı OSCAR ödülleri sahiplerini buldu

Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından bu yıl 90’ıncı kez düzenlenen OSCAR Ödülleri dün Los Angeles’taki Dolby Tiyatrosu’nda sahiplerini buldu.

Sunuculuğunu Jimmy Kimmel’ın üstlendiği törende 13 dalda aday olan Shape Of Water (Suyun Sesi) en iyi film ve yönetmen de dahil dört dalda ödülü kazandı.

En iyi erkek oyuncu ödülü Gary Oldman’ın, en iyi kadın oyuncu ödülü de Frances McDormand’ın oldu.

Törenin sunucusu Jimmy Kimmell, açılışta Hollywood’da son aylara damgasını vuran cinsiyet eşitsizliğine ve taciz iddialarına yönelik bir konuşma yaptı.

Aynı ajans tarafından temsil edilseler bile kadın ve erkek oyuncular arasındaki kazanç eşitsizliğinin de altını çizdi.

İşte 90’ıncı Oscar ödüllerinde en iyiler:

En İyi Film: The Shape of Water

En İyi Yönetmen: Guillermo del Toro (The Shape of Water)

En İyi Kadın Oyuncu: Frances McDormand (Three Billboards Outside Ebbing, Missouri)

En İyi Erkek Oyuncu: Gary Oldman (Darkest Hour)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Allison Janney (I, Tonya)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Sam Rockwell (Three Billboards Outside Ebbing, Missouri)

En İyi Özgün Senaryo: Get Out (Jordan Peele)

En İyi Uyarlama Senaryo: Call Me By Your Name (James Ivory)

En İyi Animasyon Filmi: Coco

Yabancı Dilde En İyi Film: A Fantastic Woman (Şili)

En İyi Belgesel Film: Icarus

En İyi Kısa Belgesel: Heaven is a Traffic Jam on the 405

En İyi Canlı Aksiyon Kısa Film: The Silent Child

En İyi Animasyon Kısa Film: Dear Basketball

En İyi Film Müziği: The Shape of Water

En İyi Özgün Şarkı: Remember Me (Coco)

En İyi Ses Kurgusu: Dunkirk

En İyi Ses Miksajı: Dunkirk

En İyi Yapım Tasarımı: The Shape of Water

En İyi Görüntü Yönetimi: Blade Runner 2049

En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı: Darkest Hour

En İyi Kostüm Tasarımı: Phantom Thread

En İyi Film Kurgusu: Dunkirk

En İyi Görsel Efekt: Blade Runner 2049

 

(Hürriyet)

Almanya’da koalisyon hükümetine onay

Almanya’da genel seçimlerden yaklaşık beş ay sonra hükümetin kurulmasının önündeki son engel de kalktı.

Almanya’da Başbakan Angela Merkel liderliğindeki yeni hükümet yakın bir tarihte kurulabilecek.

Sosyal Demokrat Parti (SPD) Berlin’de düzenlediği basın toplantısında koalisyon anlaşmasına ilişkin oylamaya katılan parti üyelerinin çoğunluğunun “evet” oyu kullandığını kamuoyuna duyurdu.

SPD’den verilen bilgilere göre, oylamada toplam 378 bin 437 oy kullanıldı.

Katılım oranının yüzde 78,39 olduğunu söyleyen SPD Milletvekili Dietmar Nietan, “evet” oyu kullananların sayısının 239 bin 604, “hayır” oyu kullananların sayısının ise 123 bin 329 olduğunu açıkladı.

Bu veriler doğrultusunda “evet” oyu kullananların oranının yüzde 66,02 olduğu bildirildi.

SPD’nin genel başkanlığını vekaleten yürüten Olaf Scholz sonuçların açıklanmasının ardından yaptığı açıklamada, “Artık kesin sonuçlar elimizde. SPD gelecek federal hükümette yer alacak” dedi.

SPD üyelerinin koalisyon anlaşmasına onay vermesiyle birlikte Merkel’in 14 Mart’ta dördüncü kez başbakan seçilmesi bekleniyor.

Oylama iki hafta sürdü

Sosyal Demokrat partili 463 bin üye iki hafta boyunca mektupla kendilerine yöneltilen “Sosyal Demokrat Parti (SPD) Hristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Hristiyan Sosyal Birlik (CSU) ile Şubat ayında üzerinde uzlaşılan koalisyon anlaşması uygulansın mı?”  sorusuna “evet” veya “hayır” seçeneğiyle yanıt verdi.

Cumartesi gece yarısına kadar partinin Leipzig’deki merkezinde toplanan pusulalar daha sonra Berlin’e getirilerek, gece boyunca sayıldı.

Koalisyon anlaşmasının kabul edilebilmesi için parti üyelerinin yarısından fazlasının parti içi oylamada anlaşamaya “evet” demesi gerekiyordu. Parti yönetimi oylamanın 1,5 milyon euroya mal olduğunu açıkladı.

Sosyal Demokrat Parti’nin oyları 24 Eylül’de yapılan genel seçimlerde yüzde 20,5’e gerileyince parti muhalefette yer alacağını açıklamıştı.

Ancak Hristiyan Birlik partilerinin (CDU/CSU) Hür Demokrat Parti (FDP) ve Yeşiller ile koalisyon kurma girişimi başarısız olunca Hristiyan Birlik partileri olası bir azınlık hükümeti veya erken seçim olasılığından önce Sosyal Demokrat Parti ile yeniden koalisyona gitmeye hazır olduğunu duyurmuştu.

21 Ocak’ta Bonn’da düzenlenen olağanüstü parti kurultayında SPD’li delegeler, Hristiyan Birlik partileri ile koalisyon görüşmelerine başlanmasına onay vermişti. Oylamada 642 delegeden 362’si “Evet” oyu kullanmıştı.

Almanya’da 2013 yılından bu yana “büyük koalisyon” olarak adlandırılan “CDU/CSU-SPD” hükümeti iktidarda.

 

(Deutsche Welle)

[Babil’den Sonra] Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil*

Çağımızın büyük ozanlarından Ruhi Su bir anlatısında, çağlar içinden sürüp gelen güzel bir dilden bahseder. Şaman dualarından Dedem Korkut’a; Dedem Korkut’tan Köroğlu’na, Yunus Emre’ye, Pir Sultan Abdal’a, Karacaoğlan’a, Dadaloğlu’na… Ondan ona, ondan ona, ondan da çağımızın büyük ozanlarına sürüp gelen bir dil. Doğru gören, doğru söyleyen bir dil. Bu dil bize sadece bu dünyayı sevdirmekle kalmıyor, daha mutlu ve daha adil bir dünyanın geleceğini de söylüyordu. Bu dili çağlar içerisinde kuranlar belki geleceği görememişlerdi, ama görmüşçesine söylemişlerdi.

Victor da bu dilin çağımızdaki sürdürücülerinden biriydi. Kırk yıla sığdırdığı hayatında ekolojik yaşam bilgisinin yayılması için büyük çaba gösteren Victor, bilgisi, sevgisi, doğaya olan aşkıyla yer yüzünde gelecek kuşaklara miras kalabilecek değerde çok sayıda iyilik tohumları attı.

Victor Ananias bir konuşmasında ”… Hiçbir ırkın, hiçbir dinin, hiçbir coğrafyanın mensubu değilim tam olarak. Kendimi tam bir dünya vatandaşı gibi hissediyorum. Bu da aslında yaşama karşı sorumluk alırken, beni ayrım yapmaksızın bütün dünyanın yaşamını dikkate almak; dünyanın herhangi bir noktasındaki, herhangi bir coğrafyasındaki bir insan, bir doğa döngüsüne aynı derecede bağlı, saygılı ve hizmet etme aşkıyla dolu olmamı sağladı…” diyordu.

Yaşamı boyunca, insanları çeşitli biçimlerde (ırki-dini-coğrafi aidiyet vs.) ayrıştırarak, birbirinden ve giderek doğadan uzaklaştıran ‘medeniyet’ denen karmaşadan uzak durarak, “…zorlamadan, yarışmadan, karşılaştırmadan, cezalandırmadan, takılmadan, dert etmeden… test ederek, niyet ederek, elinden geldiğince, tek başına ve birlikte” tüm doğaya ve varoluşa saygıyla, temiz ve sürdürülebilir bir doğa- arı-duru bir yaşam için çabaladı. Kolunda, içi taze meyvelerle, yemişlerle dolu kestane ağacından örme yemiş sepeti ve yüzünde derviş gülümsemesi ile bir iyilik misyoneri gibi çalıştı.

Ne yazık ki onu bu dünyadan gittikten sonra yayımlanan “Yaşam Dönüşümdür” kitabıyla tanıyabildim. İnsanların diğer insanlarla ve doğayla barışık yaşayabileceği daha iyi, daha mutlu, sürdürülebilir bir hayatın mümkün olduğunu müjdeleyen bu kitabı halen okuyamadıysanız okumanızı öneririm.

Victor 1971’de İsviçre’de dünyaya gelmiş. Babası Beytüllahim’den Şili’ye göç eden bir aileden geliyormuş. Annesi ise Türkiyeliymiş.

Victor, Buğday Derneği’ nin fikir babasıydı. Ekolojik tarım, ekolojik ürünler, ekolojik turizm ve doğa dostu mimarlık alanlarında kalıcı izler bırakan Victor’un geride bıraktıklarına bugün arkadaşları sahip çıkıyorlar. Victor’ un sağlığında emek verdiği Doğa Dostu Kent Bahçeleri, TaTuTa, Doğa Dostu Tarım, Çamtepe Ekolojik Yaşam Merkezi, %100 Ekolojik Pazarlar, Kayıp Masallar, Tohum Takas Ağı, ABİ- Bilgilendirme Projesi, Avrupa Gönüllülük programı ve benzeri ekolojik yaşam projeleri bugün de devam ediyor.

Victor Ananias, 1998’ de yazdığı bir yazısında yaşamın döngüsünü buğday tanesi örneğiyle anlatıyordu: “Bir buğday tanesi, ilk yağmur damlalarının dokunuşu; Güneş’in ışınlarını doğru eğimden göndermesi ve toprağın doğurganlığı ile filizlenir, gelişir, genç ve güzel, yemyeşil bir bitki olur. Sonra yazın kuraklığı ve sıcaklığı ile sararmaya başlar. Bitki, bütünü ile ölüme, çürüyüp toprağa dönmeye hazırlanırken, en üstte, başakta yeni tohumlar oluşur. ‘Can’, hayatsal bilgiler, yeni buğdayların potansiyeli bu tohumlarda toplanır ve zamanı geldiğinde… Spiral bir sonraki halkadan devam eder döngüsüne yeni buğdaylar çimlenir…”

O da tıpkı bir buğday tanesi gibi yaşam çemberini 3 Mart 2011’ de tamamladı. Tohumlarla, buğdaylarla birlikte, başka canlılara hayat vermek için toprağa döndü.

Cenazesinde onu “attığın tohumları biz yeşerteceğiz” sözüyle, buğdaylarla, tohumlarla uğurlayan arkadaşları onun geride bıraktıklarını bugün de yaşatmaya, yeşertmeye gayret ediyorlar. Arkadaşlarına göre “O, gerçek bir iz bırakandı. Ama bu izler durağan, kalıcı, yok eden izler değildi. Değen, dönüşen ve dönüştüren izlerdi. Son nefesini, baharın yeni filizlendiği bir günde verdi. Yeryüzüne bıraktığı nefes, bugün pek çok cana ilham oluyor.”

Victor’un toprak ananın kollarına giderken insanlığa- bizlere- doğadaki tüm canlılara; kurda, kuşa, aşa attığı tohumlara; bıraktığı tüm bu güzel şeylere hepimizin, bugün ve gelecekte de her zaman sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Buğday Derneği’ne WEB sitesi üzerinden ulaşmak çok kolay: www.bugday.org

Bu hafta Açık Radyo’da, Babil’den Sonra programında onun sesini dinletip, onun için seçtiğim şarkıları çaldım.

https://www.youtube.com/watch?v=8zH5YAQ7faQ&feature=youtu.be

Bir şiirinde “…Ten fanidir can ölmez, gidenler geri gelmez, / Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil…” der Yunus Emre*. Bu Victor için de öyle.

Victor’un devri daim, ruhu şen olsun.

 

Ercüment Gürçay

Savaşa karşı çıkmak suç olursa…- Aydın Engin

Bu yazı cumhuriyet.com.tr sitesinden alındı

Savaşı “devletlerin barışçıl yöntemlerle elde edemediklerini silah gücüyle yani zor kullanarak elde etmeleri” olarak kavrıyorum; bu -benim yapmadığım- tanıma bütünüyle katılıyorum.
AKP iktidarının Kürt sorunu diye anılan, çok yıllık ve çok yönlü sorunu barışçıl yöntemlerle çözemediği, çözmeyi başaramadığı, çözmeye yanaşmadığı için şimdi de “Afrin operasyonu”na başvurduğu kanısındayım. “Operasyon” ya da “harekât” terimlerinin kullanılması bunun bal gibi savaş olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Peki savaş karşıtı bir yurttaş, bugünün Türkiye’sinde ortaya çıkıp her türlü savaşa karşı, dolayısıyla Afrin’deki savaşa da karşı olduğunu açıkça, duraksamadan, bedel ödemeyi filan göze almadan belirtebilir, dillendirebilir, yazabilir mi?
Sakın acele edip “elbette” demeyin.
“Zeytin Dalı” adı konmuş harekâtının başladığı 20 Ocak 2018’den günümüze kadar sosyal medya üzerinden yapılmış savaş karşıtı çıkışlar yüzünden 845 kişi gözaltına alındı.
Milliyetçiliği ırkçılık tınıları ile daha da ilkelleştiren bir zihniyet Afrin savaşına karşı çıkan, Kürt sorununun barışçıl çözümü için önerilerde bulunan, böyle bir çözümü savunan sesleri kısmak için şahlanmış durumda.
TV’lerin haber kanalları adeta serhat türküleri, fetih nağmeleri; cihat, şehit naraları eşliğinde habercilik (habercilik?) yapıyorlar.
Kendilerini “merkez medya” olarak tanımlayan gazetelerde kalem oynatan “çağdaş yurttaş” kılıflı meslek yiğitleri de bilinçaltlarındaki milliyetçiliği gün ışığına taşıdılar. Aykırı bir sesi, mesela savaşa ve bu arada elbette Afrin’deki savaşa karşı çıkanları medyatik lince uğratmak için tetikte bekliyorlar.
Peki kendinizi gerçek bir savaş karşıtı olarak görüyorsanız, görüşünüzü açıklamak, başkalarının da sizin gibi düşünmesini sağlamak için susmamanız gerektiğini düşünüyorsanız ne yaparsınız?
Sizin cevabınızdan önce size verilen bir cevap var. Yukarıda yazılı. Bir kez daha aktarıyorum:
“… 20 Ocak 2018’den bugüne kadar sosyal medya üzerinden yapılmış savaş karşıtı çıkışlar yüzünden 845 kişi gözaltına alındı…”

***

Haydi gelin şimdi, bu koşullarda mesela İngiliz yayın kuruluşu BBC’nin 1982’de İngiltere ile Arjantin arasındaki Falkland savaşı sırasında bir habercinin işine neden son verdiğini bir meslek dersi olarak bugünkü Tırmık’ta aktarın bakalım.
Haberci savaşta o gün yaşananları aktarırken “Bizimkiler ile düşman kuvvetler arasında bugünkü çatışmalarda…” diye başlayan, bizim meslek açısından bile masum ve sakıncasızmış izlenimi yaratan bu cümleyi kurdu ve o cümle habercinin işinden olmasına yol açtı. Emperyalist bir güç olduğuna sanırım kimsenin kuşkusu olmayan İngiltere’nin kamu yayın kuruluşu BBC “Bizimkiler ve düşman terimleri haberin objektifliği ilkesine aykırıdır. Yayını izleyen bir Arjantinli bu cümyeyi nasıl anlayacaktır. Bir haberci için sadece savaşan taraflar vardır ve haberci o taraflardan herhangi birine ait değildir” dedi ve o habercinin işine son verdi.
Aydın Engin de “savaş karşıtlığı ve gazetecilik mesleği” üstüne bir Tırmık yazarken bu olayı ayrıntılarıyla anlatmakta duraksadı, ürktü, korktu.
Dahası, 1980’lerde “Avrupa barış hareketi”nde pek ünlü olan, otomobillerin arka camlarına filan yapıştırılan çocuksu ama çok anlamlı bir cümleyi, hani “Düşün savaş var ve kimse cepheye gitmiyor” cümlesini de bu Tırmık’ta aktaracaktı ama korktu ve vazgeçti.

Aydın Engin – Cumhuriyet 

[Kuşlar, Orman ve Ben] Doğayla geçen yıllar, Tansu Gürpınar

Türkiye’de Doğa ve İnsan Konularının Yakın Tarihi’nde Tanıklıklar

Güneşin Aydemir

***

22 – Doğayla geçen yıllar, Tansu Gürpınar

Yeniden kuş gözlemcisi oldum. Ama bu sefer tek bir kuş gözlüyorum. Sanırım o da beni gözlüyor. İstanbul’a geldiğim zaman kaldığım bir ev var. Sevgili bir arkadaşımın bana gönülden sunduğu bu evde bu hafta sonu yalnızım. Evi bana bıraktı ve hafta başı dönmek üzere gitti. Emanetçi olduğum bu ev emrime amade.

Evin penceresinden karşıdaki evin çatısını görüyorum ve kiremitleri birleştiren oluk şeklindeki Osmanlı kiremitlerinin oluşturduğu ufak boşlukta duruyor bu kuş. Bir serçe. Geçen geldiğimde yağmur yağıyordu ve bu küçük kovukta durarak ıslanmaktan korunuyordu. Şimdi, yaklaşık bir ay sonra yine burada duruyor. Göz gözeyiz. Geçen gün baktığımda da oradaydı ve diğer serçe sesleri arasında belli ki henüz bilmediği eşine şarkılar söylüyordu. Nitekim daha sonra baktığımda eş adayı da yanındaydı. Şarkısı ulaşmış duyan kulaklara, darısı hepimizin başına.

Aklıma ekoloji derslerinde anlatılan niş kavramı geliyor. Doğa boşluk tanımaz. Nerede bir boşluk, orayı dolduruverir anında. Çatıyı yapanlar kiremitleri döşerken bu kuşa yuva olacağını bilmiyorlardı büyük ihtimalle -eğer biliyorlardıysa gerçekten alimdiler-, bina da oldukça eski, öte taraftan birkaç restorasyon da geçirmiş olduğunu anlayabiliyoruz halinden. Evdekiler sadece kendilerinin yaşadıklarını düşünüyorlar büyük ihtimalle orada, ama ben biliyorum ki en az bir kişi daha var aynı evi kullanan.

Sabahın bu saatinde haftalardır bir türlü oturup yazamadığım –ve elbette Alper’i sürekli olarak beklettiğim- şu yazıyı bana yazdırtan bir ilhama neden olan bu kuşa minnet duymaz da ne yapar insan?

Düşünüyorum uzun süredir. Kuşlar, Orman ve Ben serisi bir yerlerde tıkandı kaldı. Neden? diye. Sıra da en hareketli yere gelmişti, Bodrum günlerine oysa ki. Ama ondan önce anlatmak istediğim bir başka hikaye var ve bir türlü giriş yapamıyorum.

Bir de anlatım tarzı hususu var tabii. Düz yazı şeklinde yazmak beni biraz sıkıyor galiba. Geçen gün yürürken aklıma geldi, otoröportajları seviyordum ben diye. Yeşil Gazete’de yılllar önce yapmıştım bir otoröportaj, epey keyif almıştım. Sonra bir yerde Pınar İlkiz’in Sevin Okyay’la yaptığı röportaj kitabına rastladım. Sayfaları şöyle bir çevirdim, öyle rahat okunuyor, öyle keyifli ki. Ve dedim, evet işte sanırım benim olayım bu, röportaj. Bir yandan kendini tanıma yolunda da güzel bir araç, kendine kendinle ilgili sorular sormak. Kendinden bir adım geride, kendine bir yabancıymış gibi bakmak.

Sonunda karar verdim; kendimle konuşmalarımı yazarak devam edeyim bu köşede diye. Nitekim ben küçük bir kız çocuğu iken de kendimle konuşurdum. Hayali bir ben vardı arkadaşım olarak, onunla saatlerce konuşarak oynadığımı hatırlıyorum. Bunu bir delilik olarak görmeyen ve sonuna kadar izin veren anneme ne kadar teşekkür etsem az. Sonra büyüdüm, içeriden konuşmaya devam ettim. Ve işte şimdi yazarak konuşuyorum kendimle.

Dönelim Bodrum episoduna geçmemi engelleyen mevzuya. Engel deyince de olumsuz oldu şimdi, ama aslında çok güzel bir konu. Bir tanıştırma, bir buluşturma. Bu satırları okuyorsanız eğer, sizleri özel bir insanla tanıştırmaya hazırlanıyorum, öyle okuyun bu yazıyı. Hikayenin ucu, uzun bir zaman önceye dayanıyor. Doksanlı yılların başına.

O zamanlar ülkemizin bir çevre bakanlığı dahi yoktu, düşünün. Çevre konusu Başbakanlık’ta bir müsteşarlığın sorumluluğundaydı. O günlerdeki toplantılardan tanıştığım Tansu (Gürpınar) Bey’i anlatacağım size. Daha doğrusu o size kendini anlatacak. Çünkü Kalkınma Atölyesi sayesinde kendi hayatını gençlere ilham versin diye kaleme aldı. Birkaç sene öncesine dayanan bir çalışma bu. Kalkınma Atölyesi, “kalkınmaya katkı verenler” başlıklı bir çalışma yapıyor. Şu anda hayatta olan ve yaşamı ile bu konulara örnek olmuş, başarılı insanların yaşam hikayelerini kendilerine yazdırarak kitaplar basıyor.

Bu insanlardan biri de Tansu Gürpınar. Tansu Bey’in kitabının basımı GEF Küçük Destek Programı tarafından da desteklendi. (GEF SGP nedir diye soruyorsanız Gökmen Argun röportajı burada)

Tansu Bey, ülkemizdeki ilk jenerasyon kuş gözlemcilerinden. Hem yıllarca arazide Türkiye’nin doğası üzerine bilimsel çalışmalar yapmış bir biyolog, hem doğanın korunması için doğrudan çalışmış, kararlar almış örnek bir bürokrat, hem de büyük hevesle doğayı kayıt altına alan bir fotoğraf sanatçısı. Çok yönlü bir insan olmasının yanı sıra tam bir beyefendi. Dedemin deyişiyle bir “zarafet elçisi”.

Tansu Gürpınar

Türkiye’deki ilk milli parkların fizibilitelerini yapan, uluslararası anlaşmalarına imza atan, ülkemizi ve doğasını çeşitli toplantılarda hakkıyla temsil eden, ünlü Caretta kaplumbağalarının bugün hala özgürce yumurtlayabildiği Dalyan kumsalının korunması için büyük emek harcayan ve daha pek çok işi başarmış birisinden bahsediyorum.

Dahası da var; yine memlekette doğa koruma konularını ilk kez yaygın şekilde gündeme getiren Doğal Hayatı Koruma Derneği’nin de kurucularından. Kelaynakların yok oluşuna tanık olduktan sonra eyleme geçen yürekten bir doğa korumacı. Derneğin nasıl kurulduğunu kitapta çok güzel anlatıyor.

Ben onu tanıdığımda, dedim ya Çevre Müsteşarlığı’nda çalışıyordu, yönetici olarak. Daha sonra Tansu Bey emekli oldu ve Doğal Hayatı Koruma Derneği’nde çalıştı. Ben de o sırada orada çalışıyordum (daha o yıllara gelmedik bu yazı dizisinde). Çalışma arkadaşı olduk anlayacağınız.

Bütün vasıflarının ötesinde Tansu Bey, benim için bir hikaye anlatıcısı. Yaşadığı tecrübeleri kahve sohbetlerinde, çalışma molalarında anlatışı zihnimde sanki oradaymışım gibi canlanıyordu. Anadolu doğasının ve doğa korumanın tarihine merakımdan olsa gerek Tansu Bey ile sohbetlerimiz hafızamda hep taptaze, hep çok keyifli.

Kitabın içinden spoiler vermek istemiyorum. Zira okumanızı, yudum yudum içmenizi istiyorum. Çok akıcı ve güzel bir dille yazılmış bu kitabın okurken benim burada anlatmaya yeltendiğim ama o zamanlarda yaşamadığım için asla anlatamayacağım bir dönemi yaşayacaksınız adeta. Anadolu’nun bozkırlarının, ormanlarının, dağlarının, kıyılarının geçmişinde dolanacaksınız. Arada bir kafanızı kaldırıp düşüneceksiniz; böyle bir diyar, böyle insanlar var mı gerçekten diye. Sonra tekrar tekrar okumak isteyeceksiniz.

Daha fazla uzatmayayım, sizi kitapla tanıştırmış olayım. Başucunuzda yer açın bu kitaba diyeyim.

Doğa İle Geçen Yıllar, Tansu Gürpınar kitabını edinmek isteyenler için başvuru:

Kalkınma Atölyesi, 0 541 457 31 90, [email protected]

 

Not: Gelecek yazılar otoröportaj şeklinde olacak, onu da demiş olayım. Ben pencereye geri dönüyorum, kuş beni bekler!

Güzel haftasonları…

….Devam edecek….

 

Güneşin Aydemir

300 koyunu alıp gitmek – Yıldıray Oğur

Bu yazı karar.com.tr sitesinden alındı

Maalesef fırsatı kaçırdınız.

Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün, en az 1666 kişiye 300 koyun vereceği Sözleşmeli Küçükbaş Hayvancılık Projesi başvuruları dün itibarıyla sona erdi.

Projenin amaçlarından biri şehirden köye dönüşü sağlamak. O yüzden başvuruculardan şehirden köye göçme şartı aranıyor. Koyunların karşılığında devlet sadece köydeki araziyi ipotek olarak istiyor.

Sosyal medyadaki ilgiye bakılırsa sadece bu işten anlayanların, eski köylülerin değil, bugüne kadar deyimin gerçek anlamıyla ‘üç koyun gütmemiş’ şehirli, eğitimli insanların da ilgisini çekmiş proje.

Bundan 120 yıl kadar önce de yine buhranlı zamanlarda, bir grup İstanbullu entelektüel her şeyden kaçıp bir köye yerleşme hayalleri kuruyorlardı.

Bu hayali ütopya köyünün adı da belliydi: “Yeşil Yurt’

Artık siyasetle uğraşmanın tehlikeli olduğu, her yerde hafiyelerin, jurnalcilerin gezdiği günlerdi. Tehlikeli siyasi meselelerden uzaklaşmak için 1895’de bir kültür sanat mecmuası olarak çıkmaya başlayan Servet-i Fünun dergisi etrafında toplanmış genç entelektüellerin hayallerindeki Yeşil Yurt’u, 24 yaşında sosyalist eğilimli bir lise öğretmeni olan Hüseyin Cahit “Hayat-ı Muhayyel” hikayesinde şöyle tarif etmişti:

“Bu şimdiki âlemlerden pek uzaklara gitmiştik; mâzi ile aramızda ebedi fırtınalarla cenkleşen büyük denizler vardı. Şimdi her şey yeniydi: Hattâ kalplerimiz, hattâ hislerimiz, hattâ ilk günlerde kubbe-i saf ve laciverdîsi altında misafir olduğumuz sema-yı mükevkeb bile yeniydi.

Çimenlerini çiğnediğimiz topraklar, ufuk üzerinde teressüm ettiğini gördüğümüz ormanlar, rehgüzârımızı tatîr eden çiçekler bile yeni, bâkirdi. Ve bu saf ve mâsum tabiatın sîne-i müşfikinde bizim için yeni başlayan bu hayat,- ah, bu hakikate iktirân etmeyecek hayat-ı muhayyel… Biz bu çalışmaya iptida köyümüzü inşadan başlamıştık. Zaten planlar hazırdı; bunlar uzun uzun münakaşât-ı samîmiye neticesinde hep karargir olmuştu. Köşklerimiz öyle büyük, müzeyyen değildi. İhtiyâcâtımıza, ancak ihtiyâcâtımıza kifayet edecek kadar küçük, kışın fırtınalarına dayanacak kadar metin, fakat zarif, sevimli, sade bilhassa sadeydi. Hepsinde birer büyük iş odası, birer küçük salon, çocuklarımız için birer küçük oda, birer yatak odası vardı. İhtiyâcâtımızı da mümkün olduğu kadar azaltmıştık; zaten süslü salonlardan, gayr-i tabii, mülevves hayatlardan kaçıyorduk. Bizi sade, elzem, yalnız elzem olan eşyalar memnun edebilirdi. Biz bahtiyar olmak için yaldızlı döşemelere, ipekli halılara, antika masnû’âta müftekır değildik.”

Yeşil Yurt hayalinin fikir babası ise Servet-i Fünun dergisinin başmuharriri ve en yaşlısı, 31 yaşındaki Robert Koleji öğretmenlerinden şair Tevfik Fikret’ti.

Fikir bir gün Hüseyin Cahid’le birlikte ziyaretinde gittikleri Doktor Esad Paşa’nın Çengelköy’deki evinde ortaya çıkmıştı. Doktor Esad Paşa aslında paşa değil, Paris’te uzmanlık eğitimini almış bir göz doktoruydu. Tıbbiye’liydi, İttihatçıların önde gelenlerden biri olduğu için Esad Paşa lakabıyla anılıyordu.  O gün Çengelköy’deki evinde edebiyatçılar, yazarlar dışında, Abdülhamit muhalifliğinde birleşmiş, zengin varlıklı başka insanlar da misafiriydi. Pek çok siyasi şikayetten ve söylenmeden sonra, tek çare olarak ailelerini alıp buradan uzaklarda yeni bir hayat kurmaya karar vermişlerdi. Hatta toplu göç için para vaadinde bulunanlar bile olmuştu.

Peki nereye gideceklerdi?

İşte o henüz belli değildi. Tevfik Fikret, “Gidiyoruz Rauf” diye bu fikri açtığı Mehmed Rauf’tan yardım istemişti.

Mehmed Rauf, Tarabya’da Boğaz’da gezen sefaret gemilerine rehberlik eden Karakol Gemisi’nin 23 yaşındaki ikinci kaptanıydı. İngilizcesi ve Fransızcası çok iyiydi. Servet-i Fünun’da çevirileri yayınlanıyor, edebiyat yazıları yazıyordu ama artık rejimden bunalmış bir muhalifti. Padişah’ın cülus günlerinden birinde Beyoğlu’nda Tepebaşı’ndaki bir bahçede otururken başına gelenleri şöyle yazmıştı:

“Cülus şerefine Hamidiye Marşı’nı çalmaya başlamasınlar mı? Bahçeyi dolduran halk marşı ayakta dinlemek üzere kalktılar. Şimdi ben de kalkacak mıydım? Kalkmamak, mevcut hafiyeleri faaliyete sevk ederek bin bir tehlikeyi başıma yağdırmak olmaz mıydı? Bütün varlığım isyan ve tuğyan ederken nu melun marşa ayağa kalkmak mümkün müydü* Mücadele kısa oldu… ani bir kararla sıçradım, çalgıyı vaz ve ibadetle dinlememek için masaların arasından geçerek sokağa fırladım.”

Bu ruh halindeyken Tevfik Fikret’ten aldığı mutlu haberin heyecanıyla iyi tanıştığı İngiliz elçiliğinin gemisi Imogene’nin süvarisi Kaptan Bain’e konuyu açtı. İngiliz Kaptan’ın bir önerisi vardı:

“Azizim Rauf’ dedi. ‘İngiltere’nin muhaceret için bugünlerde herkes bilhassa NewZeland’a (Yeni Zelanda) gidiyorlar. Orası gayet münbit ve mahsüldar, iklimi, ab u havası pek latif bir yerdir. Eğer istersen sana muhaceret heyetleri için neşr olunan rehberlerden getireyim. Okur, tetkik eder, ona göre karar verirsiniz.’ Hemen Fikret’e koştum, müjdeyi verdim, hep birden İngiltere’den gelecek kitapları beklemeğe başladık. Ve geldiği vakit bunlarda teşebbüsümüzün muvaffakiyeti için o kadar ümit verecek vaadler bulduk ki, bu adeta bir saadet oldu.”

Karar verilmişti. Hayallerdeki Yeşil Yurt, 16 bin kilometre uzaktaki el değmemiş Yeni Zelanda’da kurulacaktı.  Hüseyin Cahid, “Hayat-ı Muhayyel” hikayesinde “gökkubbesi bile yeniydi” diye tarif ettiği  köyü Yeni Zelanda  hayalleriyle yazmıştı.

Bu hayaller Tevfik Fikret’e ise Yeşil Yurt şiirini yazdırmıştı:

“Bahara benzetilir bir yeşil saadettir

Gülümseyen ovanın, vech-i pür-gubârında;

Köyün, uyur gibi, müstağrak-ı sükûnetdir

Bütün hayatı ufak bir çayın kenârında.”

Ama bu kadar insan, aileleriyle birlikte hangi parayla oraya gidecek, hangi parayla orada bir yeni köy kuracaktı?

Çare bulundu. Doktor Esad, babasının Ankara dolaylarındaki “gezmesi bile iki gün süren” çiftliğini satıp parasını Yeni Zelanda muhacirleri için harcamayı vaad etmişti. İş o kadar ciddiye binmişti ki, önceden gidip yer bakması için Hüseyin Cahid’le birlikte, 28 yaşında Maliye’de memur olarak çalışan Hüseyin Kazım’ın Yeni Zelanda’ya gönderilmesi kararlaştırılmıştı.

Ama hayaller ile hayatlar yine birbirine uymamıştı. Esad Paşa Ankara’dan eli boş dönmüş, arsa satılamamış, para bulunamamıştı. Yeni Zelanda hayali suya düşmüştü.

Ama bu sırada Hüseyin Kazım başka bir teklifle geldi. Babasının Manisa Sarıçam Köyü’nde büyük bir çiftliği vardı. Çamlık, güzel bir tepe üzerinde bir köşk yaparak hep birlikte orada yaşayabilirlerdi.

Peki Sarıçam Köyü nasıl bir yerdi? Zor beğenen Tevfik Fikret orayı beğenip gelir miydi?

Önden gidip bakmak işi yine Hüseyin Cahid’ e kalmıştı.

Ama o yıllarda İstanbul’dan çıkmak, Manisa’ya gitmek izne tabiydi. Hüseyin Cahid öğretmen olduğu için onun ayrıca işten izin alması gerekiyordu. İkincisini rahatlıkla aldı. İstanbul dışına çıkış izni ise Emniyet’e takılmıştı. En son iznin nerede takıldığını anlamak için Emniyet’e gitti, Zaptiye Nazırı Şefik Paşa’nın odasına kadar çıktı.

Şefik Paşa tezkereleri buldurdu. İncelemeye başladı:

“Karşısında ayakta duruyordum. Tezkerenin kıyısına kalın kalemle ‘Şüphelidir’ yazılmış olduğunu gördüm. Şefik Paşa, gözlerini kağıttan kaldırarak sordu: ‘Manisa’ya niye gideceksin?’ Gönül rahatlığıyla cevap verdim: ‘Orada bir çiftlik var efendim. Bakacağım, eğer oturulabilecek bir yerse ailelerimizle gideceğiz.’

Şefik Paşa beni tepeden tırnağa süzdü. Dudaklarını büktü: ‘Sen çiftlik yapacak bir adama benzemiyorsun. Doğru söyle amacın ne? Bir kadın meselesi olmasın?’ İzni koparmak için evet demek aklıma geldi. Ama öyle derim de sonra ‘hangi kadın’ diye sorarsa iş bütün bütün karışacaktı. ‘Olmaz’ cevabını verdi. Odadan çıktım.”

İzin çıkmamıştı. Ama bir yol daha vardı. İstanbul’dan çıkış kağıdı olan Hüseyin Kazım’ın kimliğiyle, İstanbul’dan İzmir’e kalkan, yabancı bir şirketin işlettiği Hidiviye vapuruna kaçak olarak bindi. Ve İzmir limanında vapurdan inerek Manisa Sarıçam köyüne geçti. Köye bayılmıştı. Bir hafta kaldı. Tevfik Fikret, onu beklerken heyecandan Berid-i Ümid (Ümit Habercisi) ve Bir Mersiye şiirlerini yazmıştı:

“Aah sen, sen ki, zir-i balinde

Bir yeşil köy hayali sakladın.

Şiirimin nuhbe-i mealinde

Sen, bütün saffetinde sen vardın”

Hüseyin Cahid, bir hafta sonra büyük ümitlerle İstanbul’a köyün fotoğraflarıyla döndü:

“Fikret, bu köyün yanında çam ağaçlarıyla muhat bir tepecik olduğunu gördü ve bir an için ‘Yeşil Yurd’u burada kurabileceğini düşündü. Üstada karşı müşkül bir mevkide idik: Onun hayâlâtına vücut vermek ve buna taraftar görünmek kabil değildi; çünkü tahayyül ettiği tarz-ı hayata biz mani olacaktık. Bir hayli günler düşündü ve neticede bu hülyadan da vaz geçti!” (Hüseyin Kazım Kadri- Meşrutiyetten Cumhuriyete Hatıralarım)

Tevfik Fikret gitmekten vazgeçmişti ama “Yeşil Yurt” hayalinden hiç vazgeçmemişti. Uzaklaşamadığı İstanbul’a bakan ama keşmekeşinin de uzağında olan Aşiyan’da 1906 yılında yeşillikler içinde yaptırdığı eviyle Yeşil Yurt hayalini tek başına gerçekleştirdi. Haluk’un Defteri’ni ve en ünlü şiirlerini orada yazdı. 1915 yılında da gözlerini çocukluk hayalinin içinde kapattı.

Mehmed Rauf, her şeyi bırakıp Yeşil Yurt hayalinin peşinden Yeni Zelanda’ya ya da Sarıçam’a gitseydi, çoktan seçmeli sınavlardaki o meşhur sorudan tanıdığımız ilk psikolojik Romanı olan Eylül’ü muhtemelen yazamazdı. Ama belki de bu sayede 1910’de Bir Zambak’ın Hikayesi’ni de yazamamış olur, hikaye müstehcen bulunup toplatılmaz, Divan-i Harp’te yargılanıp hapis cezası almaz, daha sonra da ancak sınav sorularında hatırlanan bir sükut suikastına kurban gitmezdi.

Hüseyin Cahid, Şefik Paşa’nın kendisine yakıştıramadığı gibi çiftçi olsaydı, Tanin’i çıkartamaz, ülkenin en ünlü gazetecisi olamazdı. Ama belki de böylece 1925’de İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanıp, Çorum’a sürgün edilmekten, 1954’te 79 yaşında tutuklanıp hapse girmekten de kurtulmuş olurdu.

Doktor Esad, gitseydi, öncülerinden olduğu İttihat ve Terakki’nin bir 10 yıl sonra Hürriyet’i İlanı’nı göremeyecekti. Ama belki de bu sayede 1918’de Malta’ya sürgün de edilmeyecekti.

Hüseyin Kazım Kadri, kimsenin gelmediği Manisa’daki çiftliğe gitti ve bir sene Yeşil Yurt hayalini çiftçilik yaparak yaşadı. Ama bu hayali de 1908’de 2. Meşrutiyet’in ilanı ile gerçekleşen başka bir hayal bitirdi. İstanbul’a döndü, Hüseyin Cahid ve Tevfik Tevfik Fikret’le birlikte Tanin gazetesini çıkardı. Vekillik, İstanbul Belediye Başkanlığı, bakanlık yaptı. Kuran meali Nur’ul Beyan’ı ve Büyük Türk Lügatı’nı yazdı. Muhtemelen Yeni Zelanda’da yapamayacağı şeylerdi bunlar.

Yeni Zelanda’yla başlayan ve Sarıçam Köyü ile devam eden Yeşil Yurt hayali hayatın teklif ettiği gerçek hayallere yenik düşmüştü. Zaten akılları İstanbul’la doluyken, gitseler bile gitmiş sayılmazlardı. Ama çoğu, dönüp geriye baktığında o gün gitmedikleri için pişman olacak hayatlar ve hayal kırıklıkları yaşadılar.

Yine de o kadar üzülmeyin, belki de 300 koyun projesi için başvurular bir hafta daha uzatılır.

(Yeşil Yurt hayali ile ilgili daha fazla okumak için: 

Rahim Tarım, Servet-i Fünun edebî topluluğu’nda Yeşil Yurt Özlemi”, Mimar Sinan Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Dergisi Sayı:2, İstanbul 1995, S. 185-203)

Yıldıray Oğur – Karar

Geri dönüşümle birlikte toplumsal dönüşüm

Dünyada günde 2,12 milyar son katı atık üretiliyor. Bu atıkları kamyonlara doldurup art arda sıralasak yerkürenin çevresini tam 24 kez dolanırdı.

Hindistan Guwahati’de çöp toplayıcısı genç kız (Fotoğrafçı: Arash Yaghmaeian)

Dünya Ekonomi Forumu’nda (2016) da belirtildiği gibi bu hızla kirletmeye devam edersek denizlerimizde 2050 yılı itibariyle balıktan çok plastik çöp olacak[1]. Peki, neden bu kadar çöp üretiyoruz? Çünkü satın aldığımız şeylerin %99’u altı ay veya daha az süre içersinde tükenip çöpe dönüşüyor. Oysa neredeyse sıfır atık üreten, daha doğrusu atığını yeniden kullanan şirketlerin sayısı her geçen gün artıyor. Aynısını tüketiciler için de söylemek mümkün. Bazı kentler ve ülkeler atıklarını yeniden kullanma ve geri dönüştürme konusunda büyük mesafeler kat etti. Aslında atıkların yeniden ve başka amaçlar için kullanımı doğanın en temel işleyişlerinden biri olmasının yanı sıra kadim uygarlıkların sürdürülebilme nedeniydi. Dolayısıyla dünyayı temiz tutmak  için roket teknolojisine gerek yok. Sadece az tüketme ve az atık oluşturma odaklı bir yaşam biçimini kurmamız gerekiyor. Atıklarını azaltanların sayısı arttıkça dünya daha güzel ve adil bir yer olacak. Türkiye gibi bu konuda fazla yol alamamış ülkelerin güzel örneklerden alacağı çok ilham ve ders var.

Dünyada geri dönüşüm

Dünyada hızla büyümekte olan geri dönüşüm sektöründe şampiyonluk İsveç ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerde. Almanlar çöplerinin %65’ini ayrıştırıyor ve değerlendiriyor. Her tip atık için ayrı renk kodu (kağıt atıklar mavi, organik atıklar kahverengi ve her türlü ambalaj sarı renk gibi) oluşturmuşlar. Pil ve benzeri atıklar ayrı toplanıyor. Mesela pek çok süpermarket kullanılmış pilleri topluyor. Ayrıca her şehrin özel kamyonlarla bu tip tehlikeli atıkları belirli günlerde evlerden aldığı veya bu atıkların atılabileceği belirli yerlerde konumlanmış kendi toplama sistemleri mevcut. Depozitolu şişeler ise ücretini geri almak üzere süpermarketlere geri veriliyor. Bu süpermarketlerde cam şişe için 8 sent, plastik içinse 25 sent olmak üzere geri ödeme yapan otomatik şişe iade makineleri var. Eski mobilya, TV, beyaz eşya ya da artık yapı malzemesi gibi büyük atıkların topandığı merkezler var. Bazı yerlerdeyse bunlar belirli günlerde kapı önünden toplanıyor. Kullanılmış giysiler ve ayakkabılar için de özel konteynırlar var[2]. Geri dönüştürülemeyen çöpler ise ya yakıta dönüştürülüyor ya da farklı tasarımlarla yeni ürünlere.

Almanya’da kamu alanlarındaki çöp kutuları dört ayrı bölümde tasarlanmış

Geri dönüşüm ve çevre koruma konusunda Güney Kore atıklarının %59’unu geri dönüştürüyor, ABD ise %35’lik bir oranla gelişmiş ülkelerin ortalamasının biraz üzerinde yer alıyor. Avrupa Çevre Ajansı’na (EEA) göre diğer AB ülkeleri de geri dönüşüm konusunda önemli ilerleme kaydetti. Örneğin Avusturya, Belçika, İsviçre, Hollanda ve İsveç çöplerinin en az yarısını geri dönüştürüp, büyük bir kısmı yeniden kullanılıyor.

İsveç’te evsel atıkların %90’ı geri dönüşüme giriyor.

Geri dönüşümde Türkiye nerede?

Peki, Türkiye geri dönüşüm tablosunda nerede? İnanılmaz ama Türkiye’deki çöpün %99’u depolama sahalarına gömülüyor[3]. 2014 tarihli Birleşmiş Milletler elektronik atık izleme raporuna göre dünyada yıllık yaklaşık 42 milyon ton elektronik atık üretilmiş. Ve Türkiye elektronik atık üretme konusunda totalde yıllık 503 bin ton, kişi başına ise 6,5 kg e-atık ile dünya sıralamasında 17. sırada yer alıyor. E-atıkta dünyada en başarılı geri dönüşüm %62,6 ile İsveç’te. Türkiye’de ise bu oran %5 civarında seyrediyor[4]. Bu geri kalmışlığın en önemli nedenlerinin başında Türkiye’de vatandaşların geri dönüşüm sürecine katılmaması geliyor. Her vatandaşın sorumluluğu olan çöpleri içeriklerine göre ayırma işlemini en ağır şartlarda güvencesiz çalışan yarım milyon atık toplayıcısı yapıyor. Böylece yükselen çöp dağlarıyla birlikte ekolojik adaletsizlik de büyüyor.

Geri dönüşmezse felaket olur

Ümraniye Çöplüğü Patlaması’nda ölenler için yapılmış anıt

Tarihte çeyrek yüzyıl öncesinde gidelim. 28 Nisan 1993 tarihinde İstanbul’un Ümraniye ilçesi Hekimbaşı Çöplüğü’nde biriken metan gazı patlaması sonucu 39 kişi ölmüştü. O tarihe kadar 4,5 yıl süresince çöplerin kontrolsüz bir şekilde biriktirilmesi sonucu çöplük sahası sabah saatlerinde bir yanardağ gibi patlamış, basınçla fırlayan yanar vaziyetteki çöpler Kazım Karabekir Deresi yatağındaki gecekonduların üzerini tamamen örtmüştü. Oysa dönemin belediye bakanı Şinasi Öktem iki yılı aşkın bir süre boyunca civar belediye başkanları (Kadıköy, Üsküdar ve Beykoz belediyelerinin atığı buraya yığıldığı için), İstanbul Valiliği, Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı ve Çevre Bakanlığı gibi yerelden merkeze pek çok yetkili makama başvurarak daha fazla çöp dökülmesine engel olmaya, çöplüğün kaldırılmasına çalışmıştı. Ama hiçbir şey fayda etmemişti. Çevresel adaletsizliğin en bariz simgelerinden biri haline gelen bu felaketin geçtiği yeri 20 sene sonra ziyaret eden ve anlatan İstanbul’un Artığı / Anıt – Ümraniye adlı kısa belgesel [5] on yıllardan sonra aslında ne çöplerin geri dönüşümde ne de toplumsal dönüşüm anlamında fazla bir şeyin değişmediğini gösteriyor.

Geri dönüşürse çöpten müzik olur

Cateura Çöplüğü Orkestrası’nın genç müzisyenleri ve Favio Chavez

Gelişmekte olan ülkelerden biri Paraguay’da geri dönüşüm başkent Asunción’da bulunan bir çöplük sahasında başlamış. Müzik öğretmeni Favio Chavez, çöplükte yaşayan, çöple geçimini sağlayan ailelerin çocuklarının hayatlarına müzikle dokunmak istemiş. Ancak bir kemanın bir evden daha pahalı olduğu Cateura çöplüğünde kimsenin müzik enstrümanı alacak parası yokmuş. Kısa bir süre sonra çare bulunmuş. Çöplükteki atık malzemelerle keman, çello ve davul gibi bir orkestrada bulunması gereken müzik aletlerini yapmaya başlamışlar. Aletlerin tamamlanmasıyla çocuklara ve gençlere müzik dersleri verilmeye başlanmış. Aileleri çöpçülükle geçinen, evleri çöpteki malzemelerle yapılmış ve çöpün hemen dibinde olan bu çocukların tek gelecekleri çöpçülük olmasın diye başlamış bu macera ve verilen konserlerle tüm dünyaya adını duyurmuş. 2016 yılında İstanbul’a da gelen Cateura Çöplüğü Orkestrası ya da Landfill Harmonic sadece çöplerin değil toplumsal dönüşümün de sembolü olmuş.

Tamamen Cateura Çöplüğü’nden bulunan malzemelerle yapılan bir saksafon
Landfill Harmonic Orkestrası’nda kullanılan kemanlarda yemek çatalları bile kullanılmış

Beş senedir dünyayı gezen ve çöpten yapılma kemanlar, çellolar ve davullarla konserler veren Landfill Harmonic orkestrası çöpü müziğe, çöplüğü ise bir müzik okuluna dönüştürüyor. Bu yaratıcı dönüşüm sürecini anlatan Landfill Harmonic (2016) adlı bir belgesel bile yapılmış[6].

Türkiye nasıl dönüştürecek, nasıl dönüşecek?

Türkiye’nin Almanya gibi geri dönüşümün kurumsallaştığı gelişmiş ülkelerden de, Paraguay gibi gelişmekte olan ülkelerdeki sivil girişimlerden de alacağı önemli dersler var. Vatandaşların atıkların geri dönüşümü ve yeniden kullanımı gibi süreçlerin merkezinde yer alması gerekiyor. Bunun olabilmesi için de devletin yürürlüğe sokacağı kanunlar ve yönetmeliklerle merkezi ölçekte zemin hazırlarken, belediyelerin yerel ölçekte geri dönüşüm mekanizmalarını hayata geçirmesi gerekiyor.  Saniye kaybedilmeden bir temizlik seferberliği başlatılması gerekiyor. Bunun tetiklenmesinde Deniz Temiz Derneği,  Elektronik Atıkların Geri Dönüşümünü Destekleme Derneği (EAGD) ve Çöpüne Sahip Çık Vakfı gibi sivil toplum örgütlerine de öncül görevler düşüyor. Sadece çöplerin değil toplumun da dönüşümü sürecinde sadece büyük kentlerin zengin semtlerinde pilot proje olmaktan öteye geçememiş birkaç uygulamanın yeterli olmayacağı ortada. Elimizi çöpün altına koyma zamanı geldi de geçiyor. Çöpümüzü sahiplenelim, temiz ve adil bir ortak geleceği birlikte kuralım.

Son notlar

[1] CNN (19 Ocak 2016). More plastic than fish in oceans by 2050.  http://money.cnn.com/2016/01/19/news/economy/davos-plastic-ocean-fish/index.html

[2]  Deutsche Welle (8 Haziran 2017). Almanya’da çöp ayrıştırma kılavuzu. http://www.dw.com/tr/almanyada-%C3%A7%C3%B6p-ayr%C4%B1%C5%9Ft%C4%B1rma-k%C4%B1lavuzu/g-39161355

[3] Çöpüne Sahip Çık Vakfı (2016). Almanlar Geri Dönüşümde Dünya Şampiyonu. https://www.copunesahipcik.org/almanlar-geri-donusumde-dunya-sampiyonu/

[4] EAGD (2018). Türkiye’de ve dünyada e-atık. http://www.eagd.org.tr/turkiyede-ve-dunyada-e-atik/

[5] Artıkişler Kolektifi (2014). İstanbul’un Artığı / Anıt – Ümraniye. https://vimeo.com/46227826

[6] Filmin fragmanı için bakınız: https://www.youtube.com/watch?v=wCjbd21fYV8

Dr. Akgün İlhan

Kapitalizmin doğa içindeki hâlleri: Yazsız Yıl

Elmas Deniz, ülkemizde son 44 yılın en kurak dönemi yaşanırken bizi İstanbul’un kasvetli tonlarından Sri Lanka’nın bakir doğasına götürüyor.

Ama bu bildiğimiz gezilerden çok farklı…

Bergama doğumlu olan ve sanatsal çalışmalarını İstanbul merkezli sürdüren sanatçının ekonomi, doğa ve küreselleşme odaklı video, resim, metin ve çeşitli nesnelerden ürettiği çalışmaları “Yazsız Yıl” da bir araya geldi.

Elmas Deniz

Deniz, Pilot Galeri’nin ev sahipliğinde düzenlenen kişisel sergisinde, insanlığın doğayla kurduğu ilişkinin samimiyetini ve gerçekliğini sorgulayarak izleyenlere farklı bir düşünsel pencere açmaya çalışıyor.

Serginin isminin hikâyesi ise bundan 2 asır öncesine dayanıyor.

“1815 yılında Endonezya’da bir yanardağ patlaması oluyor. Patlamadan 1 yıl sonra atmosfere salınan küllerden dolayı dünyanın büyük bir kısmına yaz gelmiyor. O yaşanamayan yaz, yoksulluk ve kıtlık yılı olarak tarihe geçiyor. Hiç ekin yetişmiyor ve insanlar için büyük bir felaket oluyor. Her yeni gün güneş doğarak başlayacak, doğa hep böyle olacak gibi bir ön kabul ve rahatlık içindeyiz. Bu yüzden böyle bir çalışma yapmayı istedim. Doğanın kendisi bile dengeli değilken insan eliyle bozuluyor. 1986-1988 yıllarında deniz kenarında dalardım. Bir sürü deniz canlısı vardı. Geçtiğimiz yıl aynı yere gittiğimde hiçbiri yoktu. Denizden, pinalardan inciler çıkarırdım. Bu benim gözlemlediğim bir şeydi. Felaket bir anda gerçekleşmediği için fark edilmiyor. Patlama ani olduğu için insanların dikkatini çekiyor ve o yıla ‘Yazsız Yıl’ adı veriliyor.”

“Bireyin üstündeki yükün etkisine kıyasla büyük aktörlerin gezegene etkisi daha yüksek”

Deniz’e göre insan kaynaklı iklim değişikliğinin ekosisteme etkileri ancak etik anlayışın değişimiyle mümkün.

“Sri Lanka’daki insanların doğaya bakışları da bizimki gibi değil. Oranın doğası bizimkinden çok farklı. Görmeye alıştığımız yeşilden de yeşil. Sri Lanka tropik olduğu için biyoçeşitlilikte dünyanın 5 noktasından biri. Bir örnek de Amazonlar. Kendi endemik bitki ve hayvan türleri çok fazla. İnsanların yaşayış biçimleri ülke genelinde çok ilkel. Dolayısıyla çevreye zararları da yok. Fakat tıpkı Endonezya’daki yanardağın patlayıp Avrupa’yı aç bırakması gibi, Kuzey Amerika ve Avrupa’daki aşırı tüketim de onların iklimini sıkıntıya sokuyor. 

Bir parantez açarsam, bu sergideki “Satılmaz Eser” organik tohumlardan yaptığım yerel, burayla ilgili bir iş. Ama o da aslında küresel çünkü çok uluslu bazı şirketlerin yerel tohumlarla ilgili yaptığı lobi faaliyetleri dünyanın çeşitli yerlerinde de aynı. Örneğin Maldivler, Sri Lanka’ya çok yakın. Herhalde 10 yıla iklim değişikliğinin bir kurbanı olarak su altında kalacak. Yerelde bir şey yapıyorsun ama globalde başkaları etkileniyor. Farklı gibi gözüken dünyalar birbirine bağlı. Bireyin üstündeki yükün etkisine kıyasla büyük aktörlerin gezegene etkisi daha yüksek.

Sanatçı olarak insanların yaşama bakış tarzlarının, üretme ve algılama biçimlerinin bu politikaları ve politikacıları yarattığını düşünüyorum. Bu yanlış politikalarla mücadele etme biçimi aslında, paraya bu kadar tamah eden bir kültür olmasaydı zaten birilerinin de böyle ters hareketler yapması mümkün değildi. Yeni insan kültürü kendi etik yapılamazlarını da üretiyor. Öyle bir dünya yaratılabilirdi ki bunu insanlar kıramazdı. Kıranlar da diğerleri tarafından kınanır ve dışlanırlardı. Ütopik belki ama gerçekten böyle. Bakış açımızı değiştirirsek birçok şeyi değiştiririz. İnsan başka değerler üretebilir.”

Görülmek İçin Yapılmış, 2017

“Lüks tüketime gittiğinde sana pazarlanan şey aslında bir tür fantezi”

Sergideki en dikkat çekici işlerinden biri 6 dakika uzunluğundaki “Görülmek İçin Yapılmış” isimli video çalışması.

İzleyenleri Sri Lanka’nın eşsiz doğasına götürürken günümüz medyasının doğayı nasıl arzu nesnesi haline getirdiği geleneksel kitle iletişim araçları üzerinden eleştiriliyor.

“Video genelde hep aklımda olan bir şeydi. Reklamların diliyle ilgili bir şey yapmak istiyordum. Sri Lanka’ya davet edilince orada ne yapabilirim diye düşündüm. Alışveriş merkezindeki orkidelere gözüm takıldı. Çünkü bunlar hep tropik memleketlerden geliyor ve insanlar bitkileri seviyorlar. Demek ki bu kadar bitki uçaklara doldurulup geliyor diye düşünürken bunlar işlerime yansıdı.

Raymond Williams diye bir adam var. Onun sihir sistemi olarak reklamcılık adlı güzel bir makalesi var. Reklamcılık tarihinden bahsediyor. Sistem karşıtı mücadelede reklamların çok az tartışıldığını ve etkisinin çok az konuşulduğunu anlatıyor. Günlük hayatta da her şey sana doğayla birlikte satılmaya başladığı için onu okurken bunların hepsi kafamda birleşti.

Reklamların büyük bir çoğunluğunda videodaki gibi bir doğa manzarası var. Mesela Nature adıyla pazarlanan bir kolonya var, eskiden adı mandalina, limon ya da lavantaydı. Marketteki her şey doğadan, doğal vurgusuyla satılıyor. Tam bir reklam filmi yapmadım ama reklamların kendisini merkezine alan bir şey oldu. Reklamın kendisini videonun içinde eleştirdim. Mesela tuvalet kağıdı gibi gerçekten ihtiyacı olan insanların tükettiği nesnelerin reklamları gerçeğe daha yakın oluyor. Lüks tüketime gittiğindeyse sana pazarlanan şey aslında bir tür fantezi. O lüks tüketim reklamlarındaki kelimelerden faydalandım. Ortada satılan bir ürün yok gibi ama biraz doğayı da tarif ediyormuşum gibi…”

Sanatçının “Satın Almak İstediğim Ağaç” isimli eseri, 2014

“Görüntü şahaneydi ama tehlikenin nereden çıkacağını bilemediğimiz bir ortamdaydık”

Video çekimleri sırasında Sri Lanka’nın fiziksel koşulları ekibin sınırlarını zaman zaman bir hayli zorlamış.

Birkaç dakikamızı ayırıp sıcak ve güvenli bir ortamda izlediğimiz bir görüntünün elde edilmesi için verilen emeğin değeri hiçbir şeyle ölçülemiyor.

Bilmediğiniz bir coğrafyada, dilini ve kültürünü anlamadığınız insanlarla yapılan ortak çalışmanın yarattığı beklenmedik durumlar da bu hikâyenin en can alıcı noktalarından…

“Araba, sürücü, kameraman ayarlamak bayağı zor oldu. Şartlar ağırdı. Kültür ve dil farkı var. Sürücü geleceğim diyor, gelmiyor. Söz veren sözünü tutmuyor. Tanımadığın bir doğanın içindesin. Çok sert aslında.

Bilgi alabildiğimiz yerli bir sürücümüz vardı. Ağaçların dallarına dokunuyordum. Dokunduğum şeylerin beni zehirleyip bayıltabileceğini, öldürücü sülükler olduğunu söylüyordu. Bir gün ırmakta çekim yapıyorduk. İsviçreli kameraman bir çocukla anlaşmıştım. Çocuk çok genç ve heyecanlıydı, bir anda ırmağın diğer tarafına atladı. Ben de “sudan timsah çıkabilir çık oradan diye” bağırdım. Benim videomda ölmemeliydi. Görüntü şahaneydi ama tehlikenin nereden çıkacağını bilemediğimiz bir ortamdaydık.

Benim için yemekler de sıkıntılıydı. Oranın bakterilerine bağışıklığımız yok. 5 yaşındaki bir çocuk gibi oluyorsun. Hasta oldum yetmedi sinek ısırdı. Dengue salgınının en şiddetli zamanları. Ölebilirdim. İlk 20 dakika çok kötü oldum, sonra “öleceğim, ne yapalım artık” diye kabullendim. Yolda araba bozuldu. Sürücü “söylediğinizden biraz daha fazla geziyorsunuz” diyerek ekstra para istedi. Yaşadığım deneyimler çok ilginçti. Videoya bakınca bunlar görünmüyor.”

“Yerli halka fil gübresinden üretilen kağıtlarla ekonomik katkı sağlanıyor”

Elmas Deniz’in Sri Lanka’ya davet edilme süreci ise bir etkinlik davetiyle başlamış.

“Sri Lanka’da Colomboscope adlı festivale davet edildim. Resmi bir davetti. Her yıl farklı bir temayla yapılan festivalin katıldığım yılki teması ekolojiydi.

Orada Re-Evolution isimli bir sergi düzenlediler. Dünyanın çeşitli yerlerinden sanatçılar, ekoloji alanında çalışan aktivistler, araştırmacılar geldi. Karma bir sanat grubu içindeydik. Buraya gelmişken dilersek yeni bir iş üretebileceğimizi, bize ellerinden gelen desteği sağlayabileceklerini söylediler. Ben de Saha’ya başvurdum. Onların yurt dışında sanatçılara üretim desteği fonu var. Onu alınca çektiğim videoyla sergiye katıldım ve Yazsız Yıl’da da sergilenen Sanatçı Kitabı’nı yaptım.

Standart kitapların dışında, sanatçının alternatif ara türler üretme marifeti gibi tanımlayabiliriz. Uçan Bitkiler, Köpekler ve Filler ismini verdiğim kitabın ilk kısmında küçük paragraflar halinde sokak köpekleriyle sarılma hikâyelerim var. Bunlar gerçekten kafalarını severek değil, sarılıp onlarla yerlerde yuvarlandığım hikâyeler. İkinci bölümde ise uluslararası canlı bitki türlerinin nakliye kuralları bulunuyor. Özellikle Sri Lanka’dan yurt dışında çıkan bitkiler ilgimi çekmişti. Benim ilişkim çok bireysel bir ilişkiyken ikinci bölümde kanunlara geçiyorum. Oradaki dil tamamen değişiyor. 

Başlıktaki Filler ise Ekomaksimus diye bir girişimin Sri Lanka’da fil gübresinden ürettiği özel bir kağıdı kullanmamla ilgili. Hayvanlar hem fildişi avlanmasın diye korunuyor ama aynı zamanda da yerli halka gübreden üretilen kağıtlarla ekonomik bir katkı sağlanıyor. Sanatçı Kitabı normalde yayınevlerinin basmayacağı bir kitap. Kavramsal olarak da basılacağı kağıt işin bir parçası. İnsanın diğer türlerle ilişkisine bakarken farklı bilgi türlerini de bir araya getirmiş oluyorum.

“İlgilendiğim asıl konu kapitalizmin doğa içindeki hali ve ekonomik ilişkiler”

Dünya genelinde çevre politikalarının ana gündem maddelerinden birini plastik atıklar oluşturuyor.

Kendisi bu konuya kafa yoran sanatçılardan.

Bu alandaki düşünce pratiğini de sergide kullandığı iki poşet üzerinden sağlamaya çalışıyor.

“14’üncü İstanbul Bienali’nde ‘Panaroma’nın Altında‘ isimli bir işim sergilenmişti. Ortadan ikiye bölünmüş bir çerçevenin içinde üst tarafta İstanbul Boğazı manzarası altı tarafta da kumun ortasında bir poşet vardı. 2015 yılında üretmiştim.

“Yazsız Yıl”da Hata 1 ve Hata 2 isimli iki çalışmam var. Modern sanat eserlerine benzeyen, dikdörtgene sarılmış iki poşet. Biri doğada çözülebilir bir Marks and Spencer poşeti, diğeri ise doğada çözülemeyen sert bir plastik poşet. İkisinin de ortak özelliği aynı hataya sahip olmaları: Biri 5 yılda parçalanacak diğerinin parçalanması 150 yıl sürecek ama ikisi de toprağa karışmayacaklar. Bunlar genelde zamana dayalı sanat eseri gibi özel bir kategoride değerlendirilir. Yani içinde bulunduğu çerçevenin içinde parçalanıp dökülecek.

Biraz insanın çözüm üretmeye çalışıp ama yeni bir sorun üretmesi gibi bir durumla karşı karşıyayız. İnsanın kendini rahatlatması ama aslında bir çözüm bulamaması durumu söz konusu. Çünkü bu bir tür pazarlama ve o şirketler de bu rahatlamayı sağlamak istiyorlar. İlgilendiğim asıl konu kapitalizmin doğa içindeki hali ve ekonomik ilişkiler. Bu yüzden atık sorununa karşı özel bir ilgim var.”

“Her şeye insan merkezli baktığımız için diğer türlerle ilişkimiz çok problemli”

Yazsız Yıl’daki eserlerden bazıları da “Karga Portreleri”.

Resim temelli sanatçı tuvalleriyle ilk kez bu sergide…

Kargalardan neden bu kadar etkilendiğini ise şu şekilde tarif ediyor:

“Herkes gibi ben de bu hayvanları çok seviyorum. Resmi resim olarak değil de kavramsal bir şey olarak alıyorum. Çünkü Rönesans’tan itibaren insan merkeze alınınca çok fazla portre yapılmış. Onun yerine hayvanları bir kişi gibi düşünmek, onu kişileştirerek portresini yapmak gibi bir isteğim vardı. Kargalara ait bir takım bilimsel araştırmalar da ilgimi çektiği için diğer işlerim onlarla birlikte üredi.

Kargalarla ilgili yapılan bilimsel araştırma haberlerinin yazıları var. Onları birlikte düşündüm. Maymun ve insanlarda olduğu düşünülen bir zeka türü onlarda da var. Mesela bir sosyal düşünüş, bir başkası fikri gibi. Bu çok enteresan. Her şeye insan merkezli baktığımız için diğer türlerle ilişkimizi çok problemli buluyorum. Biraz onlara değinmek istedim.”

Elmas Deniz, atamadığı çöpleri kullandığı “Mutlu Koleksiyon” ve “Sümerbank” gibi işlerinin yer aldığı yoksulluk temalı sergisiyle 2013’te Maçka Sanat Galeri’sine konuk olmuştu.

Bir sonraki “Siyah Panteri Görebilmek” sergisi ise doğayı algılama ve onu ekonomik olarak tüketme eğilimimizi eleştiriyordu.

Sergide sanatçı “Satın Almak İstediğim Ağaç” videosuyla Stockholm’de bulunan 5 asırlık bir meşe ağacını satın almak istemesi üzerine kurguladığı hikâyeyle ekonominin birincil yaşam amacımız oluşuna, doğayla ilişki biçimimizin tamamen para üzerine kurulu olmasına değiniyordu. İstanbul Modern’de “Yok Olmadan” sergisinde Sanatçının “İnsansız” videosu uzun süre izlenebilmişti.

Geçmişteki işleriyle günümüzdeki yeni çalışmaları arasında bir hat oluşturan Deniz, bir sonraki projesinde çocukluğunu geçirdiği kasabadaki derenin kaynağına inecek.

“Yazsız Yıl” sergisini, 24 Mart 2018 tarihine kadar Beyoğlu’ndaki Pilot Galeri’de ücretsiz görebilirsiniz.

İstanbul Cihangir’deki Pilot Galeri’de gerçekleştirdiğimiz söyleşiden

 

Açık Radyo’da yayınlanan Akgün İlhan’ın hazırlayıp sunduğu “Su Hakkı” programına konuk olan Elmas Deniz’i dinlemek için buraya tıklayabilirsiniz. 

 

Röportaj: Merve Damcı

(Yeşil Gazete)