Ana Sayfa Blog Sayfa 2856

Putin Mersin’e neden gitmedi? – Mühdan Sağlam

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştır

Sandığınızın aksine Putin gidip kırmızı kurdeleyi kesmedi, Ankara’dan video konferansla açılışa bağlandı. Madem video konferans “Bunu Kremlin’den yapsa olurdu” diyebilirsiniz, Sorun ulaşım da değildi; havayolu, karayolu araçları keşfedileli çok oldu. O halde Vladimir Vladimiroviç neden Akkuyu’ya gitmiyor da açılışa canlı yayınla bağlanıyor?

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin seçim zaferinin ardından ilk dış gezisini Türkiye’ye gerçekleştiriyor. Ziyaret sürpriz değil, zira Astana üçlüsü olarak bilinen Rusya, İran ve Türkiye arasındaki zirvelerden birisinin Türkiye’de yapılacağı çok daha önce takvime bağlanmıştı. Belli olmayan Putin’in Mersin Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin açılışına katılıp katılmayacağıydı. Rusya’nın nükleer devi Rosatom tarafından yapılacak santralin açılışına Putin’in katılmama ihtimali hem Rosatom hem de Türkiye açısından iyi bir görüntü ortaya koymayacaktı. Her ne kadar geçtiğimiz hafta Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak Putin’in açılışa katılacağını ifade etmişse de yine de soru işaretleri varlığını koruyordu. Nitekim güncellenen açıklamada Putin’in açılışa katılacağı ifade edildi. Sandığınızın aksine gidip kırmızı kurdeleyi kesmedi, Ankara’dan video konferansla açılışa bağlandı. Madem video konferans bunu Kremlin’den yapsa olurdu diyebilirsiniz, sonuçta herkesin hayatına kimse karışamaz. Ankara’dan bağlamak daha kolay sonuçta Ankara nere Mersin nere, hele at sırtında gidecek olduklarını düşünürsek. Hayır, hayır kimse at sırtında bir yere gitmiyor, en azından açılış için. Havayolu, karayolu araçları keşfedileli çok oldu. Türkiye belki bazı konularda çok ileri bir ülke değil, ama rica ederim ülkemizin imajıyla oynamayın bizim de uçağımız (henüz yerli ve milli değil), Alman mucizesi olmasa da son model olduğunda hemfikir olduğumuz otomobillerimiz var. Madem sorun ulaşım değil, Vladimir Vladimiroviç neden Akkuyu’ya gitmiyor da açılışa canlı yayınla bağlanıyor? Akkuyu’daki sorunlara kısaca bakacağız.

Akkuyu: Hayaller ucuz elektrik, hayatlar fiyat güncellemesi (!)

Sözleşmesi 2010’da imzalanan Akkuyu Nükleer Güç Santrali dört nükleer reaktör üzerine kurulu. İlk nükleer ünitenin 2023’te faaliyete geçmesi bekleniyor. Diğer üniteler birer yıl arayla üretime başlayacak. Bir başka anlatımla 2026’da santralin tam kapasiteyle çalışması bekleniyor. Peki santralin elektrik üretimi ne kadar olacak? Her ünitenin kapasitesi 1200 MW toplam 4800 MW. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı verilerine göre Türkiye’nin 2016 elektrik tüketimi 278,4 milyar kWh 2017’de bu 286,6 milyar kWh oldu. Yıllık artış yüzde üçe yakın. Buna karşın Enerji Bakanlığı Türkiye’nin elektrik tüketiminin yüzde 5 dolayında artmasını bekliyor. Söz konusu veriler ve talep artışı dikkate alındığında santralin tam kapasiteyle faaliyete geçeceği 2026’da tüketimin 452 milyar kWh olması bekleniyor. Bu durumda toplam 35 milyar kWh üretim yapacak olan santral tüketimin yalnızca yüzde 7.7’sini karşılayacak. Zaman geçtikçe santralin payındaki düşüş devam edecek örneğin santralin dördüncü yılında yani 2030’da elektrikteki payı yüzde 6,3’ünü, 2040’taysa yüzde 3,9’unu karşılayacağı görülmektedir.

Bu hafta elektriğe yüzde 4 zam gelmesinin ardından 2018’de yüzde 12 zamla elektrik hepimizin derdi. Peki Akkuyu daha ucuz elektrik mi demek? Maalesef, yüreğinize su serpemiyoruz. Güncellenmiş fiyatlarla tüketime devam edeceğiz. Hatta santral devreye girince fiyatlar daha da güncellenecek. Resmi gazetede şöyle bir madde var:

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş. (TETAŞ) aracılığıyla satın alma garantisi verilen miktardaki elektriğin her bir kilowatt saatini 12,35 sent fiyatla alacaktır. Ayrıca TETAŞ ile proje şirketi arasında mutabakata varılan tarife kademelerinde, elektrik fiyatlarındaki artış, Akkuyu projesinin geri ödemesinin sağlanması amacıyla fiyat 15,33 sent kWh tavan fiyatına kadar proje şirketi tarafından belirlenir. (Resmi Gazete, 6 Ekim 2010)

Yani kilowat saat başına 12,35-15,33 sent, şirketlerin bunu 15 sent’e satacağını biliyoruz. Doların şu ara 4 TL dolayında olduğunu düşünüldüğünde kilowat saat başına 48-60 kuruş ödenmesi demek. Serbest piyasada elektrik fiyatlarına bakacak olursak 2014-2015 yıllarında serbest piyasada ortalama piyasa takas fiyatı 15,1 kuruş/kWh, 2017’deyse 13,6 kuruş/kWh olarak gerçekleşti. Yani Akkuyu’nun elektrikte ucuzluk dönemini başlatacağını söylemek en hafif tabirle yanıltıcı bilgi vermektir. Özellikle 2017’de dünyada rüzgar enerjisinden üretilen elektriğin 3 sent kWh, yakın bir oranın güneş enerjisi için de geçerli olduğu düşünüldüğünde nükleerin, ucuz bir alternatif olduğunu söylemek doğru değil. Dahası arz güvenliğinin itici unsur olduğu iddiası da santralin arz için 2030’da yüzde 8’lik garanti sağladığı dikkate alındığında çok da sağlam bir argüman değil.

Putin konuşmasında projenin stratejik yatırım statüsüne alındığı için teşekkür etti. Stratejik yatırım statüsü, pek çok imtiyaz, indirim ve teşviki bünyesinde taşıyor. Bu ayrıcalıklar uyarınca elektrik satışından Rosatom; TRT, KDV ayağından devlet kazanacak. Toplumsa nükleer tehdidin yanında mali olarak bu projeyi sırtlanacak.

Bir türlü çıkmayan lisanslar, hesaplanmayan maliyet

Akkuyu Nükleer Güç Santrali sözleşmesi imzalandığında doğmuş çocuklar bugün ilkokulda. Bir türlü istenen olmuyor, tüm kem/kenafir gözler projenin sekteye uğraması için ayinler yapıyor/telekineziye yükleniyor adeta. Projenin önündeki engellerden birisi bu ayinler değil, çevre örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının raporları, uyarıları, alternatif çözümlerine kulak verilmesi de değil; lisans sorunu. Şirketin yatırıma başlaması, gerekli izin ve ruhsatlar için ön lisans başvurusunu Enerji Piyasaları Düzenleme Kurulu (EPDK) 2015’te kabul etti. 2017’deyse Akkuyu NGS için şirkete 49 yıl süreli üretim lisansı verildi. Yine de inşaata bir türlü başlanamamasının nedeni inşaat lisansının üç yıldır çıkmamasıydı. Putin’in açılışa katılacağının kesinleşmesinin ardından 2 Nisan 2017’de gece saatlerinde Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) inşaat için ÇED raporunun olumlu çıkması çerçevesinde lisans verdi. ÇED olumlu raporu daha önce Türk Tabipleri Birliği, Türk Mühendis ve Mimarlar Odası Birliği ve çeşitli çevre örgütlerinde dava edilmiş, ancak Danıştay davayı reddetmişti. Pazartesi yapılan açıklamada böylece büyük engellerden birisi ortadan kalkmıştır denildi, büyük engelin insani kaygılar, çevre örgütlerinin itirazı, 22 milyar doların ölçmeye yetmeyeceği hasarlara dönük ikaz olduğu da söylenebilir.

Para para para: Finansman sorunu

Akkuyu Nükleer Güç Santrali projesinin anlaşma metni dikkate alındığında santralin yüzde 51’i Rusya Federasyonu adına Rosatom’da kalacaktı geriye kalan yüzde 49’luk hisseninse diğer sermaye gruplarına satışı öngörülmüştü. Nitekim bu çerçevede Rosatom’da ortak olacak üç şirket olarak Cengiz, Kolin ve Torun grubu ön protokol imzaladı. Ancak geçtiğimiz yıl Rosatom bir danışmanlık firmasıyla anlaşarak söz konusu şirketler hakkında vergi, kredi notu, mali durumlarını dikkate alan bir ön araştırma gerçekleştirdi. Araştırmadan kısa süre sonraysa üç ortaklı konsorsiyumun Cengiz, Kolin ve Kalyon’un (CKK) anlaşmadan çekildiği duyuruldu. Konsorsiyumdan yalnızca Cengiz İnşaat yüklenici olarak faaliyetlerine devam ediyor.

Şirketlerin neden çekildiğine dönük net bir bilgi yok. Ancak en güçlü iddia sermaye yetersizliği. Bu haberin peşi sıra Sinop Nükleer Güç Santrali’nin paydaşı kamu kuruluşu Elektrik Üretim Anonim Şirketi’nin (EÜAŞ) Akkuyu’ya ortak olacağı söylense de sermaye yetersizliği burada da etkili oldu ve EÜAŞ’ın sadece yüzde beşlik pay alabileceği ifade edildi. Ortaklık cephesinde işler yolunda değil.

Rosatom Genel Müdürü proje finansman sorununun 2019’da çözülebileceğini bunun için uğraştıklarını ifade etti. Rosatom’un bu durumdan memnun olmadığı ve açılışı yapmak istemediği de ifade edildi. Yaklaşık iki yıl önce Putin Rusya’nın projeye 3.5 milyar yatırdığına dönük haberlere ilişkin şöyle bir yanıt verdi: “Rosatom ve diğer ortakları projeyi yürütmektedir. Bu bir ticari faaliyettir. Rusya’nın projeye para aktarması söz konusu değildir. Rusya’nın ekonomik çıkarlarına zarar verecek tek bir adım atmayız.” Putin’in açıklaması ne anlama geliyor?

Projenin sahibi Rosatom kendi gerçekleri uyarınca bir süre sonra projenin durdurulmasını gündeme getirebilir, çünkü sanılanın aksine Rosatom’un tek başına bu projeyi yürütmeye yetecek bütçesi yok, şirketin Mısır başta olmak üzere pek çok ülkede nükleer santral projesi yürüttüğü dikkate alındığında Türkiye’ye bu kadar bütçe ayırmak istememesi de olası. Böyle bir durumda Rusya ve Putin hiçbir şekilde sürece müdahil olmayacaklarını, “Putin Beyciyim bir güzellik yapsanız” ricasına cevabının “hayır” olduğunu söylemek lazım. Ayrıca Putin’in Mersin’e gitmeme sebebinin de bu sorunlarla ilişkili olduğu açık.

Finansmandaki sorunlara karşı Maliye Bakanı Naci Ağbal, Akkuyu’ya dönük süper teşvik geleceğini müjdeledi(!) Teşvik şunları kapsıyor: Gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası, vergi indirimi, sigorta primi işveren hissesi desteği, yatırım yeri tahsisi, faiz desteği. Bu kadar teşvike rağmen firmalar neden çekilmekte, teşvik için kaynak nasıl yaratılmakta sorularıysa havada kalmış durumda. Büyük bir nükleer felaket ihtimalinin yanında mali göstergeler ve enerji göstergeleri uyarınca, bu proje bu kadar çabaya değer mi sorusunun ana soru olarak masada durduğunu unutmamak lazım.

Bu yazı gazeteduvar.com.tr/ den alınmıştı

 

 

Mühdan Sağlam

Dayanışma Akademileri: Yakıcı ihtiyacı erdeme dönüştürmek? – Aslı Odman

Bu yazı birartibir.org/ dan alınmıştır

Barış Bildirisi nasıl oluşmuş olursa olsun, süreçte sahip çıkılacak önemli noktalar ıskalanmamalı.Bildiri’nin bu kadar saldırıyla karşılaşmasının üst iktidar ile ilgili konjonktürel nedenleri dışında, başka nedenleri de var.

Metnin dilinin alışılmış “entelektüel manifestoların” dışında, kendisini siyasi olarak olan bitenden yukarıda ve dışarıda değil de, taraf olarak konumlandırması mesela. Vatandaş olunan devlete, “aslanın ininde” hitap etmesi. Mevcut hukuk sistemi içinde bile tanımlı suça suç demesi. Birbirinden habersiz olarak kendine çektiği imzacıların profiline bakıldığında, yaptıkları işi “kamu yararı” üzerinden temellendiren, yani ifade özgürlüğüne değişim değeri için değil, kendini ve toplumu dönüştürme kullanım değeri için referans veren bir kesimden bahsediyoruz.

Barış Bildirisi’nin bedelini de, dayanışmasını da taşıyanlar kent, çevre, gıda, kadın, emek, çocuk, insan hakları, halk sağlığı… alanlarında dönüştürücü eylem-bilgi (recherche-action) üretmeye en yatkın akademisyen profilini barındırıyor. Sıcak savaş ve kadim Kürt sorunu üzerinden bir araya gelmiş bu kesim, tüm bu sorunların tekrar bir arada ele alınabildiği bir potansiyelin taşıyıcısı olamaz mı? Bu yakıcı ihtiyaç bir erdeme, bela bir imkâna dönüşemez mi? Bu imkân somut mekânını yaratamaz mı?

İmzacıların profili

Toplumdan ayrıştırıcı bir zümre ayrıcalığı olarak değil, sorunlar karşısında konum alabilmek için bir üretim aracı olarak ifade özgürlüğü talep ve inşa eden bilim insanları: Bildiri’nin yakaladığı spontane, örgütsüz ivmenin Gezi, forumlar, 7 Haziran seçimi öncesi ve sonrası meclisler sürecinde biriken, fakat suikastlar, planlı bombalamalar, seçim iptalleri ile mecrası yıkılan enerjinin, çevrimiçi güvenli olduğu düşünülen bir ortamda ifadesi olarak okuyamaz mıyız? Bu enerji ile ne yapacağız? Bu yüzden Bildiri’nin imzacılarının profilini anlamak ve sonraki iç dayanışmanın deneyimleri Bildiri’den daha kapsamlı bir soruya işaret ediyor.

Bildiri’nin 2212 imzacısının 400 küsurunun farklı üniversitelerde, bunun sadece dörtte birinin Türkiye’deki üniversitelerde çalıştığından/okuduğundan bahsetmiştik.[1] Belli ki, daha sonra “akademisyenlerin sürgün ağlarının hızla kurulmasında” da işlevsel olan büyük bir “Türkiyeli akademik diaspora”nın varlığı, Bildiri’nin oluşması için önemli olmuş. Bu diaspora Türkiye’deki toplumsal dönüşüm için ne kadar özne, ne kadar seyirci, bunu takip etmek, kurulan yeni ilişkileri gözlemlemek gerekiyor.

Türkiye’deki 100 küsur üniversitedeki imzacıların mensubu oldukları bölümlere bakarsak, geniş anlamda sosyal bilimler (siyaset bilimi, ekonomi, sosyoloji, iletişim, felsefe, dilbilimi) ve tıp alanını görüyoruz. Özellikle sosyal bilimler, küresel olarak yüksek öğrenim sisteminin liberalleştiği ve pragmatikleştiği dönemde, özellikle ilk kesim üniversitelerin üvey evlatları olarak sürekli verimlilikleri kendilerine epey yabancı sayısal hesaplama yöntemleri ile meşru kılınmak zorunda olan ve yapısal tehdit altında bir alan.

Türkiye’de “toplum için ve hümanist tıp” alanının bu kadar gelişkin olması ve Türk Tabipler Birliği’nin özgül yapısının ne kadar önemli bir “yerel değer” olduğu gözüküyor. Buna mukabil, mühendislik alanının Bildiri’de temsilinin epey az olması, Türkiye’de liberal dönemin teknokratlarının dünyadaki gelişmelere paralel olarak ekseriyetle bu alandan çıkması ile ilgili olabilir.[2]

Barış Bildirisi’nin bedelini de, dayanışmasını da taşıyanlar kent, çevre, gıda, kadın, emek, çocuk, insan hakları, halk sağlığı… alanlarında dönüştürücü eylem-bilgi üretmeye en yatkın akademisyen profilini barındırıyor. Bu kesim, tüm bu sorunların tekrar bir arada ele alınabildiği bir potansiyelin taşıyıcısı olamaz mı? Bu bela bir imkâna, yakıcı ihtiyaç bir erdeme dönüşemez mi?

Kadınlar ve güvencesizler

İmzacıların yüzde 56’sı kadın. Bu oran kadınların akademik emeğe katılımının bile (yüzde 50) üstünde. Keza akademinin en güvencesiz ve genç kesimi de, taşıdıkları risklerin büyüklüğüne ve yapısal güvencesizliklerine rağmen veya tam da o nedenle imzacıların yarısından çoğunu oluşturuyor.

Birinci ve ikinci imzacıların içinde henüz herhangi bir akademik işi olmayan ve güvencesiz geleceğini seyreyleyen “sade” doktora öğrencisi, doktorasını bitirdikten sonra ya üniversite ile ilişiği kesilecek 50d’li ya da üstlerinin keyfine göre bir üst kadroya geçebilecek olan araştırma görevlisi, doktora öğrencisi, bir türlü atanamayan doktoralı araştırma görevlisi , kadrosuz / yarı zamanlı ders bazında çalışan doktoralılar ve öğretim görevlileri yüzde 60 ile çoğunluğu oluşturuyor. Dünyada akademideki örgütlenme çabalarının da bu yeni nesil, güvencesiz kesimden geldiğini görmek mümkün.[3]

Bildiri, son 15 yılda pıtrak gibi açılan taşradaki üniversitelerdeki ufku açık, “yerli ve milli olmayan” akademisyenlerin varlığını ve üretimlerini, tasfiye anında ortaya koydu. Bu “eleştirel akademisyenlerin yayılım coğrafyası”nın varlığı, tasfiye olmadan önce metropol-merkezli bakışlarda ve hiyerarşide gözden kaçan bir noktaydı.

Barış İçin Akademisyenler denen, esasında var olmayan bir bütün. Tam da bu yüzden ortaya çıkardıkları ile somut alternatif arayışlara bir enerji nakil hattı, bir balık ağı olarak işlev görebilir. Bildiri vakası, bir işkolu olarak akademinin diğer işkollarından farklı olma, “toplumun aydınlık kesimi” olma beklentisini, bir zümre olarak akademinin ayrıcalık söylemini ve akademinin halesini yıkan bir vaka olarak yaşanıyor. Aynı zamanda bu kriz, “devletin bilim insanı” olunamayacağını, bilimin kamu kaynakları yaratarak, dönüştürerek ve kamu ile ilişki içinde üretilmesi gerekliliğini aşikârlaştırdı.

İmzacıların yüzde 56’sı kadın, bu oran kadınların akademik emeğe katılımının bile (yüzde 50) üstünde. Keza akademinin en güvencesiz ve genç kesimi de, taşıdıkları risklerin büyüklüğüne ve yapısal güvencesizliklerine rağmen veya tam da o nedenle imzacıların yarısından çoğunu oluşturuyor.

Barış İçin Akademisyenler: Bir balık ağı, nakil hattı, göle maya?

Kocaeli, Mersin, Ankara, İzmir, İstanbul, Eskişehir’de bu uçuşun kanatlarının ilk uçlarını gösteren umutvar kolektif deneyimler yaşanıyor. Bazıları dernek (Kocaeli Dayanışma Akademisi ve Berlin’de kurulan online üniversite girişimi off-university.de), kooperatif (Ankara Dayanışma Akademisi, kampüssüzler), kültür/ticaret limited şirketi (Mersin Kültürhane) olarak verili hukuk sistemi için somut şekiller bile aldılar veya almaktalar. Üniversitelerde ne yapıyor idiysek, nasıl yapıyor idiysek, sadece onu dışarıya ihraç etmek dışında, gündem, alternatif pedagoji, yerel gündem, bilimsel bilginin kaynağı ve muhataplarını işlerinin asli parçası olarak dert ediniyorlar. Onları sıkı takip etmeli!

Bu yıkım ve tasfiye dolu dönemde, “acil ihtiyacı erdeme çeviren” deneyimler yaşanıyor. Eskişehir’de dayanışma dersleriyle ve İstanbul’da kampüssüzler ile başlangıç adımları atılan ilk Dayanışma Akademisi örneğini Eylül 2016’da kurulan Kocaeli Dayanışma Akademisi oluşturdu. Dayanışma Akademileri, bugün itibarıyla, Ankara, Antalya, Eskişehir, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Mersin ve Urfa’da etkinliklerine devam ediyor. Berlin’de barış akademisyenlerinin kurduğu off-university.de girişimi dernekleşti, Ekim 2017’de “yayına” başladı. Bu ekip, dijital teknoloji ve online derslerin, dijital müşterekler oluşturacak ve yerinden edilmiş öğrenen/öğretenlere imkânlar sağlayacak şekilde nasıl kullanılabileceği üzerinde çalışıyor.

Kocaeli Dayanışma Akademisi, bir sene süren haftalık seminerler, yaz okulu ve organizasyon toplantılarının ardından Aralık 2017’de resmen dernekleşti. 3 Ocak 2018’de Hayat Bilgisi Okulu’nun Şubat 2018’de açılacağını ilan ederek katılımcı bir çalıştay yaptı. 12 Şubat’ta tüm dönem sürecek tam 22 adet ders ve atölye ile özgürlükçü eğitim yolculuğuna koyuldu. Bu atölye ve derslerin bazılarını anmak, yerel/küresel ikilemini aşmış ve kent gündemi ile evrensel bilim dertlerini birleştirme imkânını içerdiklerini sezdirmeye yetecektir: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği, Kocaeli’nin Kentsel Dönüşümü, Kültürel Miras ve Kent Hakkı, Kocaeli Emek Tarihi, Bilgisayar Oyunları ile Demokrasi Eğitimi, 2+1 Yaşam Dairesi: Felsefe, Edebiyat, Tıp, Toplumsal Sorumluluk Olarak Hekimlik, Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Emeği, Kocaeli Müzik Haritası, Doğa Sporları ve İnsan, Eleştirel Medya Okuryazarlığı…

Haziran 2017’de açılan Mersin Kültürhanesi, şehirdeki en canlı –ve yedi gün açık!– halk kütüphanesi ve kültür merkezlerinden biri olmaya aday. Sırf bilimsel ve kültürel alanda değil, tüketim alanında pek çok dayanışmacı ekonomiden mülhem faaliyet içeriyor.

İstanbul’daki kampüssüzler, şu anda lisansüstü öğrencilerine gölge danışmanlık yapıyor ve ders ortaklıkları kuruyor, bir sonraki adımda interdisipliner dersler kurmanın ötesine geçmek ve öğretmen-öğrenci ilişkisini öğrenen-öğrenen ilişkisine dönüştürmek, bilginin ilişkiselliği bağlamında araştırma ve çalıştaylar üretmek üzerinde çalışıyor.

Ankara Dayanışma Akademisi, tasfiyenin en kitlesel yaşandığı kentte bir eğitim kooperatifi olarak kurumsallaşarak, üniversite müfredatının bir kısmını dışarıya taşıyabildi. Ankara’da ayrıca Sokak Akademileri devam ediyor.

İzmir Dayanışma AkademisiHalkların Köprüsü Derneği çerçevesinde örülen ağlar ve İzmir’in mülteci kenti olmasında faydasını bulan bir Göç Okulu düzenledi. Burada uzun zamandır insan hakları alanında çalışan akademisyenlerin organik ilişkilerini mobilize ederek, ilk aşamada akademideki tasfiyenin topluma maliyetine dair kapsamlı bir belgeleme/haritalama çalışmasına girişti.

Eskişehir Okulu, “Barışa Ezgiler” korosu kurdu, üniversitedeki kısıtlardan arındırılmış haliyle akademik müfredatın bir kısmını ve daha fazlasını bünyesinde vermeye devam ediyor.

Antalya, Urfa, Ankara Sokak Akademileri, diğer dayanışma akademileri gibi seminerlerle kentlerine kamusal tartışma platformları sunuyorlar. Haziran 2017’de bir araya gelen İstanbul Dayanışma Akademisi’nin kurucu çalışmaları, şu anda başka bir acil gereklilik olan maratonvari duruşma koordinasyonun gerisinde kalmış durumda. İstanbul’da muhreç ve daha öncesinde de güvencesiz olan genç araştırmacıların girişimleri ile araştırma kooperatifi kurma arayışları sürüyor.

Dayanışma akademileri Mart 2017’den itibaren bir üst koordinasyona da sahipler. Düzenli olarak koordinasyon toplantıları yapıyorlar ve Mart 2017’de İstanbul’da, Eylül’de İzmir’de, Kasım’da Eskişehir’de olmak üzere alternatif pedagoji ve örgütlenme sorunlarına dair tematik çalıştaylar düzenlediler. Bunlar uçurumun büyüklüğü karşısında mütevazı, ama bir o kadar da kıymetli, savunucu ve kurucu kolektif deneyimler.

Bilimsel üretimde de artık, dayanışmacı ekonomi deneyimlerinin sair ve benzer üretim alanlarında dert edinildiğine denk somut sorular[4] gündemimize giriyor, sadece “hakkında tercihan uluslararası indeksli dergide makale yazmak” için de değil üstelik. Eşitlikçi-cevval bir iç örgütlenme modeli nasıl olacak, nasıl aynı hiyerarşiler, iktidar yozlaşması yeniden üretilmeden bir sistem kurmalı? Mevcut kapitalizmin meta ekonomisi ile ilişkiler nasıl düzenlenecek? Projecilik ekonomisi ile ilişkiler nasıl kurulacak, kamusal kaynaklar nasıl yaratılabilir, bunlar hangi mali ve hukuki şekillerde realize edilebilir? Veri/bilgi, gelir, imkânlar nasıl üretilecek ve dağıtılacak?

Bunun yanında, bilimsel üretime has sorular da hâlâ askıda: Bu sorular girişimci üniversite içinde bireysel performanslar tasarladığımız kariyerlerimizde ve araştırma projesi diline tercüme edemediğimiz için yolda bıraktığımız elzem sorular. Üretim araçlarımız ile üretim koşullarımız arasında, büyük tasfiyeden de önce yaşadığımız bu çelişkileri nasıl anlayıp bunlarla ne yapacağız?

Akademi toplumun yakıcı sorunlarıyla nasıl bir ilişki kuracak, gündemi, sorunsalları, öncelikleri, odakları ne olacak? Sahası, laboratuarı nasıl olacak? “Teoriyi” nereden alıyoruz, alımlama dinamikleri nasıl işliyor, neye yarıyor, neyi görünür kılıyor, neyi perdeliyor? Bin bir uzmanlaşma birimine bölünmüş bilim, tekrar bütüne ve birbirine konuşur hale gelecek?

Sadece araştırma, ders vb. mi üreteceğiz, yoksa kendi yaşam alanlarımızın da ortak, dayanışmacı ekonomilerini kurmak için bilgiyi başka alanlarla ve aile dışındaki örgütlenme modelleriyle ilişkiye geçirmek derdimiz olmalı mı? Akademide kaybettiğimiz ayrıcalıklarımızın ve hoca statümüzün yasını halemizden arınarak tutabilir miyiz? Takdir, mânâ, anlamın iş üzerinden kurulduğu dünya değişirken, elimizdeki zihinsel emekle ne yapacağız?

Dijital dönemde veriyi, bilgiyi, bilimi nasıl temsil edeceğiz, nasıl müşterekleştireceğiz / kamusallaştıracağız, katılımcı, yenilenebilir ve dönüştürücü kılacağız? Hangi teknikler, araçlar ve yöntemler, hangi bilgi ve varlık felsefesine işaret ediyor? Monologlar halinde geçen sorunsallaştırılmamış pedagoji ile, yani “hep bildiğimiz, alıştığımız gibi tek taraflı ders vermeye” devam etmeyeceksek , hele ki online eğitimi “dijital müştereklere” dönüştürme imkânlarını arıyorsak yeni pedagojik araçları geliştirmemiz lâzım, bunun için yüzümüzü nereye dönmeli?

Sadece araştırma, ders vb. mi üreteceğiz, yoksa kendi yaşam alanlarımızın da (gıda, barınma, çocuk/yaşlı bakımı, ulaşım…) ortak ekonomilerini kurmak için bilgiyi başka alanlarla ve aile dışındaki örgütlenme alanları dışına da taşırmak derdimiz olmalı mı? Akademide kaybettiğimiz ayrıcalıklarımızın ve hoca statümüzün yasını halemizden arınarak tutabilir miyiz? Takdir, mânâ, anlamın iş üzerinden kurulduğu dünya değişirken, biz elimizdeki zihinsel emekle –nostaljiye ve iradeciliğe düşmeden– ne yapacağız?

Barış Bildirisi süreci, şirket otokrasisi döneminde yaşamın bilgisini yaşamı savunmak için, işimize ve kimliğimize yeni bir mânâ bulabilmek için nasıl örgütlenmemiz gerektiği sorusundan daha azını önümüze koymadı. Bu soru, çoğumuzu, mânâsını zorlanarak kurabildiğimiz büyük konferanslar sonrası kokteyl sohbetlerinde, tatmin etmeyen bir ders akabinde, mesai sırası sohbet kaçamaklarında meşgul ediyordu. Şimdiyse durabildiğimiz yerlerden fiziken ve psikolojik olarak gittikçe uzaklaştırılırken kendini dayattı. Ne kadarını mevcut alışkanlıklarımız içinde hanemize buyur edebileceğiz? Ne yapacağız? Sanık, muhreç ve tanık olarak Çağlayan mesaisinde sembolize olan tanıklığa verdiğimiz önem bundandır.[5]

***

[1] “İmzacılar kimdir?” sorusu ile en sistematik yüzleşme, Efe Kerem Sözeri’nin sürecin en başında yaptığı şu çalışmadır, “Evrensel Değerler ve Milli Yalnızlık: İki Bildiri”p24, 28 Ocak 2016. Barış İçin Akademisyenler dayanışmasının elindeki dağınık veriler hâlâ işe koşulmayı bekliyor.
[2] Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji: Öncü Devrimcilerden Yenilikçi Seçkinlere, Metis, 1986. Daha küresel ve yeni bir yazının referansını Ali Rıza Taşkale’ye borçluyum; David A. Banks, “Engineered for Dystopia”, 24 Ocak 2018.
[3] Edufactory, @PrecariousFac, @AdjunctAction, @NewFacMajority, @PrecariCorps, @UAChicago United Academics, @AdjunctNation gibi çoğu ABD’deki oluşumların sosyal medya izleri bu kesimin aktivistlerinin ekseriyetle doktora öğrencileri veya genç doktoralılar olduğunu gösteriyor.
[4] Farklı işkolları ve hayat alanlarındaki kooperatifleşme/dayanışmacı ekonomi kurma deneyimlerini Ulus Atayurt Expressdergisinde ve bu platformda uzun zamandır düzenli olarak masamıza taşıyorlar; Mike Neary & Joss Winn, Beyond Public and Private: A Framework for Co-operative Higher Education, University of Lincoln
[5] Çağlayan mesaisini, barisicinakademisyenler.netsolidarite-up.org, hukuki güncesini ise afp.hypotheses.org adreslerinden takip edebilirsiniz.
Bu yazı birartibir.org/ dan alınmıştır

 

Aslı Odman

Ağaçlar da utanır: Tree Shyness

Utanma duygusu yalnızca insana mahsus bir özellik diye düşünenlerdenseniz size bir haberimiz var.

Ağaçlar da utanıyor ya da diğer bir deyişle söylersek özellikle tropikal bölgedeki ağaçların en tepesindeki dalların birbiri ile temas etmemesi bu şekilde adlandırılıyor.

Bazı ağaçların tepe taçları etraflarındaki diğer ağaçların tepe taçlarıyla temas etmezler ve aşağıdan yukarıya doğru bakıldığında bu ağaçlar arasında belirgin bir sınır görünür.

Oksijen.ist’in aktardığına göre özellikle tropikal ormanlarda daha sık görülen bu duruma ağaç utangaçlığı (tree shyness) ya da tepe taçı utangaçlığı (crown shyness veya canopy shyness) deniliyor.

Bu durumun neden ortaya çıktığıyla ilgili ise değişik teoriler var.

Işık rekabetinden kaçınmak, temas yoluyla dal kırılmalarından kaçınmak ya da böcek veya mantar zararlarının yayılmasını önlemek bu teorilerden bazıları olsa da doğruluğu kanıtlanmış net bir bilimsel açıklama henüz yok.

 

(Oksijen.ist)

HDP yönetimi iki yıl aradan sonra Erbil’e gidiyor

HDP yönetimi iki yıl aradan sonra Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne bir ziyaret yapacak.

Güncel gelişmelerin ele alınacağı belirtilen ziyarette heyete Eş Genel Başkan Pervin Buldan başkanlık edecek. HDP heyeti başta KDP Genel Başkanı Mesut Barzani ve Neçirvan Barzani olmak üzere siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya gelecek.

Ziyaretin ana gündem maddesinin “Kürt ulusal birliği” olduğu belirtiliyor.

HDP en son Eylül 2016 tarihinde Kuzey Irak’a ziyaret  gekleştirmişti.

Cumhuriyet gazetesinden Mahmut Lıcalı’nın haberine göre, Buldan partisinin kongresinde, eş başkan olmasının ardından ilk yurt dışı ziyaretini 6-8 Nisan’da Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne gerçekleştirecek.

Heyette Buldan’ın yanı sıra milletvekilleri Feleknaz Uca, Osman Baydemir, İmam Taşçıer, Berdan Öztürk ve MYK üyesi Zeynep Boğa yer alacak.

HDP heyetinin ziyaret kapsamında siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya gelmesi de planlanıyor.

En son Demirtaş gitmişti

Ziyaret kapsamında HDP heyetinin KDP Genel Başkanı Mesut Barzani ve Neçirvan Barzani gibi isimlerle de bir araya gelmesi beklenirken, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin hükümet yetkilileriyle de çeşitli temasların yapılacağı ifade ediliyor.

Eski HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın başkanlığındaki heyet en son 2 yıl önce Eylül 2016 tarihinde Kuzey Irak’a ziyaret gerçekleştirmişti.

 

(T24, Cumhuriyet)

5 yıl önce ağaçlandıracağız denilen Türkbeleni Ormanı betona teslim edildi!

Antalya’nın Manavgat ilçesinde bulunan Türkbeleni Ormanı’nda, 26 Temmuz 2013 tarihinde çıkan yangında yaklaşık 100 dekarlık ormanlık alan yandı.

Yusuf Yavuz’un Gazete Sol’da çıkan haberine göre, ilçe merkezinde yer alan ve yangın riskiyle karşı karşıya bulunan Türkbeleni Ormanının korunması için CHP’li Manavgat Belediyesi, 19 Ağustos 2009 ve 23 Aralık 2011 tarihlerinde Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na başvurarak iki kez alanın tahsisini istedi.

Ancak Manavgat Belediyesi’nin bu talebi kabul edilmedi. 2013 yılında çıkan yangından yaklaşık üçte birlik kısmı yanan Türkbeleni Ormanı, yangının ardından AKP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne tahsis edildi.

Kasım 2016’da ise Büyükşehir Belediyesi tarafından Türkbeleni Ormanı’nda yanan alanın büyük bölümünü yapılaşmaya açacak projenin ihalesi yapıldı.

Manavgat Kent Parkı olarak duyurulan proje kapsamında restoran ve kafeteryalar, amfi tiyatro, yapay gölet, seyir terası ve yatay asansör gibi üniteler yer alıyor.

Türkbeleni yangınından kurtulan ağaçların da proje kapsamında alandan sökülmesi ise tepki çekti.

Antalya Büyükşehir Belediyesi projeyle Türkbelen Ormanı’nın eskisinden daha yeşil olacağını savunurken akıllara Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun yanan ormanları kesinlikle başka amaçla kullanılmasına izin verilmediği yönündeki açıklamaları geldi.

Bakan Eroğlu “yanan alanları ağaçlandırıyoruz” demişti

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, yanan ormanların bir yıl içinde ağaçlandırıldığını ve kesinlikle başka amaçla tahsis edilmediğini açıklamıştı.

Ancak Antalya’nın Manavgat ilçesinde bulunan ve 2013’te büyük bir yangın geçirerek 100 dekarı küle dönen Türkbeleni Ormanı’nda yükselen beton yapılar Bakan Eroğlu’nun her fırsatta yinelediği bu sözlerini akıllara getirdi.

Yanan ormanda restoran, kafetarya ve amfi tiyatro

Manavgat ilçe merkezinde bulunan Türkbeleni Ormanı’ndaki yangının ardından AKP’li Antalya Büyükşehir Belediyesi 350 dekarlık alanda dev bir kent parkı yapmak için kolları sıvadı.

Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı ANTEPE A.Ş tarafından yaptırılan ve Kasım 2016’da ihale edilen 30 milyon liralık kent parkı projesinin önümüzdeki yaz sezonuna bitirilmesi planlanıyor.

Antalya Büyükşehir Belediyesi, proje kapsamında 2 bin 500 ağaç dikileceği belirtilen Türkbeleni’nin eskisinden daha yeşil hale geleceğini savunuyor.

Dört restoran, kafeteryalar, yapay göletü seyir terası, yürüyüş yolları ve macera parkı gibi üniteler içeren proje kapsamında ayrıca alana kolay ulaşımın sağlanabilmesi amacıyla bir de yatay asansör yerleştirilecek.

Proje kapsamında Türkbeleni’nde yanan alanın büyük bölümü yapılaşmış olacak.

Proje için yangından kurtulan ağaçlar söküldü

Dev bir inşaat şantiyesine dönen Türkbeleni’ndeki çalışmalar sürerken Antalya Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı şirketin yangından kurtulan ağaçları sökmesi tepki çekti.

CHP Antalya Milletvekili Devrim Kök, yangından kurtulan ağaçların Antalya Büyükşehir Belediyesi’nin şirketi olan ANTEPE A.Ş tarafından mesire alanı yapılması gerekçesiyle sökülmesine tepki gösterdi.

Buradan da pis kokuların geldiğini belirten Kök, Başbakan Binali Yıldırım’ın yanıtlaması talebiyle soru önergesi verdi.

Doğa katliamının bir oldu bittiye getirildiğini söyleyen Kök, bölgede bu güne kadar kaç ağaç söküldüğü sorusuna yanıt istediği önergesinde, “Mesire alanı yapmak için asırlık ağaçları katletmek gerekli midir?” diye sordu.

Bölgenin talana ve ranta kurban edileceğini öne süren Devrim Kök, Büyükşehir Belediyesi şirketi tarafından yapılan ağaç katliamının sorumluları hakkında gereğinin yapılmasını istedi.

Manavgat Belediyesi yangından korumak için tahsis istemiş

26 Temmuz 2013 tarihinde çıkan orman yangından önce CHP’li Manavgat Belediyesi’nin iki kez Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na başvurarak Türkbeleni Ormanı’nın tahsisini istediği ortaya çıktı.

Manavgat Belediye Başkanı Şükrü Sözen, Türkbeleni yangınının ardından düzenlediği basın toplantısında şunları dile getirmişti:

“Göreve geldiğimizden beri Türkbeleni’ni çok çok önemsedik.

Manavgat’ın kalbinde merkezinde böylesine nadide bir yerin bu kadar sahipsiz, kontrolsüz kalmasına gönlümüz razı olmadı.

19. 08. 2009 tarihinde Orman Bakanlığı`na tahsis müracaatında bulunmuştur.

Neden tahsis talebinde bulunmuşuz.

Türkbeleni tamamen korunaksız, temizlenmeye ihtiyacı var. Her tarafı çalı çırpı.

Ayda bir yangın gerçekleşiyor ve bunu Manavgat Belediyesi söndürüyor.

Buna gönlümüz razı olmadı.

Buranın yok olmaması adına talebimiz olmuştu. Halka ait olan belediyeye burayı verin diye talebimiz oldu. Burayı korurken halkında kullanımına açmak istedik.”

“Geçerken kafamı önüme eğerek geçiyorum”

“Kent parkı olarak hayata geçirmek, çocuk oyun alanları, mesire alanı, halkımızın nefes alacağı cazibe merkezi olarak hayata geçirmek için buna talep ettik.

Ama ne hikmettir ki, Manavgat`ta onlarca şahıs ve teşebbüs orman alanlarını kiraya alırken, 23. 12. 2011`deki ikinci tahsis talebimiz de gerekçesiz olarak burası Manavgat belediyesine verilmemiştir.

Ve neticesi şu andaki gibi hezimet.

Geçerken kafamı önüme eğerek geçiyorum. Bunun olacağını defalarca söyledik. Farklı amaçlarla buranın kullanıldığını ifade ettik. Bakılmasını temizlenmesi gerektiğini söyledik. Ama lafımız pazara varmadı. Neticesi hep beraber gördüğünüz gibi arkadaşlar. Orayla ilgili acımız hala devam ediyor.”

 

(Gazete Sol)

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Afrin gerginliğinde 9 öğrenciye tutuklama kararı

Boğaziçi Üniversitesi’nde geçtiğimiz günlerde Suriye’nin Afrin bölgesine gerçekleştirilen askeri operasyona destek için lokum dağıtan öğrencileri ‘İşgalin ve katliamın lokumu olmaz’ yazan bir pankartla protesto ettiği için gözaltına alınan 15 öğrenciden 9’u tutuklandı.

DHA’ya göre nöbetçi sulh ceza hakimliğince sorgulanan 15 öğrenciden 9’unun “PKK/KCK/YPG silahlı terör örgütünün propagandasını yapmak” suçundan tutuklanmasına karar verildi.

Hakimlik diğer 6 şüphelinin ise adli kontrol hükümleri uygulanarak serbest bırakılmasına hükmetti.

Öğrenciler geçtiğimiz günlerde evlerine ve yurt odalarına düzenlenen operasyonlarla gözaltına alınmıştı.

19 Mart Pazartesi günü Boğaziçi Üniversitesi’nde Afrin harekâtına katılan askerler için lokum dağıtan öğrencilere, başka bir grup öğrenci ‘İşgalin ve katliamın lokumu olmaz’ yazılı pankart açarak tepki göstermişti.

İki öğrenci grubu arasında kısa süreli gerginlik yaşanmıştı.

Erdoğan: Okuma hakkı vermeyeceğiz

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşananlarla ilgili yaptığı bir konuşmada, “O komünist, o vatan haini terörist gençlere üniversitede okuma hakkı vermeyeceğiz” demişti.

Erdoğan ayrıca şu açıklamayı yapmıştı:

“Bu üniversitenin içinde bu tür teröristler olduktan sonra onlar bu markaya leke sürüyor. Şu anda üzerine üzerine gidiyoruz, bu terörist öğrencileri bulup çıkarıp gereğini yapacağız. Üniversitelerimizdeki hocaların da çok daha dikkatli olması gerekir. Bu öğrencilerle hocaların iltisakı olduğunu belirlediğimiz anda onlarla ilgili de gereğini yaparız.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözleri üzerine açıklama yapan Boğaziçi Üniversitesi siyaset bilimi öğrencileri, “Hükümetin güvenlik politikalarını eleştirmek terör örgütü propagandası değildir” ve “Gözaltına alınan arkadaşlarımızın fikrini ifade etme hakkını savunuyoruz” demişti.

 

(BBC Türkçe)

Yeni Zelanda eşcinsellik hükümlerini sicillerden silecek

Yeni Zelanda, geçmişte eşcinsel oldukları için cezalandırılan kişilerin sicillerine işlenen hükümlerini silmek için bir yasa çıkardı.

Ülkede 1986 öncesinde eşcinsellik nedeniyle erkeklere verilen cezalar hâlâ bu kişilerin adli sicil kaydında yer alıyor.

Önümüzdeki yıl yürürlüğe girecek olan yasanın binden fazla kişiyi etkilemesi bekleniyor.

Yasayı oy birliğiyle çıkaran milletvekilleri, geçmişte eşcinsel oldukları için hüküm giyenlerden de özür diledi.

Eşcinsellik Yeni Zelanda’da 1986’ya kadar suç kabul ediliyordu

Adalet Bakanı Andrew Little, “Bu yasa eşcinsellere karşı ayrımcılığın artık kabul edilebilir olmadığına dair açık bir sinyaldir. Geçmişin yanlışlarını düzeltmeye kararlıyız” diye konuştu.

Little, “Tüm eşcinsel erkeklerden ve eski eşcinsellik cezalarının yol açtığı önyargı, damgalama ve diğer olumsuz etkilere maruz kalan gökkuşağı topluluğundan bir kere daha özür diliyorum” dedi.

Yasaya göre 1986 öncesine dair silinecek üç hüküm eşcinsel seks, erkekler arası uygunsuz davranışlar ve eşcinsellik için mekan temin etme olarak açıklandı.

Aileler, ölmüş akrabalarının haklarındaki hükümlerin de silinmesini sağlayabilecek.

Bunun için seksin 16 yaşından büyük insanlar tarafından ve karşılıklı rızaya dayanan şekilde yapılmış olması gerekiyor.

Bu yasanın çıkması için bir imza kampanyası ilk olarak geçen yıl parlamentoya sunulmuştu.

Eşcinselliği suç olmaktan 1986’da çıkaran Yeni Zelanda 1993’te eşcinsellere karşı ayrımcılığı yasaklamış, 20 yıl sonra da Asya Pasifik bölgesinde eşcinsel evliliğe imkan sağlayan ilk ülke olmuştu.

 

(BBC Türkçe)

Nükleer güç olmayı arzulayan siyasi iktidarın 9 para-doksu

Dün ekran başında tören konuşmalarından duyduğumuz ifadeyle Akkuyu Nükleer Güç Santrali(NGS)n’de 1. ünitenin temelinin atılmasıyla 60 yıllık bir rüyanın inşasına ve hayata geçirilişine şahit olduk. Doğrudur,  yaptığım bu teşbihte hata yok: Maalesef dün  irademiz çiğnenmiş, kendimizi ifade etme hakkımız engellenmiş  ve açılışta defalarca bilerek ya da bilmeyerek altı çizildiği gibi “hayata geçirilmiştir”…Dün, bu nedenle tarihe de geçmiştir.

Nükleer santrallere ilişkin gerçekler dünya genelinde çarpıtılır: Nükleer enerjinin temiz, güvenli ve ucuz elektrik enerjisi üreteceği vadedilir, bu konuda mitler yaratılmıştır. Filhakika, tarihine baktığımızda nükleer enerjinin ahlaken temiz olmadığını, karakterini ise ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki’ ye attığı atom bombalarının ardından icat ettiği Barış için Atom Anlaşması”yla atom silahı ve barış gibi iki benzemezi bir araya getiren sorunlu fakat sorumsuz zihniyetten aldığını görürüz.

Fakat bu başka bir yazının konusu, bu yazıda  mevcut siyasi iktidarın politikası bağlamında içine düştüğü 9 paradoksa dikkat çekeceğim. Bu sayı arttırılabilir zira, her madde kendi içinde “menfaatlerle” form tutmuş geometrik ilişkiler barındırıyor. Mamafih bu yazıya başlığını veren”paradoks” kelimesi çelişkili hallere rağmen Akkuyu NGS projesinin devam etme nedenini ifşa eder gibi değil mi sizce de? Daha belirgin hale getirmek için araya bir “-“getirelim. Şimdi ana hatlarıyla bakalım şu “para-doks”lara:

 

1.OHAL – yatırımlarda artış

Türkiye genelinde  OHAL şartları altında toplantı, gösteri ve  yürüyüşler kasdi ve keyfi olarak iptal edilirken, kentsel dönüşümün ve diğer her türlü yatırımın önünü açan projelere olanak tanınmakta hatta yasal altyapı ve çerçeve bu konjonktürde dahi değiştirilmektedir. Misal dün, Mersin Nükler Karşıtı Platform’un Akkuyu yolundaki protestosu  OHAL ortamında aniden “yasak”larla engellenmeye çalışılmıştır.  [1]

2.Enerjide dışa bağımlılık-ithal enerji

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO)’nın rakamlarına göre Türkiye ithal ettiği doğal gazı,kömürü ve petrolüyle enerjide dışa bağımlılığı 2017 yılı sonunda %76’ya ulaşan bir ülkedir. Maalesef nükleer santral kurarak bu alışkanlığını nükleer enerji ile taçlandıracak görünmektedir. Oysa nükleer santral yerli ve milli değildir ki üretilen enerji yerli ve milli olabilsin! Herkes  biliyor, bir işletmenin yerli ve milli olması için öncelikle üretim faktörlerinin yerli ve milli olması gerektiğini. Akkuyu NGS hissesi %51′ den az olmayacak şekilde Rusya’ya aittir, insan kaynağı, işletme süreçleri, ham maddesi, teknolojisi Rusya tarafından sağlanacaktır. Velev ki  imzalanan anlaşma ile yegane  sahibi olduğumuz toprak bile anlaşma için Rosatom’a  hediye edilmiştir.

3.Nükleer enerji- temiz enerji

Türkiye’de hükümet, dünya genelinde çoğu siyasi iktidarın yaptığı gibi nükleer  enerjiyi temiz bir enerji kaynağı olarak sunmaktadır. Oysa bu siyasi iktidarın  temiz enerji üretimine de kullanımına itibar etmediği ortadadır zira, 2012 yılından itibaren artarak sürdürülen fosil yakıt kullanıma devam edileceği açıklanmıştır.  Nitekim gerek bugün ithal kömürle işletilen santrallerin gerekse gelecekte ithal kömürle çalıştırılacak şekilde kurulması planlanan santrallerin yer aldığı tablo gerçek durumu göstermektedir . [2]

Peki,  kirli  fosil yakıt tüketimini umursamayan bir ülke neden ve nasıl  temiz yakıt tüketmekten bahsedebilir? Kaldı ki  nükleer enerji temiz değildir, nedenlerini  bu yazımızda bulabilirsiniz. [3]

4-Radyasyon nedeniyle terk-i diyar, toprak-kaybını göze almak- yurt, toprak sevgisi

Fukuşima Nükleer Felaketi’nin  yedinci yılına girdiğimiz bu dönemde hükümetin ısrarına rağmen , tazminatlarını kesmekle karşı karşıya bırakmasına rağmen halen Fukuşima’nın bazı kasabalarında 50 bin kişi evine dönmüş değildir. Nükleer felaket nedeniyle açığa çıkan radyasyonun topraktan çıkması ise yüzlerce yıl sözkonusu değildir. Bugün Çernobil ve Fukuşima’da terk edilmek zorunda kalınan, zorunlu göç nedeni olan zehirli  topraklar uğruna bir zamanlar savaş yapılmamış mıydı?  Ya da suali vatan millet sakarya edebiyatını seven Türkiye’ye yöneltip şöyle soralım:  Tarihte atalarımızın  mücadele vererek aldığı bu toprakları bu siyasi iktidarın  ticari amaçlarını gerçekleştirmek için  kurmak istediği  nükleer santral uğruna kaybetmeyi göze alması bir çelişki değil midir?  7 yıldır  Japonya’da insanlar nükleer karşıtı eylemlerde “Fukuşima’yı geri verin (Fukuşima o kaese!)”  diye bağırmaktadır. Fukuşima ‘da en az 30-40 kilometrekarelik alan kaybedilmiştir. Toprak kaybı yalnızca devletlerarası savaşla mı olur?

5- Elektrik israfı- Arttırılan elektrik ihtiyacı

Nükleer santralin kurulmasıyla artan elektrik enerjisi ihtiyacının giderileceği iddia edilmektedir fakat enerji israfına neden olan yaz saati uygulamasında devam edilmektedir.  Elektrik Mühendisleri Odası (EMO)’nun rakamlarıyla açıklarsak 2017 yılında ocak-şubat -mart aylarında  yaz saati  kullanımı ortalama  %6 civarında  elektrik kaybına neden olmuştur.Türkiye genelinde %20-30 aralığında   kayıp kaçak oranı varken ihtiyaç duyulacak elektriğin %10’unu üretecek bir nükleer santrale niçin ihtiyaç olsun? Törende Akkuyu NGS’nin İstanbulun elektriğini tedarik edeceği de ifade edildiği üzere İstanbul’da elektirik tüketiminin  alış veriş merkezleri(AVM)ndeki kullanımla artan oranlı olduğunu  belirtmemiz gerek. Bu noktada bize de AVM’lere gitmemek konusuna özen göstermek düşüyor.

6- Çocukların kulanıldığı reklamlar – çocukluk çağı kanseri

Nükleer santrallerin dünya kamuoyu tarafından ne olduğunun anlaşılması maalesef Çernobil ve Fukuşima nükleer felaketleriyle mümkün olmuştur. Anlaşılmıştır ki nükleer felaketle yayılan radyasyon en çok çocukları etkilemektedir. Daha önce de defalarca yazıldı özellikle çocukluk çağı  tiroit kanseri önemli bir konudur. Çernobil Felaketi’nin ardından yapılan çalışmalar bu kanser tipinin özellikle nükleer santrallerin yakıt çubuklarındaki ve atom silahlarındaki  sezyum 137 nedeniyle meydana geldiğini ispatlamıştır. Nitekim Fukuşima  Nükleer Felaketi’nin başlamasıyla önceden milyonda bir görülen bir hastalık olan çocukluk çağı tiroit kanseri test yapılan 380 bin çocuktan  193’ünde kanser/kanser şüphesi tespit edilmiştir  ki bu sayı  oransal olarak 2000 kişide bire tekabül etmektedir.  Yani görülme sıklığı 500 kat artmıştır. Ayrıca Alman bilim insanlarının araştırmaları  faaliyet halindeki  nükleer santrallerden 5 kilometre yarıçaplı alanda da çocuklarda tiroit kanseri  olduğunu göstermektedir. Nükleer santral felaketinin hesaplanamayan maliyetleri içinde çocukların yaşayacağı maruziyet fazla olduğu için olsa gerek “kurbanını korkutmama refleksi”yle  mi desem…Nükleer enerji yatırımı kalkınma ve çocuklara güzel imkanlar sunma aracı olarak tanıtılmaktadır.

7-Nükleer Silahsızlanma Anlaşması-seçim için propaganda malzemesi 

Türkiye Nükleer silahsızlanma anlaşmasını  1981 yılında imzalamış  NATO üyesi bir ülkedir. Dolayısıyla nükleer güç sahibi olacağı iddiası  daha ziyade gelecek seçimlere yönelik seçmen kitlesini etkilemek amacı taşımaktadır.

8-Faiz haram- vergi muafiyeti helal mi?

Böyle derken vergiden muaf olması için adresi  Jersey Kanal Adalarında gösterilen EUAŞ’ın %49 ile ortak alınma çabası  bu paradokslara eklenebilir. Bu konuda Çiğdem Toker’in detaylı yazısına bakılabilir.   [4]

9- Fukuşima sonrası nükleer güvenlik yasası- hükümete bağlı politika

Fukuşima Nükleer Felaketi’nin  nedenlerinden biri  denetimlerin yeterli ve doğru  yapılmaması olduğu üzere dünya genelinde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (IAEA) tarafından nükleer güvenlik konusuna önem verilmiştir. Fakat Türkiye’de hükümetin ve nükleer santral şirketinin  minimum ilişkisinin olması tavsiye edilmiş  olmasına rağmen  siyasi iktidar  daha da yakın ama gizli bir ilişki kurmayı tercih etmiştir. Hatta nükleer santral kurulum süreçleri  2023 tarihi itibariyle geçerli olacak Stratejik Çevre Etki ve Değerlendirme(ÇED) kapsamına alınmak suretiyle bildiğimiz halkın müdahelesinden muaf tutularak  mega proje kimliği verilerek direkt Başbakanlığa/Enerji Bakanlığına esasen Cumhurbaşkanına bağlı hale getirilmeye çalışılmaktadır.   [5]  

Nihayet dünkü temel atma töreninde de siyasi iktidarların  beyanlarından anlaşıldığı üzere Akkuyu NGS projenin %51 ortağı olan  Rusya için operasyonel faaliyet, sonradan %49 hisse sahibi olan Türkiye için ise  inşaat faaliyeti anlamı taşımakta, bu nedenle de ikisinin öncelikleri farklıdır. Örneğin dünkü tören konuşmalarında Akkuyu NGS  projesinde ihaleyi kazanıp tedarikçi olan şirketlerin Dünya nükleer ringine çıkıp uluslararası projelerden pay almak için yeterli referansa sahip olacağı belirtilmiştir. Kaldı ki  Akkuyu Bilirkişi İncelemesinde Rosatom’un Rus yetkilisi her nükleer santral projesinin bir iş yatırımı olduğunu dolayısıyla Akkuyu NGS’nin de yatırım faliyeti gibi ticari ve fiziki risklerinin bulunduğunu ifade etmiştir.  [6]

Bilirsiniz, yaygın kullandığımız bir atasözüdür :

Güneş balçıkla sıvanmaz!

Açıkça meydana çıkmış olanı gizlemeye çalışmanın beyhude bir çaba olacağına işaret eden bu sözü gerçek manasında da düşünmeli. Başta Akdeniz ve Ege olmak üzere Türkiye genelinde güneş termal ısıtıcıları  on yıllardır kullanılıyor, güneş panelleri niye kullanımasın? Sadece büyük yatırımlar değil , yasalarda yapılacak düzenlemelerle evlerde, bireysel kullanımda da kolaylıklar sağlanabilir. Bunların hepsi ne yemek istediğinizle ilgili, diyet gibi…  Oysa  iktisadi açıdan bir karşılaştırma yapıldığında bile 3-4 kat avantajlı durumda olan , istihdam sağlama bakımından ise nükleer santrale göre 7 kat fazla imkan sunan güneşten  %1 , rüzgardan ise %6 civarında faydalanılıyor ve  2023’e kadar  %30’unu karşılamasının hedefleniyor. Avrupa’da gerek güneş ve gerekse rüzgar kapasitesiyle  üçüncü sırada bir ülke için  çok düşük bir hedef değil midir?  Bunun bir sebebi nükleer santral için altına gireceğimiz maliyetlerin altında ezilme ve bizim olan yenilenebilir kaynaklara  kaynak ve ilgi ayırmayı tercih etmemek olabilir mi? Peki toplam elektrik türketiminin yalnızca  %10’unu karşılaması öngörülen nükleer santral  için tolere edilmesi yüzyıllarca mümkün olmayan risklerin alınması bu millete, bu tarihe ,bu topraklara reva mı? Özellikle  iklim değişikliği gibi tehditlerin dünyayı sarmalına aldığı bir dönemde ilk adım tasarrufa  ikinci adım ise gerçek yerli ve milli çözümümüz olan yenilenebilir enerjilere doğru atılmalıdır.  Nükleere verilen teşvikler yenilenebilir enerji imkanlarını zenginleştirmek  için ayrılsa  rüzgar arkasından eser o peşinden koşulan ekonominin. Velev ki nükleer enerjinin dünyada şansı artık yok. Güneşle birlikte binlerce çiçek açar!

Son notlar 

[1] https://yesilgazete.org/blog/2018/04/03/akkuyuya-gitmek-isteyen-nukleer-karsitlarina-polis-engeli/

[2] https://www.artigercek.com/yerli-komur-masali-bitti-turkiye-ithal-komur-cenneti-oldu.

 [3] https://yesilgazete.org/blog/2017/11/29/nukleer-endustrinin-iklim-degisikligi-kosullarindaki-yeni-oyunlari/

 [4]https://yesilgazete.org/blog/2018/02/08/akkuyunun-finansmani-jerseyden-mi-gelecek-cigdem-toker/

 [5]https://yesilgazete.org/blog/2017/06/18/akkuyu-ngs-icin-uretim-lisansi-zeytinin-son-dansi/

 [6]https://yesilgazete.org/blog/2016/12/06/5-aralik-bilirkisi-incelemesi-ve-kesfinden-notlar-2/

Pınar Demircan  

İhracattan geri dönen zehirli fındık ve kuru incirlere ne oluyor? – Bülent Şık

Bu yazı bianet.org/ dan alınmıştır

Küfler tarafından belirli çevre koşullarında gıdalarda üretilen toksik etkili kimyasal maddelere mikotoksin adı verilir.

Küfler doğada her ortamda yaşayabilen çok hücreli, oksijeni seven, 22-32 santigrat derecede ve nemli ortamlarda iyi gelişen canlılardır.

Küflerin gıdaların yüzeyinde gelişmesi ağaçların toprakta filizlenip kök salmasına benzer.

Küf sporları bir sap vasıtasıyla gıdaların yüzeyine tutunur ve gıdaların yüzeyinde gelişen küfler gıdanın içine doğru ince, ipliksi köklerle yayılır.

Küfe rengini yüzeydeki küf sporları verir ve bu sporlar hava akımı ile bir yerden diğerine kolayca taşınır. Bazı küfler Camembert ya da Brie gibi peynirlerde de görülebileceği gibi gıdalara lezzet katmak amacıyla yapılan olgunlaştırma işlemlerinde kullanılır.

Küflerin çoğu zararsızdır; ancak havada taşınan sporları solunduğunda alerjik reaksiyonlara ve astım krizlerine yol açabilir. Ancak yol açtıkları sağlık zararları burada bitmez. Bazı küf çeşitleri bilinen en zehirli maddelerden biri olan mikotoksinleri oluşturur. Mikotoksinlerin gıdalardaki varlığı ise ciddi bir halk sağlığı sorunudur.

Mikotoksinler

Doğada 100’ün üzerinde küf türü tarafından üretilen 400 civarında mikotoksin bulunmakta. Mikotoksinler genellikle gıdaların içine kök salan ipliksi köklerin içinde ve etrafında bulunur.

Halk sağlığı açısından aflatoksinler, okratoksin A, trikotesenler, fumonisin B1, zearalenon ve patulin en önemli mikotoksinlerdir.

Bu yazıda zehirli etkilerinin yüksekliği ve yaygınlıkları nedeniyle aflatoksinlere odaklanılmıştır.

Aflatoksinler

Aflatoksinler, Aspergillus adı verilen küfler tarafından üretilen mikotoksinlerdir.

Aflatoksin kelimesi onu üreten küf çeşitinin adının baş harfleri (Aspergillus flavus) ile zehir anlamına gelen “toksin” kelimesinin birleşiminden türetilmiştir.

20’den fazla aflatoksin çeşidi olsa da en önemlileri Aflatoksin B1, B2, G1 ve G2’dir. Gıdalarda en çok bulunan ve en toksik olan aflatoksin B1’dir.

Aflatoksinler kanserojen (kanser yapıcı), mutajen (genetik zincirde mutasyona neden olan) ve teratojen (embriyo gelişimini olumsuz etkileyen) etkili kimyasal maddelerdir. Yol açtıkları en önemli sağlık zararı karaciğer kanseridir.

Aflatoksinlerin yol açacağı sağlık sorunları gıdalardaki aflatoksin miktarı, aflatoksin içeren gıdaları yeme sıklığı, yaş ve karaciğer bozuklukları gibi çeşitli etkenlere bağlı olarak değişmektedir.

Aflatoksinler gıdalara uygulanan ısıtma ya da pişirme gibi işlemlerle yok edilemez. Genel bir kural olarak üzerinde küf gelişmiş gıda maddeleri tüketilmemelidir.

Ülkemizde yer fıstığı, fındık, kuru incir ve mısır aflatoksin içermesi en muhtemel gıda ürünlerinin başında gelir.

Aflatoksin hayvansal gıdalarda da bulunabilmektedir; ancak bu konuyu önümüzdeki hafta ele alacağım.

Ülkemizdeki aflatoksin içermesi muhtemel gıda ürünlerindeki durum?

Ülkemizdeki gıdalarda bulunabilecek aflatoksin miktarlarının maksimum ne kadar olabileceği 29.12.2011 tarih ve 28157 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Türk Gıda Kodeksi Bulaşanlar Yönetmeliği” ile belirlenmiştir.

Gıdalardaki aflatoksinler ile ilgili kontrol, izleme ve analiz çalışmalarını yapmakla sorumlu kurum Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’dır.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ülke genelinde üretilen ve ithal edilen ürünlerde yapmış olduğu aflatoksin analizi çalışmalarına dair sonuçları kamuya açıklamıyor. Dolayısıyla gerçek durumun ne olduğu hakkında bilgimiz yok.

Bu yazıda 2013 yılından günümüze uzanan süreçte ülkemizden Avrupa Birliği ülkelerine ihraç edilen çeşitli gıda ürünlerinde tespit edilen aflatoksin miktarlarının ne olduğuna bakarak bu önemli hak s

İhraç gıda ürünlerinde aflatoksin kontrolü

Ülkemizden Avrupa Birliği ülkelerine ihraç edilen gıda ürünleri ithalatçı ülkenin gümrük kapısında analiz ediliyor. Analiz sonucu uygun çıkarsa gıda maddesinin o ülkeye girişine izin veriliyor; aksi durumda ürünler ihracatçı ülkeye geri gönderiliyor. Ürünler üzerinde yapılan analiz çalışmaları sonucunda bir uygunsuzluk belirlendiğinde elde edilen sonuçlar “Gıda ve Yem Hızlı Alarm Sistemi (RASFF)” olarak da bilinen bir internet portalında ilan ediliyor.

İlgili kayıtlar incelendiğine ülkemizden ihraç edilen gıda ürünlerinde tespit edilen uygunsuzluk sorunlarının neredeyse yarısının mikotoksinlerle ilgili olduğu görülecektir.

En çok kayıt da aflatoksinler hakkında.

Uygunsuzluk kaydı yapılan mikotoksinlerin %85-90’ı aflatoksin. Aşağıdaki tablo 2013-2018 yılları arasında ülkemizden ihraç edilen ürünlere yapılan analizlerde toplam kaç adet uygunsuz ürün tespiti yapıldığını ve bu yapılan tespitlerin kaç tanesinin aflatoksinlerle ilgili olduğunu gösteriyor.

Tablo’da sadece 2013 ile 2018 yılları arasındaki verilere yer verdim ama 2013 yılı öncesindeki aflatoksin kayıtları için de önemli bir değişiklik olmadığını söyleyebilirim.

RASSF kayıtları incelendiğinde uygunsuz örneklerin ortalama %40’ının aflatoksin içerdiği için uygunsuz çıktığı görülecektir.

Ülkemizdeki durum ne?

RASSF kayıtları Türkiye içinde tüketilen ürünlerdeki aflatoksin sorunu hakkında ne söyler? Bu sorunun yanıtı kolay değil. Ama ihraç ürünlerin genellikle seçmece ürünler olduğunu, geri çevrilme riskine karşı daha dikkatle hazırlandıklarını düşünmek makul.

İhraç ürünlerle ilgili verilerdeki aflatoksin kayıtlarının çokluğu ve ülkemizdeki gıda tüketim alışkanlıkları içinde tahılların, kuruyemişlerin, baharatların ve kuru meyvelerin epeyce yer tuttuğu düşünülürse aflatoksin maruziyeti açısından bir halk sağlığı sorunu olması kuvvetle muhtemeldir.

Ama bu düşüncemizi doğrulamak için analitik verilere ihtiyaç var.

Ülke genelinde yapılacak bir çalışma ile aflatoksin içermesi muhtemel ürünlerdeki aflatoksin kalıntı düzeylerinin saptanması ve o bilgiden hareketle değişik yaş gruplarının yedikleri gıdalarla bünyelerine ne miktarda aflatoksin aldıklarının mutlaka belirlenmesi gerekiyor.

Bu çalışma hiç şüphe yok sadece aflatoksinler için değil mikotoksinlerin tamamı için yapılmalı.

Ama yanıtlanması gereken başka sorular da var ve onların neler olduğuna değinmek meselenin önemini ve aksayan noktaların nerelerde olduğunu daha görünür kılacak.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na sorular

RASSF kayıtlarında ürünlerde tespit edilen aflatoksin miktarları çok yüksek. Örneğin 2017 yılında ihraç edilen fındık, kuru incir, yer fıstığı gibi ürünlerde tespit edilen aflatoksin miktarları ülkemiz mevzuatının izin verdiği miktarların çok üzerinde. Dolayısıyla iade edilen bu ürünlerin iç piyasaya sunulmaması veya kesinlikle tüketilmemesi gerekiyordu.

Şu sorulara yanıt aramak gerekiyor. Sorunun muhatabı Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’dır.

1) Aflatoksin kalıntısı içerdiği için 2017 yılında ülkemize iade edilen 145 parti ve 2018 yılı Ocak-Nisan ayları arasında iade edilen 45 parti gıda ürününe ne oldu? Muhtemelen binlerce ton olan bu ürünlerin mutlaka imha edilmesi gerekiyordu. İmha işlemi nerede ve ne zaman yapıldı?

2) 2017 yılında ülkemizdeki gıda ürünlerinde yapılan aflatoksin kalıntısı analizi sayısı kaçtır. Örneğin kaç adet fındık, fıstık, tahıl ürünleri, kuru incir örneğinde analiz yapılmıştır. Tespit edilen uygunsuzluk oranı nedir? Uygunsuzluk tespiti sonrasında hangi önlemler alınmaktadır?

3) Ülkemize ithal edilen gıda ürünlerinde aflatoksin kalıntısı analizi yapılmakta mıdır?

4) Son 5 yıl içinde ithal edilen gıda ürünleri içinde mevzuatın belirlediği miktardan daha fazla aflatoksin kalıntısı içerdiği için iç piyasaya sokulmayan ve iade edilen ürün sayısı kaçtır?

5) Aflatoksin maruziyeti konusunda ne gibi çalışmalar yapılmaktadır.

İlgili kamu kurumları bu sorulara yanıt üretecek tarzda çalışmalar yapmamışsa, bunun nedenlerinin neler olduğunu sormak da hakkımız öyle değil mi? Hâlâ haktan, hukuktan, işleyen bir kamu bürokrasisinden söz edilebilirse elbette. (BŞ/HK)

 

Not: Gıdalardaki mikotoksin kalıntıları konusunda hayvan refahı, iklim krizi ve gıda güvencesi bağlamında söylenecek başka şeyler de var ve o konuları da önümüzdeki haftalarda ele almaya çalışacağım.

 

Bu yazı bianet.org/ dan alınmıştır

 

Bülent Şık

Nükleer santralin ikiye böldüğü Ankara: Bir tarafta temel atma töreni diğer tarafta sivil toplumun tepkisi

3 Nisan 2018  de  Akkuyu Nükleer Güç Santrali(NGS ) projesinin temel atma törenine ile tarihteki yerini aldı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in katılımı ve telekonferans yöntemiyle gerçekleştirilen temel atma töreninde ikili ilişkilere, işbirliğine , gelecek yatırımlara, tedarikçilere iş fırsatlarına, yeni sektör çalışmalarına vurgu yapılarak Nükleer santralin “İstanbul’un elektrik ihtiyacını karşılayacağı”na yeni bir sektör anlamına geldiğine  dikkat çekildi. Aynı zamanda Nükleer santral inşaatının tedarikçiler için Dünya genelindeki nükleer santral yatımlarında iş kovalayabilmesinin önünü açan güzel bir referans olduğu belirtildi.

Konuşmaalrın ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın komutuyla Kalkınma  Bakanı Lütfi Elvan  mühendislerin eşliğinde sembolik temel atma eylemi olarak kurdeleyi kesti.

Ankara’nın diğer tarafında, Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde ise aynı saatlerde bir başka hareketlilik vardı. Mersin, Sinop ve Samsun’dan Ankara’ya gelerek  TBMM önünde Sinop CHP Milletvekili Barış Karadeniz ile buluşan sivil toplum üyeleri basın açıklamalarını okudu ve bazı önemli noktalara vurgu yaptı.

Mersin  Çevre ve Doğa Derneği ile Mersin Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği adına  özenle hazırlanmış basın açıklamasını okuyan Ayşe Doğan’ın konuşmasını aşağıdaki kayıttan izleyebilirsiniz.

30-31 Mart tarihleri arasında Ankara Elektirk Mühendisleri Odasının ev sahipliğinde  Sinop Nükleer Güç Santrali’nin kurulmasının Karadeniz’in ekolojisine vereceği zararları ortaya koyan, risklerine dikkat çeken bir sergi  düzenlemiş olan  Samsun EMO başkanı Mehmet Özdağ nükleer santralin gerçeklerine, Akkuyu NGS projesine dair  çarpıcı açıklamalarda bulundu.

 

Haber: Pınar Demircan

(Yeşil Gazete)