Suudi Arabistan’da 35 yıl sonra ilk defa 18 Nisan tarihinde bir sinema salonu açılıyor.
Suudi Arabistan’ın AMC Sinemaları ile yaptığı anlaşmaya göre önümüzdeki 5 yıl içinde toplamda 40 sinema salonu açılacak.
Açılacak bu yeni sinema salonlarında ise Suudi Arabistan’daki çoğu kamu alanındaki uygulamanın aksine kadınlar ve erkekler ayrı yerlerde oturmayacak.
Sinemalarda ilk gösterilecek film ise Marvel’in Kara Panter adlı yapımı olacak.
Suudi Arabistan’da 1970’lerde bazı sinema salonları bulunuyordu, ancak ülkenin güçlü din adamları salonların kapanmasına yol açmıştı.
Suudi Arabistan’ın veliaht prensi Muhammed bin Salman’ın ülkeyi modernleştirme arzusu bu değişikliklerin arkasında yatıyor.
Salman, petrole dayanan ülke ekonomisini çeşitlendirmek adına ekonomik reformlar ile toplumun modernleşmesi adına sosyal reformlar gerçekleştirileceğini daha önce açıklamıştı.
Geçtiğimiz Kasım ayında 23’üncüsü düzenlenen İklim Değişikliği Konferansı’nın başkanlığını üstlenen Fiji Başbakanı Frank Bainimarama kamuoyuna Fiji’den çağrıda bulundu.
İklim Haber’de yer alan habere göre, açıklama Josie siklonunun hafta sonu Fiji’nin ana adası Viti Levu’da ölümlere ve sele yol açmasından sonra geldi.
Fiji Başbakanı, Pasifik adası ülkesinin, iklim değişikliğinin “neredeyse daimi olarak” ölümcül siklonlara neden olmasıyla “hayatta kalma mücadelesi” içinde olduğunu söyledi.
İklim değişikliği ile aşırı hava olaylarının sıklığının artması bekleniyor.
Bununla birlikte iklim değişikliğinin sel, fırtına, ısı dalgası ve kuraklıktan kaynaklanan ölüm sayısını artırabileceği belirtiliyor.
Trakya topraklarında 3 ilimiz, 3 dağımız, 3 ormanımız, 3 denizimiz ve 1 nehrimiz bize kalandı. Önce Trakya’nın gerdanlığı olan Ergene gitti. Öldü. Öldürüldü demek daha doğru. Ne uğruna..? Sanayileşme uğruna. Sanayi demek aş, iş, eş, refah, apartman, araba dediler. Ergene kaynakları üzerine sanayi tesisleri kuruldu. Köyünü evini bırakan fabrikalara koştu.
Köyde kalanlara ne oldu ..? 80 ve 90’lı yıllara kadar her şey yolunda gibiydi. Kışa girerken 2 römork buğday satan odun, kömür, gübre, un, yağ alıp, kış ayında soba başında, kahvede dost sohbetleri ile baharı beklerdi.
2000’den sonrası, günümüze gelince ise tam bir çöküş devri. Ot, et, canlı hayvan, karkas et ithalat ile yapılan tarım politikalarındaki yanlışlıklar, çiftçinin elinde ki üretim araçlarının sermayeye devredilmesine neden oldu.
Girdi maliyetleri yükseldi, ürünler maliyeti karşılamayınca, bankaların sokakta dağıttığı kredi kartları sayesinde, çiftçimiz kredi ekip haciz biçmeye başladı. Tarımsal ürünler, hayvancılık ve süt ise para etmeyip maliyetini bile karşılamayınca ve desteklemeler yeterli olmayınca kış aylarında kahvelerdeki dost sohbetleri de kalmadı.
Ergene Nehri
Hayvanlar ve tarımsal ürünler para etmeyince de topraklar satılmaya başlandı. Sattıran belli. Bankalar alacağına karşı sattırıyor da, alan kim..? İşte orası muamma. Alanların bir çoğu tarım yapmıyor. Hatta satın aldığı çiftçiye sen ekmeye devam et.. günü geldiğinde gereğini yaparız..diyorlar.
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK 1923′ te “Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi olmasaydı, biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.” diyor. Ülkemizin bugünkü stratejik konumu dikkate alınarak, çiftçimiz yanlış politikalar sonucunda üretimden uzaklaştırılırsa, toprakları kimin aldığı belli değilse, üretmeden her şeyi ithal ürünlere bağlarsak bizden sonra bu topraklarda yaşayacak olan gelecek nesillere hiçbir şey kalmayacak.
Ergene ölmüş. Dağlar delik deşik. Topraklar kirlenmiş. Kalanların üzerine kirli sanayi ve kömürlü santral planları. Derelerde balık kalmadı, dağlarda ormanlarda yaban hayvanı kalmadı. Köylerde insan kalmadı. Her şeyi tükettik. Yok ettik. Talan ettik. Dağları deldik, kalbur alıp toprağını eledik. Yerin altındaki suları bile kirlettik yok ettik.. Yapmayın etmeyin, dağlar, ormanlar, nehirler insanlar ölüyor dedik.. ÇED raporu var. Bilirkişi raporu var dediler. Doktor bile rapor verdiğinde, SGK ilaçları 3 aylık verirken, ÇED raporuyla yaşam alanı yok edilirken 10-20-30 yıllık süreler veriliyor.
Ülkemizin en önemli doğa alanlarından Istrancalar için o kadar çok plan yapıldı, milyon liralar, dolar ve eurolar harcandıki, hepsinde koruma vurgusu ön planda. Uygulama da ise arka planda.
O kadar çok plan yapıldı ki, GEF II, Biyosfer Rezerv alan, Turizm bölge planı, Doğa Turizmi Master planı,.. Planlar uygulanmayacaksa neden yapıldı.?
Elinde ÇED ve Proje dosyasıyla gelenlere, Burada bu faaliyet olursa sular zarar görecek, bak burada doğa turizmi planı var, burada eko-agro turizm var, burada sağlık turizmi var diyorsunuz, itiraz ediyorsunuz, bende de ÇED olumlu kararı var, diyor.
Bu kararı kim veriyor..? Proje sahasındaki köyde bir gece bile yatmamış, yaşamamış, ormana girmemiş, kaynağından su içmemiş, köyü harita üzerinden görmüş imzayı atmış. Görmeden hazırlanan ÇED raporlarında Ege Denizi Vize Evrencik köyüne, Kızılırmak üzerinde ki barajlarla Kırklareli Kapaklı köyüne, Büyükçekmece Gölü Kırklareli’ne gelmezdi.
Taş ocağı zarar vermez. RES zarar vermez. Kırma-eleme tesisi rahatsız etmez diyor. Aslında doğru da söylüyor. İmzayı atanı rahatsız etmiyor. Ya köyde yaşayan insan, Ormanda barınan hayvan ne yapacak.?
Suçlu kim..?
Istrancalar’da taş ocakları
Hepimiz suçluyuz. Gelecek nesillere yaşanacak toprak, içilecek su bırakmadık. Başkasını suçlamakla da kurtulamayız. Ne yazık ki slogan atmakla da kurtulmuyor. Bu vebal, bugün yaşayan herkesin.
Çözüm ..? Karar vericiler tarafından hazırlanan ulusal ve uluslararası plan ve projeler onaylansa, en azından bundan sonraki tahribat azalacak. Turizm bölge planı 8 yıldır onaylanmayı bekliyor. Biyosfer Rezerv Alan ilanı 10 yıldır bekliyor. Dünyanın 3. Büyük longozu RAMSAR kapsamına alınacaktı. Vazgeçildi. 6 Yıldır hala bekliyor.
Istrancalar’da taş ocakları
Bekledikçe de ormanlarda dinamitler patlıyor. Sular kirleniyor. Orman ve su varlığımız azalıyor. Geçmişten bize kalanı miras olarak görüp, yok etmeye devam. Miras değil de, gelecek nesillerin emaneti olduğunu anlarsak, ve emanete ihanet etmekten vazgeçersek, işte o zaman geleceğe bırakacağımız onların yaşamları ve hayatlarıdır.
Gelecek nesillerin yaşam alanlarını yok etmeye hakkımız yok. Onlar bunu hak etmiyor. Bugün ÇED raporları ile hak gördüklerimiz, aslında yarınlardan çaldıklarımızdır. Çalınan gelecek nesillerin hayatlarıdır.
Istrancaların ve Kırklareli’nin geleceği doğasıdır, denizidir, turizmdir, eğitimdir. Nüfusun 7 katı turist gelmesi de bunun göstergesidir.
Yetkililere bir kez daha düşünün demiyoruz. Çünkü siz düşünürken kalanlar da yok olacak. Yıllardır bekleyen doğayı korumaya yönelik projeleri, gelecek nesillerin yaşayabileceği bir dünya bırakmak için bir an önce onaylayın.
Science Daily ‘de yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cem Sabuncu’nun çevirisi ile paylaşıyoruz
***
“Geleceğin çiftliği” projesi mikrobiyoloji ile makine öğrenimini bir araya getiriyor. Geleceğin çiftlikleri, 2050 yılında 9,8 milyona ulaşacağı tahmin edilen dünya nüfusunu nasıl doyuracak? “Akıllı Çiftlik” projesi, kimyasal gübrelere olan ihtiyacı azaltmak, toprağın karbon bağlama yetisini güçlendirmek ve böylece mahsul verimini arttırırken arazinin uzun vadede yaşama gücünü iyileştirmek için mikrobiyoloji ve makine öğrenimini bir araya getiriyor.
Arkansas’da soya fasulyesi, mısır ve pirinç tarımı yapan bir çiftlik, bilimsel anlamda dünyanın en gelişmiş çiftliği olmayı hedefliyor. Toprak örnekleri güçlü makinelerden geçirilerek mikropların genetik sekanslanması yapılıyor, ekili alanların üzerinde uçan insansız hava araçları hiperspektral görüntüler alıyor ve yakında, toplanmış muazzam büyüklükteki veriler süper bilgisayarlar tarafından işlenmeye başlanacak.
Fotoğraf: Lynn Grooms
ABD Enerji Bakanlığı’nın Lawrence Berkeley Ulusal Laboratuvarı (Berkeley Laboratuvarı)’nda Arkansas Üniversitesi (University of Arkansas) ve Glennoe Çiftlikleri’yle beraber çalışan bilim insanları, moleküler biyoloji, biyojeokimya, çevresel algılama (environmental sensing) teknolojileri ve makine öğrenimi gibi alanları bir araya getiren bu projenin tarımda bir devrime yol açacağını ve hem çevrenin hem de çiftçilerin yararına olacak sürdürülebilir tarımsal uygulamalar ortaya çıkartacağını umut ediyorlar. Projenin başarılı olursa, bilim insanları kimyasal gübrelere olan gereksinimin azalacağını, toprağın karbon bağlama yetisinin güçleneceğini ve böylece, mahsul verimi artarken arazinin de uzun vadede yaşama gücünün (viability) iyileşeceğini düşünüyorlar.
Araştırmanın ana fikri mikropların toprak sağlığında oynadığı rolü anlamak.
Bilim insanı Ben Brown: “Mikroplar toprak sağlığı ve üretkenliği açısından kritik bileşenler. Mikropların nasıl çalıştıklarını ve faaliyette bulundukları çevreyi nasıl değiştirdiklerini anlayarak toprak üretkenliğini arttırmaya yönelik mikrobik topluluklar oluşturabiliriz. Dahası, Berkeley Laboratuvarı’nın yaptığı çalışma bize sağlıklı toprakların iklim değişikliği, kuraklık ve haşereler gibi sistem şoklarına karşı daha dirençli olduklarını gösteriyor.
Bu hedeflere ulaşmanın önündeki önemli bir zorluk, tek bir parsel içinde veya iki farklı arazi arasında belirgin düzeyde var olan toprak özelliklerinin mekansal değişkenmekansal değişkenliğin tanımlanması. Geniş bir yelpazeden uzmanları bir araya getiren “AR1K Smart Farm” (AR1K Akıllı Çiftlik) projesi Stuttgart, Arkansas’da yaklaşık 405 hektarlık bir araziyi test alanı olarak kullanıyor. Proje, çevresel görüntüleme ve tahmin metodolojisi uzmanı Haruko Wainwright ve Berkeley Laboratuvarı kapsamındaki Biosciences Area (Biyolojik Bilimler Alanı)’da makine öğrenimi ve mikrobik analiz uzmanı olan Ben Brown’ın eş önderliğinde yürütülüyor.
Toprak: gezegenin en karmaşık ekosistemi
Birleşmiş Milletler 2050’de dünya nüfusunun 9.8 milyara ulaşacağını tahmin ediyor. Bu kadar insanı doyurmak için gıda üretiminin yüzde 70 oranından fazla artması gerekiyor. Ancak endüstriyel tarım uygulamaları ülke genelinde çoğu tarımsal arazinin aktif karbon rezervlerini tüketti ve dengeli bir mikrobik ekosistemden yoksun bıraktı. Bu durumu en güzel şekilde ortaya koyan, topraktaki organik madde ölçümleri oldu. Günümüzde çoğu tarımsal arazide ortalama sadece yüzde 1 ila 2 arasında organik madde mevcutken geçmişte bu sayı yüzde 10 civarlarındaydı.
Glennoe Çitlikleri’nin yöneticisi Jay McEntire: “Çiftçilerimiz ürettikleriyle kar edebilmek için genetiği değiştirilmiş tohumlara, gübrelere, kimyasal herbisit (yabani ot ilacı)’lere ve pestisit (haşere ilacı)’lere ağır ölçüde bağımlılar.” dedi. “Bu bağımlılık çiftçilerin girdi maliyetlerini yükseltirken aldıkları ekonomik riski de arttırıyor. Arazi sahipleri içinse tükenmiş ve yoksullaşmış bir toprak anlamına geliyor ve düzenli kimyasal ilaç uygulamaları ekonomik ve çevresel sürdürülebilirlik açısından riskler teşkil ediyor.
Projede çalışan bilim insanları Berkeley Laboratuvarı’nın ENIGMA ve Mikroplardan Biyomlara (Microbes to Biomes) girişimlerinin bugüne kadar ki çalışmalarını, “toprak probiyotiği” gibi düşünebilecek olan, toprağın kaybettiği karbon, fosfor ve diğer besinleri geri kazandıracak mikrobik iyileştirmeler (microbial amendments) geliştirerek ve bunları değerlendirerek bir sonraki seviyeye taşıyorlar. Gübrelerin ve kimyasalların tekrarlanan kullanımı, mevcut endüstriyel tarım modelinin olanaklar dahilinde sürdürülemez olmasına ve her yıl daha fazla kimyasala ve tuz bazlı gübre katkılarına ihtiyaç duyulmasıyla beraber bu modelin gittikçe pahalılaşmasına sebep olan berbat bir döngü yaratarak yıllar içinde toprağı yoksullaştırdı ve birçok başka çevresel zarara yol açtı.
Dahası, dünyadaki fosfor rezervleri limitli.
Ancak Berkeley Laboratuvarı bu soruna mikrobik bir çözüm arayışında. Brown’a göre: “İyi haber, fitaz enzimi üreterek inorganik fosforu yeniden çözündürebilme yetisine sahip çok sayıda mikrop mevcut”. Bu inorganik fostor, bitkiler kaya bazlı fosforu kullandıktan sonra toprakta “arta kalan”lar.
Mikrobik iyileştirme kavramı yeni bir fenomen olmamasına rağmen (şu an piyasada ticari ürünler mevcut) toprak mikrobiyomunun bitki gelişimine etkisi ve bunların arasındaki etkileşim hala anlaşılmamış durumda.
Bir metreküp toprakta milyonlarca tür mikrop bulunuyor. Bitki köklerine ve onun hücrelerine yaklaştığımızdaysa tür sayısı milyonlardan düzinelere iniyor. Dolayısıyla bitkiler kendi mikrobiyomlarını yetiştirerek ortaya harika bir iş çıkartıyorlar. İstenmeyen mikropları kasten öldürmek için, antibiyotikli bileşikler dahil olmak üzere, birçok farklı madde salgılıyorlar. Yararlı mikropları besleyip teşvik etmek içinse besin maddeleri salgılıyorlar. Bu yüksek derecede simbiyotik ve muazzam karmaşık bir etkileşim ve bu konuyla ilgili neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz.
18 basamak farkı birleştirmek
Önümüzdeki en büyük zorluk mikrobik iyileştirmelerle bitki gelişimi arasındaki neden sonuç ilişkisini anlamak olacaktır. “Moleküler zaman ölçeğinde gerçekleşen olaylarla yaklaşık 6 aylık bir bitki gelişimi süreci boyunca yaşanan olayları birbirleriyle ilişkilendirmeye çalışıyorsunuz. Mekan-zaman ölçeğinde aralarında 18 basamak fark olan sayıları birleştirmeye çalışıyorsunuz. Bu kesinlikle basit bir şey değil.” diyor Brown.
İşte bu noktada insansız hava araçları devreye giriyorlar.
İnsansız hava araçlarının üzerlerindeki hiperspektral sensörler, bitkilerden yansıyan ışığı saptayabilme ve görünür ışıktan yakın kızılötesine kadar yüzlerce kanal spektrumu algılayabilme kapasitesine sahipler. Wainwright: “İnsan gözünün kırmızı, yeşil ve mavi olmak üzere sadece 3 tane kanalı var. Sarı veya yeşil renkte bir yaprağı görebilirsiniz. Ancak yüzlerce kanala sahipseniz yapraktaki karbon ve azot miktarını ölçebilirsiniz ve mahsul verimini yakından etkileyen bitkinin sağlığı, bitki hastalıkları veya yaprak kimyası gibi alanlarda oldukça fazla bilgiye sahip olabilirsiniz.” dedi.
Bununla beraber, yüzey jeofizik teknikleri kullanılarak toprağın elektriksel özelliklerinin 3 boyutlu haritası çıkartılıyor. Bu özellikler topraktaki mikrobik aktiviteyi tayin eder nitelikte.
Bütün verileri birbirine bağlayacak araç, makine öğrenimi olacak. Wainwright: “Berkeley Laboratuvarı’nın öncülük ettiği takım bilimi yaklaşımı, makine öğrenimi bağlamında bütün bildiklerimizi bir araya getirmek için kullanılıyor. Nihai hedefimiz tarım dünyasına sahada kullanmaya hazır bilgi sunmak.” dedi.
Piyasada “büyük veri” (ing: big data) kullanılarak çözüm üreten ürünler ve hizmetlerin mevcut olmasına ve artarak çoğalması rağmen çiftçiler, bu denli bir bilgiye sahip değiller. Wainwright: “Özel şirketlerin tamamının sahip oldukları veri setlerini gizli tutmalarının büyük bir sebebi var. Diğer veri setleriyle beraber, başkaları tarafından kullanılamasın diye. İşte bu noktada kamu sektörü devreye giriyor. Mesela Berkeley Laboratuvarı. Bizi teşvik eden faktör kesinlikle kar değil.” dedi.
Önümüzde aşılması zor, bilimsel bir problem var, ama aşılmaz değil. Brown: “Bence karşımızda çözülebilir bir problem var ve önümüzdeki sene bunu kanıtlamayı umut ediyoruz.” dedi.
Berkeley Laboratuvarı ekibi Nicola Falco, Craig Ulrich, Baptiste Dafflon, Louise Glass ve Susan Hubbard gibi isimleri de bünyesinde barındırıyor. Arkansas Üniversitesi beraber çalışan ekibin finansmanını ABD Enerji Bakanlığı kapsamındaki Laboratuvara Yönelik Araştırma Geliştirme (Laboratory Directed Research and Development) programı sağlıyor. Arazi sahibi Glennoe Çiftlikleri ve M2Capital Partners LLC şirketiyle de işbirliği yapılıyor.
Salı günü (3 Nisan) Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS ) projesinin temel atma töreni Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki yerini alırken, “Türkiye enerjide nükleer güç istiyor” mottosuyla hazırlanan kamu spotu ekoloji aktivistlerinden büyük tepki çekti.
Çekimleri ABD’nin Raleigh şehrinde ve İstanbul’da (Beyazıt Kütüphanesi ve Cağaloğlu Lisesi’nde) gerçekleştirilen kamu spotunda Nobel ödüllü bilim insanı Prof. Dr. Aziz Sancar‘ın yanı sıra UNESCO ödüllü Türk bilim insanı Prof. Dr. Melahat Bilge Demirköz de yer aldı.
“Biz nükleerin tıpta kullanılmasına değil, nükleer santrallere karşıyız”
Yönetmeliğini Eric Will, görüntü yönetmenliğini ise Joel Cartler’in üstlendiği kamu spotunda “Bağımsız ve temiz enerji” vurgusu öne çıkıyor.
Abidin Yağmur ve Hazal Ocak’ın Cumhuriyet’te çıkan haberine göreTabipler Odası Mersin Şube Başkanı Ful Uğurhan, “Aziz Sancar klipte tıpta kullanılan nükleer teknolojiden söz ediyor. Tıpta nükleer teknolojiyi kullanıyoruz. İnsanlık yararına olacaksa tıpta elbette nükleer kullanılır. Biz nükleerin tıpta kullanılmasına değil, nükleer santrallere, bu santrallerde üretilen nükleer silahlara karşıyız. Bir bilim insanının ancak bu minvalde konuşmuş olabileceğine inanıyorum” dedi.
“Türkiye enerjide nükleer güç istiyor” ifadeleriyle halkımı yanıltıyor
Mersin Nükleer Karşıtı Platform (NKP) Dönem Sözcüsü avukat Alpay Antmen ise, “Sayın Sancar burada nükleer teknolojiye ve temiz enerjiye vurgu yapmış, ancak kamu spotunda ‘Türkiye enerjide nükleer güç istiyor’ ifadeleriyle halkımız yanıltılmaktadır. Rusya, yapılan anlaşma gereğince Türkiye’ye nükleer teknoloji transferi yapmayacak. Sanki Akkuyu Nükleer Santrali yapılırsa Türkiye nükleer teknolojiye sahip olacakmış imajı verilmesi doğru değildir” diye konuştu.
“Gururumuz Aziz Sancar bu konuda bir reklama alet olmamalıydı”
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Mersin Şube Başkanı Maryet Tanlı, “Aziz Sancar dünyaca ünlü bilim insanı olabilir. Kimya dalında Nobel ödüllü olabilir. Ve nükleer konusunun gerekliliğine inanmış da olabilir. Ancak bu konudaki görüşünü bilimsel platformlarda belirtmesi gerekirdi. Gururumuz Aziz Sancar bu konuda bir reklama alet olmamalıydı. Aziz Sancar’ı üzülerek kınıyorum” diye konuştu.
Climate Change News‘de yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cansu Yılmaz’ın çevirisi ile paylaşıyoruz
***
E3G araştırmasının gösterdiğine göre, okyanus ısınması ve asitlenmesi nedeniyle tehdit altında olmasına rağmen canlı deniz ekosistemleri iklim finansmanının küçük bir bölümünü oluşturuyor.
Bir bilim insanı ağarmış mercan resifindeki hasarı değerlendiriyor (Fotoğraf: XL Catlin Seaview Survey).
Mercan resifleri, iklim değişikliğinin ilk kayıplarından biri olarak belirlenmiş durumda. Küresel ısınma, 1.5C’ye (Paris Anlaşması’ndaki en zorlu hedefe) düşse bile, dünya mercan resiflerinin tahmini yüzde 90’ı 2050 yılı itibariyle bozulmuş olacak.
Meksika’da 7-9 Mart arası gerçekleşen Okyanus Zirvesi ile birlikte 2018 yılının Uluslararası Resif Yılı olarak adlandırılması nedeniyle, dünyadaki mercan resifleri daha fazla dikkat çekmeye başladı. Ne var ki, E3G araştırmasının tespit ettiğine göre yarım milyar insanın gıda ve kıyı koruması için dayanağı olan mercan resiflerini kurtarmak için fiilen hiçbir iklim finansmanı da bulunmuyor.
Tüm balık türlerinin dörtte birine ev sahipliği yapan ve dünya çapında yaklaşık 9.9 trilyon dolarlık ekonomik değeriyle mercan resifleri gezegen için hayati bir önem taşıyor. Bunun yanı sıra mercan resifleri yunuslar ve köpek balıkları gibi simgesel türleri de destekliyor.
Okyanusların, soluduğumuz oksijenin çoğunu üretmekten sorumlu olduğu da bilinen bir gerçek. Dünyadaki okyanus ekosistemlerine vermekte olduğumuz zarar, insanlar için de yaşamsal bir tehdit olabilir.
Dünyanın en zengin ülkeleri, 2020 yılına dek gelişmekte olan ülkelere 100 milyar dolarlık iklim finansmanı dağıtacağı sözünü verdi. Bununla birlikte, analizimize göre şu anda bu finansmanın hiçbir kısmı mercan resiflerinin korunmasına fiilen ayrılmış değil.
2010-15 yılları arasında kalkınma bankalarından gelen iklim fonlarının binde birinden azı mercan resiflerine gitti
2010 yılından 2015’e kadar ‘altı büyük’ kalkınma bankasını kapsayan yaklaşık 3.000 iklim finansmanı projesinin OECD veri tabanını analiz edildiğinde bu projelerin sadece üçü, proje açıklamasında mercan resiflerinden bahsediyordu. Bu projeler kalkınma bankalarının sağladığı toplamda yaklaşık 67 milyar dolarlık iklim finansmanının 4,5 milyon dolarını oluşturmakta, ya da başka bir deyişle binde birinden daha azı.
Pasifik adaları, özellikle gıda ve geçim kaynakları anlamında balıkçılığa bağımlı olmasına rağmen kalkınma bankaları henüz Pasifik ülkelerindeki mercan resiflerine yönelik programlar düzenlememiştir. Küresel Çevre Fonu dâhil olmak üzere çok uluslu iklim fonları, resif ile ilgili beş proje (toplamda 42 milyon dolar) ile daha iyi bir sonuç elde etmiştir.
Yakın zamanda Mercan Üçgeni Girişimi ek fon elde etti ve mercan resiflerinin yararına bu veri tabanında henüz görünmeyen başka projeler de olabilir. Yine de sorunun büyüklüğü göz önüne alındığında, finans seviyesi acınası haldedir.
Ne yapılabilir?
İklim değişikliği olmasa bile, mercan resifleri aşırı balıkçılık, tarım kaynaklı kirlilik, plastik kirliliği ve güneş kremlerinideki kimyasallar nedeniyle tehdit altındadır. Isınan okyanus ve yükselen asitlik, birçok mercan resifini uçurumun kenarına doğru itiyor.
Şu var ki, durum tamamen umutsuz değil. Mercan uzmanı Dr. Austin Bowden-Kerby belirttiği üzere, “bazı mercanların aşırı sıcak sularda yaşamak ve sağlıklı kalmak için binlerce yıl boyunca adapte olmuşlar”. Deniz canlılığına sahip alanlarıyla birlikte resiflerin korunması, kirliliğin azaltılması ve resiflerin onarılmasıyla, mercan resiflerinin bir şansı olabilir.
Fiji’de, –adapte olmuş mercanları tanımlama ve ekme stratejisi olarak– mercan bahçeciliği, resifleri yeniden canlandırmanın turist getirdiğini fark eden oteller ve tatil köyleri tarafından herhangi bir hükümet desteği olmaksızın yapılmaktadır. Kendi başına bu yeterli değildir, ancak yine de resif iyileştirmesi için umut veriyor.
Mercan resiflerine yönelik finansman, iklim finans vaziyetinde büyük bir boşluk gibi görünüyor. Nesli tükenme tehlikesi altındaki türlere olduğu gibi gen bankası görevi görecek “mercan deposu” için de finansman gerekebilir. Resiflerin yaklaşık yüzde 50’si hâlihazırda kaybedilmiş olabilir.
Gelişmekte olan ülkelerde ve küçük adalarda birçok mercan resifi bulunduğundan, bu ülkeler deniz koruma alanları kurmak için uluslararası fonlardan ve araştırma enstitülerine bağlı mercan yenileme programlarından yararlanabilir.
Yeşil altyapı olarak mercan resifleri
Bir problem, iklim fonları tarafından yeşil altyapıya yeterince öncelik verilmemesidir. Kıyıları kasırgalardan korumak için doğal engeller olarak hizmet eden mercan resifleri yerine çoğu deniz duvarları gibi fiziki altyapıya odaklanır.
Kıyı şeridini koruyabilen yeşil altyapı, mangrov ormanları da içermektedir. Mangrovlar, dünyanın en önemli karbon yutaklarından bazılarıdır ve aynı zamanda tortu tutulmasına, kasırgalara karşı korunmaya ve küçük balıkların barınmasına yardımcı olur.
Bowden-Kerby’nin savunduğu gibi, “Mercan resifleri giderse, o zaman deniz otu, mangrov ve sahil ekosistemleri de gider –tüm atol (mercanada) ırklarının gideceği gibi. Bu, şimdi direnmemiz gereken bir yapıdır.”
Dahası, kalkınma bankalarının çabalarını Paris Anlaşması ile daha uyumlu hale getirmeleri gerekiyor. Oil Change International tarafından yapılan son araştırmalar, kalkınma bankalarının, geşlişmekte olan küçük ada ülkelerine sağladığı iklim fonunun üç katından fazlasını fosil yakıt arama faaliyetlerine fon olarak sağladığını ortaya çıkardı.
Bağışçılar, iklimsel hızlı iyileşme için finansman sağlama konusunda söz verdi. Peki, mercan resifleri ile başlamaya ne dersiniz?
Helena Wright, E3G’de kıdemli bir politika danışmanıdır.
Rize’de taş ocaklarına karşı yürütülen mücadele sonuç verdi.
Rize’nin Pazar ilçesine bağlı Hisarlı, Subaşı, Sivrikale köylerinde yapılması planlanan taş ocakları için verilen ÇED gerekli değildir kararı Rize İdari Mahkemesi tarafından iptal edildi.
Birgün’e konuyu değerlendiren Avukat Yakup Okumuşoğlu, mahkemenin bilirkişi heyetinin raporu doğrultusunda hareket ettiğinin altını çizerek, “Şirket 99 hektar alanda madencilik yapmak için ruhsat almış. Bununla birlikte taş ocakları sahalarını bölerek her birini 25 hektarın altına düşürmüş. Bunun nedeni yönetmeliğin 25 hektarın altında kalan projeler için ÇED istememesi. Biz buna dava açtık. Mahkemede talebimiz doğrultusunda ‘ÇED gerekli değildir’ kararını iptal etti” diye konuştu.
Üç köyü ilgilendiren projenin iptal edilmesine rağmen bölge için tehlikenin devam ettiğini söyleyen Avukat Yakup Okumuşoğlu, havaalanı projeleri ile birlikte bölgede onlarca sondaj faaliyetinin başladığına işaret etti. Okumuşoğlu “Her yeni taş ocağı yeni bir ekolojik yıkım olduğunu unutmamalıyız. Bölge insanı kamulaştırılan bu alanlarda tarım yapıyor. Yani sürekli bir gelir elde ediyor” diye konuştu.
KHK mağduru akademisyenler tarafından yazılan öykülerden oluşan “Akademisyenlerden KHK Öyküleri” yayımlandı. Kitapta, barış talebi ile bir bildiriye imza attıkları için çeşitli KHK’ler ile işlerinden edilen akademisyenlerin kişisel hikâyeleri yer alıyor.
Kitapta öyküleri bulunanlar ise Didem Dayı, Ahmet Özdemir Aktan, Serdar Ulaş Bayraktar, Filiz Arıöz, Kuvvet Lordoğlu, Ferda Fahrioğlu Akın, Gül Köksal, Cenk Yiğiter, Özgür Müftüoğlu, Tolga Tören, Nilay Etiler, Mustafa Oğuz Sinemillioğlu, Hafize Öztürk Türkmen, Nejla Kurul ve İbrahim Kaboğlu
Türkiye tarihine de not düşülen kitabı Kuvvet Lordoğlu yayına hazırladı.
Sama Kaygusuz, Ercan Kesal ve Burhan Sönmez de kitaba dair görüşlerini kitapseverlerle paylaştı.
Sema Kaygusuz
“Fikirlerinden ve ruhsal donanımlarından başka hiçbir şeyleri olmayan Barış Akademisyenleri’nden, özel tarihlerini kaleme alan on beş yazarın anlatısını okurken barış fikrinin nelere mal olduğuna, hayatların nasıl başa yıkıldığına içeriden tanıklık edeceksiniz. Ama payınıza düşen sadece tanıklık değil. Mağdurun saf haysiyetinden doğan bu kitapta asıl işiteceğiniz şey, hepimizin hakkı olan uygarlığın dili olacak.”
Ercan Kesal
“Bu kitabın içindeki öykülerin sahipleri, isimleri ve imzalarıyla sundukları cesareti şimdi yazdıklarıyla da sürdürmüşler. Homeros’tan bu yana bitmeyen bir dileğin ve umudun temsilcisi olarak şunları söylüyorlar: Başımıza gelenler, bizden sonra da bu dünyayı yaşamaya devam edecek çocuklarımızın dilinde şiir ya da şarkı olacaktır. Öykülerimiz çocuklarımızın söyleyeceği şarkıların kelimelerini taşıyorlar. Öyle okuyun!”
Burhan Sönmez
“Sokrates’ten Bruno’ya, Behice Boran’dan Server Tanilli’ye, düşün dünyası onurlu adlarla doludur. Şu günlerde biz de tarihi anlama sahip süreçlerden geçiyoruz. Aynı iktidar hırsı hüküm sürüyor ve aynı onurlu sesler buna itiraz ediyor. Bu kitapta, itiraz edenlerin sesi yer alıyor. Günlük hayatların sıradan ayrıntıları, küçük beklentileri anlatılıyor. Her bir hikâye ve her bir kelime, büyük bedellerin tasviridir. Açlıklar, ağlayışlar, üzüntü ve öfkeler, daha iyi bir geleceğe olan umuda bağlanıyor. Kim yok edebilir o umudu?”
“Herhangi bir yere termik santral mi kurulması, yoksa fidanlık mı yapılmasına yöre halkı değil de, “uzmanlar” ve “bilim adamları” karar verdiği sürece, bilim ve teknolojinin bir baskı ve sömürü aracı olarak kullanılmasının önüne geçilemez”.*
Paradigmanın İflası, s. 219
Akla, mantığa, izana, hukuka, insana, doğaya mugayir bir tesis neden kurulur? Cevap belli değil mi? ‘Politik ve ekonomik çıkarların bir gereği’ olduğu için… Bu yazının yazıldığı saatlerde Putin’le Erdoğan Akkuyu’da kurulacak nükleer santralin temelini Sarayda atıyorlardı… Moskova’da da atılabilirdi… Modern teknoloji öyle bir şeye imkân verdiğine göre… Artık ele kürek almak gerekmiyor… Bu santralin kurulmasının hiç bir haklı gerekçesi yok. Büyük yıkımlara, zararlara neden olacağında da tek şüphe yok… Yöre halkına rağmen kuruluyor. Hiç bir itiraz dikkate alınmıyor, hiç bir tartışmaya izin verilmiyor… Polis devletinin marifeti olarak gerçekleşiyor…
Bu santral tamamlandığında, tüm reaktörler devreye girdiğinde Türkiye’nin elektrik enerjisi ihtiyacının %10’unu karşılayacakmış… İnsana, doğaya, topluma verilecek zararlar ve yıkımlar için de bir rakam, bir oran verebilirler mi? Onulmaz olumsuzluklar içeren bu tesis kimim için ne anlama geliyor? Nükleer enerji lehine ileri sürülen gerekçelerin bir anlamı ve inandırıcılığı var mı?
Fosil yakıtların küresel ısınmaya neden olduğu, nükleer enerjininse temiz bir enerji olduğu söyleniyor. Eğer mesele sera etkisi yaratan gaz emisyonunu azaltmaksa, nükleerden daha az gaz emisyonu yaratan güneş enerjisine neden yatırım yapılmıyor? Nükleer enerji Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltacak mı, artıracak mı? Santrali Ruslar kuruyor, onlar işletecek, reaktörü çalıştırmak için gerekli uranyum dışardan ( Nijerya, Kazakistan, Kanada) ithal edilecek ve uranyum rezervleri sınırlı… Almanya nükleer santralleri kapatıp, güneş enerjisine geçerken ve daha şimdiden enerjinin önemli bir bölümünü güneşten sağlarken, bir güneş ülkesi olan Türkiye neden pahalı bir yatırımı tercih ediyor? Unutulmasın, bir proje ne kadar büyükse kâr da o kadar büyüktür… Siz son dönemde “büyük projelerin” neden ‘moda’ olduğunu sanıyorsunuz?
Neden her seferinde daha çok enerji üretmek akla geliyor da enerji tasarrufu hiç akla gelmiyor? Sokaklar bile yazın soğutuluyor, kışın ısıtılıyor… Bu hovardalığın, bu israfın ne anlamı var? Eğer ciddi bir enerji tasarrufuna girişilse, belki şu anda kullanılan enerjinin yarıya yakınını üretmeye gerek kalmazdı. Tabii santralin finansmanı için harcanacak 20 milyar dolar da yenilenebilir enerjilere harcanabilirdi…
Öyle bir şey bu aşamada mümkün değil, zira enerji özelleştirilmiş durumda. Daha çok kâr etmek için her seferinde daha çok üretmek ve tüketmek şart!.. Oysa daha az enerji tüketerek bu günkünden daha iyi yaşayabiliriz.
Bir saçmalık da nükleer enerjinin istihdam yarattığıyla ilgili… Neymiş efendim reaktörler devreye girdiğinde 3500 kişiye, inşaat aşamasında da 10.000 kişiye iş imkânı sağlayacakmış… Oysa, enerji tasarrufuna girişilse ve yenilenebilir enerji tercihi yapılsa, bunun çok üstünde istihdam yaratmak işten bile değildir… Şu an itibariyle bile Avrupa’da yenilenebilir enerjiler nükleerden 5 kat daha fazla istihdam yaratıyor…
Çok büyük bir tehlike de nükleer atıklarla ilgili. Bu santraller radyoaktif artıklar üretiyor ve bunları etkisizleştirmek sanıldığından çok daha zor… Etkileri yüzlerce, binlerce yıl devam ediyor… İnsan sağlığı açısından çok büyük riskler söz konusu… İnsani, teknik ve atmosferik kaza riskinin de dikkate alınması gerekiyor… ABD’de Three Miles Island, Rusya’daki Çernobil, Japon’da Fukişuma, yüzlerce kazadan bir kaçı sadece… Türkiye’nin her türden kazalar konusundaki sicili de malûm… Aslında her şey apaçık ortada ama görmek için göz lazım. Mersin’de ve Sinop’da inşa edilecek reaktörler, havayı, suyu (iki denizi), toprağı zehirleyecek… Akıl almaz bir doğal çevre tahribatına neden olacak… Velhasıl tam bir gaflet ve dalalet durumu…
Aslında nükleer santrallere bir başka nedenle de karşı çıkmak gerekiyor: Bu santraller büyük güvenlik önlemleri gerektiriyor. Dolayısıyla santrallerin kurulduğu alan bir tür askeri alan haline geliyor. Halka ve halk denetimine kapatılıyor. Mesela Sinop Nükleer Santrali için 10 milyon metrekare alan- ki bir fikir vermek için bu alan 1415 futbol sahası kadar- halka kapatılacak… Her iki santral Akdeniz’in ve Karadeniz’in ısısını artıracak ve canlı yaşamını olumsuz etkileyecek… Balıkçılığı, tarımsal üretimi zora sokacak… Güzelim doğa politik/ekonomik/jeopolitik çıkarlara feda edilecek…
Bunca olumsuzluk, muhtemel riskler ve yıkımlar söz konusuyken; nükleerde ısrarın bir nedeni daha olmalı… Ya da bir çok ülke neden nükleer santralleri ‘vazgeçilmez’ sayıyor? Hiç bir zaman dillendirilmeyen o neden şu: Nükleer, atom bombasıalanına giriyor. Güçlü bir devlet olmak için nükleer silaha sahip olmak şart deniyor… 2026 yılında enerji ihtiyacımızın %7,7’sini karşılayacak olan Akkuyu Nükleer Santrali, tüketim talebinin aynı şekilde artacağı düşünüldüğünde 2030 yılında ihtiyacın %6,3’ünü, 2040 yılında %3,9’unu karşılayacağı görülmektedir.
“Akkuyu Nükleer santralinin 4800 MW güç ile Türkiye’nin elektrik ihtiyacının %10’unu karşılayacağı söyleniyor. 2016 yılında çalışsaydı, Akkuyu’nun üretimi toplam elektrik üretiminin %13’ü, toplam enerji tüketiminin ise %2,3’ünü oluşturacaktı.
Ama sorun enerji ihtiyacındaki payı değil. Çünkü zaten bugün 85 bin MW kurulu güç var ve 50 bin megawatt saati aşmayan bir tüketim var. Yani bugün Akkuyu faaliyete geçse, 2017’de atıl olan 35 bin MW’dan fazla kapasiteye 4 bin 800 MW daha eklemiş olacağız. Doğru olan enerji ihtiyacımızın %10’unu karşılaması değil, atıl kapasitemizi %10 arttırması…”
Sivil araştırmalar da askeri amaçların hizmetine sunuluyor. Ve nükleer santraller bazı silahların üretimi için gerekli olan plütonyum üretmeyi mümkün kılıyor… Yukardaki rakamlar asıl amacın sadece enerjiyle ilgili olmadığının, politik/ stratejik kaygıların da söz konusu olduğunun bir göstergesidir. Zira, toplam elektrik enerjisi ihtiyacını %3,9’u devede kulaktır… Nükleer enerji yüksek teknoloji demek, dolayısıyla büyük sermaye gruplarının sanayinin belli kesimlerini denetim altına almalarına imkân veriyor. Bizimki gibi ülkelerin nükleer enerji tercihi yapmalarında nükleer lobilerin rolü de önemsiz değildir…
Başkaları nükleerden çıkmanın çarelerini ararken, Türkiye’nin böyle bir maceraya girişmesi son derecede anlamsız ve rahatsız edici. Lakin bu ülkede rasyonalitenin gereği olan, akla uygun pek bir şeyler yapılmadığı dikkate alınırsa, bu tersine gidişin de “şeylerin normal hali” sayılması şaşırtıcı değil!
Bu saçmalık bu gün değilse de, fazla geç olmadan ama mutlaka durdurulmalıdır… Bunun için bilgilenmeyi, bilinçlenmeyi ülke sathına yaymak, yeni bir politikleşme yaratmak, dahası bu durumu bir fırsata dönüştürmek bizim irademizi aşan bir şey değil…BAŞARABİLİRİZ…
* Söylendiğine göre, Nobel Ödüllü profesör Aziz Sancar, Akkuyu Nükleer Santraline destek vermiş… Uzmanın, uzmanlığın aslında neye yaradığına dair iyi bir örnek…
155 gündür tutuklu bulunan insan hakları aktivisti, iş insanı Osman Kavala, Silivri Cezaevi’nden yazdığı mektupta, artık iletişim kısıtlamasının kaldırıldığını belirtti.
Mektubunda baharın cezaevine yansımalarını anlatan Kavala, OHAL’deki “olağanüstü suçlamalar ve mağduriyetlere” de değindi.
Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala, 18 Ekim akşamı Antep’te Goethe Enstitüsü ile birlikte gerçekleştirilmesi planlanan bir projenin toplantısından döndüğü sırada İstanbul Atatürk Havalimanı’nda gözaltına alındı, 1 Kasım’da tutuklanmıştı.
Kavala’nın mektubu şöyle:
“Silivri’de ikametimin beşinci ayı tamamlandı. Sağlığım iyi, her gün iki saate yakın avlumda yürüyorum. Yemeklerden şikayetim yok. Cezaevi doktorunun tavsiyesi ile gözlük kullanmaya başladım ve okumam kolaylaştı. Okuma, not alma, yürüme, çamaşır, temizlik derken zaman geçiyor. Geçen hafta kısıtlamamın kalktığını bildirdiler. Mektup alma, yazma, avukatlarla daha fazla görüşebilme buradaki hayatımı kolaylaştıracak.
“Durumumdaki diğer önemli değişiklik, avlumdan güneşin görünmeye başlaması. Sonbahar ve kış boyunca, avlumdan görünmeyen güneş artık duvarların üstünden kendini göstermeye başladı, bu epey ferahlık veriyor. Getirdiklerini göremesek de, kokularını alamasak da, bahar cezaevi avlularında da hissediliyor. Şimdi dört gözle serçelerin yuva yapmasını ve iaşe için avlularımızı ziyaret etmelerini bekliyoruz.
“Buna karşılık, yargıyı etkisi altına alan kötü hava şartlarında bir değişiklik hissedilmiyor. Elbette son tahliyelere çok sevindim; ancak darbeyle, şiddetle alakası olmayan bir sürü insan hala içeride. Somut delil olmadan, insanlara rahatça ‘terör örgütüne üyelik’, ‘anayasal düzeni değiştirmek’, ‘hükümeti devirmek’ gibi ağır suçlamalar yöneltilebiliyor. Böyle bir suçlama bir kere ortaya çıktığında da, tutukluluk sürüp gidiyor. OHAL olağanüstü suçlamalar ve mağduriyetleri olağan hale getiriyor. OHAL’in gölgesi anayasanın üzerinden kalkmadıkça avlularda hissedilen baharı yaşamak mümkün olmayacak gibi…
“Durumumla ilgilenen, mesaj gönderen, merak eden herkese sevgilerimi, selamlarımı iletiyorum.”