8 Mart. Bugün, tüm dünyada kadınların sosyal, ekonomik, kültürel ve politik başarılarını kutluyoruz. Fakat bu başarılar kolay elde edilmedi: Tarihte kadınlar tarafından yürütülen tüm girişimlerin ortak noktaları sıkı çalışma, amaca derinden bağlı insanlar, somut kampanya taktikleri ve ulaşılması çok güç gözüken bir geleceğe yönelik sarsılmaz bir vizyon oldu. Tüm bunlar, statükoya çarpan bir şok dalgası gibi herkesin eşit olduğu bir dünyanın yolunu açtı.
Bu hikaye tanıdık geliyorsa, normaldir: Sonuçta, kadının mücadelesi, dünyanın dört bir yanındaki insanlar için doğrunun tarafında durmak ve kendi topluluklarını örgütlemek için büyük bir ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Günümüzde, fosil yakıt endüstrisinin karşısına dikilen insanlar da buna istisna değil.
Fakat ilham kaynağı olmanın çok ötesinde, kadınlar iklim mücadelesine liderlik ediyorlar. Aslında, pek de şaşırılacak bir şey yok çünkü kadınlar iklim değişikliğinin ön cephesindeler. Türkiye’deki kadınlar da kömür santrallerine karşı ilham verici mücadelelerden, yenilenebilir enerji alanında girişimciliğe, iklim değişikliğine karşı ön cephedeler; İşte bu etkileyici hikayelerden üç tanesi:
Yırca Köyü kadınları
Hatırlanacağı gibi, Yırca köylülerinin yaşam kaynağı olan 6000 zeytin ağacının kömürlü termik santral yapmak için ansızın sökülmesi uluslararası haber oldu. Kadınların liderliğindeki köylüler, kömürlü santrali planlayan holdingin tuttuğu özel güvenlik şirketinin karşısına dikildiler. Köylülerin ağaçları söken buldozerlere dramatik direnişi ulusal tepkiye yol açtı ve Danıştay yürütmeyi durdurma kararı verdi. Yetkililerden ise trajikomik bir karar geldi: Kesilen ağaçlar köylülere emanet edildi.
Aynı gün, Yırca kadınları tarlaya yeni zeytin fideleri dikti. Zeytinlerden tekrar hasat almak için on yıllar geçmesi gerekeceğini biliyorlardı; ancak, gösterdikleri kararlılık ve irade sayesinde daha önce nesillerin geçimini sağlayan türden yeni fideler şimdi halkın kömüre karşı mücadelesinin sembolü olarak büyüyor. Yırcalıların mesajı ise hem yürek burkuyor hem umut veriyor: “Hayatlarımızın en önemli, en üzücü ve en mutlu günüydü”.
Bu inanılmaz direniş başka meyveler de verdi: Yırcalı kadınlar bu günlerde organik sebze ve sabun üretiyorlar. Hatta ürettikleri sabun o kadar revaçta ki, talebi karşılamak için toplu girişimcilik öğrenmek durumunda kaldılar. Fakat, dedikleri gibi, “birlik olmayı zeytin direnişinden öğrendik”.
Dudu Sözcüer
Matematik öğretmeni Dudu Sözcüer, Manisa’da bir güneş enerjisi santrali teşebbüsü kurmak için 2.5 yıl beklemek zorunda kaldı. Bürokrasi çözüldükçe ve diğer kadın girişimcilerin desteğiyle hayalleri gerçekleşti ve şu anda temiz, yenilenebilir enerji üreten 2200 güneş paneline sahip ve ürettiği enerjiyi satmaya başladı. Onu harekete geçiren şey ise kadınların Türkiye’de büyüyen bir işte aktif rol alabileceğini göstermek: “Kadınlar; çekingen olmasın. Biz ilk başlarken ‘Acaba olur mu?’ düşüncesiyle girmiştik. Ama devletin destekleri ve bizim de azmimizle kadınların da bu işi çok rahat şekilde başarabileceğini gördük. Kimse enerjisini geri çekmesin”
Dudu’nun hikayesi, aynı bölgede güneş enerjisi tesisi kurmak isteyen diğer iki kadın girişimciye de ilham kaynağı oldu. Güneş, hepsi için parlasın!
Süheyla Doğan
Yılların korkusuz aktivisti Süheyla Doğan, çok sevdiği Çanakkale ve çevresindeki doğa ve kültürel koruma faaliyetleri ile öne çıkıyor. Doğan, Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği ve Çanakkale halkıyla birlikte, Havran gibi bozulmamış alanlarda altın madenciliği projelerine karşı yürütülen mücadelenin merkezinde yer alıyor ve biyolojik çeşitlilik bölgelerinde madencilik faaliyetlerinin durdurulması için çalışıyor. Süheyla Abla, yapılması halinde Kazdağlarını adeta boğacak 16 kömürlü termik santral projesine karşı, halkı ve Çanakkale’nin doğasını temsilen ilk akla gelen isimlerden biri. Dahası hala bilinçli tüketim, doğal ve geleneksel yaşamı teşvik etmeye zaman bulabiliyor!
Kadınlara, havayı, suyu ve doğayı korumak için gösterdikleri liderlikten dolayı teşekkür borçluyuz. Onların mücadelesi tek bir güne indirgenemez ama bu 8 Mart’ta da, kadın erkek daha iyi bir gelecek için çalışan hepimize ilham olaya devam ediyorlar.
8 Mart 2017’de Cintia Frencia & Daniel Gaido imzası ile Jacobin’de yayınlanan yazıyı Yeşil Gazete ekibinden Özde Çakmak‘ın çevirisi ile paylaşıyoruz
***
En başından beri, Dünya Kadınlar Günü emekçi kadınları kutlamak ve kapitalizmle savaşmak için bir fırsat oldu.
Rusya’ St. Petersburg’da 1917’de gerçekleşen Uluslararası Kadınlar Günü yürüyüşünden
1894 yılında, Clara Zetkin ana akım Alman feminizmini tartışmaya açmak için üç yıl önce kurduğu Sosyal Demokrat kadınlar dergisi Die Gleichheit’ın (Eşitlik) sayfalarında yer aldı. “Burjuvazi feminizmi ile proleter kadınların hareketi,” diye yazdı Zetkin, “özünde birbirinden farklı iki toplumsal harekettir.”
Zetkin’e göre, burjuvazi feministler kapitalizmin varlığını sorgulamadan cinsiyetler arasında ve kendi sınıflarının erkeklerine karşı bir mücadele yoluyla reformlar için bastırdılar. Buna karşın, işçi kadınlar, sınıfa karşı bir sınıf mücadelesiyle ve kendi sınıflarından olan erkeklerle ortak bir kavga içerisinde kapitalizme galip gelmek için çabaladılar.
1900 yılına değin Alman Sosyal Demokratik Partisi’nde (SPD) kadınlar parti kongrelerinin hemen öncesinde yılda iki kez konferans düzenliyorlardı – bunlar proleter kadın hareketinin tüm mühim konularının tartışıldığı konferanslardı. Bu ideolojik ve örgütsel kuvvet Alman Sosyalist işçi kadınlar hareketini Enternasyonal Sosyalist Kadın Hareketi’nin belkemiğine dönüştürdü.
1907 yılında Enternasyonal Sosyalist Kadınlar Konferansı ilk toplantısı için Sttutgart, Almanya’da bir araya gelerek esas talebini “kadınlara mülkiyet yeterlik belgesi (bir kimseye oy hakkı veren belge), vergi, eğitim ya da işçi sınıfı üyelerinin siyasi haklarından yararlanmalarının önüne geçebilecek her türlü engel olmaksızın geniş kapsamlı oy hakkı tanınması” şeklinde ilan etti. Delegeler oy hakkı mücadelesinin “kadın burjuvazi hareketiyle birlikte değil de sosyalist partilerle yakın işbirliği içerisinde” yürütülmesinde ısrar ettiler.
Bir sonraki Enternasyonal Sosyalist Kadınlar Konferansı – üç yıl sonra Kopenhag’da düzenlendi – daveti proleter sınıf mücadelesine yönelik aynı bağlılığı sergiledi: “Tüm sosyalist partiler ile sosyalist kadın örgütlerinin yanısıra sınıf mücadelesi temeline dayanan tüm işçi kadın örgütlerine acilen delegelerini bu konferansa göndermeleri çağrısında bulunuyoruz.”
2. Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı çağrı metni. Konferans adresi ise Kopenhag.
Atlantik’in karşı tarafında iyi karşılandılar. ABD’deki sosyalist işçi kadınlar bir önceki yıl 28 Şubat’ı “Kadınlar Günü” – “düşmanlarımızın ilgisini uyandıran,” diye bildirdi ertesi yıl Kopenhag konferansı, “bir olay” – olarak belirlemişlerdi.
Amerikalı yoldaşlarının izinden giden Alman delege Luise Zietz “Dünya Kadınlar Günü” ilanının her yıl kutlanmasını teklif etti. On yedi ülkeden yüz kadın delege ile birlikte Zetkin de bu teklife destek verdi.
Kadınlar Günü önergesi şöyleydi:
Tüm milletlerden kadınlar sınıf bilinçli siyasi ve kendi ülkelerine ait proleter işçi sendikası örgütleri ile uyumlu olarak kadınların oy kullanma propagandalarını yayması gereken özel bir Kadınlar Günü (Frauentag) düzenlemelidirler. Bu talep kadın sorununun tümü ile bağıntılı olarak, sosyalist anlayışa göre ele alınmalıdır.
Delegeler için “sosyalist anlayış”ı desteklemek sadece kadınların oy kullanma hakkını değil, çalışan kadınlar için toplu sözleşme yasalarını, anneler ve çocuklar için sosyal yardımı, bekar anneler için eşit muameleyi, kreş ve anaokullarının açılmasını, okullarda ücretsiz yemek ve eğitsel faaliyetlerin dağılımı ile uluslararası dayanışmayı teşvik etmek anlamına geliyordu.
Kısaca söylemek gerekirse, Dünya Kadınlar Günü, en başından beri, bir Emekçi Kadınlar Günü idi. Birincil hedefi dünya çapında kadınlara oy hakkı tanınmasını sağlamak olsa da, uzun vadeli amaçları çok daha büyüktü: kapitalizmin alaşağı edilmesi ve sosyalizmin zaferi, işçilerin ücretli köleliği ile kadınların geleneksel köleliğini eğitim ve bakıcılığın sosyalleştirilmesi yoluyla ortadan kaldırmak.
İlk Dünya Emekçi Kadınlar Günü
İlk Dünya Kadınlar Günü 8 Mart’ta değil, 19 Mart 1911’de kutlandı. Tarih Berlin’deki 1848 Devrimi’ni anmak için seçilmişti , 8 Mart’tan önceki gün her yıl “Mart’ın şehit düşmüş kahramanlarına” adanırdı.
Almanya’da, Kadınlar Günü’ne katılımı teşvik eden iki buçuk milyon el ilanı basıldı ve dağıtıldı. Die Gleichheit kendi çağrısını yayımladı: “Yoldaşlar! Emekçi Kadın ve Kızlar! 19 Mart sizin gününüzdür. Sizin hakkınızdır. Talebinizin arkasında Sosyal Demokrasi, örgütlü işgücü durmaktadır. Tüm ülkelerin sosyalist kadınları sizinle dayanışma içerisindedir. 19 Mart zafer gününüz olmalı.”
“Kadınlara Oy Hakkı ile İleri” sloganı atan yarım milyondan fazla kadın – çoğunlukla SPD ve sendikalarda örgütlü ancak buralarla sınırlı olmayan kadınlar – sosyal ve politik eşitlik talep ederek Almanya’da sokaklara çıktı. Yaşamlarını etkileyen meseleleri tartıştıkları “herkese açık politik halk meclisleri” – yalnızca Berlin’de 42 tane vardı – organize ettiler.
Dünya genelinde, emekçi kadınlar kendilerine bir gün ayırdılar. 1911 yılında, Birleşik Devletler, İsviçre, Danimarka ve Avusturya 8 Mart’ı Kadınlar Günü seçti. Fransa, Hollanda, İsveç, Bohemya ve (önemli biçimde) Rusya’daki kadınlar da çok geçmeden kendilerini kutlamaya katılanlar listesine eklediler.
Dünya Kadınlar Günü’nü 8 Mart’ta kutlamak 1914’de dünya çapında bir uygulama olarak yerleşti. İçerisinde siyah giysiler giymiş, kırmızı bayrak sallayan bir kadının olduğu “Kadınlar Günü/8 Mart, 1914 – Kadınların Oy Hakkı ile İleri” sözcükleriyle süslenmiş ünlü bir sembolle bu gün kutlandı. Birinci Dünya Savaşı’na yol açan histeriye yenik düşen Almanya’da polis posterin halka açık yerlerde asılmasını ve dağıtılmasını yasakladı. Dördüncü Uluslararası Kadınlar Günü üç ay sonra patlak verecek olan emperyalist savaşa karşı kitlesel bir eyleme dönüştü.
Üç yıl sonra, Şubat Devrimi Rusya’yı kıskıvrak yakaladığında (Rumi takvimde 23 Şubat, miladi takvimde 8 Mart’tır) 8 Mart yeni bir önem kazanacaktı. Rus işçi kadınlar ayaklanmada başrol oynadılar. Bolşevikler dahil olmak üzere her bir partinin karşı koymasına rağmen Dünya Kadınlar Günü gösterisini Petrograd’ın tüm işçi sınıfını heyecanlandıran ve Rus Devrimini’ne yol açan bir genel greve çevirdiler.
Savaş neye yol açtı
1914 yılının ağustos ayında çıkan savaş, Dünya Kadınlar Hareketi’nin gelişiminde yeni bir dönem başlattı.
İkinci Enternasyonel’in tümü – böylelikle Enternasyonel Sosyalist Kadınlar Hareketi de – şovenizme yenilerek nasyonel çizgilerde bölündü. Almanya’da SDP (ve bağlı olduğu Genel Sendikalar Komisyonu) kritik gösterileri yasaklayarak bir “toplumsal barış” politikası benimsedi. Yasağı delerek Dünya Kadınlar Günü’nü kutlayanlar hükümet ve polisin boyunduruğu altında baskıya uğradı.
1914 Kasımının başlarında, Clara Zetkin ciddi biçimde savaş aleyhinde ve barış için kitle eylemleri lehinde düşüncelerini dile getirdiği “Tüm Ülkelerin Sosyalist Kadınları’na” bir çağrı yayımladı. Emperyalizme bu karşı çıkışın bir parçası olarak, Zetkin Nisan 1915’deki üçüncü ve son Sosyalist Kadınlar Konferansı’nı topladı. (Lenin, eşi Krupskaya ile Lilina Zinoviev’den oluşan Bolşevik heyetine eşlik etti.)
Etraflarındaki emperyalist savaş sürerken, konferans Enternasyonalist slogan “Savaşa savaş”ı çıkardı. Ancak ilkeli militarizm muhalefeti yetersizdi. Almanya’ya döndükten sonra Zetkin yasadışı bir broşür olarak manifestoyu dağıttığı için tutuklandı.
Yılda bir anımsatma
İkinci Alman İmparatorluğu’nun çöküşü ve Kasım 1918’de Almanya’nın dört bir yanında işçi ve asker konseylerinin (Räte) kurulmasının ardından, burjuvazi bir tür demokratik karşı devrim gerçekleştirdi: kadınlara oy hakkı verdiler ama Weimar’da toplanan parlamento ve kurucu meclisi işçi delegelerin sovyetleri ile denkleştirdiler.
Burjuvazinin isteğini yerine getiren Weimar Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı, Sosyal Demokrat lider (ve tarihçi Carl Schorske’nin ifadesiyle, “Sosyal Demokrasi’nin Stalin’i) Friedrich Ebert idi. Onun – ve sendika bürokrasisindekilerin – ellerinde devrimci işçi hareketi tarafından geçici bir talep olarak benimsenen kadınlar için evrensel oy hakkı talebi sosyalist devrim için bir engel haline geldi.
Dünya Kadınlar Günü proleter kadın hareketinin sol kanadından çıktığı için SPD liderliği de 8 Mart’ı kutlamayı bıraktı. Kadınlar için oy hakkının genişletilmesini takiben tatilin hedeflerinin gerçekleştirildiğini ileri sürdüler.
Haklarını yememek lazım, Komünist Parti “Tüm Güç Konseylere! Tüm Güç Sosyalizme! sloganıyla Dünya Kadınlar Günü’nü kutlamaya devam etti. Ve 1921 Haziranında Clara Zetkin buna resmiyet kazandırdı. Clara Zetkin yönetiminde Moskova’da düzenlenen İkinci Enternasyonal Komünist Kadınlar Konferansı gelecekte Dünya Kadınlar Günü’nün 8 Mart’ta dünyanın dört bir yanında kutlanacağını duyurdu.
O tarihten bu yana Dünya Kadınlar Günü kutlamaları dünya genelinde tüm ülkelerde 8 Mart’ta yapılmakta ve emekçi kadınların devrimci potansiyelini yılda bir anımsatmaktadır.
Antalya’nın Alakır Vadisi’nde yaşayan ancak HES şirketi tarafından uzun süredir taciz edilen Tuğba Günal ve Birhan Erkutlu çiftinin köy muhtarı tarafından Kaymakamlığa şikayet edildiği ve çifte dönük taciz ve tehditlerin bu tarihten sonra sıklaştığı ortaya çıktı.
Tuğba Günal- Birhan Erkutlu çifti, 2015 yılında Kuzca Mahalle Muhtarı Ali Okur ve ihtiyar heyeti tarafından “yasadışı faaliyetlerde bulunuyorlar ve ahlaki açıdan çevreyi rahatsız ediyorlar” gerekçesiyle Kumluca Kaymakamlığı’na şikayet edilmiş.
Doğal güzelliğiyle bilinen Alakır Vadisi’nde bir köye 2004 yılında yerleşen Tuğba ve Birhan çifti, 2009 yılından itibaren bölgede yoğunlaşmaya başlayan HES’lere karşı verdikleri mücadeleyle gündeme geldiler. Vadinin korunması için çabalayan çift son olarak Alakır Vadisi’ndeki 72.4 hektar (724.000 m2) alanı kaplayan bölge için ‘kesin korunacak hassas alan’ kararı aldırmış, bu karar Bakanlar Kurulu tarafından tescillenerek yürürlüğe girmişti.
Çiftin HES karşıtı mücadelesi barışçıl ve hukuki zemin üzerinden devam ederken, bu süreçte verdikleri mücadele yüzünden sürekli rahatsız edildiler. Silahla evlerinin önünde havaya ateş edilen, tehdit edilen, son olarak suları kesilen ve evlerinin önüne kamera yerleştirilerek taciz edilen çiftin başına gelenler bununla sınırlı değil.
Saldırıların arkasındaki belge ortaya çıktı
Günal ve Erkutlu ile ilgili ortaya çıkan yeni şikayet belgesi çifte dönük sistematik taciz ve saldırıların başlangıç noktasını oluşturuyor. 2015 yılına kadar herhangi bir taciz ve tehditle karşılaşmayan çifte bu şikayetten sonra dönük başlayan tacizler, çifte göre kendilerine göre saldırıların da miladı.
2015 yılına kadar çifte dönük herhangi bir taciz veya saldırı söz konusu değilken, 2014 yılında muhtar seçilen Okur’un şikayeti sonrasında yaşananlar çiftin hayatını değiştirdi.
‘Ahlaki açıdan çevreyi rahatsız ettikleri…’
Kumluca Kaymakamlığı’na bundan üç yıl önce 2015 yılının 8 Mayıs tarihinde verilen söz konusu şikayet dilekçesinde sonradan mahalle statüsüne geçen Kuzca köyünün muhtarı Ali Okur, İhtiyar Heyeti’nden İsmail Genç, Tahir Sarı, Yücel Kanat ve Arif Ulaş’ın imzaları bulunuyor. Çiftin insanlara hakaret ettikleri, yasadışı faaliyette bulundukları ve ahlaki açıdan çevreyi rahatsız ettikleri yönünde iddiaların yer aldığı belgede şu ifadeler yer alıyor:
“06.05.2015 tarihi itibarı ile Kuzca mahallesi ihtiyar heyeti olarak, tarih öncesi Sinit mevkiinden arazi satın alarak idaremiz dahilinde ikamet etmeye başlayan, sadece adını Birhan olarak bildiğimiz erkekle birlikte kalan birinin ismini Elif olarak bildiğimiz kişi ve kişilerden, defalarca uyarmamıza rağmen kimlik bildiriminde bulunmadıkları, ayrıca çevrelerine yaklaşan tüm insanlara hakaret ettikleri, sanki sevk ve idarelerinde bulunan alanda yasadışı faaliyet içinde oldukları, girip çıkan kişi ve kişilerin güvenlik açısından tehlike arz ettikleri, beraberindeki bayanların ahlaki açıdan çevreyi rahatsız ettikleri, yukarıda bahsi geçen şahısların takip edilmesi hususunu arz ederim.”
Kuzca muhtarı Ali Okur tarafından 8 Mayıs 2015’de Kumluca Kaymakamlığı’na verilen şikayet dilekçesi
Muhtarın şikayeti saldırıların miladı
Yeşil Gazete olarak görüştüğümüz çift, “Bu şikayet dilekçesinden sonra mı saldırılar başladı” şeklindeki sorumuza “Evet kesinlikle. Bir milat gibiydi. Ondan sonra bize karşı tehdit ve taciz olayları başladı.” cevabını vererek sözlerine şöyle devam ediyor: “Sonuçta köy yerinde muhtar devletin temsilcisi. Onun dedikleri birçok kişiyi etkiliyor. Halihazırda bize karşı şiddet uygulamak isteyen şahısların hem önünü açtı hem de onların bu şiddet olaylarından alabilecekleri cezalardan kurtulacakları rahatlığını verdi.”
Çifte dönük kara propaganda: Terörist ve ateist
Çift, muhtarın şikayet dilekçesiyle kalmadığına aynı zamanda kendilerine dönük son zamanlarda iktidar çevrelerinde muhaliflere dönük olarak dile getirilen “terörist” ve “ateist” suçlamalarını yönelttiğine ve halkı kendilerine karşı kışkırttığına dikkat çekerek, muhtarın bu söylemlerinin bundan faydalanmak isteyen karanlık kişilere eylem ortamı sunduğuna işaret ediyorlar. Tuğba ve Birhan çifti, bu taciz ve tehditlere karşı savcılığın üç senedir hiçbir şey yapmadığını ve bu nedenle taciz olaylarının halen devam ettiğini dile getiriyor.
HES firmasıyla yakın ilişkiler iddiası
Kendilerine dönük şikayet dilekçesinde dile getirilen suçlamaları reddeden çift, muhtarın HES firmasıyla ilişkilerine dikkat çekiyor:
“Kimliklerini istedik vermediler” de yalan. Daha ilk Alakır’a 2004’te yerleştiğimizde zaten kimlik bilgilerimizi hem o zamanın muhtarına hem de jandarmaya verdik. Hatta köyde oy bile kullanmıştık. Bu muhtar son yerel seçimlerle gelen muhtar. Gelir gelmez bizimle uğraşmaya başladı. HES’çilerle arası çok iyi. HES’çilerin onu destekleyip propaganda yaparak seçtirdiği dedikodusu bile vardı.”
‘Ne kaymakamlığın ne de muhtarlığın takip gibi bir görevi var’
Antalya Barosu avukatlarından Tuncay Koç da çifte dönük şikayet dilekçesini hukuki olarak değerlendirerek şunları söyledi:
“Halkı kin ve düşmanlığa sevk, iftira, görevi suistimal gibi suçlarla Birhan ve Tuğba suç duyurusunda bulunmuş. Muhtarlığın Kaymakamlık’tan bu kişilerin takip edilmesi gibi bir talebi olamaz. Hukuki değil. Kaymakamlığın da muhtarlığın da ‘takip’ gibi bir görevi bulunmamaktadır.”
Muhtar “ısmarlama” dilekçe hazırlamış
“Bu dilekçeden sonra saldırı ve tacizlerin artması tabii dikkate alınması gereken bir nedendir” diyen Koç, dilekçedeki çelişkilere dikkat çekti: “Muhtarlığın dilekçesinde açıkça Tuğba ve Birhan’a taciz ve iftira var. “Ahlaki açıdan çevrenin rahatsız edilmesi” nedir? Ya ortada bir suç ya da kabahat vardır ya da yoktur. Ahlaki açıdan çevrenin rahatsız olması diye bir kavram yoktur. Çevreyi rahatsız etmek vardır. Ya da müstehcenlik, fuhuş gibi suçlar vardır.”
Koç, muhtar ve ihtiyar heyetinin açıkça “ısmarlama” bir dilekçe yazdıklarını ifade etti.
Şikâyet dilekçesinin altında imzası bulunan Kuzca Mahalle Muhtarı Ali Okur ile de görüştük. Okur, çifte dönük şikâyet için “Ben buranın muhtarıyım. Şikâyet derken biz bunlar hakkında usulsüzlük yapıyorlar demedik. Şu olumsuzluk var demedik. Komşularla birbirlerini şikâyet ettiler,” dedi.
Kumluca Kaymakamlığı’nın kendilerine daha önce “köyünüzde ikametgâhsız oturan kişiler varsa 3 gün içinde bildirmeniz gerekir” şeklinde bir talimat verdiğini belirten Okur, “Biz de Tuğba ve Birhan’ın ikametgâhsız oturduğuna yönelik bildirimi yaptık” ifadelerini kullandı.
‘Köylüye selam vermiyorlar’
Şikâyet gerekçesini sorduğumuz Okur, çiftin mahallelilerle, köylülerle kapıştığını, köylülere selam vermediğini iddia ederek “Köylülerimizi rahatsız ediyorlardı. Kötü bir şey demedik. Benim köyümde oturuyorlar, ben de muhtarım benimle selamlaşsalardı olmaz mıydı? Bizim kötü bir amacımız yok. Selamlaşsın, sabahlaşsınlar, böyle daha güzel olmaz mı?” diye konuştu.
Çiftle ilgili “ahlaki açıdan çevreyi rahatsız ettikleri ve “yasadışı faaliyetlerde bulundukları” yönünde dilekçede yer alan ifadeleri neden kullandıkları ve, şikâyetin HES ile ilgisi olup olmadığı yönündeki sorumuza Muhtar Okur, “Yok öyle bir şey demedik. Köyümüzü savunmak doğal hakkımızdır. Bu Kuzca’yı onlar mı korudu? Şimdiye kadar biz koruduk. Kuzca’nın bir tarihi var. HES devletin sorunu o beni bağlamıyor,” şeklinde cevap verdi.
Çiftin söylediklerini doğrulayan taciz ve tehditler de şikâyet dilekçesinden tam olarak 3 ay sonra başlamış.
İlk taciz şikâyetten 3 ay sonra 4 Ağustos’ta
Çifte dönük tacizler 4 Ağustos 2015 tarihinde gece yarısından sonra motosikletli bir şahısın yoldan geçerken çiftin kapısının önünde durup havaya ateş ederek silahının şarjörünü boşaltması ve hızla uzaklaşmasıyla başlamıştı.
Bu tacize yönelik suç duyurusu takipsizlikle sonuçlanmıştı.
Sonra sırasıyla çifte dönük şu taciz, tehdit ve baskılar yaşandı:
11 Ağustos 2015
Metamar şirketine ait Kürce HES’in şantiye şefi Ali Süzen’in kışkırtmasıyla HES bekçisi Şaban Akkay çiftin komşusu Elif’e gelip “Söyle o Birhan’a ayağını denk alsın! Yoksa kolunu bacağını kırarız onun!” diyerek tehdit etti.
Savcılık soruşturması sonucunda açılan mahkeme bekçiye 5 ay hapis cezası verdi.
Eylül 2015
Antalya ÇED müdürü İbrahim Özçelik kendisine sosyal medya üzerinden hakaret ettiği iddiası ile Tuğba Günal hakkında suç duyurusunda bulundu.
7 Eylül 2016
Söğütcuması’nda otobüsten inip çifte doğru yürümekte olan Güney Akgül’ün yanına yaklaşan araçtaki şahıs silahını gösterip “Satanistlerin (çifti kast ediyor) yanına mı gidiyorsun! Bin arabaya!” diyerek hem silahla tehdit edip hem de zorla kaçırmaya çalıştı.
Benzer olayları yapan kişinin arabası ve eşkâline uymaktaydı. Bu olaydan sonra da savcılık takipsizlik kararı verdi.
21 Eylül 2017
Metamar şirketine ait Kürce HES’in şantiye şefi Ali Süzen’in çiftin evinin yanında aldığı araziden gün içinde havaya bir kaç el silah sıkıldı. Olay jandarmaya bildirildi. Gece yarısından sonra ise bu sefer direkt çifte doğru yoldan geçen bir arabadan iki el silah sıkıldı. Tekrar jandarma arandı. Çiftin ifadesi alındı. Kovan arandı ancak bulunamadı.
Eylül 2017’deki olay takipsizlikle sonuçlandı.
14 Ekim 2017
Yıllardır Alakır Nehrini HES şirketlerine karşı korumaya çalışan yaşam savunucusu çiftin su aldıkları kaynak HES şirketi tarafından kesildi.
30 Ekim 2017
Metamar şirketine ait Kürce HES’in şantiye şefi Ali Süzen’in alıp sonra şirket sahibi Hasan Tığlı’nın başka bir şirketi olan Orhuntaş Mermer şirketine devrettiği çiftin bitişindeki arazinin tellerini “Tuğba ile Birhan’ın yatırarak zarar verdiği” iddiasıyla HES bekçisi Şaban Akkay’ın görgü tanıklığı ile suç duyurusunda bulunuldu.
18 Aralık 2017
Tuğba Günal- Birhan Erkutlu çiftinin yaşadığı alana giden su kaynağını engelleyen HES şirketi, iki ayı aşkın süreden bu yana 200 metre uzaktaki nehirden taşıma suyla hayat mücadelesi veren çiftin arazisinin giriş kapısı önüne dört kamera yerleştirdi.
Çiftin muhtar için yaptığı “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik”, “İftira” ve “Görevi suistimal” suç duyurusundan halen bir sonuç çıkmış değil.
Orman ve Su İşleri Bakanlığı‘nın İzmir ve Manisa Valiliklerine gönderdiği “Sular kirlendi. Gediz Havzası’nda yeni jeotermal ve maden ruhsatı vermeyin” yazısı ile ilgili Evrensel gazetesinin haberi TBMM’ye taşındı.
CHP İzmir Milletvekili Murat BakanEnerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak‘ın yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi.
Bakanlık çalışmasının ortaya çıkardığı gerçek
Soru önergesinde Gediz Havzası’ndaki yeraltı sularında Orman ve Su İşleri Bakanlığı Su Yönetimi Genel Müdürlüğü tarafından yapılan çalışmalarda jeotermal ve madencilik faaliyetlerinin yoğun olduğu alanlarda yeraltı sularının kirlendiğinin tespit edildiğini aktaran Murat Bakan, bu alanlarda arsenik başta olmak üzere metal ve yarı metal oranlarının içme/kullanma sularında limitlerin çok üstünde olduğunun ortaya çıktığını ifade etti.
300 kat fazla arsenik
Bakanlığı bu çalışma sonrası İzmir ve Manisa Valiliklerine gönderdiği yazıda, jeotermal faaliyetlerinin artmasının havzada yeraltı sularının kalitesi üzerinde olumsuz etki yaptığını vurgulayarak yeni jeotermal ve maden ruhsatı verilmemesini istediğini dile getiren Murat Bakan, “ölçüm yapılan yerlerdeki yeraltı sularında tespit edilen arsenik oranı içme suyu kriterlerine göre 300 kat, “aşılmaması gereken doğal arka plan” olarak belirtilen değerin ise 75 katından fazla olduğu anlamına gelmektedir” dedi.
Jeotermal ve madencilik faaliyetlerine son verilecek mi?
Yazıda, Manisa ili içme suyunun tamamının, İzmir’in ise yüzde 40’ının Gediz Havzası’ndaki yeraltı sularından temin edildiğine dikkat çekildiğine vurgu yapan Bakan, şu soruların yazılı olarak yanıtlanmasını istedi:
1-) Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından İzmir ve Manisa valiliklerine gönderilen yazıya ve yazıda belirtilen gerekçelere istinaden Gediz Havzasındaki jeotermal ve madencilik faaliyetlerine son verilecek midir?
2-) Bu bölgede jeotermal ve madencilik faaliyetleri için bundan böyle ruhsat verilmemesi hususunda Bakanlığınızın tavrı nasıl olacaktır?
Plan ve Bütçe Komisyonunda 22 Şubat günü torba yasanın kabul edilmesini izleyen süreçte nükleer santrallerin vergiden muaf kalması için de düzenlemeler görüşülürken, Akkuyu NGS’nin kurulmasının önündeki hukuki süreçte karşılaşılan pürüzlerin de giderilmesine çalışılıyor. Nitekim Akkuyu NGS ‘Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Olumlu’ kararı hakkında açılmış 13 ayrı iptal davasını değerlendiren Danıştay 7 Mart 2018 tarihinde(dün) ret kararını açıkladı.
Akkuyu NGS sahası
Akkuyu NGS için Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından verilen kararının iptaline yönelik 13 ayrı sivil toplum kuruluşu tarafından davalar açılmış , bu dava sürecinde 11 Temmuz 2016 ve 5 Aralık 2016 tarihlerinde Bilirkişi İncelemeleri gerçekleştirilmişti. Nihai rapor un 2017 yılının mart ayında kamuoyuyla paylaşılmasından sonra 22 kasım 2017 tarihinde gerçekleştirilen nihai ÇED iptal davasının sonucunun açıklanması ise 2 ay gecikmiş durumdaydı. Ancak Akkuyu NGS ÇED iptal davasının sonucu nükleer santral karşıtları ve davacılar açısından şaşırtıcı olmadı zira ÇED iptal davası da, Cumhurbaşkanı’nın Akkuyu NGS’nin kurulmasının engellenemeyeceği yönündeki beyanının gölgesinde gerçekleşmişti.
ÇED iptal davası ret, eksiklikler kabul!
Yine de karar metni üzerinden ÇED İptal davasının ret olması yönünde hüküm veren 14. Danıştayın davayı hangi gerekçelerle reddettiğini anlamak çok kolay değil çünkü eksiklikler kabul edilmesine rağmen açılan davalar reddedilmiş bulunuyor.
Örneğin Danıştay, davaların reddi açıklanırken Akkuyu NGS için hazırlanan ÇED Raporu’ndaki eksikliklerin Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK)’e sunulacak bir raporda kapsama alınacağını da belirtmiş. Bu şekilde Danıştay, davaya konu olan iddianamelerin doğruluğunu ve geçerliliğini esasen kabul etmiş oluyor.
Olumsuz etkiler peşinen kabul!
Diğer taraftan karar metninde Danıştayın şu cümlesi çevreye verilecek olumsuz etkilerin peşinen kabul edildiğini gösterir şekilde dikkat çekiyor:
“ÇED raporunda bazı eksiklikler tespit edilmiş ise de, bu eksikliklerin raporu sakatlamayacağı ve projenin uygulanmasına engel teşkil etmediği, söz konusu raporda, dava konusu projenin çevreye olabilecek olumsuz etkilerinin kapsamlı bir şekilde incelendiği, çevreye olabilecek olumsuz etkilerin giderilmesi için gerekli ve yeterli önlemlerin alındığı ve raporun, alınması öngörülen önlemlerle birlikte ilgili mevzuata ve bilimsel esaslara göre kabul edilebilir düzeylerde olduğu, görüşüne yer verilmiştir.”
Ön Güvenlik Analizi Raporu (ÖGAR) geliyor!
Ayrıca Akkuyu NGS için emniyet ve usuller bakımından sorunlu bulunan ve dava konusu olan eksikliklerin ise ilk defa adını duyduğumuz Ön Güvenlik Analizi Raporu aşamasında dikkate alınacağı ifade edilmiş, karar metninde yer alan şu açıklamayı okuyoruz :
“...proje uygulaması sırasında alınacak tedbirlerin santralin güvenli işletimi için uluslarası nükleer güvenlik, nükleer güvence denetimi ve nükleer emniyet usul ve uygulamalarındaki kriterlere uygun olduğu, eksiklik olarak belirtilen hususların Ön Güvenlik Analizi Raporu (ÖGAR) aşamasında yer alması gereken hususlar olduğu belirtilmiş…”
Danıştayın karar metnini okurken 22 Kasımda nihai dava görülürken davacıların yaptığı değerlendirmeleri ise anımsamamak mümkün değil. HDP Milletvekili Ertuğrul Kürkçü göre bu ÇED iptal edilmezse, durum Danıştayın da siyasi iktidar tarafından ele geçirilmiş olduğu şeklinde okunabilir derken ; bir gün önce Rosatom yetkilisinin ÇED iptal davasının devam ediyor olmasına rağmen Akkuyu NGS ‘nin inşaatına nisanda başlanabileceğini söylediğini gazete manşetlerinde görmek Prof.Dr Beyza Üstün’ün “Akkuyu NGS siyasi iktidarın diplomatik ilişkileri çerçevesinde verdiği sözdür!” değerlendirmesini anımsatıyor. Esasen, Akkuyu NGS için inşaat lisansının 2018 yılının sonunda alınacağı 2017 kasım ayında da manşetlerde yer almıştı. Dava süreci devam ederken bu tür beyanatlarda bulunulabilmesi ise maalesef son yazımıza başlığını veren Mersin Milletvekili Prof. Dr Aytuğ Atıcı’nın sözleirni bir kez daha haklı çıkarıyor :” Bu dava siyasidir!”
Şüphesiz davanın iptali de dava sürecinin bir parçası ama davanın niteliğine vurgu yapmak amacıyla bu yazımıza da “Akkuyu NGS ÇED iptal davasının reddi de siyasidir!” başlığını veriyoruz.
Akkuyu ÇED iptal davasının müdahil avukatlarının değerlendirmelerine göre ise bu durumda başvurulabilecek tek yol temyize gitmek.
Hukuki usulen de tarışmalı olan Akkuyu ÇED iptal davası hakkındaki detayları okuyabileceğiniz haberimizi aşağıda paylaşıyoruz.
Adana’da kadınlar, İranlı kadınların zorunlu başörtüsüne karşı başlattıkları eylemine destek vermek amacıyla “Beyaz Çarşamba” eylemi gerçekleştirdi.
Adana’nın Çukurova ilçesindeki kadınlar İranlı kadınların zorunlu başörtüsüne karşı başlattığı eyleme destek vermek için Kenan Evren Semt Pazarı’nda bir araya geldi.
İranlı kadınlarla dayanışmak için ‘Beyaz Çarşamba’ eylemi düzenleyen kadınlar, ellerindeki beyaz bayrakları ‘İsyan İsyan’ sloganı eşliğinde salladı.
Kadınlar ayrıca yarın Uğur Mumcu Meydanı’nda yapılacak olan kadın mitingine katılım çağrısında bulunup, kadınlara bildiri dağıttı.
İran’da geçtiğimiz Aralık ayında ekonomik taleplerle başlayan hükümet karşıtı eylemlerde kıyafet kanunları da protesto edilmişti.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), Fransa ve İngiltere’nin talebi üzerine Suriye’de şu ana kadar uygulanamayan 30 günlük ateşkesi görüşmek üzere dün acil olarak toplandı.
Basına kapalı yapılan toplantıya BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura da video konferans aracılığıyla katıldı.
Konsey Rusya destekli Suriye rejim güçlerinin kuşatması altındaki Doğu Guta’da ateşkes çağrısına uyulmasını talep etti.
Doğu Guta’daki insani koşulların kötüleştiğine dikkat çekildi.
Güvenlik Konseyi’nin başkanlığını yürüten Hollanda’nın BM nezdindeki temsilcisi Karel van Oosterom, üç saatlik toplantının ardından yaptığı açıklamada, Konsey üyelerinin “insani durumdan dolayı endişeli olduğunu” aktardı. Van Oosterom ayrıca üyelerin ateşkesin uygulanması çağrısını yinelediklerini kaydetti.
Toplantı sırasında BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura ile video konferans aracılığıyla görüşen BMGK üyeleri, Mistura’nın Rusya ile Doğu Guta’daki muhalif silahlı gruplar arasında bir anlaşma yapılması için destek olabileceğini belirtti.
Hollandalı temsilci van Oosterom, şiddeti durdurmak için muhalif savaşçıların bölgeden ayrılması yönündeki girişimine BMGK tarafından güçlü bir şekilde destek verildiğini sözlerine ekledi.
Yardım koridoru
BMGK üyeleri ayrıca Doğu Guta’daki Duma kasabasına Pazartesi gününden beri ulaşamayan yardım konvoyunun yola çıkabilmesi için oluşturulacak koridoru da ele aldı.
Şam yönetiminin bölgeye gitmesine onay verdiği 46 kamyonluk yardımı konvoyundaki gıdanın neredeyse yarısı henüz ihtiyaç sahiplerine ulaşmazken BM kaynaklarına göre tıbbi malzemenin çoğuna da Suriyeli yetkililer tarafından el konuldu.
BM Genel Sekreteri Antono Guterres Salı günü konvoyun bölgeye güvenli bir şekilde ulaşması için çağrıda bulunmuştu.
“Girişimler yetersiz”
Toplantı öncesi basın mensupları ile bir araya gelen ve 24 Şubat’ta kararı alınan 30 günlük ateşkesin mimarlarından İsveç’in BM Büyükelçisi Olof Skoog, şiddete ara verilmesi konusunda girişimlerin tamamen yetersiz olduğunu kaydetti.
Skoog “Şu ana kadar ateşkes kararının uygulanabilmesi için sadece Suriyeli yetkililerden çok düşük düzeyde işaretler gördük ve bu durumdan dolayı çok ama çok büyük bir hayal kırıklığı içerisindeyiz” ifadesini kullandı.
BM Güvenlik Konseyi, Rusya’nın da onayıyla 24 Şubat’ta Suriye’ye insani yardımların ulaştırılabilmesi ve Doğu Guta’daki hasta ve yaralıların tahliyesi için 30 günlük ateşkes kararı almıştı.
Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi raporuna göre Doğu Guta’da 18 Şubat’tan beri şiddetlenen çatışmalarda hayatını kaybeden sivillerin sayısı 177’si çocuk olmak üzere 800’ü geçti.
Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Yüksek Komiserliği tarafından hazırlanan yıllık insan hakları raporu Cenevre’deki bir basın toplantısıyla açıklandı. Raporda 50’dan fazla ülkede insan haklarının tehdit altında olduğu ve şiddet kullanılarak ihlal edildiği belirtilirken Türkiye, Suriye ve AB ile ilgili bölümler dikkat çekti.
Raporda “tehlikeli özellikleri” olan politikacıların sorumlu olduğunu ifade eden BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri el-Hüseyin, bu politikacıları “siyasi emelleri uğruna fesat ve hoşgörüsüzlük tohumları eken, insanlıktan uzak, dar görüştü, otoriter ve pişkin politikacılar” şeklinde tanımladı.
Türkiye : Kötüleşme devam ediyor
Türkiye’de temel haklara saygıda kötüleşmeye devam ettiğine işaret edilen raporda Türkiye’nin Afrin’de başlattığı operasyonun sivil halkı tehdit ettiği vurgulandı.
El Hüseyin’in açıklamasında şöyle denildi:
“BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, çok sayıda kişinin keyfi olarak işten çıkarıldığı, sivil toplum örgütlerinin keyfi olarak kapatıldığı, keyfi olarak gözaltına alınanların terör örgütleriyle bağlantılı genel suçlamalarla tutuklandığı, gözaltında işkence yapıldığı, ifade özgürlüğü ve dolaşım özgürlüğünün kısıtlandığı, özel mülkiyete keyfi olarak el konduğu ve suç işlediğinden şüphelenilen kişilerin ailelerinin topluca hedef alındığına dair güvenilir bilgilere ulaştı.”
Türkiye’deki OHAL koşulları altındaki insan haklarının durumu ile ilgili yakında daha ayrıntılı bir rapor açıklanacağı da belirtildi.
Suriye : Yeni bir dehşet evresi
Açıklamada, Suriye’nin İdlib eyeletinde artan şiddet olaylarının iki milyon kişiyi tehlike altına soktuğu kaydedilerek”Suriye’deki çatışma yeni bir dehşet evresine girdi” dendi.
Suriye’de 2017 yılında binden fazla hava ve kara saldırısı gerçekleştiği, ayrıca çatışmanın bütün tarafları – hükümet güçleri, hükümet yanlısı milisler, uluslararası aktörler ve silahlı muhalif gruplar- tarafından, insan hakları ihlallerinin gerçekleştirildiği belirtildi.
Zeyd Raad el-Hüseyin, Suriye’deki çatışma ortamını “kıyamet”e benzetti: “Bu ay, Genel Sekreter’in ifadesiyle Doğu Guta yeryüzündeki cehennem. Önümüzdeki ay insanların kıyametle karşı karşıya kaldığı başka bir yer olacak. Bazı yabancı destekçilerinin arka çıkmasıyla hükümetteki kişilerce amaçlanan, planlanan ve uygulanan bir kıyamet.”
El-Hüseyin bu “felaket”in tersine çevrilmesi çağrısı yaparak Suriye’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşınması gerektiğini söyledi.
AB’nin göçmen politikasına eleştiri
Birçok Avrupa Birliği ülkesinin mülteci politikasını da eleştiren Zeyd Raad el-Hüseyin, göçmenlerin Akdeniz’i geçmesini önlemeye çalışılmasının sorgulanması gerektiğini ve mültecilerin, kendilerini işkence ve şiddetin beklediği Libya’ya gönderilmesinin doğru olmadığını söyledi. Avrupa Birliği’nin tutumunun kaygı verici olduğunu ifade eden BM İnsan Hakları Yüksek Komiseri, her üç AB ülkesinden ikisinde mülteciler konusunda radikal görüşleri benimsemiş siyasi partilerin temsil edildiğini belirtti.
Zeyd Raad el-Hüseyin, “ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve nefret kışkırtıcılığının bazı ülkelerde siyasi manzaraya hâkim olduğunu” belirtirken İtalya’daki genel seçim kampanyasını buna örnek gösterdi. Zeyd Raad el-Hüseyin, Avusturya’yı kaçak göçmenleri suçlu gibi göstermeye çalışmakla ve entegrasyon ve vatandaşlığa almada göçmenlere son derece kısıtlayıcı davranmakla suçladı.
ve Dünya
Zeyd Raad el-Hüseyin, ABD’nin Meksika sınırında yakalanan kaçak göçmenleri çocuklarıyla birlikte tutuklamasını da eleştirdi.
Libya, Yemen, Filipinler ve Myanmar’da da insan haklarının ihlal edildiğini ve Myanmar’daki etnik temizliğin devam ettiğine dair işaretlerin bulunduğunu belirten BM yetkilisi, Myanmar hükümetinin Müslüman azınlığın köylerini ve toplu mezarlarını buldozerlerle düzlemeye çalıştığını ve bunun insanlığa karşı işlenen suçları örtbas etme teşebbüsü olduğunu söyledi.
KONDA’nın kadınlar hakkında yaptığı araştırma, 8 Mart arefesinde yayınlandı. Araştırmanın başlığı “Kendi Akvaryumunun Dışındaki Kadınlar”. Ancak sonuçlar, Türkiye’de kadınların büyük bölümünün bir akvaryumda yaşadıklarını, bu akvaryumun da ‘kendi’lerine ait olmaktan hayli uzak olduğunu ortaya koyuyor.
Buna göre 14 yaş üstü 19-20 milyon kadın, “evde oturuyor”. Gerçi, “oturuyor” denmesine itirazım var. Çünkü en başta kadınların, ev kadınlığını gözardı edilen bir “iş” ve emeğin hep karşılıksız kaldığı bir alan olarak değerlendirmesine neden oluyor.
“Evde oturmak” çalışmamak veya eğitim hayatından kopmak anlamında kullanılıyorsa da doğru bir tanım değil. Küçük yaştan itibaren kız çocukları, kardeş ve yaşlı bakımından temizliğe, yemekten alışverişe bir hanenin tüm istenmeyen, iş sayılmayan yüklerini taşıyor. Bunlar, işten sayılmıyor çünkü kadının “doğal” işi diye ta küçücükten itibaren kafasına kakılıyor.
Kadınlara “Haftasonları ne yapıyorsun” diye sorulduğunda yüzde 66’sının “Hiçbir şey yapmıyorum” cevabını vermesinin ardında da bu anlayış var: Yaptığı işi işten saymıyor, sosyal bir hayatı yok. Oysa milyonlarca kadının arasında, bön bön duvarlara bakarak vakit geçirecek lükse sahip olanlar azınlıkta.
ÇALIŞMAYAN KADIN TÜRKİYE’NİN KAYBI
Milyonlarca kadının iş gücü ve eğitim hayatının dışında kalmasına gelince… Sadece kadınlar adına değil, Türkiye için de büyük bir kayıp, bir trajedi.
Düşünsenize, nüfusun dörtte biri, sırf cinsiyeti nedeniyle atıl varlık konumunda. Kadının; doğurmak, yaşlı ve çocuk bakımını üstlenmek, temizlik ve yemek yapmaktan başka bir işle uğraşmaması, tabiri caizse “akvaryumda yaşaması” için elden ne gelirse yapıldı, yapılıyor. İktidarın “aile” ve “eğitim” politikalarının kız çocuklarını nasıl cehalete sürüklediği, zorla ve erken yaşta evlilikleri arttırdığı… Şiddet ve istismar olaylarına etkisini… “Kadınla erkek eşit değildir” söyleminin topluma zarar verdiğini, yıllardır anlatmaya çalışıyoruz.
Kaldı ki kadını eve kapatma çabası, muhafazakar politikalarla uyumlu gözükse de “gelişeceğiz, büyüyeceğiz” iddiasıyla fena halde çelişiyor. Hem kadınlar okumayacak, çalışmayacak, hem o ülke gelişmiş, refaha ermiş olacak, öyle mi? İstediğiniz kaynağa, araştırmaya bakın: Kadınlar, çalışma hayatına daha çok ve eşit şartlarda katıldıkça o ülkenin refah seviyesi de yükseliyor. Tabii, doğal kaynak zengini, kadınıyla erkeğiyle çalışmayan, üretmeyen toplumlardan bahsetmiyoruz.
Kadınlar için çalışma hayatının kolaylaştırılması, teşvik edilmesi korkulduğu gibi aileyi köklerinden sarsmıyor. Köklerinden sarsılan cinsiyet rolleri, asıl korkulan da bu zaten: İktidarı kadınlarla paylaşmak, birlikte yönetmek…
ASIL ZOR OLAN YEMİN NE ZAMAN ATILACAĞINI BEKLEMEK
Şimdi sözüm –ulaşamayacağımı bildiğim halde– akvaryumda yaşayan kadınlara. Ulaşamayacak, çünkü pek çoğunuz eğitim hayatından koparıldığınız için okumuyorsunuz. Hele bizim gibi internette yazıp çizenlere nasıl ulaşacaksınız? En büyük eğlenceniz televizyon, diziler… Bunun için kimsenin sizi küçümseme, eleştirme hakkı yok.
Biliyorum, pek çoğunuz başınıza gelecek en iyi şeyin, “iyi bir koca” bulup aile kurmak olduğuna inanıyor. Babanın hükmünden kocanın hükmüne geçmeye öylesine inandırılmışınız ki çoğunuz, kadının daha fazla para kazanmasının “ailede sorun” olacağını düşünüyorsunuz.
Biliyorum, aranızda evlenip aile kuranların çoğunun hayalleri tuzla buz oldu. Peş peşe çocuk sahibi olurken yılların nasıl geçtiğini bile anlamadınız. “Acaba başka bir hayatım olabilir miydi” sorusunu bile sormaktan vazgeçtiniz, çünkü kendi kendinize varolabilme gücünü bulamadınız. Kendinizi zayıf, beceriksiz, eksik hissettiniz.
Biliyorum, dışarıdaki hayat korkutucu, ne de olsa hala erkeklerin yönetiminde. İstismardan ayrımcılığa, cinsinizin başına nelerin geldiği ballandıra ballandıra anlatılıyor. Hal böyleyken akvaryumdan çıkmaya, dışarıda nefes almaya kalkmak bile delilik gibi geliyor. “Güvenli” olan, dışarıdan yemi atılan o küçük kavanozdan çıkmamak gibi geliyor…
Dışarıdaki dünyada yaşayan, çalışan, çocuk büyütmüş olan ve kendi parasını kazanan bir kadın olarak size diyebileceğim şu: Evet, çok zor ama hiç de imkansız değil. Milyonlarca kadın, okumak, çalışmak için mücadele veriyor ve başarabiliyor.
Bence asıl zor olan, o akvaryumdan çıkmayıp yemin ne zaman atılacağını, ne zaman suyun değişeceğini bekleyeduran bir balık olmak. Nefes alıp verebilmenize bile bir başka insanın karar vermesi. “Hiçbir şey” yapmadan yaşadığınıza inandırılmanız.
Keşke kendi oturduğunuz semtte, çalışan, okuyan kadınlarla tanışabilseniz, konuşabilseniz. Keşke bugün, bir 8 Mart etkinliğine katılabilseniz. Aslında o kadar da farklı olmadığımızı, benzer dertleri paylaştığımızı göreceksiniz.
8 Mart gönülden kutlu olsun. Çiçek veya akvaryum yemi değil, hayatınızı isteyin. Bu güç hepimizde var.
Kadını aradığınızda onu bu toplumun güvenli olarak belirlediği dar bir alanda elinizle koymuş gibi bulursunuz.
Kadın buralarda öyle fazla uzağa gidemez, geniş bir hayat hayal edemez…
Yukarı çıkamaz, derine inemez.
İpi kısadır.
Ya mutfakta soğanların ve patateslerin hemen yanındadır ve patlıcan kızartmakta, fasulye ayıklamakta, turşu kurmaktadır;
Ya da tencerelerin, tavaların, tabakların, bardakların, yıkanmış, yıkanmamış bulaşıkların arasında bir ileri bir geri sallanmaktadır.
Zaman zaman pencereden dışarı bakmaktadır ve çatalların ve bıçakların sivrisi hep kalbine kalbine saplanmaktadır.
Olmadı, çamaşır makinesinin dibinde, kirli yığınının altında, ütü masası kadar dar bir alanda iki büklüm yatmaktadır.
Karnında bir sancı, kasıklarında bir akrep, onu kadınlığından sokmaktadır.
Evden ancak bakkala, manava kadar uzaklaşır; bazen berbere gider, bazen ağdaya, bazen komşuya, bazen sinemaya.
Gider… gider… gider…
Ve nihayetinde hep onun için belirlenen o güvensiz yere, kapalı kapıların çekili perdelerin arkasında, ona öğretildiği gibi güven içinde yaşamaya döner.
Tertemiz evlerde kirli düşlerle, kimseyi üzmeden ve namusuna leke değdirmeden, kadınlığın tedirginliğinde sadece izin verilen ölçülerde var olmaya devam eder.
İlk kanamasında bir tokatla kendine getirilir, son kanamasında sosyal hayatın kimsesizler mezarlığına gömülür.
Onaylanmayan aşkları tadamayacağına, gemileri yakamayacağına, farklı davranamayacağına, tabulara kafa tutamayacağına ikna edildiğinden;
Fikirleri dolaptaki kıyafetlerin ölçülü kısalığına, yakaların temkinli açıklığına kilitlidir.
Hedeflerine erkeğin izin verdiği uzaklıkta durur.
En çok topuklu ayakkabıları kadar yükselebilir yerden.
En çok, ailesinin haysiyetine zeval getirmeyecek kadar genişler fikren.
Sadece kendi içinde delirirse iner derine.
Kutsal aile ile kutsal toplumun hedefindedir ve yapma denileni yaptığı anda hayatı artık tehlikededir.
Bir erkeğin bir kadını öldürmesi, aile mahkemeleri kurulup kadınların intihara sürüklenmesi, evden kaçan kızların illa kötü yola düşmesi o yüzden bu coğrafyada kimseyi şaşırtmaz.
Yoldan çıkan kadının başına her türlü felaket gelir.
Yasaları korkunç bir eril yargıya göre düzenleyen ve kadınlığı bir varoluş hatası olarak gören kültürlerin tehdidindeki varlığı lanetlidir.
Onu ne doğurganlığı kurtarabilir bu lanetten ne de kadim kültürlerde taşıdığı değerler.
Kadının yeri neresidir diye tartışırken bile, o yer erkeğe göre belirlenir.
Kadını cennetle cehennem arasındaki bir Araf’ta, bir lekeleyip bir melekleştiren şizofren kültür onun erkeğin altında mı, yanında mı yoksa üstünde mi olduğunu tartışadursun…
Medeni bir erkek milyonların gözü önünde “Kadın kendi istikbalini bir adamın vicdanına, aşkına, samimiyetine, günün sonunda bir gün aklının karışmasına yanılgılarına bırakmamalı” diyerek “medeni” bir kadını kadın erkek eşitliğine ikna etmeye çalışıyorsa…
Ve o “medeni” kadın, erkeğin bu endişeli uğraşına “Ama..” diye başlayan ve erkeğin kadına üstünlüğünü savunan cümlelerle cevap vermekte ısrar ediyorsa…
Bu topraklarda kadının yeri bellidir.
O yer daha uzun süre cehennemin dibidir.