COP24’te açıklanan ve Türkiye de dahil olmak üzere 56 ülke ile AB’nin iklim performanslarının değerlendirildiği İklim Değişikliği Performans Endeksi (CCPI) 2019’a göre üç yıldır sabit düzeyde seyreden CO2 emisyonları yeniden tırmanışa geçti. Endeksin verileri küresel ısınmanın 2°C derecenin altında tutulmasına ve hatta 1,5°C ile sınırlandırılmasına yönelik stratejilerinin çok az sayıdaki ülke tarafından uygulamaya geçirildiğini de ortaya koydu.
İklim Değişikliği Performans Endeksi‘ne göre İsveç ve yenilenebilir enerjide önemli mesafe kateden Fas lider konumda. Endeksin son sıralarındaki ülkeler ise ABD ve Suudi Arabistan. G20 ülkelerinin 8’inin performansı ise “çok düşük” notu aldı. Bu ülkeler Türkiye, ABD, Avustralya, Japonya, Kanada, Kore Cumhuriyeti, Rusya ve Suudi Arabistan.
Türkiye, 56 ülke arasında 50. sırada
Endekste 50. sırada yer alan Türkiye, üçüncü havalimanı inşaatı sırasında Kuzey Ormanları’ndaki ekolojik yaşamı da tahribata uğramasına yol açmıştı
Türkiye tüm genel performansı ile bu sıralamada çok düşük ülkeler arasında. Genel sıralamada 50. sırada yer alan Türkiye’nin karbon emisyonları performansı ise düşük notuyla bu kategoride 37. sırada bulunuyor. Türkiye’nin en iyi performans gösterdiği alan ise yenilenebilir enerji başlığı oldu. Türkiye, G20 ülkeleri arasında Brezilya ile birlikte bu kategoride “yüksek” notu alan iki ülkeden biri oldu. İklim politikaları ise en kötü not alınan kategori olarak görünüyor. Türkiye’nin çalışmadaki son kategori; enerji kullanımında da çok düşük notu aldı.
CCPI yazarlarından Germanwatch’dan Jan Burck’a göre: “Son yıllardaki tekno-ekonomik gelişmelere bakıldığında, düşük karbonlu çözümlerin uygulamaya geçirilmesindeki gecikmenin açıklanabilir bir yanı yok. G20 zirvesi, 19 ülkenin Paris Anlaşması’na güçlü bir şekilde destek verdiğini ortaya koydu ancak bu hükümetlerin Paris Anlaşması’nın ulusal düzeyde uygulamaya geçirilmesi için gerekli çerçeve ve teşviklerinin oluşturmasına dair iradesi henüz sözlerine yansımadı,” dedi.
Raporun yazarlarından ve NewClimate Institute’dan Profesör Niklas Höhne ise “Paris’ten önce dünya 4°C-5°C derecelik bir küresel ısınma patikasındaydı. Şu anda, hala 3°C derecenin üstünde bir ısınma, yani hala felaketle sonuçlanacak bir patikadayız. O günden bu yana, rüzgar ve güneş enerjisiyle üretilen enerji fiyatları üçte bir oranında düştü, dolayısıyla tüm ülkeler hem hedeflerini hem de yenilenebilir enerjiye geçiş hızlarını arttırabilir,” dedi. İncelenen 56 ülkenin 40’nda, emisyon miktarları 2011 ve 2016 yılları arasında azaldı. Ancak, fosil yakıt altyapılarına yapılan yatırımlar yüksek emisyon tuzağı riskini arttırıyor.
Mevcut durumdaki emisyon seviyeleri ile küresel ısınmanın 2°C derecenin oldukça altında, hatta 1,5°C derecede, tutulması için gerekli emisyon seviyeleri arasındaki fark büyüyor. Ülkelerin iklim rejimlerini güçlendirmeleri gerektiği bir dönemde, liderlik konusundaki açığın da büyüdüğünü gözlemliyoruz. İklim Değişikliği Performans Endeksi’nin yayıncılarından İklim Eylem Ağı CAN’den Stephan Singer’a göre “AB’nin öncülük yaparak mevcut iklim taahhütlerini yükseltmesi şu anda çok önemli.”
Emisyon ve yenilenebilir enerji performansı nispeten iyi olan İsveç, dört numaraya yerleşerek liste başında yer aldı. İsveç’in ardından, yenilenebilir enerji kapasitesini önemli ölçüde arttıran ve iddialı bir ulusal iklim hedefi belirleyen Fas geliyor. Yenilenebilir enerji alanında performansını iyileştiren, kişi başına emisyonları nispeten düşük olan ve 2030 iklim hedefi nispeten iddialı olan Hindistan ise 11. sırada yer alıyor.
İlk üçte hiçbir ülke yer almadı
İklim Değişikliği Perfomans Endeksi 2019’un ilk üç sırasına hala hiç ülke layık görülmedi zira ne incelenen 56 ülke, ne de AB’nin genel performansı küresel ısınmayı 2°C derecenin oldukça altında tutma patikasında değil. Toplama bakıldığında, ülkelerin ne sergiledikleri iddia düzeyinin ne de uygulama düzeyinin yeterli olmadığı görülüyor.
Polonya’nın Katoviçe kentinde karar alıcıları bir araya getiren Birleşmiş Milletler’in 24. İklim Değişikliği Taraflar Konferansı (COP24) tüm hızıyla devam ederken, arka arkaya açıklanan uluslararası raporlar termik santrallerin hem ekolojik hem de ekonomik etkilerinin çok ağır olduğunu ortaya koyuyor.
Çevre Bakanlığı’nın paylaştığı verilere göre şu an Türkiye’de 56 adet kurulu veya kurulması düşünülen termik santral projesi bulunuyor. Ancak termik santrallerin insan ve diğer canlıların sağlığına ve iklim değişikliğine etkileri nedeniyle verilen mücadelede elde edilen kazanımlar her geçen gün daha da artıyor.
Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri Gönüllü Avukatı İsmail Hakkı Atal ile Türkiye’deki kömürlü termik santralleri ile ilgili yürüyen hukuki süreçleri, halk sağlığına etkilerini ve iklim değişikliği ile mücadelede acilen atılması gereken adımları konuştuk.
***
Adana Barosu 7 yıldır termik santrallerin lisans iptal davalarıyla ilgileniyor
İsmail Bey, Adana Barosu olarak bugüne kadar kömürlü termik santrallere ilişkin kaç lisans iptal davası açtınız?
Şu ana kadar 2011 yılında 8, 2014 yılında 5, 2016 yılında 7 termik santral lisans iptal davası açtık. Bu dava dosyalarından 5’i doğalgazlı termik santral projeleri, geri kalanı ise kömürlü termik santral projeleri aleyhine açıldı. 2011 yılında DAÇE (Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri), Adana Tabip Odası ve Ziraat Mühendisleri Odası Adana Şubesi olarak lisans iptal davalarını açmıştık. 2014 yılında açtığımız davalarda davacılar arasına Adana Barosu, 2016 yılında açtığımız davalarda davacılar arasına Hatay Barosu ve Türkiye Barolar Birliği de katıldı.
“Ülkemizde ÇED sürecinin usulü tamamen bürokratik formaliteden ibaret”
Bu süreçte hangi kazanımlar elde edildi?
2008 yılında açtığımız Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) iptal davasıyla şu anda çalışan İskenderun-Sarıseki sahilinde Atlas Enerji-Dilertermik Santrali’nin ÇED raporunu Hatay İdare Mahkemesi’nde iptal ettirdik. Ancak daha mahkeme kararının mürekkebi kurumadan, dosya Danıştay’da temyiz aşamasındayken davalı şirket parasını vererek yeni bir ÇED daha yaptırdı. Ülkemizde ÇED sürecinin usulü tamamen bürokratik formaliteden ibaret. Sonucu belirlenmiş bir süreç olarak uygulandığını gösteren o yıllardaki deneyimimiz, sonraki yıllarda TBMM’de bir soru önergesini yanıtlayan dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın 28 Temmuz 2014 itibariyle 23 bin ÇED başvurusundan sadece 3 tanesinin olumsuz çıktığı şeklindeki yanıtıyla somutlaştı.
“DAÇE’nin ve meslek örgütlerinin açtıkları davalar sonucunda 29 termik santral doğrudan ya da dolaylı olarak engellendi”
İptal ettirdiğimiz ÇED raporlarının arkasından alınan yeni ÇED raporlarının para ve zamana mal olması ise bizi DAÇE olarak yeni bir yol arayışına itti. 2011 yılında EPDK’ya lisans başvurusunda bulunan 17 termik santralden lisans verilen 8 tanesine “kümülatif etki sebebiyle” lisans iptal davaları açtık. Açtığımız 8 davada Danıştay 13. Daire yürütmeyi durdurma talebimizi reddetti. Yürütmenin durdurulması talebinin reddine dair 13. Daire kararına itirazımız üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu aynı coğrafi bölge içindeki tüm termik santrallerin kümülatif etkisinin hesaplanması gerektiğini belirten içtihatlarla bağlayıcı kararlar oluşturdu. Bunu izleyen süreçte Adana-Hatay-Mersin bölgesinde 13 bin 610 megavatlık 2 doğalgazlı ve 15 kömürlü toplam 17 termik santral lisans başvurusu EPDK tarafından reddedildi. Toplamda açılan termik santral lisans iptal davaları sayısı 20’ye ulaştı. DAÇE’nin ve meslek örgütlerinin açtıkları davalar sonucunda 29 termik santralin doğrudan veya dolaylı olarak engellenmiş olduğunu ve mücadelenin başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
“Yumurtalık’ta 5 yılda kanser vakalarının sayısı 12 kat arttı, kanser çeşidi 4’ten 14’e yükseldi”
Karbon salımları en yüksek oranlarda olan kömürle çalışan termik santrallerin halk sağlığı, gıda güvenliği ve diğer canlı türlerinin nesli açısından tehditleri neler, bilirkişi raporlarından hangi sonuçlar çıktı?
2016 yılında açtığımız davalar grubunda yer alan Yumurtalık EMBA Kömürlü Termik Santral projesinin lisans iptal davasında yapılan keşif öncesinde mahkemeden bir talepte bulunduk. Bilirkişi heyetine halk sağlığına olan etkisinin belirlenmesi amacıyla hekim bilirkişi, tarım alanlarına olan etkisinin belirlenmesi amacıyla ziraat mühendisi bilirkişi ve toplumsal maliyetin hesaplanması amacıyla iktisatçı bilirkişi eklenmesini talep ettik. Mahkeme tarafından talebimiz kısmen kabul edilerek akademisyen halk sağlığı uzmanı ve ziraat mühendisi bilirkişi atandı. Ankara 7. İdare Mahkemesi’nin 2017/247 E. sayılı dosyasında Sağlık Bakanlığı’na yazılan yazı sonrasında 18 bin nüfuslu Yumurtalık ilçesinde 2009 ile 2014 arasında kanser sayısı 12 kat artarken ilçenin nüfusu ise azalarak yaklaşık 17 bine düşmüştü. Diğer yandan 2009 yılında bölgede 4 kanser çeşidi varken, 2014 yılında 14 kanser çeşidine çıktığı bilirkişi raporuyla tespit edildi.
“Yumurtalık İskenderun sahillerinde balıklardaki ağır metal oranları arttı, deniz suyu ısındı, plankton ve fitoplankton sayıları azaldı”
Dava dilekçelerimizde bulunan bilimsel çalışmalardan Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi’nin yaptığı bir çalışmada İskenderun Sarıseki ile Payas arasındaki sahilde topraktaki ağır metal kirliliğinin insan sağlığına zararlı sınırın çok üzerinde olduğu sabit. Yine Yumurtalık İskenderun sahillerinde deniz suyu sıcaklığının artması nedeniyle 2000’li yıllarda “Caulerpa taxifolia” isimli işgalci bir deniz yosunu türünün bölgeyi istila ettiği, diğer deniz canlılarının yaşama alanını işgal ettiği Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nin bir çalışmasıyla ortaya çıktı. Fakültenin 2004 -2009 yılları arasında ölçümleyerek hazırladığı Denizekolojisi İzleme Çalışması raporlarında da balıklardaki ağır metal oranlarının arttığı, deniz suyunun ısındığı, plankton ve fitoplankton sayılarının da azaldığı tespit edildi.
“Kuzular ve buzağılar sakat veya ölü doğmaya başladı”
Sadece Sugözü Termik Santrali saniyede 24 metreküp, günde 5 milyon 300 bin metreküp soğutma suyu denizden çekip ve kaynama noktasına gelmeden denize deşarj ederken, körfezin karşı kıyısında Atlas Enerji Diler Termik Santrali de aynı şekilde 4 önce çalışmaya başladı. 2008 yılında Sugözü Termik Santrali’nin yanındaki Sugözü köyünde kuzular ve buzağılar sakat veya ölü doğmaya başladı. EPDK’nin reddetmek zorunda kaldığı 17 termik santral lisans başvurusunu, toplam 29 termik santral projesinden 4 tanesinin yapıldığını hesaba katarsak bölgede halk sağlığı, tarım ve denizel ekosistemdeki etkiler açısından bir yıkımın eşiğinden döndüğümüzü söyleyebilirim.
“Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar da çok tehlikeli bir sınırda olduğumuzun farkındalar”
Fosil yakıt şirketlerinin iklim değişikliğine dair bildiklerini kamuoyundan saklayarak ve çalışmalarına devam ederek insanlık suçu işlediklerinden bahsetmiştiniz. Küresel ölçekte fosil yakıt şirketleriyle nasıl bir mücadele şekli geliştirilmeli?
Naom Chomsky 5 Mayıs 2018 tarihinde kendisiyle yapılan bir röportajda “iklim değişikliği nedeniyle organize edilmiş insan uygarlığının tehdit altında olduğunu, Donald Trump yönetiminin yaptıklarının Adolf Hitler’den daha büyük bir canavarlık olduğunu ve insanlık tarihinde şimdiye kadar hiç kimsenin tüm insanlığın geleceğini tehdit edecek kadar büyük bir canavarlık yapmadığını” söyledi. Diğer yandan kapitalizmin yönlendiricisi olan Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar da çok tehlikeli bir sınırda olduğumuzun farkındalar bence. 2017 yılı Ekim ayında Suudi Arabistan Riyad’daki Ekonomik Forum’da konuşan IMF Başkanı Christian Lagarde “iklim değişikliğine karşı önlem almazsak 50 yıl içinde kızararak , pişerek öleceğiz” demişti.
“Trump yönetiminin Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi gibi benzer kararlar çıkabilir”
Kapitalizmin kurum ve yönlendiricileri için de fosil yakıtlardan tamamen vazgeçerek ekolojiyle ve insanlığın çoğunluğunun menfaatiyle uyumlu bir tutum sergilemeleri, sadece gezegenin ve insanlığın geleceği için değil kendi varlıklarını devam ettirebilmeleri için de şart ve rasyonel. Fosil yakıt şirketlerinin yer altındaki petrol ve kömürün sadece 1/3’ünü dahi çıkartmaları durumunda 2 C’lik geri dönülemez sınırı geçeceğimiz yönünde hesaplamalar var. Paris İklim Anlaşması’ndaki hedefler bağlayıcı bir hale getirilmediği takdirde, ülkeler ve şirketler arasındaki rekabet nedeniyle Trump yönetiminin Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi gibi benzer kararlar çıkabilir.
“Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni başvuru yağmuru altında tutarak iklim değişikliğinin insanlığa karşı suç kapsamına alınmasını sağlamak bir çözüm yolu olabilir”
Dünya halklarının hükümetlerini baskı altına alarak ya da Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (UCM) başvuru yağmuru altında tutarak “iklim değişikliğini insanlığa karşı suç kapsamına” alınmasını sağlamak bir çözüm yolu olabilir. Ve son IPCC raporlarına göre de bu çözüm yolunu gerçekleştirmek için halen 10 yıl kadar zamanımız var. 2016 yılı Eylül ayında Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcılık Ofisi bir politika belgesi (policy paper) yayınlayarak çevre suçlarının UCM kapsamına alınabileceğini açıkladı. Bir suçun insanlığa karşı suç kapsamında yargılanabilmesi için suçun gerçekleştiği yerin UCM’nin yargı yetkisini tanıyan ülke topraklarında olması ya da suçu işleyen kişi ya da kişilerin UCM’nin yargı yetkisini tanıyan ülkenin vatandaşı olması gerekiyor.
“Bir an önce iklim değişikliğine karşı küresel bir otorite-yargı merci kurulması gerekiyor”
İklim değişikliği bölgesel değil, küresel bir sorun. Dolayısıyla iklim değişikliğine yol açmak “insanlığa karşı suç” kapsamına alındığı takdirde suçun gerçekleştiği yer bütün Gezegen olduğundan dolayı UCM’nin yer bakımından yetkisinin tartışılmasına gerek kalmayacak. Diğer yandan küresel iklim değişikliği sorununa çözüm getirmekte ulusal yargı makamlarının yetersiz kaldığını ve zamanımızın az kaldığını hesaba katacak olursak, bir an önce iklim değişikliğine karşı küresel bir otorite-yargı merci kurulması gerekiyor. İklim değişikliği ve fosil yakıt arasındaki sebep sonuç ilişkisi “insanlığa karşı suç-ekosid suçu” olarak değerlendirilmeli.
“Hakimlerin iklim değişikliği konusunda yeterince teknik bilgi sahibi olduğunu söyleyemem”
Peki Türkiye’ye dönüp baktığımızda iklim değişikliği ile bağlantılı çevre davalarında hakimler bu konuya aşina ve yeterince bilgi sahibiler mi sizce?
Ben 2005 yılından bu yana çevre-ekoloji odaklı davalarla uğraşan bir avukat olarak Paris İklim Zirvesi’nden sonra iklim değişikliği üzerinde çalışmaya ve iklim sistemini az da olsa anlamaya başladım. İklim sistemi karmaşık ve doğrusal olmayan bir sistem. İçinde birçok pozitif geri besleme sistemi, gizli eşik noktaları (thresholds) ve geri dönülemez devrilme noktaları (tipping points) bulunduruyor. İnsan kaynaklı sera gazı salımı 19. yüzyıl başında başlamış ve Amerikalı bilim insanı James Hansen ve arkadaşları 1981 yılında gezegenin ortalama ısısının sanayi öncesi döneme göre 0,4 C arttığını tespit etmişler. 2017 yılında ise gezegenin ortalama ısısındaki artış 1,1 C oldu. İnsanların, politikacıların ve yargıçların büyük çoğunluğu, 2 C’lik geri dönülemez sınıra ne kadar zamanımız kaldığını anlamakta güçlük çekiyor. Hakimlerin iklim değişikliği konusunda yeterince teknik bilgi sahibi olduğunu söyleyemem.
“Şu anda termik ve nükleer santral davalarında her şeyden önce dikkate alınması gereken argüman iklim değişikliği”
Ancak termik santral davalarında 2016 yılından bu yana açtığımız davalarda iklim değişikliği konusunu işliyoruz ve duruşmalarda da iklim değişikliğini elimizden geldiğince anlatıyoruz. Eriyen buzulların altından insan bağışıklık sisteminin tanımadığı virüs ve bakterilerin çıkabilecek olması ihtimalini, iklim değişikliği nedeniyle atmosferdeki su buharının artmasıyla şiddeti artan Irma kasırgası sırasında Florida’daki TurkeyPoint Nükleer Santrali’nde 2. bir Fukushima nükleer faciasının eşiğinden dönüldüğünü, hava sıcaklıkları dünyanın farklı yerleriyle kıyaslandığında 2 kat fazla artan Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaklaşık 500 milyon insanın birkaç 10 yıl içinde göç etmek zorunda kalabileceğini, deniz seviyesi yükselmesi riskinin kıyı alanlarda yaşayan insanları tehdit ettiğini hesaba katacak olursak, insanlık tarihinde tüm insanlığın geleceğini etkileyen en büyük sorunun iklim değişikliği olduğunu görüyoruz. Bana göre şu anda termik ve nükleer santral davalarında her şeyden önce dikkate alınması gereken argüman iklim değişikliği.
Türkiye Delegasyonu Polonya’da devam eden COP24 müzakelerinde
“Türkiye Paris İklim Anlaşması’nı bir an önce Meclis’ten geçirmeli”
İklim değişikliğini inkâr eden ABD Başkanı Donald Trump, 2017 yılının Haziran ayında Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme kararı aldı. Türkiye ise henüz Paris İklim Anlaşması’nı Meclis’ten geçirmedi. Ani sıcaklık artışları ve aşırı yağışlar, sel felaketleri bu yıl da ülkemizde iklim değişikliğinin üzerimizdeki yıkıcı etkisini göstermeyi sürdürüyor. Türkiye’nin iklim değişikliği karnesine bakıldığında sizce acilen atılması gereken adımlar neler?
İklim değişikliği nedeniyle Türkiye ve Avrupa, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’dan gelecek bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalabilir. Türkiye’nin ulusal güvenliği de risk altında. Bu durumda Türkiye Paris İklim Anlaşması’nı bir an önce Meclis’ten geçirmeli. Türkiye’de İklim Değişikliği Bakanlığı kurulmalı ve Tarım, Orman, Sağlık, Turizm, Enerji, Kalkınma, Ekonomi Bakanlıkları politikalarını “İklim Değişikliği Bakanlığı’nın ” hazırladığı stratejiye ve raporlara göre kurgulamalılar.
“Bölgesel çevre mücadeleleri Türkiye Barolar Birliği olsa da olmasa da devam edecek”
Türkiye Barolar Birliği (TBB) Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu’ndan 23 avukat geçtiğimiz aylarda ihraç edilmişti. Bu gelişmenin çevre mücadelesine etkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de bulundukları bölgede etkin bir şekilde çevre-ekoloji mücadelesinde gönüllü olarak çalışan avukatlar, TBB Çevre Komisyonu çatısı altında bir araya gelip, birikim ve emeği paylaşıp büyütüyordu. Diğer yandan da çevre-ekoloji mücadelesindeki bu birikim ve emekten TBB’nin faydalanması gibi bir sonuç gerçekleşiyordu. Bölgesel kurumların ve meslek örgütlerinin davacı olduğu 10’dan fazla termik santral ve nükleer santral davasında TBB de bizim çabamızla davacı olarak yer aldı.
Şu anda komisyonda görevine son verilen 23 avukatın yerine 7 kişiden oluşan bir komisyon oluşturuldu. Bundan sonra TBB’nin bölgesel ve ulusal çevre-ekoloji mücadelesinde ne kadar yer alacağı, bu mücadele birikiminden TBB’yi ne kadar faydalandıracakları ve katkı koyup koymayacakları Yönetim Kurulu’nun ve komisyondaki arkadaşların tutumuna bağlı. Bizim açımızdan ise bölgesel çevre mücadeleleri TBB olsa da olmasa da devam edecek. TBB’de olup olmamamızın bölgesel mücadelenin varlığını veya başarısını etkileyeceğini zannetmiyorum.
GHGGuru blog’da Frank Mitloehner imzasıyla yayınlanan makaleyi Yeşil Gazete gönüllü çevirmeni Cem Sabuncu’nun çevirisi ile paylaşıyoruz.
***
Geçtiğimiz günlerde dikkate değer bir olay yaşandı. Leonardo DiCaprio’nun yapımcılığını üstlendiği ve hayvancılığın iklim değişikliğindeki rolü hakkında son derece kusurlu iddialarda bulunan “Cowpiracy” belgeselinin yapım ekibi, belgeselin temel argümanını oluşturan, en dudak uçuklatıcı istatistiğin yanlış olduğunu resmen açıkladı.
World Watch Institute ve yapımcılardan Kip Andersen ve Keegan Kuhn, hayvancılığın çevreye karşı en korkunç tehdit olduğunu göstermek adına kusurlu, tek bir kaynaktan dikkatlice seçerek bu abartılı veriyi çekip aldı. Arkalarına aldıkları bu hatalı veriyle hayvancılığın, küresel sera gazı emisyonlarının ulaştırma dahil, diğer tüm kaynaklardan daha fazla olarak %51’ini ürettiği iddiasını ortaya attılar.
Hayvancılık sera gazıemisyonlarının %18’inden sorumludur. Dünyadaki tüm taşıtlardançıkan egzoz gazından daha fazla.
Kaliforniya Üniversitesi (UC) -Davis’de öğretim üyesi ve hava kalitesi uzmanı olan, ve hayvancılığın ekolojik ayak izini tespit etmek üzere Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (UN FAO)’nün ortaklığında başlatılmış küresel bir proje olan LEAP’in eski başkanı olarak “Cowspiracy”’nin ortaya attığı iddia beni dehşete düşürdü. Bu komplo üzerine sadece LEAP yorum yapmadı, ben şahsen bıkmadan usanmadan hayvancılık ve özellikle “Cowpiracy”verileri üzerinde çalışıyordum. Çabalarım yalnız haklı olmanın tatmini sonucu değildi. Aksine, tehlikeli bir sorun olan küresel ısınmayı yatıştırmak için ortak, etkili ve aydınca bir çözüm üretme yolunda bilimsel temelli gerçeklere odaklanmamıza yardımcı olmaktı.
Bu alanda yalnız da değilim. FAO’nunönde gelen hayvancılık kadrosundan Anne Mottet ve Henning Steinfeld hayvancılık temelli sera gazı emisyonlarının basite indirgenmesinin tehlikeleri üzerine bir makale yayınladılar.Yazarlar küresel ulaşım sektörünün yaşam döngüsü tahmininin olmadığını söyledikleri halde, yalnızca ABD’de yolcu taşımacılığının yaşam döngüsünün işletimsel olanlardan 1.5 kat daha fazla olabileceğini söylüyorlar.
Bugünlerde Andersen ve Keegan gerçeğe çok daha yakınlar. Twitte ve kendi web siteleri (cowspiracy.com)üzerinden küresel hayvancılık faaliyetlerinin sera gazı salımlarının %18’ini oluşturduğunu açıkladılar.
Nitekim yeni verilen %18 istatistiği tesadüfen yine hatalı. Bu veri FAO’nun “Livestock’s LongShadow,” çalışmasından alınmıştır ve çalışmanın yazarları daha sonra, “TacklingClimate Through Livestock,” adlı çalışmada bu istatistiği %14.5 olarak yenilediler. Neyse ki %18 %51’e göre çok daha az yanıltıcı. %18 verisi, ulaşım sektörünün toplam çıktısından daha fazla olduğu vurgulanmış. Bu karşılaştırma hayvancılığın yaşam döngüsü (doğrudan ve dolaylı) analizi ile ulaştırmanın basit egzoz gazı emisyonu (doğrudan) verilerini içeriyor. Bu iddia Mottet ve Steinfield’ın yukarıda bahsi geçen araştırmasında tamamen çürütülmüştür.
Daha da rahatsız edici olan şu ki,son derece abartılmış olan yüzde 51 verisi hala cowspiracy.com’da ve insanların İnternette bilgi almak için girdikleri başka sitelerde duruyor. Herkesin kafasının karışık olmasına şaşmamalı.
Yüzde 51 yalanına en son katılanlardan bir diğeri de Beyond Meat (Etin Ötesinde). Anlaşılan o ki, bu istatistiksel sayıyı ana sayfalarında Eylül 2018 gibi yakın bir tarihte yayınlayarak şirketin bitki temelli, taklit et ürünlerine daha çok ilgi çekmek istiyorlar.
@GHGGuru Yine burda: %51. @BeyondMeat’in anasayfasında – Bir şeysöylemenin zamanı değil mi? #veganyalanlar @SBakerMD
Size hiçbir şekilde neler satın almanız ya da neler yemeniz gerektiğini söyleyecek değilim. Ya da başkalarının şu veya bunu yaptıklarından dolayı endişeli değilim. Benim karşı çıktığım nokta belli bir amaca ulaşmak adına yanlış veri kullanmak.
Bunu göz önünde bulundurarak,“Cowspiracy” ın, gerçekleri söylemekten ziyade kendi gündemlerini ilerletmekle ilgilenen birçok vegan sözcüsünün bir başka örnek olduğunu düşünüyorum. Netflix’te “Cowspiracy”’nin oynadığı kitlenin büyüklüğü göz önünde bulundurulduğunda,ben de aynı büyüklükte, belki daha da büyük bir kitleye gerçekleri sunmak istiyorum. Umarım bu konuda hem fikirizdir.
Son olarak, bu blog için araştırmay aparken bu belgeselin yapımcısı Leonardo DiCaprio’nun, bu hatalı istatistiği kullanan bitki temelli Beyond Meat şirketinin kayda değer bir yatırımcısı olması dikkatimi çekti. Bazıları bu beklenen bir sonuç diyebilir, bazıları ise bunu bir çıkar çatışması olarak nitelendirebilir. Ne olursa olsun, birinin bir diğerinden öğrenemeyeceği anlamına gelmez.
Söyleyeceklerimin size safça gelmesi riskini de göze alarak, insanların genellikle doğru şeyi yapmak istediklerine inanıyorum. Sorun şu ki, biz hala onları yalanlara dayalı bilgi yağmuruna tutuyoruz. Kasten veya bilinçsiz bir şekilde yanlış anlaşılmalar üzerinden, ikisi de aynı sonuca yol açıyor. İklim değişikliği sorununa küresel bir çözüm üretmek için aynı masaya oturmamıza engel oluyor.
İskenderun ve Yumurtalık körfezlerindeki termik santrallere karşı 7 yıldır yürütülen hukuk mücadelesinde yaşanan gelişme üç termik santral için iptal yolunu açtı.
Termik santraller bulundukları bölgelerde tarım alanları, insan ve canlıların sağlığını tehdit ediyor.
Doğu Akdeniz Bölgesi’nde lisans almış 8 termik santralin çevreye ve halk sağlığına kümülatif (toplam) etkisinin belirlenmesi gerektiği için 2011 yılında Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri, Adana Barosu ile çeşitli dernek ve meslek örgütleri EPDK aleyhine lisans iptal davaları açmıştı.
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, Adana’nın Yumurtalık, Hatay’ın İskenderun ve Erzin ilçelerinde bulunan üç termik santralin etkilerinin bütüncül olarak değerlendirilebilmesi amacıyla üçüncü kez yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Bu kararın ardından Danıştay Savcılığı 16 Kasım 2018 tarihli mütaalasında Yumurtalık Ayas ve İskenderun Atlas kömürlü termik santralleri ile Erzin Egemer doğalgazlı termik santralinin lisanslarının iptali yönünde mütaala verdi.
“Hayatta kalabilmek için lisans iptal davaları açmak zorunda kaldık”
Doğu Akdeniz Çevre Dernekleri’nin açtığı davaların gönüllü avukatı İsmail Hakkı Atal, davalar sürerken faaliyete geçen İskenderun Atlas Enerji ve Erzin Egemer termik santrallerinin tamamen hukuksuz duruma düşeceklerini söyledi. EPDK’nın 2013 sonrasında Doğu Akdeniz bölgesinde lisans başvurularını reddettiği 17 termik santrale ek olarak 2014’te 5, 2016’da ise 7 termik santral için verdiği üretim lisanslarına karşı da dava açmak zorunda kaldıklarını dile getiren Atal, 2016 yılında Yumurtalık EMBA termik santrali için verilen lisansın iptali istemiyle açtıkları dava için hazırlanan bilirkişi raporuna değindi. Avukat Atal’ın verdiği bilgilere göre bölgedeki kanser teşhislerindeki hızlı artış dikkat çekici…
“1 yılda 5 kanser teşhisi konulurken, 2014 yılında 60 kanser teşhisi konuldu”
“2002 yılından bu yana çalışan Sugözü Termik Santrali nedeniyle Yumurtalık ilçesinde 2009’da 5 kanser vakası varken 2014’te 60’a çıktığı bilirkişi raporuyla tespit edildi. Bilirkişi raporunda “Yumurtalık ilçesinde tespit edilen kanser vakalarının 2008-2015 yılları arasındaki kayıtlarına 2008’den itibaren sırasıyla; 14, 5, 7, 12, 19, 44, 60, 49 vaka olduğu; kanser tiplerinin yıllara göre sırayla 5, 4, 6, 5, 10, 13, 15 çeşit olduğu tespit edildi. Böylece bilirkişi raporunda 2009 yılında 18 bin nüfuslu Yumurtalık’ta 1 yılda 5 kanser teşhisi konulmuşken, 2014 yılında 17 bin nüfuslu Yumurtalık’ta 1 yılda 60 kanser teşhisi konulduğu ortaya çıkmıştır.”
“EPDK lisans verilirken tek karar mercii olmaktan çıkarılmalı”
İsmail Hakkı Atal, termik santrallerin halk sağlığına olan etkisi belirlenmeden lisans verilmemesi görüşünde.
“Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu kararları, Danıştay savcılığı mütalaası ve EMBA termik santral davasında tespit edilen bölgedeki kanser artışı, elektrik enerjisinde arz fazlası oluşması ve diğer gelişmeler göstermiştir ki, Sağlık Etki Değerlendirme Yönetmeliği çıkarılarak termik santrallerin halk sağlığına olan etkisi belirlenmeden lisans verilmemelidir. EPDK, kömürlü ve doğal gazlı termik santrallere lisans verirken hiçbir bütüncül değerlendirme kümülatif etki çalışması yapmamaktadır. İçinde Çukurova’nın da bulunduğu 141 ovayı koruma altına alan Bakanlar Kurulu kararnamesi doğrultusunda termik santraller başta olmak üzere kirletici tesislere lisans verilirken EPDK tek karar mercii olmaktan çıkarılmalı. Lisans başvuruları Sağlık Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan oluşan bir konsorsiyum tarafından değerlendirilmelidir. Stratejik ÇED yönetmeliğinde enerji sektörüne 2023’e kadar tanınan muafiyet kaldırılmalıdır. 21. yüzyılda çevre hakkının ihlali, yaşama hakkının ihlali boyutuna taşınmıştır.”
İptale ilişkin karar 25 Aralık 2018’de verilecek.
Türkiye’nin termik santral karnesi
Geçtiğimiz günlerde finans düşünce kuruluşu Carbon Tracker’ın yayınladığı rapora göre Türkiye’nin 2018’de işletmede olan kömürlü termik santral kurulu gücü 19 GW, inşaat aşamasındaki kömürlü termik santral kurulu gücü ise 1,3 GW. Halihazırda toplam elektrik üretiminin üçte biri kömürle yapılırken, planlanan 42 GW ek kömürlü termik santral kurulu gücü elektrik üretiminde kömürün payını yaklaşık olarak %150 artıracak. Yeni kömürlü termik santral planlarının büyük kısmı özel şirketler tarafından sunuldu ve bu santrallerin ithal kömür kullanması bekleniyor.
Türkiye elektrik sektöründe iddialı bir serbestleştirme ve özelleştirme başlatarak, özel şirketlerin ikili elektrik üretim ve dağıtımı sözleşmeleri yapmalarını sağladı. Türkiye’nin kömür kapasitesini önemli ölçüde arttırma planları ülkenin yenilenebilir enerji potansiyeliyle ters düşüyor. Güneş ve rüzgâr enerjisinde yaşanan hızlı büyümeye bakıldığında, Türkiye’de yenilenebilir enerjiye yapılacak yatırımların kömüre dayalı elektrik üretiminin artırılmasından daha az finansal risk taşıdığı görülüyor.
Çevre Bakanlığı’nın paylaştığı verilere göre şu an Türkiye’de 56 adet kurulu ve/ya kurulması düşünülen termik santral projesi var.
Termik santraller nedeniyle hava kirliliği ortalama değerleri Türkiye mevzuatını aşan Çanakkale’nin Çan ilçesinde yapılması planlanan üçüncü santral için bölge halkı mücadelesini sürdürüyor.
Nefes almanın güçleştiği ve verimli tarım arazilerinin dumana boğulduğu Çan’a bağlı Helvacı Köyü’nde termik santralden önce yapılması planlanan kömür madeniyle ilgili bir gelişme yaşandı.
Madenle ilgili yapılması planlanan Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) toplantısı öncesinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, ÇED sürecinin sonlandırıldığını duyurdu.
Duyuruda “Şirketin ÇED raporunu Bakanlığa sunmadığı için sürecin sonlandırıldığı belirtilerek, “İçdaş Çelik Enerji Tersane ve Ulaşım Anonim Şirketi Helvacı Termik Santrali (2×135 megawatt akışkan yataklı termik santral, kül depolama sahası ve maden ocağı S.68848 ruhsat numarası) Helvacı Kömür Ocağı Projesi ile ilgili olarak Bakanlığa sunulması gereken ÇED raporu sunulmadığından projeye ilişkin ÇED süreci sonlandırılmıştır” denildi.
Ancak Bakanlığın “süreç sonlandırılmıştır” açıklamasına rağmen Çan’da 15 Kasım’da ÇED toplantısı yapıldı. Toplantıya Helvacı köylüleri, yakın köylerde yaşayanlar, İda Dayanışma Derneği, Çan Çevre Derneği, Kazdağları Kardeşliği, Çan Belediye Başkanı Abdurrahman Kuzu da katıldı.
Usule aykırı olarak gerçekleştirilen toplantıya halkın katılımı engellenmek istendi
Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü yetkilileri öncülüğünde köy kahvesinde düzenlenen toplantıda şirket yöneticileri ve köylüler arasında gerginlik yaşandı. Yeşil Gazete’ye konuşan bölge sakini, avukat Ali Furkan Oğuz, ÇED toplantısının usule aykırı yapıldığını söylüyor:
“Çanakkale Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından 15 Kasım 2018 tarihinde S.68848 nolu Helvacı Kömür Ocağı Projesi Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Toplantısı yapılacağı duyuruldu. 13 Kasım 2018 tarihinde de yani toplantının gerçekleşmesi planlanan günden iki gün önce de ÇED süreci sonlanmıştır açıklamasını yaparak kömür ocağı projesinin rafa kalktığını ve toplantının yapılmayacağını ilan etti. Bu ilana rağmen toplantıyı gerçekleştirmesi de daha önceki ÇED toplantılarında olduğu gibi bu toplantıda da halkın katılımını engelleyerek yapmak istediğini bir kez daha kanıtlandı. Dolayısıyla toplantı usule aykırı olarak gerçekleştirilmişti ve geçersizdir.”
Avukat Ali Furkan Oğuz
“Çan-2 Termik Santrali Avusturya’dan sökülerek getirilmiş hurda bir santral”
Çok sayıda kömürle çalışan termik santralin bulunduğu ve yerel halkın tüm itirazlarına rağmen yenilerinin planlandığı Çanakkale geçtiğimiz günlerde termik santraldeki patlamalarla gündemdeydi. Avukat Oğuz, bölgedeki termik santrallerin işçi sağlığı ve güvenliği açısından da ne kadar tehlikeli olduğunun altını çiziyor:
“Çan, termik santral cehennemi ile adeta başbaşa bırakılmış durumda. Yıllardır çalışan Çan 18 Mart Termik Santrali’ne ek olarak Çan-2 Termik Santrali de son dönemde faaliyete geçti ve son iki ay içerisinde her iki santralde de patlamalar meydana geldi. Bu patlamalar ne yazık ki can kaybına ve ağır yaralanmalara sebebiyet verdi. Termik santrallerin doğaya ve insan sağlığına olumsuz etkilerinden yıllardır bahsederken yaşanan patlamalar ile işçi sağlığı açısından da gerekli önlemlerin alınmadığını, ÇED raporlarında yer alan taahhütlerin bir karşılığının olmadığını bir kez daha acı bir şekilde deneyimlemiş olduk. Bu termik santrallerden Çan-2 Termik Santrali Avusturya’dan sökülerek getirilmiş hurda bir santral. Çan 18 Mart Termik Santrali de eski bir teknolojiye sahip ve 15 yıldır faaliyette olan bir santral. Yalnızca bu santralin bölge halk sağlığına ve tarım alanlarına, Çanakkale’nin kanser oranının ciddi derecede artmasına sebebiyet verdiğini görüyoruz. Kısacası tüm bu idari işlemlerde de termik santraller, vahşi madencilik gibi doğaya, çevreye ve insana zararı azımsanmayacak projelerin doğuracağı telafisi imkansız zararların asla göz önünde bulundurulmadığını görüyoruz. Son patlamalar da bunun ciddi bir göstergesi.
“İçdaş’ın Çan için 3. termik santralde ısrarını anlamış değiliz”
Bu santrallere ek olarak Çanakkale Bölgesi’nin bir başka termik santral sahibi firması İçdaş da Çan’a 3. termik santrali yapmak istiyor. İçdaş’ın Çan için 3. termik santralde ısrarını anlamış değiliz. İçdaş tarafından planlanan bu santralin ilk ÇED toplantısı 2016 yılında yapılmak istenmiş ve bölge halkının tepkileri ile toplantı gerçekleştirilememişti. Ayrıca bu toplantıda, ‘halk istemiyorsa biz de yapmıyoruz’ diyen bir şirket yetkilisi dahi vardı. Ardından bu termik santrale dayalı bir proje olan Helvacı Kömür Ocağı hakkında ÇED gerekli değildir kararı verildi ve biz bu kararın iptali istemli davamızı açtık ve kazandık. Proje 2017 yılında iptal oldu.”
Çanakkale ve Kaz Dağları’nın termik santral ve vahşi altın madenleri cehennemine çevrilmekten acilen kurtarılması gerektiğini söyleyen Oğuz, “bölgede şu an faaliyet gösteren 4 tane termik santral olduğunu, Çan 18 Mart Termik Santrali’nin bölgeye, tarım alanlarına, hava kalitesine ve insan sağlığına olumsuz etkilerini gördüklerini ve hukuki süreçte edindikleri kazanımları şu sözlerle anlatıyor:
“2000 yılında Çan 18 Mart Termik Santrali’ne karşı verilen ekoloji mücadelesi ile sürece dahil olduk. Vermiş olduğumuz ekoloji mücadelesinde 50’ye yakın dava açtık. Bu davaların 12 tanesi termik santral projelerine ilişkindi. Çan 18 Mart Termik Santrali ile başlayan süreçte özellikle Lapseki-Karabiga hattında birçok termik santral projesi mevcut. Danıştay, Ağan Termik Santrali ve Karaburun Termik Santrali hakkında verilen ÇED olumlu kararlarının iptali istemli Çanakkale İdare Mahkemesi’nde açtığımız ve yerel mahkemenin reddettiği davada; hava kalitesi modelleme çalışmalarının raporu hazırlayan ekip tarafından gerçekleştirildiğini ancak bu ekipte meteoroloji mühendisinin bulunmadığına dikkat çekerek ÇED olumlu kararlarını ve yerel mahkeme kararlarını karar düzeltme yolu da kapalı olarak iptal etti. Almış olduğumuz bu iki önemli karar gerek Çanakkale’de, gerek ise tüm Türkiye’deki davalar için umut verici nitelikte. Kararlar sonrasında davalı tarafından yargılamanın yenilenmesi talep edildi ve bu talepler de mahkemece reddedilerek projeler rafa kalktı.”
Ali Furkan Oğuz, ÇED raporlarındaki usulsüzlüklerden biri olarak Karabiga’da planlanan termik santral örneğini veriyor:
“Ülkemizde ÇED raporları ne yazık ki taahhütlerden ya da görmezden gelmelerden öteye gidemiyor. Karabiga’da planlanan termik santrallerden birinin ÇED raporunda Karabiga kıyılarında yaşadığı ispatlanmış Akdeniz Fokları photoshop ile Marmara Denizi’nin ortalarına kaydırılırken, 3. havalimanı ÇED raporunda kuş göç yolları haritası yine ayni yöntem ile değiştirilebiliyor ya da Cerattepe için hazırlanan ÇED raporunda bölgede Akdeniz foku bulunmamaktadır ibaresi rahatlıkla kullanılabiliyor. Bakanlık tarafından verilen ÇED olumlu kararı ise başvuruların yüzde 98’i oranında. Ayrıca birkaç gün önce Özgür Emek İnanmaz tarafından yazılan makale ile Akdeniz foklarının Karabiga’da yaşadığı adeta tescillendi. Bu güzel haber Çanakkale ve santrallerin planladığı Karabiga-Lapseki hattı için oldukça sevindirici.”
“Yaşamımıza ve doğamıza sahip çıkmaya devam edeceğiz”
Oğuz “Bir dava kazandığımızda elbette kazandık ve bitti diyemiyoruz” diyor ve ekliyor:
“Projeler yenilenerek bir kez daha gelebiliyor, yeniden ÇED olumlu kararı verilebiliyor dalar halkın katılımı toplantısı dahi olmadan halk tepkisi neticesinde iptal edilen projeler dahi gördük. Yani kısacası ekoloji ve hukuk mücadelesinde sürdürülebilir mücadele ve neticesinde kazanımlar var. Ve halk istemezse doğaya, yaşama ve insana zarar veren projeler hayata geçmiyor. Bu sahip çıkış; yaşadığımız, ait olduğumuz topraklara borcumuz. Yaşamımıza ve doğamıza sahip çıkmaya devam edeceğiz.”
Küresel iklim değişikliği ile mücadele edilirken iklim adaletinin önemi göz ardı ediliyor.
Dünya genelinde elektriksiz hayatını sürdüren yaklaşık bir milyar kişi, hükümetlerin iklim değişikliğine uyum sağlamaları için vaat edilen iklim değişikliği parasından faydalanamıyor.
Filistinli çocuklar Gazze Şehri’nin fakir bir kesiminde yaşanan elektrik kesintisi sırasında ödevlerini yapıyorlar.
İngiliz The Guardian gazetesinde yer alan habere göre, teoride gelişmekte olan ülkelerin iklim değişikliği ile mücadele kapsamında rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerji tesisleri inşa etmeleri için şu an en uygun zaman.
Paris Anlaşması ile beraber iklim finansmanında en kritik organ haline gelen Yeşil İklim Fonu (GCF), gelişmekte olan ülkelere ucuz krediler ve hibeler sunan yeşil enerji finansmanını önemli ölçüde artırmayı hedefliyor. İngiltere ve Japonya gibi donör ülkeler de fakir ülkelerin temiz enerjiye geçmelerine destek olmayı taahhüt etmişlerdi.
Ancak kamu parasının ihtiyaçları karşılamak için yeterli olmadığı, mevcut fonlarında ulusal şebekelerin dışında yaşayan insanlar için temiz enerji sağlayamayacağı belirtiliyor.
Ocak 1991-Ağustos 2017 tarihleri arasında Küresel Çevre Fonu (GEF) yenilenebilir enerji projelerine 1,19 milyar dolar hibe etmişti. Bunun yüzde 43’ünü mikro grid sistemler, mini grid sistemler ya da santrale bağlı olmayan sistemler oluşturuyor.
Asya Halklarının Borç ve Kalkınma Hareketi Koordinatörü Lidy Nacpil, “Sorun yeteri kadar paranın olmaması değil, siyasi irade eksikliği. Sürdürülebilir enerji söz konusu olduğunda yoksul ülkelere karşı kurumsal ön yargı var. Yenilenebilir enerjiyi kamu yararı olarak görüyoruz, hükümetlerin ve uluslararası finans kuruluşlarına demokratik yenilenebilir enerji sistemlerinin geliştirilmesinde liderlik yapmak için kamu fonlarını kullanması gerektiğini söylüyoruz” diyor.
İnsan kaynaklı iklim değişikliği nedeniyle Grönland Buzulu giderek daha fazla eriyor.
İngiliz The Guardian gazetesinde çıkan habere göre bilim insanları denizlerde buzul erimesinden dolayı su seviyesi yükselmesinin beklenenden önce gerçekleşeceği görüşünde.
Bilim insanlarının üst düzey bilimsel çalışmaların yer aldığı Nature dergisinde yayınladıkları makalede, insanlık kaynaklı erimenin küresel ısınma ile ilgili olduğu belirtildi.
Makaleye göre Grönland Buzulu’ndaki erime sonrası okyanuslarda yükselen su oranı seviyesi, sanayileşme öncesi döneme göre yüzde 50 arttı.
Kaynak: Nature dergisi
Bilim insanları bu artışın önemli bir kısmının, küresel ısınmanın giderek yükseldiği son 20 yılda olduğunun altını çiziyor.
Bu yükselişin daha önce eşi görülmemiş bir durum olduğu ve bunun endişe verici bir gelişme olarak değerlendirilebileceği ifade ediliyor.
Bilim insanları Grönland’da ilk yüzyıla ait sıcaklık, yüzeydeki erime ve kayma kayıtlarını oluşturmak için üç farklı yerin buz çekirdeği verilerini kullandılar. 339 yıl geriye gidildiğinde, 1800’lerin ortalarında sanayi devrimiyle birlikte gerçekleşen erime nedeniyle su artışının ilk işaretine ulaşıldı.
“Buzun politik bir gündemi yok”
Polonya’nın Katoviçe şehrinde devam eden 24. Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi (COP24) ile eşzamanlı paylaşılan verileri değerlendiren Rowan Üniversitesi’nin Başyazarı Luke Trusel, “Buzun politik bir gündemi yok. Ya büyüyor ya da eriyor. Bugün insanlar gezegeni ısıttıkça daha fazla eriyor. Buz tabakalarının devrilme noktaları var. Deniz seviyesinin yükselmesi ve geçim kaynaklarımızın ne kadar çabuk etkileneceği şimdi ne yaptığımız ve yakın gelecekte ne yapacağımıza bağlı” diyor.
Dünyanın farklı yerlerinden altı iklim davasını temsil eden davacı, avukat ve kampanyacılar, hükümetlerin iklim değişikliğini durdurması için acil emisyon azaltımını amaçlayan yasal girişimleri görüşmek üzere Polonya’nın Katowice şehrinde devam eden Birleşmiş Milletler İklim Müzakereleri’ne (COP24) katıldı.
İklim davalarının görüldüğü ülkeler arasında Hollanda, Almanya, Kanada, İrlanda, Kolombiya, ABD ve İsviçre bulunuyor. Avrupa Birliği’nden 9 ailenin ve Fiji’nin de AB’ye açtığı bir dava var.
Urgenda davası iklim davaları açısından bir emsal oluşturdu
Bu davaların arasında, 2015’te Hollanda hükümetine açılan ve mahkemenin Hollanda’nın 2020’ye kadar emisyonlarını önemli oranda azaltmasına karar verdiği ve bir dönüm noktası niteliğindeki Urgenda davasında, Hollanda hükümeti kararı temyize götürmüştü. Ekim ayında hükümetin temyiz davasını kaybetmesiyle birlikte, Urgenda davası iklim davaları açısından çok önemli bir emsal oluşturdu.
Ekim ayında Almanya’da üç aile, Almanya’nın ulusal 2020 iklim koruma hedeflerini gerçekleştirmek için gerekli önlemleri almayarak yaşam, sağlık, mal varlığı edinme ve meslek seçme özgülüğü konularında anayasal haklarını ihlal ettiği iddiasıyla hükümete dava açtı.
Kanada’da bir grup genç, hükümetlerinin daha iddialı bir emisyon azaltım hedefini uygulamaya geçirmeyerek ve mevcut zayıf hedefi gerçekleştirmek için gerekli adımları bile atmayarak, nesillerinin temel haklarını ihlal ettiği iddiasıyla yasal işlem başlattı.
Mayıs ayında Avrupa Birliği’nden 9 aile ve Fiji, AB’nin 2030 emisyon azaltım hedeflerinin yaşam, sağlık, meslek seçme ve mal varlığı edinme hakları dahil olmak üzere temel haklarını ihlal ettiği iddiasıyla AB’ye dava açtı.
Kolombiya’da ise bir grup genç Nisan ayında Kolombiya hükümetine karşı çok önemli bir iklim davasını kazandı ve Yüksek Mahkeme hükümetin Kolombiya Amazon bölgesi için bir nesiller arası anlaşma hazırlamasına karar verdi.
Sırada hangi davalar var?
Ocak 2019’da Friends of the Irish Environment tarafından İrlanda’nın Ulusal İklim Değişikliğiyle Mücadele Planı’nın meşruluğu konusunda İrlanda hükümetine açılan dava Dublin Yüksek Mahkemesi’nde görülecek.
ABD hükümetine karşı kapsamlı “iklim tedbirleri” talep eden 21 genç tarafından açılan ve simgesel önem taşıyan dava ise, Trump yönetiminden kaynaklanan birçok ertelemenin ardından, nihayet görülmeye başlanabilecek.
2019 yılında ayrıca, binden fazla İsviçreli kadın tarafından İsviçre’nin ulusal iklim değişikliğiyle mücadele konusundaki yeterliliğinin sorgulandığı davada karar çıkması bekleniyor.
Ne dediler?
Urgenda Direktörü Marjan Minnesma:
“9 Ekim’de elde ettiğimiz zafer, Hollanda hükümetinin dünyaya bu kadar ilham ve umut vermiş bir davaya karşı mücadele vermek yerine, iklim değişikliğine karşı eyleme geçilmesi konusuna odaklanması gerektiğini kanıtlıyor. IPCC Özel 1,5°C Raporu, emisyon azaltımı için çok daha acil şekilde harekete geçmemiz gerektiğinin altını çiziyor. Hollanda hükümeti, düşük rakımlı bir ülke olarak Hollanda’nın iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ülkelerin başında geldiğini biliyor. Kendi kamu kurumlarımız en kötü senaryoda bu yüzyılın sonuna kadar deniz seviyelerinin 2,5-3 metre yükselebileceği sonucuna vardı. Üst mahkemenin kararı tüm hükümetlere bir uyarı niteliğinde. Hükümetler hemen harekete geçmelidir, aksi takdirde olacaklardan sorumlu tutulacaklar.”
ABD hükümetine karşı açılan davada davacı Vic Barrett:
“Hükümetim gelecek nesillere karşı sorumluluk almayı reddetti ve üç yıldır bu davadan kaçmaya çalışıyor. Dava başladığında 16 yaşındaydım. Hükümet, kanıtların sunulmasını engellemek için sıkı önlemler aldı. Bu davanın iki kere Yüksek Mahkeme’ye dört kere de Temyiz Mahkemesi’ne taşınması da prosedür açısından ABD’de bir ilktir. Özgür, cesur ve güçlü olmakla övünen bu ülke, gerçeklerle kuşanmış bir grup genç insandan kaçıyor.”
EnvironmentJEUnesse Genel Direktörü Catherine Gaultier:
“İklim değişikliği bir gerçek ve şimdiden etkilerini hissetmeye başladık. Aynı sonucu işaret eden çok sayıdaki bilimsel çalışmanın aksine, Kanada hükümeti iklim değişikliğine karşı harekete geçme sorumluluğunu yerine getirmiyor. Kanada, yeşil dönüşümü hızlandırmak yerine petrol şirketlerine teşvik sağlıyor ve bizim adımıza bir boru hattı satın alıyor.”
Dünyada mahkemeye taşınan iklim davaları sayısının binin üzerinden olduğu tahmin ediliyor. Mahkemeler emisyon azaltımları konusunda her gün daha fazla yaptırım uygulamaya devam ederken, 2019 yılında da bu tür davalarının artması bekleniyor.
Fosil yakıtların kullanımı, arazi kullanımı değişiklikleri, ormansızlaştırma ve sanayi süreçleri gibi insan etkileriyle atmosfere salınan sera gazı birikimlerindeki hızlı artışın sera etkisini kuvvetlendirmesi sonucunda yerkürenin ortalama yüzey sıcaklıklarındaki artışı iklim değişikliğine yol açıyor.
Bu soruya asıl yanıt vermesi gerekenler, 90’lı yılların başından itibaren Güneydoğu’da yaşananlarla ilgili açılan davalarla ilgili tek söz söylemeyen, kendilerini milliyetçi, muhafazakâr, sağcı, ülkücü olarak ifade eden Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.
Önce, kısaca yaşananları anımsatalım:
– 22 Ekim 1993’te, PKK’nın Lice’ye saldırdığı yönündeki bilgi üzerine ilçeye gelen Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, jandarma ilçe komutanlığının bahçesinde suikast silahıyla öldürüldü. Aydın’la birlikte Jandarma Uzman Çavuş Yüksel Bayar da yaşamını yitirdi. Aydın’ın ölümü, “çatışmalar sürecinde şehit olan en yüksek rütbeli subay” olarak kayda geçti. Aydın’ın faili hâlâ bulunamadı. Ailesi, devlet içindeki karanlık güçleri sorumlu tutuyor.
– Aynı gün PKK’nın ilçeye saldırı başlattığı gerekçesiyle Jandarma Alay Komutanı Albay Eşref Hatipoğlu komutasındaki birlikler operasyona başladı. Lice’ye giriş çıkışlar kapatıldı. Resmi kayıtlara göre Aydın ve Bayar’la birlikte 16 kişi öldü, 242 işyeri ve 401 konut yandı. Onlarca kişi yaralandı, yüzlerce kişi göç etti.
– Her zamanki gibi savcılık, yaşananlarla ilgili etkili soruşturma yürütmedi. Liceliler, AİHM’e gitti. Türkiye, savunmasında ölümlerin ve ilçenin yakılmasının PKK’nın saldırısından kaynaklandığı bildirdi. Aynı Türkiye, dava karar aşamasındayken, karara bağlanmasını engellemek için ailelere “dostane çözüm” önerdi. Ve davayı rekor bir tazminatı ödeyerek kapattı. 247 mağdura 2 milyon 500 bin sterlin (yaklaşık 4 milyon 160 bin TL) tazminat ödendi.
– 250 mağdurun açtığı davada ise Türkiye, 2004’te mahkûm oldu. AİHM, kararda, ailelere yönelik “kötü muameleyi” kayıt altına aldı. Devlet, 225 bin Euro daha tazminat ödedi.
– Lice’ye yönelik operasyonlar sonucunda tek bir PKK’lı yakalanmadı. Olayların sorumlularının öldürüldüğü söylendi ancak ölenlerin 70 yaşındaki ihtiyarlar, 2,4,5, 11, 16 yaşındaki çocuklar, evlerinde bulunan kadınlar olduğu ortaya çıktı.
– Devlet, ilçenin bilinçli olarak yakıldığını söyleyen, göç eden, edemeyen ve iddialarını sürdüren halka “terör” suçlaması yöneltmedi. Ölenlerle ilgili “terör bağlantısı” iddiasında bulunulmadı.
Yanıtsız sorular
Bu bilgilere göre;
Lice’yi kim yaktı?
Bahtiyar Aydın dâhil, insanları kim öldürdü?
Devlet, faili olmadığı bir katliam nedeniyle neden “Dostane çözüm” yoluna gitti?
Neden tek bir PKK’lı yakalanamadı?
Dostane çözümden sonra devlet üstüne neden bir kez daha AİHM’de mahkum oldu?
Neden etkili bir soruşturmayla olay aydınlatılmadı?
PKK bu eylemleri yapmışsa, neden soruşturmayla bu durum ortaya konulmadı?
Liceliler, ilçe PKK’dan “temizlenmişse” neden göçe zorlandı?
Cezasızlık politikası ve dava
Cezasızlık bir devlet politikasıdır. Kaynağı, Roma hukukundaki “homo sacer” kavramına kadar dayanır. Lanetlenmiş ve bu nedenle Tanrı için bile kurban edilemeyecek kadar kirli ancak öldürülmesi meşru insandır “homo sacer.” Öldürülmesi bir cezaya tabi değildir. Yok edilmesinin hukuki bir yaptırımı yoktur.
Daha da geriye gittiğimizde “pharmakos” çıkar karşımıza; felaketi, açlığı, hastalığı, kötülüğü ortadan kaldırmak için suçlu ilan edilen ve kurban edilenler.
Devletin, faili olduğu olaylarda uygulamaya soktuğu cezasızlığın temelinde “kuralsızlık” vardır.
Devlet görevlilerinin kanunla bağlı olmaması ve yasalara aykırı eyleminin sonucunda herhangi bir yaptırıma uğramaması.
Bir yaptırım söz konusu olacaksa, cezanın mümkün olduğunca düşük tutulması.
O düşük cezanın mümkünse infaz edilmemesi, edilecekse en iyi şartlarda infazın gerçekleştirilmesi.
Dosyaların yıllarca bekletilmesi, bu süreçte medya ve siyasetin yaşananları meşrulaştırması.
Tüm bu parametreler ışığında net biçimde söylenebilir: Lice, bir cezasızlık dosyasıdır.
“İki sanıktan örgüt mü olur?”
Lice davası, 90’lı yıllarda yaşanan olaylarla ilgili açılan tüm davalar gibi, Ergenekon-Balyoz kumpaslarına, 17-25 Aralık sürecine, 15 Temmuz darbe girişimine ve devletin kati biçimde döndüğü cezasızlık politikasına kurban gitti.
Dava, 1993’te yaşanan olaylardan tam 20 yıl sonra, dosyanın zamanaşımına girmesine sadece bir gün kala Diyarbakır Başsavcılığı’nca açıldı. Dosyada sadece iki sanık vardı:
Jandarma Komutanı Albay Eşref Hatipoğlu, Tim Komutanı Üsteğmen Tünay Yanardağ.
İddianamede, iki sanık için “taammüden öldürme, halkı isyana teşvik, teşekkül oluşturma” suçlamaları yöneltildi. Yöneltildi ama bu ağır suçlamalara rağmen yakalama, tutuklama, yurt dışına çıkış yasağı gibi tedbirler uygulanmadı.
Ağırlaştırılmış müebbet istenen iki sanık ilk duruşmaya katılmadı. Duruşmada tutuklama talebi reddedildi. Dosya, Diyarbakır Valiliği’nin “güvenlik zaafiyeti var” beyanı üzerine, Yargıtay tarafından Eskişehir’e nakledildi.
Ancak Eskişehir’de özel yetkili mahkeme yoktu. Öldürülen Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi, karara itiraz etti. Elçi haklıydı. Eskişehir’deki mahkeme “görevli değilim” diyerek dosyayı iade etti. Yargıtay, bunun üzerine dosyayı İzmir’e gönderdi. İzmir’deki mahkeme, ilk duruşmada yargılamayı durdurdu ve sanıkların yargılanması için “izin” istedi.
Bir özel yetkili mahkemenin, bu suçlamalar için “izin” istemesi görülmemiş şeydi. İzmir 2. Ağır Ceza Mahkemesi, karara yapılan itirazı, “örgüt davası üç kişiyle olur, bunlar iki kişi” diyerek reddetti.
Bu yöntemlerle tam bir yıl geçti ve Liceliler, İzmir’e gidip gelmeye mahkum edildi! Çünkü hâlâ, devletin gözünde mağdur olan onlar değildi.
15 dakikalık gizli ifade
İzmir 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 2014’te başlayan yargılamada, sanıkların tutuklanması talebi yine reddedildi. Usuli işlemlerle duruşmalar geçti, sanıklar bu sürede mahkemeye gelmedi ve 18 Eylül 2015’e gelindi.
Sanık Eşref Hatipoğlu’nun bu tarihte adliyeye gelerek, güvenlik gerekçesiyle “gizli” ifade vermek istediği anlaşıldı. Mahkeme, talebi kabul etmişti. Hatipoğlu’nun ifade verip gittiği 7 Ekim’deki duruşmada ortaya çıktı. Üstelik mahkeme Başkanı, 7-8 Ekim’i duruşma tarihi olarak belirlerken, “Size Kobani olaylarının yıldönümünde gün veriyorum” diye, neden tepki aldığını anlamadığı bir “espri” bile yapmıştı.
Tahir Elçi ve avukatlar, Hatipoğlu’nun duruşmalara getirilmesi talebinde bulunarak, ifadesinin alınmasına tepki gösterdi. Aynı duruşmada, diğer sanık Yanardağ’ın Singapur’da trafik kazasında öldüğü bilgisi verildi. Müebbetle yargılanan sanık Singapur’a gitmiş ve ölmüştü. Geriye tek sanık kalıyordu.
Bu duruşmalar, Elçi’nin de gelebildiği son duruşmalar olacaktı. Elçi, kısa süre sonra Diyarbakır’da vurularak öldürüldü.
24 Aralık 2015’teki duruşmada, nihayet Hatipoğlu’nun zorla getirilerek, ifadesinin alınması kararı verildi.
Zaten ifade verdiği duruşmadan sonra yargılama denilebilecek bir süreç de yaşanmadı. Hatipoğlu, ifade verdi. Keşif talebi, Lice’ye sokulmayan dönemin muhalefet lideri Deniz Baykal ve olayın gazeteci tanıklarının dinlenmesi talebi reddedildi. Soruşturma genişletilmedi ve aylar sonrasına duruşma tarihleri verilerek geçen haftaya kadar gelindi.
Mahkeme heyetleri değişti, savcılar değişti. Bir makam olarak açtığı davanın arkasında durması gereken savcılık, artık farklı bir roldeydi.
Hatipoğlu’nun beraati istendi ve onlarca Liceli’nin anlatımlarına rağmen delil yetersizliği nedeniyle geçen cuma yapılan karar duruşmasında beraat kararı verildi.
“Benim evimi yakmadılar”
Oysa Liceliler ve o tarihte Lice’de bulunanlar anlatıyordu yaşananları.
Duruşmaları izleyen Hafıza Merkezi’nin notlarına göre, Liceli Etem Özer, şunları söylüyordu:
“Olay tarihinde ben askerden geleli iki ay olmuştu. Eve yürüyordum. Bir asker ‘dön’ diye bağırdı. ‘Neden’ diye sorduğumda, ‘Çatışma olacak evet git’ dedi. Bir gün böyle geçti. Ertesi gün uyandığımızda askerler evleri yakmaya devam ediyorlardı. Hatta komşumuz Mehmet Sait Eminoğlu’nun evinden çıkmasını isteyenler vardı. Bu kişiler, alt tarafları asker kıyafetli, üst tarafları sivil ancak silahlı kişilerdi. Bizi alarak Emniyet Müdürlüğü önündeki futbol sahasında topladılar. Oraya giderken yolda dört ceset gördüm. Bu kişileri tanıyordum, ikisi mezradan yaşlı kişilerdi, ikisi Kervan Mahallesinde yaşayan çocuklardı… Bizi bıraktıklarında eve döndüm, evde asılı duran askerlik fotoğrafımın üstüne ‘Bu askerin hatırına evi yakmadık’ yazılı not düşmüşler. Notun altında da TİT yazıyordu.”
Tanıklardan Şiyar Kaymaz da şunları aktarıyordu:
“Amacımız bütün güvenlik görevlilerini karalamak değil. Benim hayatta olmamın sebebi, o tarihte Lice’de çalışan güvenlik görevlisidir. Askerler evimizi yakacaktı bir asteğmen engel oldu. Biz sadece Lice’de yaşananların açığa çıkmasını istiyoruz.”
Dahası, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın’la birlikte ölen uzman çavuş Yüksel Bayar’ın kardeşi İlhami Bayar, “Kardeşimin nasıl şehit edildiğini merak ediyoruz. Ayrıca olaydan sonra kardeşimin Lice Ziraat Bankası’nda bulunan maaş hesabının sahte imzalarla boşaltıldığını tespit ettik. Otopsi ve olay yeri tutanağında kimin ismi geçiyorsa bu kişilerin tespit edilip dinlenmesini istiyoruz” diyordu.
İlçede öğretmenlik yapan Mahmut Cantekin ise askerlerin bir öğrencisine “Oğlum biz bugün Lice’yi yakacağız git öğretmenine söyle” dediğini, rütbeleri sökülmüş askerlerin evleri yaka yaka sokakta ilerlerken Mersinli ve öğretmen olduğu için evine zarar vermediklerini anlatıyordu.
“Sizi iyi tanırım”
Ama devlet kimdi? Halk mıydı, halka hizmet vermesi için görev verilenler mi?
Hatipoğlu’nun duruşmadaki sözleri, bir tekine suçlama yöneltilmeyen Liceliler’e bakışını da özetliyordu:
“Bizi katliam ve soykırımlarla suçluyorlar. Biz devlete başkaldıranlara karşı hareket ettik. Bu devlet tarafından bana verilen bir görevdir. Diyarbakır Sur’da olduğu gibi sivilleri düşünüyoruz. Yoksa iki günde bu iş biter. Bu kadar uzun sürmez.”
Hatipoğlu, uzun yanıtlara müdahale eden avukatlara, “Sen sus, konuşma” diyordu. Eski Diyarbakır Barosu Başkanı Fethi Gümüş’e, “Seni iyi tanırım, PKK davasından içeri tıkmıştım” diyebiliyordu.
Hatipoğlu, rahattı:
“Ne zaman binlerce kişi ölmüş. Sözde JİTEM herkesi öldürüyor, köyleri boşaltıyormuş. İnsanlar PKK’dan rahatsız oldukları için köylerini boşattı. Şimdi de görüyoruz. İnsanlar PKK’dan rahatsız olup evini terk ediyor. Şu anki yaşanan bir savaş değil başkaldırının bastırılmasıdır.”
Hatipoğlu, “Bizi top sahasında topladığınızı, hakaret ettiğinizi hatırlıyor musunuz?” diye soran Şiyar Kaymaz’a da “Ben hakaret ederek işlerimi yapmam, nazikçe konuşurum. Halkçı bir insanım. Asla askeri kuvvetler şehre saldırmamıştır” yanıtını veriyordu.
“Lice’de PKK’ya müdahil olan çoktur”
Hatipoğlu’na göre kendisi değil, silahlı kuvvetler ve Türkiye devleti yargılanıyordu ve Liceliler suçluydu:
“PKK askeri birliğe saldırdı, biz de kendimizi savunduk. Bunun sonucunda 14 vatandaş öldü. Bir general bir astsubay şehit. Ben komutanım bir de örgüt kurmuşum diyorlar. Benim yanımdaki komutanımı şehit ettiğimi söylüyorlar, bunları benim yaptığımı zannediyorlar. Biz orda saldırıyı püskürtmek için başlayan olayı durdurmaya çalıştık, karşılık verdik. Sadece evler değil devlet binaları, askeri birlikler de zarar gördü o gün. Bu insanları suçlamıyorum ama Lice’de örgüte müdahil olan insan çoktur. Kulp da böyledir. Bismil ve Çınar ilçesinde daha azdır, çünkü coğrafyası uygun değildir.”
Liceliler’e yönelik tespitinden sonra konuşanları uyarıyordu:
“Pekeke değil Pekaka diyeceksiniz.”
Kanas’ın sahibi
Bahtiyar Aydın cinayeti aydınlanmadı, bu konuda suçlanan tek sanık 80 yaşında. 21 yıldır cezaevinde bulunan Mehmet Emin Özkan’ın olayla ilgisinin bulunmadığı Lice iddianamesi ile kabul edildi ve yeniden yargılanmasına hükmedildi ama üç yıldır çıkacak sonucu bekliyordu. Halen cezaevinde ve Aydın cinayeti ile ilgili bağlantısı bütünüyle belirsiz.
Mehmet Emin Özkan
Aydın’ın 72 yaşındaki kardeşi ise “Kardeşimin devletin içindeki karanlık güçler tarafından öldürüldüğüne inanıyorum” diyor.
Suikastin işlendiği Kanas silahını PKK’lılar kullanıyor. Ancak emekli astsubay Hüseyin Oğuz, defalarca, ele geçirilen bir kanasın Yüksekova Çetesi’ndeki bir isim tarafından Lice’ye getirildiğini, bu konuda bilgisi olan kişiden ifade almasının engellendiğini anlattı.
Lice’deki yıkımlar ve ölümler ise bu kararla birlikte faili meçhul kaldı.
İngiltere’nin Brüksel ile yaptığı AB’den ayrılma anlaşmasının İngiliz parlamentosundaki oylaması ertelendi. AB Konseyi Başkanı Donald Tusk, Konseyi Brexit konusunda toplantıya çağırdı.
İngiltere Başbakanı Theresa May, ülkesinin Avrupa Birliği’nden ayrılması için hükümetin Brüksel ile yaptığı Brexit anlaşmasının parlamentodaki oylamasının ertelendiğini açıkladı.
Parlamentoda bir konuşma yapan May, “Eğer biz oylamayı yarın yapsaydık anlaşma önemli bir farkla reddedilecekti. Bu nedenle yarın için planlanan oylamayı erteleyeceğiz ve şu aşamada Avam Kamarası’nı bölecek bir adım atmayacağız” dedi. Oylamanın 11 Aralık Salı günü yapılması planlanıyordu.
May, oylamanın hangi tarihe ertelendiğiyle ilgili bir bilgi paylaşmadı.
Bir anlaşmaya varılamadan 29 Mart 2019 tarihinde AB’den ayrılma ihtimali konusunda da konuşan May, bu konuda hazırlıkları artıracaklarını belirtti. May,”Anlaşma konusunda uzlaşıya varamadığımız sürece anlaşmasız bir ayrılık riski artıyor. Bu nedenle hükümet potansiyel bir sonuç için hazırlık çalışmalarını hızlandıracak” dedi.
Hiçbir partinin çoğunlukta olmadığı parlamentoda May, Brüksel ile varılanBrexit anlaşması konusunda sadece muhalefet partilerinden değil, liderliğini yaptığı Muhafazakar Parti milletvekillerinin bazılarından da destek bulamıyor.
Tusk: Yeni bir anlaşma müzakere edilmeyecek
May’ın açıklamasından birkaç saat sonra Twitter üzerinden paylaşım yapan AB
Konseyi Başkanı Tusk, Brexit anlaşmasının yeniden müzakere edilmeyeceğini
belirtti. Tusk, “#Brexit konusunda #ABKonseyi’ni Perşembe günü toplantıya
çağırmaya karar verdim (50’nci madde). Anlaşmayı yeniden müzakere etmeyeceğiz,
buna (İrlanda sınırı konusu da) dahil, ancak anlaşmanın İngiltere’de meclisten
nasıl geçirilebileceği konusunu tartışmaya hazırız. Zaman daralırken, bir
anlaşmaya varılamaması senaryosu karşısındaki hazırlık durumumuzu da tartışacağız”
dedi.
Brexit anlaşması, AB üyesi İrlanda Cumhuriyeti ile İngiltere’nin parçası Kuzey İrlanda arasına Brexit’in ardındanfiziki sınır girmemesi için formüle edilen ve “backstop” olarak anılan madde nedeniyle İngiltere’de eleştiriliyor. Söz konusu madde uyarınca İngiltere AB’den çıkmış ve AB kuralları konusunda söz hakkını yitirmiş olmasına rağmen kalıcı ticaret anlaşmaları oluşturulana kadar AB’nin gümrük kurallarına tabi olacak.