Ana Sayfa Blog Sayfa 2883

Pestisit kullanımı Aydın’da milyonlarca bal arısını zehirledi

Aydın’ın Karpuzlu yöresinde, baharın erken gelmesiyle bal ve polene çıkan arılar, kovanlarına zehirlenerek döndü, onlarca koloni öldü.

Ölen milyonlarca arının, pestisitler nedeniyle zehirlendiği düşünülüyor.

Aydın Arı Yetiştiricileri Birliği, bölgede yaptıkları incelemenin ardından arıların, bahçelerdeki ilaçlamalar yüzünden zehirlendiklerini iddia etti.

Aydın Arı Yetiştiricileri Birliği Başkanı Ayhan Özdemir, inceleme esnasında da ilaçlamaların devam ettiğini, meyve bahçelerine çiçeğe giden arıların kovanlarına bile giremeden zehirlenerek öldüklerini açıkladı.

Özdemir, benzer ölümlerin daha önceki senelerde de yaşandığını dile getirdi.

Arıları öldüren böcek ilaçları yasaklanmalı

Neonikotinoidler, arıların yaşamını çok ciddi şekilde tehdit ediyor. Böcek ilaçları ve diğer birçok pestisit arılarda Koloni Çöküş Sendromu adı verilen ölümlere neden oluyor.

Bu zehirler bitkilerin tohumlarına uygulanabiliyor, böylece bitki büyürken zehri bünyesinde tutmaya devam ediyor. Bitkiyi yiyen böcekler de zehirlenerek ölüyorlar.

Zehrin tohuma uygulanması, o tohumları yiyen canlıların da, serçelerde olduğu gibi, etkilenmelerine neden olabiliyor. Neonikotinoid içeren böcek öldürücülerin arıların yanı sıra küçük kuşlar ve benzeri canlılar için ölümcül olduğunu belirten çalışmalar da var.

Yapılan diğer araştırmalar bu ilaçların, özellikle kuş, kelebek ve suda yaşayan omurgasızları da etkilediğini ortaya koyuyor.

Ne yapmalı?

Başta neonikotinoid olmak üzere arıları öldüren pestisitlerin satışı yasaklanmalı ve bu konuda sıkı denetimler yapılmalı.

Böceklerle doğa dostu mücadele yapılmalı.

Zehirli kimyasallar içeren ilaçları kullanmayan, doğayla uyumlu ekolojik/organik üretim yapan üreticilerin desteklenmeli.

 

(Buğday Derneği, İHA)

Şeker fabrikaları özelleştiriliyor: Cargill’e uymak! – Ayşe Çavdar

Bu yazı artigercek.com sitesinden alındı

Son birkaç yıldır, Türkiye bugüne kadar hiç görülmemiş derecede “ABD karşıtı.” AKP hükümeti ve Erdoğan, ABD karşıtlığı konusunda gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin pabucunu dama atacak denli ateşliler. Hiçbir konuda uzlaşmıyorlar, asla taviz vermiyorlar. Bir zamanlar “Küçük Amerika” olmakla övünen Türkiye’nin idarecileri “Büyük Amerika”ya öyle bir kafa tutuyorlar ki, değme mahalle kabadayısı ellerine su dökemez. Yalnız ABD karşıtlığıyla da kalmıyorlar üstelik. ABD’nin en büyük yatırımcısı olduğu NATO’yu sorguluyor, gerekirse ABD ordusuyla karşı karşıya gelmekten korkmayacaklarını tekrar ediyorlar. Amenna!

Çok alkış alıyorlar, kahvehanelerdeki pişpirik ve okey meclislerinde, Cuma çıkışlarında topladıkları takdirin haddi hesabı yok. Bu vaziyeti 2019’a kadar sürdürebilirlerse, bu dille kabadayıların ve fedailerinin oylarını alarak iktidarlarını sürdürmeye de pek hevesliler. Ona da amenna!  Allah bereket versin.

Peki bu ABD karşıtlığı, Cargill söz konusu olunca neden rafa kaldırılıyor? Pentagon’a bile kafa tutan Türkiye idaresi, nasıl olup da bir gıda şirketinin yazdığı bir rapora bakarak elinde kalan şeker fabrikalarını da özelleştirme kararı verebiliyor. Cargill raporundan medyaya aksedenler, şirketin bu özelleştirmeyi bir ekonomik verimlilik sorunu olarak çerçevelendirdiğini gösteriyor. Allah rızası için biri söylesin: Ekonominin tüm sektörleri pek bir verimli, çok başarılı da şeker fabrikalarının verimsizliği mi bütün mesele? Yine rapordan aksedenler, Cargill’in “özelleştirme” diye yazdığı operasyonun aslında bir “kapatma” olduğunu ortaya koyuyor. Sözün kısası Cargill, “Türkiye’ye, şeker fabrikalarını kapat, beni piyasanın hâkimi kıl,” diyor. Tarıma azıcık aşina olmak, bir şeker fabrikası kapandığında bundan yalnızca o fabrikada çalışan işçilerin hatta tedarikçi şeker pancarı üreticisinin etkilenmeyeceğini bilir. Aşina olmayanlar için birazcık detaylandırmakta fayda var.

Şeker pancarının Türkiye öyküsü enteresandır. Daha evvelden üretilmeye başlansa da yaygınlık kazanması Marshall Planı’yla mümkün olur. 1947’de, henüz CHP iktidardayken açıklanan Marshall Planı ağırlıklı olarak DP iktidarında uygulanmaya başlanır. Planın tarımı ilgilendiren kısmı makineleşmedir. Tarım teknolojiyle tanıştırılır. Bunun için çiftçinin desteklenmesi gerekecektir. DP döneminde üretimi, 8 kat artan şeker pancarı desteğin çiftçiye ulaştırıldığı bir “araç/ürün” olarak iş görür. Şeker fabrikalarının sayısı bu dönemde artar, kooperatif aracılığıyla desteklenen ve eğitilen pancar çiftçisi, tarıma dayalı endüstrinin de önemli taşıyıcılarından biridir artık. Çevreciler kızmasınlar. Bu arada pancar doğa dostu bir ürün değildir. Sanayiye hammadde olarak üretilen bitkilerin hiçbiri doğaya dost olamaz. Ama pancar, Cargill’in nişasta bazlı şeker üretmek için kullandığı mısır kadar da canavar sayılmaz. Pancardan üretilen şeker sağlığa yararlı değildir. Bir kere pancar genetiğiyle oynanmamış bir ürün değildir. Ama Cargill gibi şirketlerin kullandıkları mısırla karşılaştırılamaz bile.

Pancar toprağı adeta sömürür. Bu yüzden de ancak dört yılda bir ekilebilir. Bir tarlaya yeniden pancar ekilebilir olana kadar geçecek üç yılda, buğday, soğan, ayçiçeği, artık ekim yapılan coğrafyanın iklim koşulları neye izin veriyorsa o yetiştirilir. Atıyorum, 100 dönüm toprağı olan bir çiftçi, elindeki toprakların her yıl dörtte birine pancar eker, geriye kalanı farklı ürünlere ayırır. Pancar, şeker fabrikaları sayesinde alıcısı garanti olduğu, sabit fiyatla elden çıkarma imkânı sağladığı ve dahası üretim sürecinin başından itibaren -1990’lardan bu yana azalan miktarda da olsa- desteklendiği için, geriye kalan tarımsal faaliyetin de sürdürülebilmesini sağlar. Bir başka deyişle birçok yerde pancar ekilemezse, buğday ekmek de zorlaşır, sebze de yetiştirilemez, hatta hayvancılık da yapılamaz. Türkiye gibi ürün desteğinin, iklimin ve pazarın gerekliliklerine değil, tarımı idare edenlerin kafasına ve uluslar arası anlaşmalar çerçevesinde verdikleri tavizlere göre belirlendiği bir ülkede, pancar tarımsal üretime (kotalarla payı azaltılmış olmasına rağmen) istikrar kazandıran, geçmiş dönemlerin mirası bir üründür (Türkiye’de pancar üreticisinin bir numaralı katili AB olmuştur. Uzun hikâye). Pancar Türkiye’nin aşağı yukarı her yerinde üretilebilir. Bu nedenle de Türkiye’nin her yerinde yapılan tarımın bir parçası, çiftçinin elini rahatlatan, önünü görmesini sağlayan bir üründür. Özellikle, Anadolu’nun doğusunda, iç bölgelerinde, yani ürün çeşitliliğinin Ege ve Akdeniz kadar çok olmadığı yerlerde pancar tarımın kısmen de olsa finansörüdür.

Uzatmayayım, şeker fabrikalarından vazgeçmek şeker pancarından vazgeçmek, şeker pancarından vazgeçmek ise çiftçiden vazgeçmektir. Yalnız şeker pancarı üreticisinden bahsetmiyorum. Yukarıda izah etmeye çalıştığım da bu. Şeker pancarı üreticisi diye bir şey yoktur, ürünün doğası, yani toprakla ilişkisi gereği kimse yalnızca şeker pancarı üreticisi olamaz. Şeker pancarı üreticisi, yediğimiz içtiğimiz diğer şeyleri de üreten çiftçilerin tamamıdır. Tekrar ediyorum, bir kısmı değil tamamıdır…

Pankobirlik’in suskunluğu

Asıl meseleye geçmeden bir mevzuya daha girmem gerekiyor. O da Pankobirlik’in neden şeker fabrikalarının özelleştirilmesi meselesinde çıkıp iki çift laf etmediği. Çok acayip değil mi? Bu kooperatifin çiftçilerin çıkarlarını koruması gerekir, şeker fabrikalarının kapatılması doğrudan doğruya şeker pancarı üreticisi çiftçilerinin zararınadır. (Tüm ülkeye nasıl büyük bir zarar vereceğini tekrarlamayacağım.) O zaman, Pankobirlik de, pancar üreticilerinin kooperatifi olarak inisiyatif almalı, hükümete diklenmeli, Cargill’e verip veriştirmeli ve ortaklarını korumalıdır, değil mi?

Kooperatif Yasası değiştiğinden bu yana değil. 2004’te değiştirilen kooperatif yasasıyla (mesele gene verimlilikti), bildiğiniz tüm kooperatifler kâr etme zorunluluğu olan işletmelere dönüştürüldü. Bu konuda en hevesli ve hızlı davranan, zaten koşulları yaygınlığı nedeniyle en uygun olan Pankobirlik’ti. Konya, Amasya, Boğazlıyan, Kayseri ve Çumra’da özelleştirilmek üzere pazara çıkartılan şeker fabrikalarını aldı. Başka her yerde pancara kota konurken, bu fabrikaların etrafında herkes dilediğince pancar ekebilmeye başladı. Bu civardaki çiftçiler zenginleşirken, geriye kalan bölgelerin pancar üreticilerine, yani tüm çiftçilerine, bizatihi kendi ortaklarına büyük bir kazık atılmasına seyirci ve aracı oldu Pankobirlik. Devletin mülkiyetinde kalan fabrikalar verimsiz çalışmakta ısrarcı oldukları ve pancara kota uyguladıkları için Pankobirlik, aldığı fabrikaları alabildiğine verimlileştirdi. Artık devlet destekli bir piyasa aktörüne dönüşmüştü. Fabrikaları yeniledi. Öyle ki, yanlış hatırlamıyorsam Çumra’daki şeker fabrikası ilçenin elektriğini bile sağlar hale gelmişti. Küspe yakıyorlardı. Bravo. Uluslar arası anlaşmalar yaptı. Önü alabildiğine açıldı. Hatta, Cargill’e “ya hu bizimle uğraşmayın, pancar dört senede bir ekiliyor, bir sene de sizin mısırı ekeriz işte” diye bir teklifle bile gitmişlerdi. Kabul gördü mü teklifleri bilmiyorum. Ama 2004 senesinden sonra Pankobirlik’in tek meselesi vardı, o da kârlılık. Çumra bir çiftçi cennetine dönüşmüştü. Bana en tuhaf gelen ayrıntı, çiftçilerin hiç tanımadıkları bir dolu inekleri olmasıydı. Pankobirlik’in besi çiftliklerinde bakılıyordu hayvanları. Onlar da arada bir kendilerinden istendiğinde para veriyor, kooperatif ineğinin süt parasıdır diye çıkarıp para verdiğinde de alıyorlardı. Görmüyorlardı, duymuyorlardı, bilmiyorlardı hayvanları. Yalnız faydalanıyorlardı. Çünkü Pankobirlik’in elinde koca ilçe bir tür plantasyondan başka bir şey değildi aslında. Çiftçi eline daha önce hayal edebileceğinin çok üzerinde paralar geçtiği için kooperatif ne derse onu yapıyor ve geriye kalan zamanını bildiğiniz Anadolu meşguliyetlerine harcıyordu. O kadar.

Çumra’dan sonra gördüğüm Beylikova’da ya da Pasinler Ovası’nda ise kota çiftçinin tek kelimeyle belini bükmüştü. Pancar olmayınca başka şeyler de olamıyordu çünkü. Örneğin Beylikova, süt deposu olma özelliğini yitirmişti. Hayvan yetiştirecek gücü yoktu çiftçinin. “Pancar yerine aspir ek” demişti devlet, o zamanlar modaydı. Ama oraya aspiri yağa dönüştürecek bir fabrika yapmayı akledemediği için çiftçi aspiri toplamaya bile mecal bulamamıştı kendinde. Satamayacaktı ki. Tohum bedava verilmişti, ama toplamak için kullanılacak emek bedava değildi ki. Bekliyordu ki ürün tarlada kurusun da yakıp kurtulsun.

Bütün bunlar 2005-2008 arasında gördüklerim. O zamanlar Prof. Huricihan İslamoğlu öncülüğünde bir araştırma yapıyorduk tarımın küresel piyasalara ne derece uyumlulaştırıldığıyla ve uyumlulaştırma çabalarının ortaya çıkarttığı sorunlarla ilgili. Raporu TÜBİTAK’a teslim ettik (Derya Nizam, Ulaş Karakoç, Alp Yücel Kaya, Göksun Yazıcı ve Elvan Gülöksüz’le birlikte). Herhangi bir bakanlıktan kimse baktı mı haberdar değilim. Her neyse…

Cargill ve Sarraf: Ne alaka?

Gelelim Cargill’e. Cargill, ABD’nin en önem verdiği şirketlerden biri. Tam bir sömürge imparatorluğu. 1865’te, Minnesota’da kuruldu, bugün dünyada Cargill’in operasyon yapmadığı hemen hiçbir ülke yok. Varlıklarını sayıp dökmeyeceğim. Minik bir google aramasıyla rahatlıkla bulunulabilir. Cargill, ABD’de Cumhuriyetçilerin gözbebeğidir. ABD’de Cumhuriyetçiler çiftçileri, özellikle Cargill’in büyütüp beslediği türden mısır üreticilerini sever, çünkü sağcıdırlar. 1960’tan beri Türkiye’de iş yapan Cargill’in, kendi adıyla iş yapmaya başlaması için 1980’leri beklemesi gerekir. Orhangazi’deki fabrika ise, 28 Şubat koşullarında kurulmuştur. ABD ziyaretlerinden birinden Ecevit, kolunun altına sıkıştırılan bir dosyayla döner. O zamanlar Fehmi Koru, Yeni Şafak’ta Ecevit’i Cargill’e özel yasa çıkartmakla suçlar. Hey gidi günler… Fehmi Koru’ya değil, Yeni Şafak’a… Neyse…

Dosyayı Ecevit’in kolunun altına yerleştiren George W. Bush’tur. Orhangazi’de, birinci sınıf tarım arazilerinin üzerine yerleşir Cargill’in fabrikası. Tarlalarını Cargill’e satan köylülerle de konuşmuştum sözünü ettiğim araştırma esnasında. Fabrikanın çocuklarına iş sözü verdiğini, bu yüzden tarlalarından vazgeçtiklerini söylemişlerdi. Oysa Cargill’in fabrikası emek-yoğun bir fabrika değil, çok azının çocukları, hiçbir kalifikasyon gerektirmeyen işler görmek üzere istihdam edilmişlerdi, o kadar. Bu arada olan zeytine olmuştu. Cargill’in mısır nişastası ürettiği fabrikanın buharı zeytinlerin üzerine yapışıyor, hiç huyları olmadığı halde arılar zeytinlere konuyor ve hastalık taşıyorlardı. Bu yüzden çiftçiler ilave ilaçlar kullanıyorlardı. O zeytinler yenir miydi gerçekten? Cargill’e bu felaketin sebebi hiç soruldu mu? Sahi kimin umurundaydı?

Aradan yıllar geçti. Cargill adını çok enteresan bir yerde gene duydum. Rıza Sarraf davasında, New York’ta. Birkaç günlüğüne başka bir iş için gitmiştim New York’a, ama Sarraf davası görülmeye devam ediyordu. Görmek istedim. Arkadaşım Elif Key sayesinde de yolunu bulup girdim (Kendisine bir kez daha teşekkür ederim. O mide bulantısını yan yana çektik). Bazen böyle tesadüfler olur. O gün konuşulan meselelerden biri de Cargill’di. Sarraf ve Cargill, İran’a ilki hayali diğeri gerçek ihracat yaparken, İran’ın Halk Bankası’ndaki aynı hesabında tutulan parayı kullanıyor yani paylaşıyorlardı. Yani rakiplerdi.

Aynı şubeden yapıyorlardı üstelik işlemlerini. Hani şu, en alt düzey çalışanının bile Sarraf’ın ve şirketlerinin işlemlerindeki usulsüzlükleri fark ettikleri ama yöneticileri tarafından susturuldukları şube var ya, işte o. Savcı sorgusunda Sarraf’a sordu: “Yani rakip miydiniz Cargill’le.” Sarraf cevap verdi: “Aynı hesaptan para çekiyorduk. Onlar gerçekten ihracat yapıyorlardı. Biz hiç gerçek ihracat yapmadık.” Savcı bir kez daha sordu: “Yani rakip miydiniz?” Cevap yine aynı: “Evet, aynı hesaptan para çekiyorduk.”

Buradan gerisi, Türkiye’de işlerin nasıl yürüdüğü konusundaki yurttaşlık tecrübemden hareketle yaptığım bir kurgu: Sarraf’ın adamlarıyla Cargill’in adamları aynı şubede, aynı işlemleri, aynı memurlarla yapıyorlardı. Belki de Cargill’in adamları, Sarraf’ın ve adamlarının usulsüzlüklerine orada sıra beklerken tanık olmuş ya da ne bileyim olup bitenleri şube elemanları birbirleriyle meseleyi fısıldaşırken duymuşlardı. Kim bilir belki de Cargill’di Sarraf davasını ortaya çıkartan ve bu kadar büyüten. Neden olmasın? Sarraf haklı demiyorum, Cargill ise hiç masum değil. Ama malum, böyleleri bilirler birbirlerini ve birbirleriyle hangi araçlarla mücadele edeceklerini… Cargill’in kârı kendi hanesine yazılmayacak herhangi bir yolsuzluğu ya da usulsüzlüğü Türkiye’de çözemeyince ABD’ye götürmüş olması gayet mümkün. E Sarraf’ı kıskıvrak yakalamak kimleri kıskıvrak yakalamak anlamına gelir kısmını da sizlerin hayal gücüne bırakayım.

AKP’nin ve Erdoğan’ın, her bir oy tanesine su gibi, ekmek gibi ihtiyaç duydukları bir dönemde, Cargill’in tek bir raporuna dayanarak 14 şeker fabrikasını alelacele özelleştirmeye kalkışmalarının sebebi budur belki de. Yalnız fabrikalardan değil, oy deposu tarımdan, çiftçilerden, hem de onlara en muhtaç oldukları dönemde, hem de bir kalemde, hiç anlamayıp dinlemeden, kimsenin gözünün yaşına bakmadan… Nasıl olur? O kadar sene direndiği mazot desteği konusunda söz verdi çiftçiye AKP? Hayırdır? Pancarın yokluğuna alıştırmak için mi bu cömertlik? Yeter mi ki, nasıl yeter? Hem mazot desteğinin faturası hangi kaynakla ödenir? Madem karşılanabiliyordu sahi bunca zaman niye ihmal edildi?

Kendini MHP’ye mahkûm eden AKP, OHAL koşullarını bahane ederek çiftçilerin imza toplamasına bile göz yummayacak bir keskinlikle nasıl vazgeçer çiftçiden? Düşünün özelleştirme kararına karşı toplanan imzalar bir milyonu bulmuştu. Ankara Valiliği, OHAL’i gerekçe göstererek imza masası kurulmasını yasakladı. Allah rızası için biri söylesin, bu ne acele, bu nasıl bir telaş? Normal koşullarda AKP’nin, böyle aniden ortaya çıkmış bir özelleştirme kararını 2019 gibi kritik bir seçim döneminden sonraya bırakması beklenmez mi? Nedir bekletmeyen? Kovalayan mı var?

Pankobirlik, iktidarla arası gayet iyi bir kooperatif. Seslerini çıkartmadıkları gibi, Susurluk Şeker Fabrikası’na talip oldular. Artık çok ortaklı bir şirketi andıran Pankobirlik’in AKP ve Erdoğan’la herhangi bir konuda hemfikir olmama ihtimali, herhangi bir şirket kadar. Düşünün Ülker’in bile başına neler geldi. O yüzden kendilerinden muhalif bir performans beklemek safdillik olur. Yerli ve milli Torku en önemli zaferleridir.

Ve bir de çuvaldız

Başka bir mesele daha var. Pancar çiftçisinin, yani bütün çiftçilerin yanında, “mısır nişastası zararlı” argümanından yola çıkarak durma girişimindeki partili ve partisiz muhalefetin pek acıklı hal ve pürmelali. Ne acayip?! İlle de çıkar ortaklığı yapmamız gerekiyor değil mi yan yana durmak için? Üstelik bunun da moda bir konuda olması lazım. Obezite, genetiği değiştirilmiş ürünlerden üretilen mısır vb. heyulaların yokluğunda konuşacak hiçbir şey bulamazmışız gibi.

Oysa bütün bunlara hiç gerek yok. AKP, daha ilk yıllarında “köylülüğü bitireceğiz” demişti, yerine kazançlı bir çiftçilik öneriyordu. Kazançlı çiftçilik demek geçimlik üreticiden vazgeçmekti. Ne oldu biliyor musunuz geçimlik üretim yapan köylülerden vazgeçildiğinde. Evet, gıda pahalılaştı Türkiye’de. Ama keşke tek sorunumuz bu olsaydı. İnşaat işçisi oldular öldüler, madenlerde öldüler, taşeron oldular, öldüler; ölmeye devam edecekler. Yani kıymetsizleştirilen yalnızca eğitimli emek değil, köylünün emeği de prekaryalaştırılıyor çiftçilikten, tarımdan vazgeçildiğinde. Hepimiz aynı cehennemin yolcusuyuz, ille de bir çıkar ortaklığı gerekiyorsa. Tüketicinin yiyeceği pahalılaştı, bilmem nerelerden ithal edilmeye başlandığı için yediğimizden içtiğimizden şüphe etmeye koyulduk. Bütün bunlar ve daha fazlası da doğru. Ama bu problemin yanına, kendisinden vazgeçilen köylüye ne olduğu konusunu koymak kimsenin aklına gelmiyor. Şimdi şeker fabrikalarının özelleştirilmesiyle ilgili gene aynı söylem. “Ah yazık bize, mısır nişastasına talim edeceğiz.”

Türk köylüsünün ya da çiftçisinin masum olduğu söylenemez. Herkes gibi o da işine bakar. Bursa’da pancara attıkları gübrenin Uluabat Gölü’nü zehirlemesini umursamayan çiftçilerle karşılaşmıştım mesela. Erzurum’da dönümlerce arazisini yanlış ve fazla gübreyle ekilemez hale getirmiş, ama “vatanın bir karış toprağını Kürtlere vermemek” konusunda hamaset nutukları atan başka bir köylüyle sohbet etmiştim. Sormuştum, “Ya amca, sen o kadar araziyi yakmışın, üretemez hale getirmişsin. O vatan toprağı değil mi yani?” Önce şaşkınlıkla, “ne alakası var” der gibi bakmıştı yüzüme. Sonra demişti ki, “Ha o mu, o benim çalıştığım toprak.” Yani vatan, çalıştığın toprak değildi, fethedilmeyi bekleyen ve başkasına ait olan topraktı.

Haliyle çiftçinin, köylünün mükemmel, hümanist ve doğaperver insanlar olduklarını söylemiyorum. Ama şeker fabrikalarının özelleştirilmesi gibi bir meselede, çiftçinin ve köylünün yanında, sırf mısır nişastasına maruz kalmamak için olmak da, ne bileyim, Erzurumlu amcanın “vatan” ve “çalıştığım toprak” arasında icat ettiği ve yaşadığı sınır kadar tuhaf.

Zavallı CHP. Tek kelimeyle zavallı. Şeker fabrikası meselesinin bir ucundan tutmaya çalışıyor ama üreticinin derdini şehirliye tercüme edecek dilden yoksun. MHP bile, ittifak halinde olduğu AKP’yle şeker fabrikaları konusunda anlaşamıyor. HDP de ne yapsın, Maliye Bakanı’na sordu şeker fabrikalarını. Şimdiye kadar sordukları herhangi bir soruya sahici bir yanıt alabilmişler gibi. E şimdi çiftçiler Türkiye’nin dört bir yanından Ankara’ya yürümeye başlamayacaklarına, mısır nişastası içeren ürünler yaygın bir boykota tabi tutulmayacağına, şeker fabrikalarını özelleştiriyor diye şehirli AKP’li reisinden vazgeçmeyeceğine göre, neyi konuşuyoruz ki? Değil mi ama?…

Ayşe Çavdar – Artı Gerçek

Eskrim sporunda Türkiye’den bir ilk: Deniz Selin Ünlüdağ, Avrupa şampiyonu

Deniz Selin Ünlüdağ, Yıldızlar ve Gençler Avrupa Eskrim Şampiyonası’nda yıldız kadınlar kılıç kategorisinde Avrupa şampiyonu oldu.

Rusya’nın Sochi kentinde düzenlenen şampiyonada Deniz Selin, 95 yıllık eskrimin Türkiye tarihinde İbrahim Ahmed Acar’dan sonra ikinci, kadınlar kategorisinde ise ilk kez bu başarıyı elde eden sporcu olarak tarihe geçti.

Avrupa’dan 56 sporcusunun katıldığı şampiyonada eleme maçlarından 9. sırada çıkmayı başaran Deniz, son 64’e maç yapmadan kaldı.

Deniz Selin, son 32 turunda İtalyan Gaia Pia Carella’yı 15-7 yenerek son 16’ya kalmayı başardı. Bu turda Rumen Felicia Jakob’u 15-12 yenen milli sporcu, çeyrek finalde de Macar Valentina Nagy’yi 15-9 mağlup etti ve yarı finalde Darya Drozd’nin rakibi oldu. Rus rakibini de 15-9 yenerek finale yükselen Deniz Selin, Bulgar Yoana İlieva’yı 15-11 yenerek, kürsünün ilk basamağına çıktı.

Deniz Selin, Türkiye eskrim tarihinde ilk 23 Yaş Altı Avrupa Şampiyonluğunu elde eden kadın kılıç milli takımında da yer alıyordu.

 

(Eurosport)

Şeker yemek mi şeker fabrikalarını özelleştirmek mi daha zararlı? – Bülent Şık

Bu yazı bianet.org sitesinden alındı

Şeker yemenin sağlığa ne kadar zarar verdiği üzerine öyle çok şey yazıldı ve söylendi ki şekerin gıda güvencesi açısından önemini, şeker üretiminin gerekliliğini savunmak hakikaten çok zor.

Ülkemizde gıda ve beslenme ile ilgili meselelerin medyada ele alınış ya da sunuluş biçimi politik bir bağlam taşımadığı için şeker yemenin sağlığa olan zararları hakkında söylenenler konunun küçük bir kısmını oluşturuyor. Oysa dile getirilmeyen pek çok konu var.

Söylemek istediklerime çok güncel bir örnek üzerinden açıklık getirmeye çalışacağım. Yanıtını arayacağım basit soru şu: Şeker yemek mi şeker fabrikalarını özelleştirmek mi daha zararlı?

Şeker içeriği yüksek gıdaları çok tüketmek obezite ve diyabet sorununa yol açıyor. Özellikle çocukluk çağı obezitesi ve diyabeti çok ciddi bir sorun ülkemizde. Piyasada satılan ve çocukların severek yediği pek çok yiyecek ve içecek maddesi ilave şeker içeriyor. Gıdanın doğal bileşiminde yer almayan sonradan ilave edilen bu şeker gereksiz bir kalori alımına yol açıyor ve bu da zaman içinde obezite ve diyabet hastalığına zemin hazırlıyor.

Gerek sağlık kurumları ve gerekse konu ile ilgili uzmanların en çok söylediği şey bu tip ürünlerin az tüketilmesi gerektiği. Gıdaları satın alırken bireysel tercihlerimizi rasyonel kararlara göre oluşturmalı ve böyle ürünleri çok yememeliyiz; ya da hareketsiz bir hayat sürmemeli, ara sıra spor yaparak kilomuzu kontrol etmeliyiz. Obezite konusunda genel olarak söylenenler bunlar.

Obezite ya da diyabet gibi bir sağlık sorununa bireysel tercihlerimizin yol açtığını söylemek ülkede mevcut siyasal atmosferin ve hükümet politikalarının bu sorunların oluşumundaki payını görmezlikten gelmek sorunları çözmekten ziyade pekiştiren bir işlev görüyor.

Önümüzdeki Nisan ayında ülkemizde elde kalan son kamu kurumlarından biri olan Türkiye Şeker Fabrikaları kurumuna ait 15 şeker fabrikası özelleştirilecek. Çocukluk çağı obezitesi sorunu ile şeker fabrikalarının özelleştirilmesine yönelik hükümet politikaları arasında bir bağlantı kurulabilir mi? Her konuda olduğu gibi gıdalar ve beslenme ile ilgili konularda da çeşitli bakış açılarından yola çıkarak konuya bakmak ele aldığımız konu üzerine düşünme kapasitemizi genişletecektir.

Önce özelleştirmenin gerekçelerine bakalım.

Şeker fabrikaları neden özelleştiriliyor?

AKP iktidarının temsilcileri “şeker fabrikaları zarar ediyor ve milletin sırtına yük oluyor” gerekçesini öne sürüyor. Daha açık bir dille, pancardan şeker üretmenin şeker kamışından ya da nişastadan şeker üretmeye kıyasla daha pahalıya mal olduğu, fabrikaları işletmenin kamu zararına yol açtığı ve açığa çıkan zararın da milletin sırtına vergi olarak yüklendiği söyleniyor.

Bu kamu zararının hükümet yetkililerince nasıl ölçüldüğünü bilmiyoruz. Bir kamu zararı gerçekten var mı onu da bilmiyoruz. Kanaatimce yok. Hatta tam aksine özelleştirme uygulamalarının bizatihi kendisinin çok büyük kamu zararlarına neden olduğunu söylemek olanaklı. Bazı tespitler yaparak bunu gösterebilmeyi ve böylece şeker fabrikalarının neden özelleştirilmemesi gerektiğini de anlatabilmeyi umuyorum.

Gerçek kamu zararları nerede aranmalı?

Mülksüzleştirme: Geçmişte yapılan özelleştirme uygulamaları özelleştirilen kurumların çoğunun zaman içinde kapandığını, yok olduğunu gösteriyor. Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi demek bu fabrikaların kapanmasına giden yolun da açılmış olması anlamına gelir. Özelleştirme ile şeker fabrikalarının Cargill, Amylum gibi nişasta bazlı şeker (NBŞ) üreten dev gıda şirketlerine satılmaması için hiçbir neden yok. Bu uluslararası şirketler sadece nişasta bazlı şekerin üretim miktarını artırmak için bile bu fabrikaları satın alabilir. Nişasta bazlı şekerin pancar şekerine kıyasla yüzde12 oranında daha ucuz olması şu an bile ciddi bir avantaj doğuruyor bu firmalar lehine.

İstihdam ve Gelir Kaybı: Pancar şekeri üretimi pancar tarımında, şeker sanayisinde ve gıda sektöründe yarattığı istihdam açısından milyonlarca insanın geçimine katkı sağlıyor. Şeker üretiminin ülke ekonomisine her yıl 500 milyon dolar tutarında bir katma değer sağladığı belirtiliyor. Bu kurumların tasfiyesi ile istihdam daralacak ve bu katma değer de azalacak ya da bütünüyle yok olacak.

Dış Ticaret Açığı: Şeker kamışından şeker elde etmek için şeker kamışı ithalatı yapmak; nişasta bazlı şeker için ise ucuz olduğu için GDO’lu mısır ithalatı yapmak gerekecek. Bu ithalat kalemleri de döviz açığına yol açarak kamu zararı oluşturacaktır.

Obezite Oranlarında Artış: Pancar şekeri üretiminin yerine nişasta bazlı şekerin geçmesiyle zaman içinde obezite görülme oranlarında ciddi bir artış olacaktır. Tek başına bu sorunun doğuracağı kamu zararı bile çok büyüktür. Yakından bakalım.

Dünya Sağlık Örgütü günlük alınması önerilen şeker miktarını, bir kişinin günlük kalori ihtiyacının yüzde5’i ile sınırlıyor. Bu öneriye göre örneğin, günlük 2000 kalori alması gereken bir insanın yiyecek ve içeceklerle alacağı ilave şeker miktarının 100 kaloriyi aşmaması gerekiyor. 100 kalori 25 gram şekere ve 25 gram şeker de yaklaşık olarak 10 adet kesme şekere denk gelir. Piyasada satılan bir bardak limonatalı içecekte 18 adet, bir bardak kolada ise 14 adet kesme şekere denk şeker var ve piyasa şeker içeriği yüksek bu tip yüzlerce ürünle dolu. Özetle söylemek gerekirse şeker içeriği yüksek yiyecek ve içecekleri günde sadece bir kez tüketmekle bile dünya Sağlık Örgütü’nün önerdiği şeker alım limitini aşmak çok mümkün.

Besin içeriği zayıf bu tip ürünlerin üretiminde NBŞ ucuz olması ve gıda üretim prosesinde uygulanan teknolojik işlemleri kolaylaştırdığı için çok kullanılıyor.

İster pancar şekeri isterse nişasta bazlı şeker olsun fark etmez; şeker alım limiti aşıldığı sürece kilo alımı kaçınılmazdır. Ancak obezite konusunda nişasta bazlı şekere daha dikkatle bakmak gerekiyor.

Nişasta bazlı şekerin içeriğinde pancar şekerine kıyasla daha yüksek oranda fruktoz var. Fruktoz içeriği yüksek şekerlerin karaciğerde yağlanmaya ve insülin hormonu salınımında düzensizliklere yol açtığı ve bu durumun da kilo alımını kolaylaştırdığı çeşitli yayınlarda belirtiliyor. Nişasta bazlı şekerlerin çok kullanıldığı ürünlerin başında gelen alkolsüz içeceklerin özellikle çocukluk çağında gözlenen obezite ve diyabet sorununun en önemli etkeni olduğu dile getiriliyor. Bu ürünler çocuklar tarafından çok tüketiliyor çünkü.

Bu konuya devam etmeden ülkemizdeki obezite oranları hakkında da biraz bilgi vermek gerekiyor.

Ülkemizde genel nüfusta diyabet görülme sıklığı üzerine yapılan en kapsamlı çalışmalar TURDEP I ve TURDEP II çalışmaları. 1997-98 yılları arasında, 15 ilden 540 merkezde ve 20 yaş ve üzerinde 26.499 kişi ile “Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans Çalışması-I” (TURDEP-I Çalışması) yapılmıştı. Çalışma 12 yıl sonra, 2010 yılında aynı yöntem kullanılarak ve aynı yerlerde tekrarlanarak zaman içinde obezite ve diyabet açısından ne gibi değişim olduğu sorularına yanıt arandı.

TURDEP-II çalışmasının yapıldığı yıl olan 2010 yılında Türkiye’nin 20 yaş ve üzeri nüfusu 47 milyon 467 bin 350 olarak tespit edildi. Bu nüfus içinde diyabet hastalığına sahip kişi sayısının 6 milyon 503 bin 027 (nüfusun yüzde 13.7’si) olduğu ve 1998 yılına kıyasla diyabetli kişi sayısının yüzde 90 oranında artış gösterdiği belirlendi.

Aynı çalışmada 20 yaş ve üzeri nüfusta obezite görülme oranı yüzde 31.2 (15 milyon 237 bin 19 kişi) olarak ve fazla kilolu nüfus ise yüzde 37.5 (17 milyon 88 bin 246 kişi) olarak belirlenmişti. Çalışmanın bir diğer önemli bulgusu ise 2010 yılında 1998 yılına kıyasla obezite oranının yüzde44 oranında artış göstermesi.

2010 yılından günümüze uzanan süreçte bir iyileşme gerçekleşmediğini, tam aksine özellikle çocukluk çağı obezitesi ve diyabetinde sorunun giderek büyüdüğünü söyleyebiliriz. Sorunun büyümesinde en büyük pay işlenmiş gıda ürünlerine eklenen ilave şekerdir. Çocukların severek tükettiği işlenmiş gıda ürünlerinde en fazla kullanılan şeker ise nişasta bazlı şekerdir. NBŞ ülkemizde ilk kez 2001 yılında Cargill firması tarafından üretildi. O zamandan bu yana da kullanım miktarı sürekli artmaktadır.

Şeker fabrikalarının özelleştirilmesi ile beklenen gelir 3 milyar dolar civarında. Türkiye’de şu an 7 milyon civarındaki olduğu belirtilen diyabet hastasının tedavisi için her yıl Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın yüzde birine karşılık gelen 11,4 ile 12,9 milyar TL harcanmakta olduğu tahmin ediliyor.

İnsanların tedavi hizmetlerinden yararlanmaları sosyal haklarıdır ve bu hakkın zayıflatılması kabul edilemez. Sağlık hizmetlerinden eşit yararlanma koşullarını sağlamak devletin kamusal sorumluluklarından biri. Ama çok daha önemli bir kamusal sorumluluk insanların hasta olmasının önüne geçmektir. Koruyucu ve önleyici tıp hizmetlerine öncelik vermek; gıda ve beslenme konularında oluşturulacak yasal mevzuatla kötü beslenmenin yol açacağı sağlık sorunlarına engel olabilmek bu konuda yapılacaklar bahsinde ilk anda aklıma gelenler.

Obezite sorununun kişisel tercihler, doğru gıda seçimleri yapamama, hangi gıdanın ne miktarda ya da ne sıklıkta tüketileceğini bilememe, aşırı tüketim ve hareketsizlik gibi faktörlerden kaynaklandığını söyleyen görüş epeyce yaygın.

Obezite meselesinin toplumsal değil bireysel bir sorun olduğunu dile getiren ve bizlere, “yanlış besleniyor, çok yiyor ve az hareket ettiğiniz için de obez oluyorsunuz” diye seslenen bir görüştür bu. Ülkemizdeki Sağlık Bakanlığı ve Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı gibi konu ile ilgili kamu otoritelerinin görüşüyle; uzmanların medyada sıklıkla dile getirdiği görüş bu.

Oysa hareketsizlik ya da aşırı abur cubur tüketme obezite sorununun nedeni değil obeziteye yol açan etkenler olarak görülmeli. Kamu sağlığını koruyucu çalışmaların yetersizliği ya da yokluğu; gıda üretim ve tüketim süreçlerini düzenleyen yasal mevzuattaki boşluklar; gıda üretim ve tüketim süreçlerinin piyasa çerçevesine hapsolması; sağlıklı beslenmenin bir sosyal hak olarak görülmemesi obezite sorununun gerçek nedenlerinden bazıları olarak görülebilir. Ve dile getirdiğimiz bütün bu konuların odak noktasında kamu yararından ne anlaşıldığı ve kamu yararını sağlamak için ne yapıldığı sorusu yatmaktadır.

Vereceğimiz yanıt kanımca daha kapsayıcı bir çerçeve sunan bir bakış açısını gerekli kılıyor.

Özelleştirme meselesine üretim-tüketim süreçlerinin karmaşıklığının azaltılması ya da belki daha uygun bir tabirle doğa ile kurduğumuz ilişkilerin basitleştirilmesi girişimi olarak bakılabileceğini düşünüyorum.

Karmaşıklık derken pancar ekimi, dikimi, toplanması, taşınması gibi tarımsal üretim süreçlerini; şeker fabrikalarında yıkama, parçalama, haşlama, kristallendirme, kurutma gibi pek çok işlem basamağının yer aldığı teknolojik prosesleri; şeker üretimi esnasında açığa çıkan melasın ve pancar küspesinin işlenmek üzere alkol, maya ve yem fabrikalarına gönderilmesini ve orada uygulanan teknolojik prosesleri;  atıkların arıtımını; elde edilen şekerin piyasaya arzı gibi sadece bir kısmını dile getirebildiğim ve tamamını betimlemenin olanaksız olduğu ilişkiler bütününü ya da ağını kastediyorum.

Bir toplumun yaşadığı coğrafya, iklim, bitki örtüsü, tarımsal üretim kapasitesi gibi çeşitli unsurlara bağlı olarak gıdalarla kurduğu ilişki ve gıda üretim teknikleri de çeşitlilik gösteriyor. Şeker pancarından şeker üretimi yapma süreci pancar bitkisinin ülkemiz coğrafyasında yetişmeye uygun bir bitki olması ile başlar. Başlangıç noktası hemen her zaman ekolojidir ve başlangıç noktasını belirlemek kolaydır. Ama şeker üretimi ile oluşan karmaşık ilişkiler ağını tasvir etmek ve pancarla başlayan hikâyenin nerede son bulduğunu belirlemekse mümkün değildir.

En az birkaç milyon insanın doğrudan içinde yer aldığı bir hikâye bu.

Ülkemizdeki şeker fabrikalarının tamamını kapatarak, tek bir fabrika ile ithal mısır kullanarak ve sadece birkaç yüz kişiyi istihdam ederek ihtiyaç duyulan şekerin tamamını nişasta bazlı şekerden elde etmek mümkün. Muazzam bir basitleştirme girişimi olurdu bu ve aslında içinde yol aldığımız özelleştirme süreci tam da böyle bir yıkıcı sonuca yol açacak.

Kamu kurumlarının özelleştirilmesi bir toplumun sahip olduğu ilişkiler ağını, üretim kapasitesini ve çeşitliliğini zayıflatıyor. Sorunların ve çözümlerin bireysel kılınması ile kamusal duyarlılıklar üzerinde şekillenmiş kurumların tasfiye edilmesi birbirine yapışık işleyen bir süreç. Belki de obezite sorununun en önemli nedenini de burada aramak gerekiyor.

Bu bakış açılarını dikkate alarak özelleştirilecek şeker fabrikalarının zamanla kapanacak olması ve böylece nişasta bazlı şeker üretimini ve tüketimini artırmanın önünde bir engel kalmaması durumu üzerinde tekrar düşünelim. Bunca yıl şeker yemenin ne kadar zararlı olduğu dile getirildi ama şimdi şeker üretiminde kendine yeterliliğimiz yitirmemize yol açacak özelleştirme sürecinin neden olacağı kayıplar ve zararlar üzerinde düşünmenin zamanıdır.

Özelleştirme bir mülksüzleştirme rejimidir ve reddedilmelidir.

 

Bülent Şık – Bianet

Bülent Şık

Bilim insanları iklim değişikliği nedeniyle artan aşırı hava olaylarının dehşeti içinde

The Sydney Morning Herald’da Peter Hannam imzasıyla yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Cansu Yılmaz’ın çevirisiyle paylaşıyoruz.

                                                                     ***

İklim bilimciler, küresel ısınma sebebiyle yaygınlaşan aşırı hava koşullarını görmeye alışık fakat bu aşırı hava olaylarından yalnızca bir kaçı Kuzey Kutup bölgesinde bu hafta yaşanan olağandışı ısınma kadar kayda değer görünüyor.

Irvine’deki California Üniversitesi’nden bir araştırmacı olan Zack Labe, 80 derecenin üzerindeki kuzey enlemlerinde ortalama günlük sıcaklıkların[1] son 60 yıl içindeki daha önceki kayıtlardan farklılaştığını belirtiyor.

Kaynak: http://sites.uci.edu/zlabe/arctic-temperatures/

Norveç Kutup Enstitüsü ile birlikte buz-okyanus etkileşimleri araştırmacısı Amelie Meyer, “Şubat ayında Kuzey Kutbu’nda sıfır derecelerinin olması –bu, tam anlamıyla yanlış” dedi. “Durum, oldukça endişe verici.”

Polar Vortex (Kutup Girdabı) adı verilen –tipik olarak yüksek enlemli soğuk havayı daha güneydeki bölgelerden ayrı tutan sürekli düşük basınçlı bölge–, onlarca yıldır zayıflamaya devam ediyor.

Güney yarımkürede araştırma yapmak üzere Hobart’a taşınan ve Deniz ve Antarktika Araştırmaları Enstitüsü (Marine and Antarctic Studies) tarafından konuk edilen Dr. Meyer, bu olayda “muazzam sıcak bir hava dalgasının” güney bölgelerde ısıyı düşürürken, diğer yandan da kuzeyi etkisi altına almakta olduğunu belirtti.

Melbourne Üniversitesi‘nin iklim bilimi bölümünde öğretim görevlisi olan Andrew King, “Anormallikler gerçekten uç noktada. Bu, çok sıra dışı bir olay.” dedi.

Fotoğraf: Climate Reanalyzer

Sıcak ve nemli hava, Kuzey Kutbu’nun tamamen karanlık olduğu bir zamanda normalden daha fazla nüfuz ediyor.

Grönland’da bulunan, dünyanın en kuzeydeki karaya inşa edilmiş hava istasyonu olan Cape Morris Jesup, Cumartesi günü geç saatlerde, yılın bu zamanı görülen sıcaklığın yaklaşık 35 derece üzerinde olan 6 dereceyi gördü.

Berkeley Earth‘te çalışan Zürih merkezli bir bilim insanı olan Robert Rohede, Twitter’da Cape Morris Jesup’ın 2018’de şimdiye donma noktasının üzerinde 61 saatten fazla geçirdiğinin kaydedildiğini belirtti.

Bununla ilgili bir önceki rekor, 2011 yılında Nisan ayının sonuna kadar sadece 16 saat kaydedilmişti.

Dr. King’in ifadesine göre, “Grönland’ın bazı kısımları, Avrupa’nın pek çok yerinden biraz daha sıcak”.

Soğuk hava dalgası, Londra’da sıcaklıkları Cuma gününe dek her gün yavaş yavaş dondurucu soğuğun etkisi altına alacak. Bununla birlikte, sıcaklığın Berlin gibi şehirlerde eksi 12 ve Moskova’da ise eksi 24 dereceye kadar inmesi bekleniyor.

Zayıf bir jet akımı ile birlikte gelen yüzey rüzgârları, alışılmadık bir seyir izliyor –doğudan kar getiriyor ve bazı yorumcuları olayı “Doğu’dan Gelen Canavar” olarak dile getirmeye teşvik ediyor.

Dr. King; “İngiltere ve İrlanda için çoğu hava sisteminin batıdan yaklaşması beklenirken, [geçtiğimiz Salı günü] İngiltere boyunca doğudan yaklaşan soğuk hava kitlesiyle karşılaşacağız” dedi.

Kuzey Kutup bölgesini etkisi altına alan olağandışı sıcaklıkla birlikte bilim insanları, Bering Denizi’ndeki deniz buzulunun geri çekilmesini de izliyor.

Labe, ABD Ulusal Kar ve Buz Veri Merkezi (US National Snow and Ice Data Centre)‘nden alınan verilere dayanarak, Twitter aracılığıyla bölgedeki buzul oranının şu anda daha önce sadece Mayıs veya Haziran ayında görülen seviyelerde kaldığını paylaştı.

Dr. King, iklim değişikliğinin bölgesel hava değişkenliğini daha da şiddetlendirmesi muhtemel olmakla birlikte, deniz buzunun uzun süreli çekilmesinin, hâlihazırda gezegendeki herhangi bir bölgeden daha hızlı ısınan bir bölgede küresel ısınmayı güçlendirici bir etkiye sahip olduğunu belirtti.

Buzul, güneş ışığını uzaya geri yansıtır. Erimeye başladığında ise; deniz buzulu, altındaki karanlık okyanusun daha fazlasını ortaya çıkarır ve bu da daha sonra güneş ışınımını absorbe ederek ısınmaya neden olur.

Deniz buzulu örtüsü, şu an hem Kuzey Kutbunda hem de Antarktika’daki bölgelerde düşük seviyelerde olduğu kaydedildi.

Kuzey Kutup Denizi, gezegenin geri kalanından çok daha hızlı bir şekilde ısınan bir bölgede ortalamadan daha sıcak bir başka kışa katlandı.

Fotoğraf: NASA

Kuzey Kutbunda, sıcak havanın göreceli etkisi gelecek aylarda sona erebilir. Dr. Meyer, çok yıllı buzulun kalınlaşma ve daha fazla kırılma eğiliminde olduğunu ve bunun bahar geldiğinde daha hızlı bir erimeye sebep olacağını ifade etti.

Araştırmacılar, Kuzey Kutbunun tümüyle buzsuz hale geleceği muhtemel bir yıl olarak 2050 yılını işaret etse de, –alışılmadık derecede sıcak olan– bir öncekiyle birlikte bu kış, bu tahminleri daha da geriye çekti.

Bu yılın sonunda ARC Centre of Excellence for Climate Extremes ile çalışmaya başlayacak olan Dr. Meyer, “Düşündüğümüzden daha hızlı gerçekleşiyor” diye belirtti.

[1] http://sites.uci.edu/zlabe/arctic-temperatures/.

 

Haberin İngilizce Orijinali

Muhabir: Peter Hannam

Yeşil Gazete için çeviren: Cansu Yılmaz

 

(Yeşil Gazete, The Sydney Morning Herald)

Karıncalar nasıl dünyanın en iyi mantar çiftçileri oldular?

Smithsonian’da Brian Handwerk imzasıyla yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmenlerinden Cem Sabuncu’nun çevirisiyle paylaşıyoruz.

                                                                                    ***

Smithsonian Enstitüsü araştırmacılarının bulgularına göre antik çağda yaşanan iklim değişikliği karınca tarımında bir devrime sebep olmuş olabilir.

Fotoğraf: Giovanni Giuseppe Bellani / Alamy

İnsanlar yaklaşık 12,000 yıl önce tarım yapmaya başladığında türümüzün geleceğini ebediyen değiştirdiler. Atalarımız, en kıymetli mahsulleri keşfedip yetiştirerek ve daha sonra bunları ekip çoğaltarak koca toplulukları beslediler. Yabani bitkilerin karakteristik özelliklerini öylesine değiştirdiler ki artık bu ekinler insan yardımı olmadan türlerinin devamını getirecek durumda değiller. Bu yüzden onların ekolojik açıdan öncü olduklarını söyleyebiliriz. National Geographic Topluluğu’nun Genografik Projesi (Genographic Project)’ne göre göre tarım: “modern çağın tohumlarını ekti”.

Ancak insanlar bu çiftçilik oyununa katılmakta geciktiler. Atalarımız çığır açan Tarım Devrimi’ni gerçekleştirdiği sıralarda karıncalar, Güney Amerika’nın yağmur ormanlarında 60 milyon yıldan beri mantar yetiştiriyorlardı. Bu minik tarım sihirbazları insanların kullandığı zirai teknolojilere taş çıkartacak karmaşık teknikler kullanarak günümüzde doğada nesli tükenmiş olan mantarları kültüre aldılar. Öyle ki, şu anda bu mantarlar karıncaların yardımı olmaksızın doğada hayatta kalacak durumda değiller.

Smithsonian araştırmacıları, karıncaların bu dikkat çeken tarım tekniklerini ne zaman geliştirdiklerini ve neden geliştirmiş olabileceklerini açığa çıkarttılar. Mantar tarımı yapan karıncaların evrimsel soy ağacını çıkartarak 30 milyon yıl önce yaşanan ani iklim değişikliğinin karınca tarımında bir devrime yol açtığını ortaya koydular. Dahası, bu devrimden sonra ortaya çıkan tarımsal sistemler, günümüz tarımına yardım edecek ders niteliğinde olabilir.

Bugün 240 tür attine karıncası, aralarında yaprak yiyiciler (ing: leafcutters) olmak üzere, Amerika kıtası ve Karayipler’de mantar tarımı yapmaya devam ediyorlar. Yeraltında yetiştirdikleri bu mahsuller tarım temelli toplulukları besliyor. Bu topluluklar sadece sürdürülebilir ve verimli değiller, aynı zamanda hastalıklara ve böceklere karşı da dirençliler. Bu minik çiftçiler ortak bir strateji etrafında toplanmış bulunuyorlar. Ufak tefek bitki parçaları bulmak için ava çıkıyorlar, ancak bu besinleri kendileri yemek yerine kıymetli mantarlarına yediriyorlar. Bu mantarlar da bu şekilde endüstriyel ölçekte üretim yapmalarına yardımcı oluyor.

Bu tip karınca çiftliklerinde mantarlar yabani akrabalarının hayatta kalamayacağı, kuru ve yaşamaya elverişsiz ortamlar olan, yeryüzünden tamamıyla izole edilmiş yeraltı bahçelerinde yetiştiriliyorlar. Bu sayede kaçma ihtimalleri ortadan kalmış oluyor ve böylece yabani mantarlar ile kültüre alınmışlar bir araya gelemiyorlar ve aralarında gen aktarımı yapamıyorlar. Bu durumun sonucu olarak kültüre alınmış mantarlar çiftçi karıncalarla beraber dış dünyadan bağımsızca beraber evrimleştiler. Bu tür karıncalar tarımsal üretimlerine öylesine bağımlı bir hayat sürdürüyorlar ki, kraliçe karıncanın kızı yeni bir koloni bulup ayrılması durumunda annesinin mantar bahçelerinden bir parça alıp yeni ekinlerini oluşturmak üzere ayrılıyor.

Smithsonian Enstitüsü tarafından idare edilen Ulusal Doğa Tarihi Müzesi (National Museum of Natural History)’nin karıncalarla ilgili müze sorumlusu, entomolojist (böcek bilimci) Ted Schultz: “Bu karıncaların ürettikleri mantarlar doğada asla bulunmuyorlar ve tamamen yetiştiricilerine bağımlı haldeler.” diyerek durumu açıklıyor. “Bizim yetiştirdiğimiz mahsullere oldukça benziyorlar. Biz de günümüzde doğada insan yardımı olmaksızın türünün devamını getiremeyecek, oldukça yüksek derecede değişikliğe uğramış bitkilerle tarım yapıyoruz.”

12 Nisan 2017’de Proceedings of the Royal Society B adlı bilim dergisinde yayınlanan bir çalışmada Schultz ve meslektaşları, karınca ve mantarların arasındaki bu sıra dışı ilişkinin kökenini açığa çıkartmak üzere genomik araçlar kullandılar. Schultz ve ekibi 78 tür mantar tarımı yapan karıncanın ve tarım yapmayan 41 tür karıncanın genetik verilerini kullanarak çiftçi karıncaların evrimsel soy ağacını çıkarttılar. Schultz, bu çalışmada kullanılan verilerin birçoğunu onlarca yıl süren saha gezilerinde kendisi topladı.

Araştırmacılar, her bir tür için 1500’den fazla genom bölgesinden DNA sekanslarını içeren verileri kullanarak günümüzde yaşayan türlerin atalarını geriye doğru takip ederek bugünün karınca türlerinin ortak atalarını tespit ettiler. Bu genetik veriyi doğrulamak için, DNA analizlerinde ortaya çıkan değişikliklerin tarihini tespit etmek için kullanılmış birkaç kilit karınca fosilini kullandılar.

Schultz, bu veriyi kullanarak bu karınca türlerinin hangi tarihte ileri düzey bir tarıma doğru evrimsel bir sıçrama yaşadıklarını tespit etti ve bu gelişimin neden yaşandığına dair bir teori de ortaya koydu.

Fotoğraf: JamesDiLoreto / Smithsonian

DNA verileri, bu evrimsel sıçramanın yaşandığı tarihlerde ani bir iklim değişikliği olduğunu gösteriyor. Karıncaların bu ileri seviye tarım sistemlerini 35 milyon yıl önce sıcaklıkların düşmesiyle başlayan küresel soğuma olayından sonra geliştirdikleri tahmin ediliyor. Araştırmacılara göre, bu antik iklim değişikliği sonucunda ıslak yağmur ormanlarının daha kuru ortamlara dönüşmesi çiftçi karıncaların avcı-toplayıcı atalarının ortam koşullarını sabit tutarak mantar bahçelerinde üretim yapmak gibi bir tarımsal yeniliğe itmiş olabilir.

Schultz: “Anlaşılan o ki çiftçi karıncaların ataları, kuru veya mevsimsel olarak kuru ortamlarda yaşıyorlardı. Yani eğer bu karıncalar ıslak ortam seven mantarları yetiştiriyorlarken bunları kuru bir ortama aktardılarsa, bu durum aynı insanların kültüre aldıkları bir türü doğal yaşam alanının dışına çıkartması gibidir.” diyor.

“İnsanlar genellikle kültüre aldıkları türü izole edip ayrı bir parselde yetiştirirler ve ihtiyaçlarına en uygun bireylerin tohumunu alıp tekrar ekerek bu süreci devam ettirirler. Eğer bütün akrabaları ıslak bir orman ortamında yaşayan bir mantar türünü kuru bir ortama götürürseniz bu tür, yeni ortamından kaçamayacak bir duruma gelir. Zamanla, yüzlerce bin yıl veya milyonlarca yıl boyunca bu işlem gerçekleştirildiğinde bu türün evcilleştirilme (ing: domestication) ihtimali oldukça olasıdır.”

Ancak bu süreçte dönüşüme uğrayanlar yalnızca mantarlar değildi. Aynı zamanda karınca soyları da önemli ölçüde değişmeye başlamıştı. Onların genomlarında da, avcı-toplayıcılıktan tarıma geçiş sırasında ve daha gelişmiş mantar tarımına geçildiğinde tekrardan olmak üzere değişlikler yaşandı. Schultz ve meslektaşlarının diğer bir araştırmada ortaya koyduğu üzere karıncalar, kendi yaşamları için kilit rolde bir aminoasit olan arginin’i üretme yeteneklerini kaybettiler, çünkü yetiştirdikleri mantarlardan hâlihazırda bu besin ihtiyacını karşılıyorlardı.

Bu alanda çalışan mantar uzmanları (mycologists) ise bu ilişkide sadece karıncaların mantarları kullanmadığını, tam ters durumun da geçerli olduğunu söylüyorlar. University of Montana’da entomolog Diana Six: “Mantarlar için bu ilişkinin kötü olduğu düşünülebilir, ancak kendileri de bu durumdan yararlanıyorlar. Bütün ihtiyaçları karıncalar tarafından karşılanıyor. Bence mantarlar da karıncaları kendi ihtiyaçlarına göre manipüle ediyor.” diyor.

Bu çalışmada yer almayan Six, Schultz ve meslektaşlarının daha önceki varsayımların desteklemediği karmaşık evrimsel bir hikâyeyi ortaya çıkarttıklarını belirtiyor. Özellikle de nemli ortam seven karıncaların evriminin yaşadıkları nemli yağmur ormanının koşulları tarafından yönlendirilmiş olması bulgusunun önemini vurguluyor. “Bu tip simbiyozlarda (ortak yaşam) önemli bir faktörün bu ilişkiyi desteklediği varsayılır. İzolasyon sonucu iki tarafın birbirine aşırı derecede bağımlılık geliştirmesi… bu çok mantıklı gerçekten de. Ancak insanların alışılmışın dışında düşünmesi biraz zaman alıyor.” diye ekliyor Six.

Bu gelişmiş karınca tarımı, beklendiği üzere insanların yaptığı tarımla birkaç bariz noktada ayrışıyor (mesela daha az sayıda traktör olması). Ancak Schultz, doğada tarım yapan termitler, kınkanatlılar (ing: beetle) ve arılar gibi diğer birkaç tür hayvanın ekinlerini nasıl yetiştirdiklerini inceleyerek insan tarımı için ders çıkartabileceğimize inanıyor.

Örneğin, birçok endüstriyel çiftçinin yaptığı gibi çiftçi karıncalar da yalnızca tek çeşit ürün yetiştiriyorlar. Fakat onların ürünleri insanlarda olduğu gibi genetik çeşitliliğin azalmasından kaynaklanan hastalık ve böcek artışına yenilmiyor. Karıncalar yeraltı bahçelerini tertemiz tutarak ürünlerinin hastalığa yakalanma ihtimalinin önüne geçiyorlar ve besin kaynaklarını tehdit eden parazit bir mantar türüne karşı bir nevi pestisit (böcek ilacı) yerine geçen doğal bir antibiyotik üretiyorlar.

Bu savunma stratejileri patojenleri etkin bir şekilde kontrolde tutuyor, ancak insanların alnam ifade etmese de bazı durumlarda yaptıkları gibi patojenleri tamamen ortadan kaldırmayı hedeflemiyor. Schultz’a göre insanların aksine karıncalar sürdürülebilir bir denge oluşturmuşlar ve insanların bunu inceleyip ders çıkartması gerekiyor.

Schultz: “Karıncalar da monokültürel tarım yapıyorlar, ancak yetiştirme ortamlarında her çeşit bakteri ve diğer mikroplar da mevcut ve bunlar ya tehlikesiz ya da yararlı türler. Aslında yetiştirdikleri şey küçük bir ekosisteme benziyor. İnsan tarımında da olduğu gibi her hangi bir mahsulü yetiştirirken, mesela mısır, aslında sadece o ürünü yetiştirmiyoruz. Aynı zamanda toprakta bulunan bütün mikropları da yetiştiriyoruz. Büyük olasılıkla, sağlıklı toprak ve sağlıklı mısır için bu mikropların optimal bir oranda bulunması gerekiyor.” diyor.

Schultz, karınca kolonisinin yaşayıp beslendiği ortamı büyük ekosistem içinde düşündüğümüzde, insan tarımı için birkaç ders içerdiğini belirtiyor. Mesela yaprakla beslenen bir karınca kolonisini tek bir otlayan büyük omurgalı hayvanmış gibi düşünelim. Koloninin toplam kütlesi de ineğinkine eş değer olsun ve aynı zamanda aşağı yukarı eşit miktarda yerel vejetasyondan besleniyor olsunlar.

“Neden bir bölgedeki vejetasyonu sonuna kadar tüketip diğer bir bölgeye geçmeleri gerekmiyor?” diye soruyor Schultz. Bu sorunun cevaplarından biri, o alandaki yerel vejetasyonun da kolonilerle eş zamanlı olarak evrimleşmiş olmasıdır. Karıncalar, bir ağacı öldürene kadar tüketmeye çalışırsa ağaç, savunma mekanizması olarak bir toksin üreterek yapraklarının karıncalar için yenmeyecek bir tada sahip olmasını sağlayabilir.

“Bunu isteyerek yapmıyorlar. Karıncalar, bir ağacı bilinçli bir şekilde sonuna kadar tüketmemek gibi bir karar almıyorlar. Bütün ekosistem ve içindeki bütün bireyler, bir çeşit kararlı duruma (ing: stable state) doğru beraber evrildikleri için bu denli sürdürülebilir bir tarım mümkün olabiliyor.” diye ekliyor Schultz.

 

Haberin İngilizce Orijinali

Muhabir: Shreya Dasgupta 

Yeşil Gazete için çeviren: Cem Sabuncu

 

(Yeşil Gazete, Smithsonian)

HES için inceleme yapmaya gelen heyete Fındıklı halkı geçit vermedi

Rize’nin Fındıklı ilçesinde ‘Doğal sit’ alanı ilan edilerek koruma altına alınan Arılı Vadisi’nde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan gelen heyet inceleme yapmak istedi. Vadinin ‘Doğal sit’ özelliğinin kaldırıp, Hidroelektrik Santral (HES) projelerinin önünün açılacağını iddia eden vatandaşlar, heyetin önünü 4 ayrı yerde kesti. Tartışmaların üzerine heyet inceleme yapamadan vadiden ayrılmak zorunda kaldı.

Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca flora, fauna ve endemik türler açısından özel bir alan olduğu gerekçesiyle 7 yıl önce ‘Doğal sit’ alanı ilan edilen Arılı Vadisi’nde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğü’nden gelen heyet, ‘Potansiyel Doğal sit alanlarının ekolojik temelli bilimsel araştırma projesi’ kapsamında inceleme yapmak istedi. Heyetin yapacağı inceleme ile vadinin ‘Doğal sit’ özelliğinin kaldırıp, Hidroelektrik Santral (HES) projelerinin önünün açılacağını öne süren vatandaşlar, heyetin önünü Yaylacılar köyünde kesti.

Heyete ‘Burası bizim yaşam alanımız’ diyerek çıkışan vatandaşlar, ‘Bütün köyün canını alın, ondan sonra ancak dereyi alırsınız’ ifadeleri ile tepkilerini sürdürdü. Tepkiler üzerine heyet köyden ayrıldı. Heyetin yolu 3 ayrı noktada daha tepkili vatandaşlar tarafından kesildi.

Durdurulan araçların içindeki heyete seslenen Fındıklı Derelerini Koruma Platformu sözcüsü Hüseyin Acar, Arılı Vadisini Doğal sit alanı statüsünden çıkarmak için gelen heyetin hukuku ve halkı yok saydığını belirterek “Satılacak bir kaşır toprağımız yok. Çevre Müdürlüğü, şirket yetkililerine verdiği ilgi ve değeri halka vermiyor. Dereleri halkın elinden alıp, şirketlere talan ettiren bakanlık olur mu? Burası bizim yaşam alanımızdır” diyerek tepkisini dile getirdi.

Fındıklı Derlerini Koruma Platformu sözcülerinden Avni Ertaş ise, Arılı Vadisinin doğal SİT kararının yeniden gözden geçirilerek gerekiyorsa kaldırılmasına dair bir çalışma yapıldığını savunarak şöyle konuştu:

“Bilirkişi heyeti ve mahkeme kararıyla Doğal sit alanı kabul edilen Arılı Vadisi için bir heyet oluşturulmuş. Bu heyet yeniden denetleme ve izleme yapacakmış. Arılı Vadisi’nin sit alanı olup olmayacağına, HES yapılıp yapılmayacağına karar verecekmiş. Buna Arılı Vadisi’nde yaşayanlar ve Fındıklı halkı karar verecek. Ankara’dan, Rize’den gelen heyet kim olursa olsun, Fındıklı halkının onaylamadığı hiçbir proje burada uygulama imkanı bulamayacaktır. Geldikleri gibi gidecekler.”

Heyet tepkiler üzerine inceleme yapamadan vadiden ayrıldı.

 

(Gazete Duvar)

Yırcalı kadınlar ‘Yırca Hanımeli İktisadi İşletmesi’nin yeni mekanını 8 Mart’ta açıyor

Yırcalı kadınlar 8 Mart Kadınlar Günü’nde Yırca Hanımeli İktisadi İşletmesi’nin yeni mekânının açılışını yapacak.

Çanakkale’den gazetemize de haberler hazırlayan Güneş Dermenci’nin Birgün’de yayınlanan haberini aynen paylaşıyoruz.

Biz onları termik santrala karşı kadim zeytin ağaçlarını korumak için direnirken tanıdık. “Birlik olmayı zeytin direnişinden öğrendik” diyen Yırca kadınları 8 Mart Kadınlar Günü’nde Yırca Hanımeli İktisadi İşletmesi’nin yeni mekânının açılışını yapacak

Manisa’nın Soma ilçesi Yırca köyünün meydanına açılan yolda iki katlı, bahçeli bir evvel zaman evi… Öyle tarif ediyor kadınlar sabun evini. Asırlık ömrünü yıkıldı yıkılacak devam ettiren bir taş evi geçen yıl imeceyle satın aldılar, şimdiyse zeytinyağı sabununun yanı sıra salça, ekmek, tarhana, reçel gibi doğal gıdalar üretip satabilecekleri yeni bir atölye haline dönüştürüyorlar. Bahçeye bitişik tek göz odayı ‘kadınlar kahvesi’ olarak tasarladılar. Köyde bu sıralar sabun kokularıyla beraber tadilat sesleri de duyulması bundan. Üç yıl önce termik santrala karşı kendi gelir modellerini el emekleriyle yaratmak üzere birlikte yola çıkan Yırcalı kadınlar çok heyecanlılar. Her şey yolunda giderse, 8 Mart’ta sabun evinin açılışı var.

Zeytin nöbetinden üretime

Köylerinde kurulmak istenen üçüncü kömürlü termik santrala karşı başlattıkları zeytin nöbetinden tanıyoruz onları. Yıllar önce, köylerine ilk baca dikildiğinde vaat edildiği gibi köydeki herkese iş getirmeyen, dumanı, kül barajı yetmezmiş gibi tarım yaptıkları tütün tarlalarını zamanla taşa kesen termik santrala rağmen büyüttükleri zeytin ağaçları kesilmesin diye direnen Yırca köyü halkını… Kolin şirketi, hukuki süreç tamamlanmadan altı binden fazla zeytin ağacını kestiğinde, gözyaşları içinde “Onlar kestiyse biz yeniden dikeriz, yine de termik santral yaptırmayız” diyerek çevre mücadelesine umut veren Yırcalı kadınları… Danıştay’ın iptal kararı ve şirketin termik santralı Yırca’da yapmaktan vazgeçmesiyle sonuçlanan “zeytin nöbeti”, köyün kömürlü termik santrala karşı mücadelesini “sabun üretimi”ne devretti.

yircali-kadinlar-birlik-olmayi-zeytin-direnisinden-ogrendik-434942-1.

‘Birbirimize kenetlendik’

“Zeytin zamanında oldu kızım” diye başlıyor söze Hamide Akın, sabun evinin nasıl doğduğunu sorduğumuzda anlatırken hikâyelerini… “Temel İhtiyaç Derneği, Soma’daki maden faciasından sonra kadınlara meslek edindirmek için Soma’nın köylerine gelmiş, muhtarlar kabul etmemiş. Sonra bizim muhtara soruyorlar, o da bizim kadınlar yapar, diyor. Köye geldiler, kahveyi kapatıp birlikte toplantı yaptık ve bir karar aldık, sabun üretecektik. Köyün girişinde bir ev kiraladık. Bir yıl dernekle çalıştık, onlardan rengarenk, kokulu sabunlar yapmayı öğrendik. Yollarımız ayrılınca sabuna devam etmek istedik. 2016’nın başlarıydı, Yırca Köyü Derneği’nin Yırca Hanımeli İktisadi İşletmesi’ni kurduk. Biz birlik olmayı zeytin direnişinden öğrendik. Birbirimize kenetlendik, bak zeytinlerimiz kesildi ama tarlalarımız bize kaldı. Şimdi de sabun evinde birliğiz. Çalışmak, kendi paranı kazanmak çok başka güzelmiş.”

yircali-kadinlar-birlik-olmayi-zeytin-direnisinden-ogrendik-434941-1.

Desteğinize ihtiyaçları var

Yırca’daki bu umut dolu hikayeyi anlatabilir, özel günlerinizde misafirlerinize, şirkette çalışanlara anısı kalacak bir hediye sunmak isterseniz sabun sipariş edebilir ya da böyle sipariş bağlantıları kurabilirsiniz. Sivil toplum kuruluşları ile beraber onlara sabun satabilecekleri alanlar açabilir, etkinliklerinize davet ederek hikayelerini paylaşmalarını sağlayabilirsiniz. Sabun eviyle ilgili gelişmeleri facebooktan ve instagram hesapları @yircahanimeli ‘nden takip edebilir, mesajlarınızla yalnız olmadıklarını hissettirebilirsiniz. Bunlardan birini bile yapmak istediyseniz, yolunuz bir gün Yırca’ya düştüğünde, kadınlarla sevgiyle kucaklaşıp kendinizi sabun evinde kolları sıvayıp işe girişmiş bulduğunuzda zaten göreceksiniz; gönül rahatlığıyla Yırca’nın gönüllü sabuncusuyum diyebilirsiniz.

***

Yırcalı kadınların hayatı değişti

Sabun evinde şimdilik 20 kadın çalışıyor. İstanbul’a, İzmir’e, Manisa’ya, Bursa’ya, Bodrum’a, Çanakkale’ye, Kaz Dağları’na, Bozcaada’ya binlerce sabun gönderdiler. Çoğu kez kendileri de davetli gittiler. Yaptıkları konuşmalarda hikâyelerini paylaşıp başka kadınlara ilham oldular, umut verdiler. Sabun satmayı, muhasebeyi, interneti, sosyal medya kullanmayı öğrenirken karar almayı, organize olmayı, birlikte üretmeyi, planlamayı da deneyimlediler. Kendi markalarını yaratıp kendi yollarına bağımsız devam ederlerken yeni bir atölye hayal ettiler. İnternette kampanya başlatıp yaklaşık 750 kişinin katıldığı imeceyle sabun satışlarından artırdıkları parayı birleştirip köyden eski bir taş ev satın aldılar. Geçen yıl şubat ayında taşındılar.

“Yeni sabun ev, uğurlu geldi” diyor sabuncu Kerime Akın, “Geçen 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nde sadece bir şirket beş bin adet sabun siparişi verdi. Bizim için rekordu. Ne kadar sipariş gelirse gelsin biz gece gündüz demeden el birliğiyle üretiriz. Hepimizin görevi ayrı, işi paylaşıyoruz. Kimi sabun eritiyor, kalıplara döküp pancardan, ıspanaktan elde edilen doğal boyalarla rengini ayarlıyor, çiçek kokusu sıkıyor. Kimi tabakalarını yapıyor, kimi paketliyor. Boşta olan çay demliyor, yemek hazırlıyor. Yeter ki sipariş olsun, biz çok seviyoruz. Başlangıçta hiçbir şey bilmiyorduk, acaba yapabilecek miyiz diyorduk. Kadınların yapamayacağı bir şey yok ki.. Hele ki birlik olmuşsak herşeyin üstesinden geliriz.”

yircali-kadinlar-birlik-olmayi-zeytin-direnisinden-ogrendik-434940-1.

***

Açılış 8 Mart’ta: Sonrası gıda ruhsatında

Şimdiki hedefleri yeni sabun evinde gıda üretim izni alabilmek. Sabunun yanı sıra birbirinden lezzetli salçalarını, reçellerini, tarhanalarını, turşularını, eriştelerini de üretip satabilmek için sabırsızlanan Yırcalı kadınlar, taş evi dönüştürmeye, izin için belirtilen özelliklere uygun hale getirmeye koyuldular. Bunun için Herkes İçin Mimarlık’tan destek aldılar. Bu sıralar köyde hem 8 Mart için aldıkları sabun siparişlerini yetiştirme telaşı hem de sabun evinin tadilatını 8 Mart’a kadar tamamlayıp açılışını yapmak için yoğun bir çalışma var. “Hevesle bekliyoruz” diyor Nazmiye Suer. 53 yaşında. Köyde toprağı eken beş altı kişiden biri. Eşiyle beraber yıllardır pazarcılık yapıyorlar. Sabun işi başladığından beri gündüz tarlaya, sipariş oldu mu akşamları sabuna gidiyor: “Çok güzel geçiyor vakit, sabun evinde. Stres atıyoruz, konuşuyoruz, çok gülüyoruz çalışırken. Bizim için çok iyi oluyor. Kokulu sabun işi bir gün tükenecekti. Doğal ürünlerimizi satmaya başlayabilirsek işimiz sürekli hale gelecek.”

***

yircali-kadinlar-birlik-olmayi-zeytin-direnisinden-ogrendik-434939-1.

Toprak sıva duvarlarda hepsinin emeği var

Yırcalı kadınlar önce zeytin nöbetiyle, sonra sabun üretimiyle değişen hikâyelerinde farklı şehirlerden birçok insanla dost oldular. 27 yaşındaki Kenan Kahya da onlardan. Bir süre önce köye yerleşen ve kadınlara sabun üretiminde, siparişlerde destek veren Kenan Kahya anlatıyor: “Hiç sipariş gelmeyen en umutsuz anlarımızda köydeki iki kömürlü termik santralı, kül barajını, otoyol projesini düşündük. Bütün bu ekolojik yıkıma karşı köyü yaşatabilmenin bir yolunu bulmak gerekiyordu, bunu da ancak kadınlar bir araya gelerek yapabilirdi. Yırca Hanımeli İktisadi İşletmesi’ni kuracağımızı söylediğimizde köyün erkekleri bize inanmadılar, yapamazsınız dediler. Kadınlar vazgeçmeyip başararak herkesi ikna etti.”

Sabun evinin üretim yapılacak kısımları geleneksel mimariye göre geliştirildi. Evi dört bölüme ayırıp sabunhane, gıdahane, gıda ve sabun deposu ve konukhane ismini verdiler. Eskiden bakkal olan bahçedeki küçük odaya ise “kadınlar kahvesi”. Köydeki kadınların ortak kullanım alanı olacak kahveye serbest kürsü ve kütüphane de düşünüyorlar.

“Sabun evi bizim için dayanışma, özgürleşme, özgüven kazanma demek” diyor Firdes Ünlü ve gülüyor: “40 yaşından sonra iş kadını oluyorsun, öğreniyorsun. İlkokul mezunuyuz, kargo yaparken binlerce sabun saydık. Şaşırmadık mı? Olsun, bir daha saydık.”

 

Haber: Güneş Dermenci

(Birgün)

Agroekoloji ve gıda egemenliği için hareket zamanı

Farming Matter’s dergiside yayınlanan makaleyi. Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Sinem Ercan Güleç’in çevirisi ile paylaşıyoruz.

                                                                         ***

Sıcaklıkların dünya üzerinde yükselmesinin başlıca nedenleri arasında et ve süt üretimi bulunmaktadır. Et endüstrisi sürekli olarak et tüketim oranlarının artmasına olanak sağlamaktadır. İklim krizini ancak agroekoloji ve gıda egemenliği alanında anlamlı adımlar atarsak çözebiliriz.

Küresel gıda sistemi, iklim değişikliğinin en önemli etmenlerinden biri. Meridian Enstitüsü’nün son tahminlerine göre, mevcut gıda sistemi tüm küresel sera gazı emisyonlarının üçte birinden daha fazlasını oluşturuyor. Hayvancılık bu konuda en büyük paya sahip. GRAIN tarafından yapılan bir araştırmada, küçük üreticilerin geleneksel hayvancılık yöntemlerinin değil, aksine endüstriyel et ve süt ürünleri üreten büyük işletmelerin bu yıkıcı zararı verdiği görülüyor.

Ormanların yok edilmesi, endüstriyel yem bitkileri, kimyasal gübre kullanımı, gübre yığınları, taşıma ve soğutma süreçleri ve büyük miktarda hayvansal atık, endüstriyel et ve süt ürünleri üreten işletmelerin yüksek miktarda sera gazı oluşumunda sorumlu oldukları en temel unsurlardır. FAO, mevcut et üretiminin – özellikle endüstriyel alandaki üretimin – dünyadaki tüm ulaşım araçlarından daha fazla sera gazı emisyonu oluşturduğunu hesapladı.

Et tüketimi yine de dünyanın pek çok yerinde hızla artmaktadır. Yapılan son araştırmalara göre, mevcut tüketim eğiliminin devam etmesi durumunda, iklim krizini daha da derinleştiren küresel et tüketimi, 2050 yılı itibariyle mevcut seviyesinden %76 daha fazla artacak. Öte yandan, aşırı et tüketen kişiler, sağlıksız tüketim seviyelerini Dünya Sağlık Örgütü’nün önerilen seviyelerine düşürürlerse, dünya mevcut sera gazı salımının  % 40’ını bertaraf edebilir.

Peki, et tüketimi neden sürdürülebilir sağlıklı seviyelerin çok ötesinde artmaktadır? Endüstriyel alanda gelişmekte olan ülkelerde büyüyen orta sınıfın artık daha fazla et yiyebileceği ve dolayısıyla bu fırsatı kaçırmak istememeleri anlatılan en yaygın hikaye. Doğrusunu söylemek gerekirse, et tüketiminin öngörülen bu büyümesi Çin, Brezilya, Hindistan ve bu bölgedeki diğer ülkelerde çok daha belirgin. Ancak bu sadece hikayenin bir parçası.

Hikayenin diğer tarafında ise, et endüstrisi aslında tüketim oranlarının artmasına olanak sağlıyor. Bu endüstri, küresel ticari eşya olarak işlem gören ve tüm piyasalara sürülen ucuz eti üretiyor. Sonuç olarak endüstriyel et üretimi, son yıllarda küresel büyümenin %80’ini oluşturan et ve süt üretiminin en hızlı büyüyen kısmını oluşturmaktadır.

Kurumsal et piyasasına destek

Peki, endüstriyel et nasıl bu kadar ucuz üretilebilir ve dünya geneline nasıl bu kadar hızlı yayılabilir? En düşük maliyetle en yüksek verimi sağlamak için, hayvanların fazla stok amacıyla hapsedilmeleri sistematik düzenin bir parçası. Bununla birlikte, burada üç önemli yapısal faktör daha var:

1.Şirketler kendi alanlarında herhangi bir yönetmelikle uğraşmak istemiyor.

2.Endüstriyel et fazlasıyla sübvanse ediliyor.

3.Ticaret anlaşmaları dünyanın dört bir yanındaki pazarlarda geniş kitlelere yayılmak için imzalanıyor.

Hükümetlerin et tüketimini düzenlemeye yönelik çabaları şirketler tarafından direnişle karşılanıyor. Almanya hükümeti, 2030 yılına kadar et tüketiminde %50’lik bir azalmanın “iklim değişikliği konusunda çok önemli olduğunu” anlatan bir tüzük hazırladığında, et endüstrisi hızlıca güçlü bir lobi oluşturmuştu. Et lobisi ile ilgili benzer hikayeler, endüstriyel hayvancılığın güçlü olduğu Amerika Birleşik Devletleri, Brezilya ve diğer ülkelerde de görülmektedir.

Ayrıca bu endüstri birçok ülkede devlet yardımlar almaktadır. Örneğin, 2013’te Avrupa Birliği sadece sığır endüstrisine 731 milyon dolar ödedi. Aynı yıl ABD Tarım Bakanlığı, okullarda endüstriyel et ve süt ürünleri dağıtmak için altı büyük et üreticisine 300 milyon dolardan fazla ödeme yaptı.

Fotoğraf: Frederieke Bosch

Keyfi düzenlemeler, devlet yardımları ve “serbest ticaret” anlaşmaları olmasaydı, endüstriyel eti satın almak çok zor olurdu. Bu yapısal faktörler elit tabakanın kazançlarına öncelik veriyor ve şirketler tarafından yaratılan büyük çevresel ve sosyal maliyetler göz ardı ediliyor.

Küçük üreticileri, agroekolojiyi ve yerel pazarları destekleyin

Kurumsal lobi (çıkar) grupları, bilim insanları ve kalkınma ajansları, hayvanlarının kişi başına düşen et veya süt kalorisindeki düşük veriminden dolayı, yoksul ülkelerdeki küçük ölçekli et üreticilerini iklim değişikliğinin başlıca suçluları olarak görmektedir. Ancak, etkinlik ve emisyon yoğunluğuna dayalı bir üretim karışık, çok işlevli ve biyolojik çeşitlilik gösteren küçük ölçekli üretim sisteminin birçok yararından yoksundur. Bunlar; yerel geçim kaynaklarının sağlanması, toprak sağlığının iyileştirilmesi, iklimsel esnekliğin arttırılması ve diğer pozitif çevresel ve kamu sağlığı yararlarını içermektedir. Küçük ölçekli et ve süt üretimi, iklim değişikliğinin etkilerinin azaltmak için gerekli olan makul et ve süt tüketim seviyelerini destekleyen yerel gıda sistemleri ile zaten uyumlu haldedir.

İklim krizini ancak agro-ekoloji ve gıda egemenliği alanında anlamlı adımlar atarsak çözebiliriz. Bunu başarmak için, ucuz endüstriyel et ve süt üretimini ve tüketimini engelleme konusunda cesur adımlara ihtiyacımız var. Ayrıca, et ve süt ürünlerindeki uluslararası ticareti destekleyen ticari anlaşmaları durdurmamız gerekiyor. Bunun yerine küçük ölçekli, yerel ve agroekolojik et ve süt ürünlerinin üretimi ve pazarlaması desteklenmelidir.

Bu süreçte, et ve süt ürünlerinin insanların beslenme düzeninde yerini almasıyla birlikte, hayvancılık bir kez daha çeşitli tarım sistemlerine entegre hale gelecektir. Gelecek nesilleri düşündüğümüzde dünyayı yaşanabilir kılmak için gereken yaklaşım budur. Bize düşen görev iç karartıcı olabilir ancak umudumuz, desteğimiz hiç bu kadar fazla olmamıştı…

 

Makalenin İngilizce Orjinali

Makalenin yayınlandığı dergi

Yeşil Gazete için çeviren: Sinem Ercan Güleç

 

(Yeşil Gazete, Farming Matters)

3. havalimanı için açılan taş ocaklarına “ÇED zorunlu” kararı

Kuzey Ormanları Savunması, yapımına devam edilen üçüncü havalimanı projesindeki Eyüp Işıklar Köyü’nde yer alan “Kumtaşı Ocağı ve Kırma Eleme Tesisi” ile ilgili İstanbul Valiliği’ne karşı açtığı davayı kazandı.

Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından verilen ve İstanbul 12’nci İdare Mahkemesi’nin hukuka aykırı bulmadığı “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı, Danıştay 14’üncü Dairesi tarafından bozuldu.

Danıştay 14. Dairesi, dava konusu işlemin iptaline, dosyanın mahkemesine gönderilmesine, karar düzeltme yolunun kapalı olduğunun duyurulmasına oy birliği ile karar vererek, İstanbul 12’nci İdare Mahkemesi’ne gönderdi.

İşlemin iptaline karar verildi

İGA Havalimanı İşletmeleri A.Ş. tarafından yapılan “Kumtaşı Ocağı ve Kırma Eleme Tesisi” için İstanbul Valiliği Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün başvurusu üzerine 12’nci İdare Mahkemisi 19 Ocak 2016’da “ÇED gerekli değildir” yönünde karar vermişti.

Kuzey Ormanları Savunması’nın kararın iptali için açtığı dava, ilk önce 12. İdare Mahkemesi’nce 30 Mayıs 2017’de reddedildi.

Bunun üzerine Kuzey Ormanları Savunması, Danıştay 14’üncü Dairesi’ne başvurdu ve daire başvuruyu kabul etti, 12’nci İdare Mahkemesi’nin kararını bozdu, davaya konu işlemin iptaline karar verdi.

Avukat Özdemir: Ekolojik denge tahrip ediliyor

Kuzey Ormanları Savunması gönüllüsü Avukat Ozan Özdemir, DHA’ya yaptığı açıklamada, “Üçüncü Havalimanı projesinin dolgusu için kullanılması düşünülen ve dava süresince kullanılan taş ocakları, yangından mal kaçırır gibi kaçırılarak ve hukuku dolanarak faaliyete başlamıştır. Rezerv alanları daha fazla olmasına rağmen, ruhsat istenen alanlar ÇED Yönetmeliği’ndeki sınırların altında gösterilerek taş ocakları için uygun hukuki zemin yaratılmaya çalışıldı. ‘ÇED gerekli değildir’ kararı verilerek idari zorluklar hızlandırılarak aşıldı. Kanuna göre ivedi yargılama usulüne tabi olacak bu davaların en fazla 2-3 ay içerisinde sonuçlandırılması gerekirken, Işıklar Köyü’ndeki taş ocağı ile ilgili dava 2 senede sonuçlanarak ‘ÇED gerekli değildir’ kararının hukuka aykırı olduğu tespit edildi” dedi.

Özdemir, “Kuzey Ormanları’nın bir parçası olan, ‘ÇED gerekli değildir’ kararı verilerek doğayı, yaşam alanlarını parça parça katleden taş ocakları ile ilgili vermiş olduğumuz mücadeleyi zorlu ve uzun bir sürecin sonunda kazanmış olmanın buruk bir sevincini yaşıyoruz. Buruk diyoruz, çünkü kopyala-yapıştır şeklinde ve bilimsellikten uzak hazırlanan proje tanıtım dosyalarıyla ÇED süreci aşılmaya çalışılmakta ve maalesef yetkili kurumlarca bu hususa çanak tutularak ekolojik sistemde geri döndürülemeyecek tahribatların sorumlusu olunmaktadır” diye konuştu.

Ağaçlı Köyü’ndeki taş ocağı davası devam ediyor

Ağaçlı Köyü’ndeki taş ocağı davasına ilişkin de bilgi veren Özdemir, “Yetersiz ve çelişkili bilirkişi raporunun hükme esas alınarak verilen karar, Danıştay’dan döndü ve yeniden bilirkişi incelemesi yapılmasına karar verildi. Ağaçlı Köyü’ndeki taş ocağı ile ilgili hukuki süreç devam ediyor. Kuzey Ormanları gönüllüleri olarak haklı mücadelemiz ve dayanışmamız devam edecek. Umudumuz ve inancımız Ağaçlı Köyü’ndeki taş ocağı ile ilgili devam eden davanın da hukukun ve doğanın kazanmasıyla sonuçlanması” diye konuştu.

 

(Evrensel)